seçim sonrası ilk gün. herkesin umutları, endişeleri, öfkeleri, sevinçleri birbirine karışmış durumda. "teröristleri meclise soktunuz, mutlu musunuz?" diyenler, "istikrarı baltaladınız, allah belanızı versin" diyenlere karışıyor.
mutlu musunuz?
ben mutluyum.
şu fanatizm dalgası geçerse daha da iyi hissedeceğim.
dün sabah hala hangi partiye oy vereceğimden emin değildim. şimdiye kadar bir tanesi hariç her oyumu tatava yapmadan bastığım chp ve meclise artık bir parti olarak girmesini; görüşlerini dağda değil, mecliste savunmasını istediğim hdp arasında kalmıştım.
bu seçimde chp gözümde gerçekten yüceldi. hdp'ye bir kez bile saldırmamasını, "vatan hainleri teröristleri meclise sokuyor" diyen kraldan çok kralcı kemik kitlesini hiç gaza getirmemesini, anti-akp çizgisinin hiç dışına çıkmamasını ve "derdin çılgın projeyse al sana çılgın proje!" tavrını çok takdir ettim. kılıçdaroğlu'nun "birilerinin dediği gibi savaş değil; çok önemli ama bugün sadece seçim yapıyoruz. unutmayalım, sadece seçim yapıyoruz." tweet'ini alkışladım. bir puan kaybetmiş, ne gam! kılıçdaroğlu benim için gönüllerin şampiyonu oldu. beni temsil ettiğine gerçekten inandığım şafak pavey'in meclise girmesi de ayrı bir mutluluk kaynağı.
hdp'nin kemik kitlesi dışında kalan ve oylarını "emanet eden" kitle, belki de şu anda türkiye'nin en güzel, en barışçı, en naif insanlarını temsil ediyor. belki saflıktır bu, belki korkunç bir geleceğin ilk adımlarını böyle atmış, büyük oyunun bir parçası olmuşuzdur. ama biliyor musunuz, buna değer. türkiye'de intikamı değil, birlikte yaşamayı kabul eden, daha fazla kanın akmadığı bir geleceğin hayalini kuran bunca insanın yaşadığını bilmek, sonucu ne olursa olsun bir ödüldür. belki bir gün kaybedeceğiz, belki siyaset bizim düşündüğümüzden daha büyük bir bataklık ve yapılan pazarlıklar bizi boğacak; ama bugün birlikteyiz. bugün bu ülkenin bir kesimi, "insanız ulan biz! geçmişimiz ne olursa olsun sadece insanız!" dedi. bence bu akp'nin kaybettiği 9 puandan bile daha üstün bir başarı.
biz halkın bir kısmı olarak zihinlerimizdeki barajı yıkmışız, normalleşmek için bir adım atmışız. şimdi chp ve hdp'yi yan yana koyduğumda ne kafatasçı ne de terörist görüyorum. birbirini ve halkı dinleyerek sonuca ulaşabilecek iki parti ve "bu tarihi biz yazmadık, birbirimizden nefret etmeyi reddediyoruz" diyen bir insan topluluğu var karşımda.
şimdi ne olacak peki? hem olasılıklar hem de komplo teorileri var tüm kafalarda. benim de endişelerim var elbette. hdp "emanetinize sahip çıkacağız, yüzünüzü kara çıkarmayacağız" diyor ama hem herkesin bir fiyatı vardır hem de insan güce kavuşursa ne yapacağı hiç belli olmaz. bu endişem sadece hdp için geçerli değil üstelik. bakarsınız kılıçdaroğlu hem temiz hem dürüst bir insanoğlu değildir, hemen akp'yle masaya oturur. belki herkes omurgalıdır, kimse koalisyona yanaşmaz, bugün döviz kurlarının ve borsanın halini görenler hemen "akp iyiymiş aslında, istikrar mühim, derslerini de aldılar" der, erken seçimde adamları yeniden tek parti yapar. artık deli saçması diye bir şey yok. seçim günü insanların ellerinde tornavidayla plakasız araç avına çıktığı bir ülkede sadece delice olasılıklar olabilir.
yine de ilk iş, %10 barajının kaldırılması olmalı diye düşünüyorum. bunca zaman mecliste olan hdp'nin millet vekili sayısını artırınca, sanki ilk kez meclise giriyormuş gibi yaygaraya (ve düpedüz düşmanlığa) neden olması sadece bu saçma baraj yüzündendir.
önümüzdeki iki ay çok enteresan geçecek. yıllardır ilk kez bir seçimin ardından neler olacağını merak ediyorum.
alice in wonderbra
eat me. drink me. wear me.
8 Haziran 2015 Pazartesi
27 Ocak 2015 Salı
allah diyen inci
herkesin duyduğu hikayedir, düşen bir uçakta ateist bulamazsınız derler. şahsen hiç düşmekte olan, hatta adam akıllı türbülansa girip üç buçuk attıran bir uçakta bulunmadım ama "allah!" dediğim zamanlar oldu. hiçbirinin de çok hayırlı sonuçlandığını söyleyemeyeceğim. zaten bizzat yardım istemek için de demedim. aynen o uçaktaki ateistlerde olduğu gibi kültürel bir alışkanlık.
anlatıma istifa etmemden başlayalım. birkaç ay önce bana yine geldiler, ajanstan istifa edip freelancer olarak çalışmaya başladım. ev güzel, az çok bir gelir kapısı var, bir de üstüne "acaba millete fatura kesmek için şirket mi açsam?" diye düşünüyorum. fazla zaman geçmedi, fatura kesebilen bir arkadaşın da ödeme namına bir şey alamadığını, şirketleşmenin öyle çok da faydalı olmadığını gördüm, vazgeçtim. ama olur da bir şey çıkar diye facebook'ta yazı işleri diye bir sayfam var. sen ne kadar hedef kitlesin bilmiyorum sevgili okur, zaten beğenirsen de (üstüne alınma ama) ekime kadar, zira şimdiye kadar o sayfanın bana maddi bir getirisi olmadı. birkaç aydır da iyice boşladım, hiçbir şey yazmıyorum. neyse, konumuza dönelim.
ben böyle sağdan soldan iş almaya çalışmalar, hasbel kader bir araya gelebildiğim insanlara kendimi ve yaptığım işi sevdirip ufak para kazanmalar derken; biraz daha işbilir arkadaşlarım çeşitli girişimler yapmaya, "belki olur da iş kaparız müşterileri" bulmaya başladı. o sunum senin, bu fatura benim süreçler başladı. dolayısıyla artık adeta bir ajans başkanı edasıyla sunumlar yapıyorum, "izninizle ben bunu ayakta anlatayım" diyerek fırtınalar koparıyorum. normalde müşteri cinsiyle aram pek iyi değildir, patrona şikayet edilmişliklerim var. bu kez üstümde bir şikayet makamı olmadığı için müşteriyle atara atar, gidere gider durumundayız. işte ben, bu sunumlardan birinde öyle bir bunaldım ki, allah diyen inci ortaya çıktı.
akp zengini insanlardan biriyle karşı karşıyayım. adamın sözünü emir kabul eden, karşı çıkmak istese de tek kelimeyle susturulan bir ekibi var. bir de bunun karşısında ben ve birkaç sunum sonucunda perte çıkmış bir reklam ekibi var. dörder saatten dört sunumda sinirleri iyice sütlaca dönmüş, "senin bu adamla tanışacağın anı sabırsızlıkla bekliyorum" diyorlar. ben endişeliyim. yanlış bir şey yaparsam sadece kendim işi kaybetmeyeceğim, ipin ucunda bir film ekibi de var. ama onlar da artık inceldiği yerden kopsun durumuna gelmişler. sonunda beşinci sunumda assolist olarak sahne alıyorum ve başta her şey yolunda gidiyor. adamın tavrına, tipine, temsil ettiği her şeye olabildiğince kayıtsız kalarak konuşuyorum. cevaplar alıyorum. düzeltmeler yapıyorum. sıkılıyorum ama dayanıyorum. kendime karşı koyuyorum, "olur bu iş" diyorum. zibilyon tane yorum sonucunda 4 dakikalık film 8 dakikaya çıkıyor, yine de fazla ses etmiyorum...
sonra adam diyor ki, "2023 artık türkiye'nin hedefidir, bunu filmde geçirelim."
pek tavsiye etmem aslında...
olsun, geçirelim.
sizin 2023 hedefiniz nedir, bu şirket ne olacak o zaman gelince?
bilmem, planımız yok.
o zaman geçiremeyiz.
olsun, geçirelim.
siz bu filmi sadece yakın çevrenize göstermeyeceksiniz, bu kadar partici algılanmak istemezsiniz.
o zaman türkiye'nin 100. yılı diyelim.
niye?
2023 çünkü.
planınız ne?
bilmem, yaparız bir şeyler.
o zaman böyle bir şey filmde geçmeyecek.
geçsin ama, ne olur ki?
hayır, geçmeyecek.
adamın filmi sonuçta, sanki portfolyoma koyacağım. ama olmaz. toplantı başlayalı 3 saat olmuş, benim sinirler gerilmiş, film uzadıkça uzamış, adam "bu senaryoyu ben yazdım zaten" havalarında, çıkıntılık yapmam lazım.
bak sevgili okur, senaryo oluştu diyorum. konsept var orada, senaryo yazılmış, bir de cümle cümle üstünden geçmişiz sadece iyi niyetim nedeniyle. daha fazlasını kaldırmak inan çok zor.
adam diyor ki bunun üstüne, "benim iş konusunda bir anlayışım var, çizerek anlatayım, bunu da filmde geçirin."
ilgiyle dinliyorum. sonra "yok artık!" diye patlıyorum. çünkü ben o zamana kadar otoban anlatmışım, adam bana patates ekleyelim diyor.
ne alaka?
bilemem, alakayı kurmak sizin işiniz.
böyle bir alaka kurulmaz ama. yolun kenarına eksek bile açıklaması +3 dakika demek.
olsun inci hanım, sen bir şekilde eklersin.
ekleyemem, en başında söyleyecektiniz bunu. konsept bunun üzerine kurulursa olur, mevcut konsepte böyle bir şey eklemek mümkün değil.
filmin başına çizgi film gibi yapsak?
ya iyi de ne alaka?!
farklı fikirler her zaman reddedilir, sonra alışılır. bu öyle bir şey. hemen reddetmeyin.
işleyişin temel prensibini bir benzetmeyle anlatıyorsunuz, farklı bir şey değil bu. sadece benzetmeniz bizim anlattığımız şeyin içine giremez.
siz yine de bir düşünün.
işte o toplantının sonunda şener şen edasıyla "ellleeeaaaaaah!" dedim.
şu anda sonucu bilmiyorum. o film çekilecek mi, hiçbir fikrim yok.
ikinci olaya gelirsek, benim gibi hevesli / kıt akıllı olan herkesin ders alması gereken bir şey anlatacağım. bela burada açık açık geldiğini söylüyor, böyle bir durumla karşılaşırsanız saçmalamayın.
ben evime yabancı bir insanın girmesini hiç istemiyorum, böyle küçük bir manyaklığım var. bir ara temizlikçiye ihtiyacım olmuştu, gayet şahane bir kadın geldi. ilk gün neler yapacağını görmek istedim ve hiçbir şeye karışmadım, hatta bakmadım bile. işini bitirip gittiği zaman ev daha aydınlık görünüyordu, o kadar fark yarattı. ama kadın default özelliği gereği bir şeylerin yerini değiştirdi, ben o akşam delirdim. ciddi delirme böyle, yerimde duramamaklar falan. düpedüz saçmalık. ikinci gelişinde yeri değişen eşyalar konusunda konuştuk, anlaştık, birkaç ay sonra kadına alıştım. birkaç gün değil. birkaç ay. böyle bir durumum var işte. bu yüzden eve tesisatçı ve boyacı çağıramıyorum. düşüncesi bile tüylerimi diken diken ediyor. ama ihtiyacım var. çünkü artık banyomun tavanı yok, duvarı çürüdü, tavan zaman zaman akmaya devam ediyor. düzeltemiyorum, çünkü eve tesisatçı ve boyacı girecek, yabancılarla muhatap olacağım, ev ayağa kalkacak.
ben de böyle şeylerle uğraşmak yerine taşınmaya karar verdim. çok mantıklı, değil mi? hı hı, evet.
gel gör ki, beşiktaş'ta insani koşullarda bir ev tutmak için zengin gibi bir şey olmak gerekiyor. ben de istifa etmiş, müşteri terslemeye çok müsait konumumla buna kolay kolay cesaret edemiyorum. ama düzenli olarak ev arıyorum. bir gün hurriyetemlak'ta ne göreyim? şahane bir ev. sahibinden. fiyatı tam bana göre. anında kafamın bir yerlerinde o mutfakta kahvaltı hazırlamaya başlıyorum. anneme gösteriyorum ilanı, o da anında kafasında temizlikçi tutuyor, mevcut evimi toparlayıp taşınma planları yapmaya başlıyor. babama gösteriyorum, "iyiymiş" diyor.
adamı arayıp "ben bu evi istiyorum, ne zaman görebilirim?" diyorum. adam bana şehir dışında olduğunu, birkaç gün sonra geleceğini, tabii ki evin talibinin de gani gani bulunduğunu söylüyor. diyor ki, yurt dışından yeni gelmiş, kaparo için banka hesabı yokmuş, taliplerden biri de ertesi gün cep bank'la mı ne gönderecekmiş parayı, geldiğinde hemen kontrat yapılacakmış. "göndermezse?" diyorum. "ilk gönderen evi tutar" diyor.
aklımdan ya dolandırıcıyla karşılaştığım ya da acayip düşeş bir durumda olduğum geçiyor. o gece hayal kurmaya devam ediyorum. hesabımın olduğu bankaya bakıyorum, cebe para gönderme hizmeti var. ertesi gün ilk iş arayıp kaparo göndermeye karar veriyorum. babam sabah dikkatli olmamı, bu işte bir bit yeniği olabileceğini söylüyor. "biliyorum, 200 liralık bir risk almaya karar verdim" diyorum. adamı arayıp beklediği ödemeyi almadığını öğreniyorum. bu arada bana kimlik numarasını falan veriyor, içimde hafif bir rahatlama oluyor. parayı adamın cebine gönderiyorum.
bu aşamada kendi kendime mutluluk dansları yapmaya başlıyorum ve içimden ikinci bir "eeeaaaalllaaaaah!" kopuyor.
aslı "ikea'ya gideriz" hayalleri kuruyor. evren "kapu ölünce abbasağa parkı'na gömeriz" hayalleri kuruyor. annem temizlikte hala. ben kafamda eşyaları dizmeye başlamışım. sonra adama ulaşamıyorum tabii. beşiktaş'ta öyle bir ev de yok zaten. artık ilan da yok. aradığım kişinin tam şu anda allah belasını versin, kaç kişinin hayallerini yıktı orzbu çocuğu.
fazla üzülmüyorum, giden 200 lira olsun.
bütün bu olaylardan çıkardığımız sonuca gelirsek...
"allah diyen inci"yi bir deyim olarak tdk'ya önereceğim. kabul etmezlerse, "allah diyen ateist" yapın o zaman diyeceğim. anlamı, "bu işte kesin mantıksız bir şey var, durup dururken demez yoksa" olacak.
şimdi kendinize muakkayyet olun, sağlıcakla kalın.
bir de atlamamak lazım, yanağımda bir sivilce çıkmaya çalışıyor. kendimi robert de niro'nun yeteneksiz versiyonu gibi hissediyorum iki gündür.
anlatıma istifa etmemden başlayalım. birkaç ay önce bana yine geldiler, ajanstan istifa edip freelancer olarak çalışmaya başladım. ev güzel, az çok bir gelir kapısı var, bir de üstüne "acaba millete fatura kesmek için şirket mi açsam?" diye düşünüyorum. fazla zaman geçmedi, fatura kesebilen bir arkadaşın da ödeme namına bir şey alamadığını, şirketleşmenin öyle çok da faydalı olmadığını gördüm, vazgeçtim. ama olur da bir şey çıkar diye facebook'ta yazı işleri diye bir sayfam var. sen ne kadar hedef kitlesin bilmiyorum sevgili okur, zaten beğenirsen de (üstüne alınma ama) ekime kadar, zira şimdiye kadar o sayfanın bana maddi bir getirisi olmadı. birkaç aydır da iyice boşladım, hiçbir şey yazmıyorum. neyse, konumuza dönelim.
ben böyle sağdan soldan iş almaya çalışmalar, hasbel kader bir araya gelebildiğim insanlara kendimi ve yaptığım işi sevdirip ufak para kazanmalar derken; biraz daha işbilir arkadaşlarım çeşitli girişimler yapmaya, "belki olur da iş kaparız müşterileri" bulmaya başladı. o sunum senin, bu fatura benim süreçler başladı. dolayısıyla artık adeta bir ajans başkanı edasıyla sunumlar yapıyorum, "izninizle ben bunu ayakta anlatayım" diyerek fırtınalar koparıyorum. normalde müşteri cinsiyle aram pek iyi değildir, patrona şikayet edilmişliklerim var. bu kez üstümde bir şikayet makamı olmadığı için müşteriyle atara atar, gidere gider durumundayız. işte ben, bu sunumlardan birinde öyle bir bunaldım ki, allah diyen inci ortaya çıktı.
akp zengini insanlardan biriyle karşı karşıyayım. adamın sözünü emir kabul eden, karşı çıkmak istese de tek kelimeyle susturulan bir ekibi var. bir de bunun karşısında ben ve birkaç sunum sonucunda perte çıkmış bir reklam ekibi var. dörder saatten dört sunumda sinirleri iyice sütlaca dönmüş, "senin bu adamla tanışacağın anı sabırsızlıkla bekliyorum" diyorlar. ben endişeliyim. yanlış bir şey yaparsam sadece kendim işi kaybetmeyeceğim, ipin ucunda bir film ekibi de var. ama onlar da artık inceldiği yerden kopsun durumuna gelmişler. sonunda beşinci sunumda assolist olarak sahne alıyorum ve başta her şey yolunda gidiyor. adamın tavrına, tipine, temsil ettiği her şeye olabildiğince kayıtsız kalarak konuşuyorum. cevaplar alıyorum. düzeltmeler yapıyorum. sıkılıyorum ama dayanıyorum. kendime karşı koyuyorum, "olur bu iş" diyorum. zibilyon tane yorum sonucunda 4 dakikalık film 8 dakikaya çıkıyor, yine de fazla ses etmiyorum...
sonra adam diyor ki, "2023 artık türkiye'nin hedefidir, bunu filmde geçirelim."
pek tavsiye etmem aslında...
olsun, geçirelim.
sizin 2023 hedefiniz nedir, bu şirket ne olacak o zaman gelince?
bilmem, planımız yok.
o zaman geçiremeyiz.
olsun, geçirelim.
siz bu filmi sadece yakın çevrenize göstermeyeceksiniz, bu kadar partici algılanmak istemezsiniz.
o zaman türkiye'nin 100. yılı diyelim.
niye?
2023 çünkü.
planınız ne?
bilmem, yaparız bir şeyler.
o zaman böyle bir şey filmde geçmeyecek.
geçsin ama, ne olur ki?
hayır, geçmeyecek.
adamın filmi sonuçta, sanki portfolyoma koyacağım. ama olmaz. toplantı başlayalı 3 saat olmuş, benim sinirler gerilmiş, film uzadıkça uzamış, adam "bu senaryoyu ben yazdım zaten" havalarında, çıkıntılık yapmam lazım.
bak sevgili okur, senaryo oluştu diyorum. konsept var orada, senaryo yazılmış, bir de cümle cümle üstünden geçmişiz sadece iyi niyetim nedeniyle. daha fazlasını kaldırmak inan çok zor.
adam diyor ki bunun üstüne, "benim iş konusunda bir anlayışım var, çizerek anlatayım, bunu da filmde geçirin."
ilgiyle dinliyorum. sonra "yok artık!" diye patlıyorum. çünkü ben o zamana kadar otoban anlatmışım, adam bana patates ekleyelim diyor.
ne alaka?
bilemem, alakayı kurmak sizin işiniz.
böyle bir alaka kurulmaz ama. yolun kenarına eksek bile açıklaması +3 dakika demek.
olsun inci hanım, sen bir şekilde eklersin.
ekleyemem, en başında söyleyecektiniz bunu. konsept bunun üzerine kurulursa olur, mevcut konsepte böyle bir şey eklemek mümkün değil.
filmin başına çizgi film gibi yapsak?
ya iyi de ne alaka?!
farklı fikirler her zaman reddedilir, sonra alışılır. bu öyle bir şey. hemen reddetmeyin.
işleyişin temel prensibini bir benzetmeyle anlatıyorsunuz, farklı bir şey değil bu. sadece benzetmeniz bizim anlattığımız şeyin içine giremez.
siz yine de bir düşünün.
işte o toplantının sonunda şener şen edasıyla "ellleeeaaaaaah!" dedim.
şu anda sonucu bilmiyorum. o film çekilecek mi, hiçbir fikrim yok.
ikinci olaya gelirsek, benim gibi hevesli / kıt akıllı olan herkesin ders alması gereken bir şey anlatacağım. bela burada açık açık geldiğini söylüyor, böyle bir durumla karşılaşırsanız saçmalamayın.
ben evime yabancı bir insanın girmesini hiç istemiyorum, böyle küçük bir manyaklığım var. bir ara temizlikçiye ihtiyacım olmuştu, gayet şahane bir kadın geldi. ilk gün neler yapacağını görmek istedim ve hiçbir şeye karışmadım, hatta bakmadım bile. işini bitirip gittiği zaman ev daha aydınlık görünüyordu, o kadar fark yarattı. ama kadın default özelliği gereği bir şeylerin yerini değiştirdi, ben o akşam delirdim. ciddi delirme böyle, yerimde duramamaklar falan. düpedüz saçmalık. ikinci gelişinde yeri değişen eşyalar konusunda konuştuk, anlaştık, birkaç ay sonra kadına alıştım. birkaç gün değil. birkaç ay. böyle bir durumum var işte. bu yüzden eve tesisatçı ve boyacı çağıramıyorum. düşüncesi bile tüylerimi diken diken ediyor. ama ihtiyacım var. çünkü artık banyomun tavanı yok, duvarı çürüdü, tavan zaman zaman akmaya devam ediyor. düzeltemiyorum, çünkü eve tesisatçı ve boyacı girecek, yabancılarla muhatap olacağım, ev ayağa kalkacak.
ben de böyle şeylerle uğraşmak yerine taşınmaya karar verdim. çok mantıklı, değil mi? hı hı, evet.
gel gör ki, beşiktaş'ta insani koşullarda bir ev tutmak için zengin gibi bir şey olmak gerekiyor. ben de istifa etmiş, müşteri terslemeye çok müsait konumumla buna kolay kolay cesaret edemiyorum. ama düzenli olarak ev arıyorum. bir gün hurriyetemlak'ta ne göreyim? şahane bir ev. sahibinden. fiyatı tam bana göre. anında kafamın bir yerlerinde o mutfakta kahvaltı hazırlamaya başlıyorum. anneme gösteriyorum ilanı, o da anında kafasında temizlikçi tutuyor, mevcut evimi toparlayıp taşınma planları yapmaya başlıyor. babama gösteriyorum, "iyiymiş" diyor.
adamı arayıp "ben bu evi istiyorum, ne zaman görebilirim?" diyorum. adam bana şehir dışında olduğunu, birkaç gün sonra geleceğini, tabii ki evin talibinin de gani gani bulunduğunu söylüyor. diyor ki, yurt dışından yeni gelmiş, kaparo için banka hesabı yokmuş, taliplerden biri de ertesi gün cep bank'la mı ne gönderecekmiş parayı, geldiğinde hemen kontrat yapılacakmış. "göndermezse?" diyorum. "ilk gönderen evi tutar" diyor.
aklımdan ya dolandırıcıyla karşılaştığım ya da acayip düşeş bir durumda olduğum geçiyor. o gece hayal kurmaya devam ediyorum. hesabımın olduğu bankaya bakıyorum, cebe para gönderme hizmeti var. ertesi gün ilk iş arayıp kaparo göndermeye karar veriyorum. babam sabah dikkatli olmamı, bu işte bir bit yeniği olabileceğini söylüyor. "biliyorum, 200 liralık bir risk almaya karar verdim" diyorum. adamı arayıp beklediği ödemeyi almadığını öğreniyorum. bu arada bana kimlik numarasını falan veriyor, içimde hafif bir rahatlama oluyor. parayı adamın cebine gönderiyorum.
bu aşamada kendi kendime mutluluk dansları yapmaya başlıyorum ve içimden ikinci bir "eeeaaaalllaaaaah!" kopuyor.
aslı "ikea'ya gideriz" hayalleri kuruyor. evren "kapu ölünce abbasağa parkı'na gömeriz" hayalleri kuruyor. annem temizlikte hala. ben kafamda eşyaları dizmeye başlamışım. sonra adama ulaşamıyorum tabii. beşiktaş'ta öyle bir ev de yok zaten. artık ilan da yok. aradığım kişinin tam şu anda allah belasını versin, kaç kişinin hayallerini yıktı orzbu çocuğu.
fazla üzülmüyorum, giden 200 lira olsun.
bütün bu olaylardan çıkardığımız sonuca gelirsek...
"allah diyen inci"yi bir deyim olarak tdk'ya önereceğim. kabul etmezlerse, "allah diyen ateist" yapın o zaman diyeceğim. anlamı, "bu işte kesin mantıksız bir şey var, durup dururken demez yoksa" olacak.
şimdi kendinize muakkayyet olun, sağlıcakla kalın.
bir de atlamamak lazım, yanağımda bir sivilce çıkmaya çalışıyor. kendimi robert de niro'nun yeteneksiz versiyonu gibi hissediyorum iki gündür.
29 Eylül 2014 Pazartesi
12 Eylül 2014 Cuma
Diş
Bugün dişim beni rahatsız etti. Çürük, ağrı ya
da soğuk içeceklere duyarlılık değil. Varlığından rahatsız oldum. Tamamından da
değil, arkasındaki küçük bir çıkıntıdan. Bu durum bana üç ay kadar önce
selülitlerimden duyduğum büyük rahatsızlığı hatırlattı.
Dilimi dişimin arkasındaki o küçük çıkıntıda
dolaştırıyorum. Bunca yıl bana herhangi bir zararı dokunmamış, hatta büyük
ihtimalle doğru düzgün pişiremeyip sakız gibi bıraktığım eti koparıp çiğnememe
yardımcı olmuş çıkıntıda. Muhtemelen bu sabaha kadar varlığından bile haberdar
değildim. Bu sabahtan beri orada olmamasını istiyorum.
28 dişim ve üç dolgum var. 28 yaşına kadar hiç
dolgum yoktu. 17 yaşında bir dişim eksikti. Şu anda çıkıntısından rahatsız
olduğum dişimin sağ yanında duruyor, 17 yaşına geldiğim halde yerini terk
etmemekte ısrar ediyordu. Diğerlerinden küçük, sürekli hafif hafif sallanan ama
hiçbir zaman elime bir pamuk alıp girişmeme neden olacak kadar hareket etmeyen
bir süt dişiydi. Muhtemelen 13 yaşına kadar yerini gerçek bir azı dişine bırakmalıydı.
Yapmadı. Ben de bunun için komşumuz olan diş hekimine gittim.
Kadın beni koltuğa oturttu, başımı koltuğun
arkasına yaslamamı, sadece bakacağını söyledi. Parmaklarını ağzıma soktu, yavaş
yavaş dişimi sallamaya başladı. Hala nedense büyük bir güvenle, sadece dişimin
kontrol edildiğini düşünerek yerimde oturuyordum. Sonra kadın dişimi biraz daha
sıkı tuttu ve herhangi bir uyarıda bulunmadan, yukarı doğru bir yay oluşturacak
şekilde çekip yerinden söküverdi. Demek istediğim, baş parmağı diş etime bastırıyor,
işaret parmağı ise minicik dişi yukarı doğru çekiyordu. Gırtlağımdan istemsiz
bir “ığğaaağaaaa!” yükseldi. Bir saniye sonra pamuk diş etime yerleştirilmiş ve
tampon yapmaya başlamıştı.
Dişim hiç bu şekilde çekilmemişti. Pek tavsiye
edilecek bir deneyim olduğunu söyleyemem. Kardeşimin kuzenim üzerinde denediği
(ve başarılı olduğu) dişi iple kapıya bağlayıp hızla kapatma yöntemi bile daha
mantıklı olabilir. Kardeşime her zaman herhangi bir diş hekiminden daha çok
güvenebileceğimi sanıyorum. Mantıksız bir güven bu. Bu tip inançların mantıkla
doğrudan bir bağlantısının olması gerekmez.
Sonra beklemeye başladım. Çekilen dişimin
yerine yepyeni, güçlü bir azı dişi gelecekti ve ben ağzımda püreye çevirdiğim
yemekleri o boşluktan çıkararak iğrençlik yapamayacaktım. Haftalar, aylar
geçti. Yeni diş gelmedi. İğrençliğime devam edebiliyor ama gülerken bazı
zorluklar yaşıyordum. 17 yaşına kadar dişlerinin en az 20’sini bütün dünyaya
göstererek şen kahkahalar atan ben, o zaman “ühühühü” diye dudaklarımı büzerek
gülmeye başlamıştım. Bunu yapmak yerine suratsız biri olmam da mümkündü ama huyum
kurusun, çok neşeliydim üzerime afiyet.
Ben beklerken lise mezuniyeti gelip çattı.
Mezuniyet partisine gitmeyecektim ama okul gelenekleri arasında yer alan beyaz
geceye katılıp fotoğraf çektirmem kaçınılmazdı. Mümkün olsa ondan da kaçardım.
Çok neşeli olmam, kesinlikle sosyal biri olduğum anlamına gelmiyor. Okuldaki
arkadaş sayım bir elin parmak sayısına ulaşmıyordu bile. Sadece iki arkadaşım
vardı, ara sıra kendimi onların arkadaşları arasında bulurdum. Bana nispeten
alışmışlardı. En azından benden korkmak yerine sadece bazı sorunlarımın
olduğunu söylüyor, koridorda karşılaştığımızda irkilerek uzaklaşmak yerine
selam veriyor, hatta ayak üstü biraz laflayabiliyorlardı. Laflamalar kısa
sürüyordu, çünkü konuşmayı devam ettirecek yeteneklerden yoksundum. Hala da bu
yetenekleri çok geliştirdiğim söylenemez.
Dişimin hunharca çekilmesi ve yerinin bir
türlü dolmak bilmemesi de bu dönemlere denk geliyor. Henüz bir ergen olan ve
bir kısım özgüven problemi yaşayan 17 yaşında bir kızın, dişlerindeki
deformasyon sonucu daha da içine kapanacağı düşünülebilir. Bende öyle olmadı,
daha asosyal olmam pek mümkün değildi. Bir insanın daha asosyal olmasının
imkanlar dahilinde bulunmamasından bahsetmiyorum, ben daha asosyal olamazdım.
Böylece “ühühühü” gülüşleri eşliğinde kendimle dalga geçmeye başladım. Dişimin
olması gereken yerdeki boşluğu olabildiğince göstermemeye çalışıyordum ama var
olmayan dişimden aynı gülüşler eşliğinde bahsedebiliyordum. İyi bir savunma
mekanizmasıydı ve kendine güvenen biri gibi görünmeme yardımcı oluyordu.
Sözde kendime o kadar çok güveniyordum ki,
güzel olmaya ihtiyaç duymuyordum. Hiç makyaj yapmamıştım. Kaşlarımı almıyordum.
Eteğimi dizlerimin bir karış üstüne gelecek şekilde kıvırmıyordum. Hiç rejim
yapmamıştım, öğle yemeğinde inanılmaz miktarlarda çikolata yiyordum. Spor
yapmayı hiç denememiştim. Buna rağmen 45 kilo civarında, şanslı bir minyondum.
Heavy metal dinliyor, herkesten ve her şeyden nefret ediyor, kötücül bakışlarım
ve Adams Ailesi’ndeki küçük kız tavırlarımla insanları ürktmekten keyif
alıyordum. Kimsenin düşüncelerini umursamıyor gibi davranıyordum. Aslında
umursuyordum ve tam da bu yüzden bana yaklaşmalarını, beni güzel bulmalarını,
benimle arkadaşlık etmelerini engellemeye çalışıyordum. En azından bu konuda
başarılıydım. Çünkü güzel görünmeye çalışıp da çirkin olmaktan, zeki olmaya
çalışıp da aptal bulunmaktan, arkadaş edinmeye çalışıp da yalnız kalmaktan deli
gibi korkuyordum.
Ergenlik işte deyip geçemiyorum, şimdi de
farklı konularda aynı korkuyu yaşıyorum. İşimde yükselmeye çalışıp da başarısız
olmak yerine, özel bir çaba sarf etmeden, sadece var olan yeteneklerimi
kullanarak yerimde saymaya çalıştım mesela. Ayıptır söylemesi, biraz yetenekli
olduğum için tam olarak yerimde sayamadım, sorumluluklarım arttı. Bununla
birlikte titrimde bir değişiklik olmadı. Bu bir başarı mı, başarısızlık mı? Şu
anda kendi işimin yöneticisi olmadığıma göre başarısızlık elbette. Benden
küçüklerin bana patronluk yapabildiği bir ortamda tabii ki başarısızım. En
azından, başarılı olmak için en ufak bir çaba harcamadığımı biliyorum. Bildiğim
bir diğer gerçek de başından beri yanlış bir karar vermiş olduğum. İki yıl
kadar önce son işime yıllardır sahip olduğum konumda başlarken ve bir ay önce,
kartvizitimdeki görev tanımı değişmeden işi bıraktığımda da bunun yanlış bir
karar olduğunu biliyordum. Yine de aptalca bir tutarlılıkla yükselmemeye devam
ettim. Tabii ki bu durum beni rahatsız ediyor. Aynen dişimin arkasındaki küçük
çıkıntı gibi.
Dilim hala o küçük çıkıntı üzerinde dolaşıyor.
Neden bunca zaman onun orada olduğunu fark etmediğimi düşünüyorum. Belki de
dilim şişti, ilk kez oralarda dolaşacak boyuta geldi. Peki dilim neden şişti?
Alerjik bir durum mu? Belki gece, ağzım açık şekilde uyurken bir böcek geldi ve
dilimi soktu. Gönderdiği iki damla zehir, dilimin sadece ucunun şişmesine neden
olacak kadardı neyse ki. Yoksa dilim tamamen şişebilir ve soluk borumu
tıkayabilirdi. Nefessiz kalınca önce horlamaya başlar, ardından bir karabasandan
uyanmış gibi, ter içinde kalmış kafamı yastıktan aniden kaldırıp yatağımda
doğrulur ve neler olduğunu anlamaya çalışırdım. Asıl kabusla o zaman
karşılaşırdım çünkü ağzımın içini bir yaratık gibi dolduran şişmiş dilimi
hissederdim. Nefes alamadığımı fark edip dilimi parmağımla bastırmaya çalışır,
ancak nefes borumu açacak kadar aşağı itemezdim. Parmağımı biraz daha ileri
iter ve dilimi daha çok bastırmaya çalışırdım. Bu da midemin bulanmasına neden
olurdu ve öğürmeye başlardım. Gırtlağımdan yükselen safra, çıkacak bir yer
bulamayınca burnuma yönelirdi. Genellikle tıkalı olan burnum safra sayesinde
iyice tıkanırdı. Ne ağzımdan ne de burnumdan nefes alabilecek duruma gelince
biraz daha uğraşır ve yatağımda, şişmiş dilim ve burnumdan damlayan kusmuğumla,
titreye titreye ölürdüm.
İyi ki panik atak gibi bir sorunum yok. Ayrıca
dilimin şiştiğini veya evde böceklerin dolaştığını da sanmıyorum.
Ama dilim hala dişimin arkasındaki çıkıntıda
dolaşıyor. Parmağımı bu çıkıntı üzerinde gezdiriyorum. Keskin bir çıkıntı.
Parmağımı çekip dilimi bastırıyorum. Biraz canım acıyor. Dilimi sağ tarafa
doğru kaydırıyorum. Hemen yanında, implant sayesinde orada olan sahte bir köpek
dişi var. Onun yanında da birinci küçük azı. Bu dişin arka kısmında da bir
çıkıntı var gibi geliyor. Her ikisi de ikinci implantımdan sonra ortaya çıkmış
olabilir. 4-5 yıldır bunu fark etmemem şaşırtıcı.
Liseyi “ühühühü” diye gülerek, beyaz geceyi
dudaklarımı birbirinden ayırmadan gülümsediğim, diğer tüm kızların aksine
makyajsız, topuzsuz, heaute couture elbisesiz ve son derece özensiz olduğum bir
fotoğrafla geçiştirdikten sonra yeniden bir diş hekimine gitmeye karar verdim.
Aylar geçmişti ve köpek dişimin yerinde hala yeller esiyordu. O boşluktan giren
havanın beynimde cereyana neden olduğunu, donan kısımlar yüzünden giderek daha
da geri zekalılaştığımı söyleyip gülüyordum. Sigara içmeye de başlamıştım, ara
sıra sigarayı o boşluğa sıkıştırıyordum. Hayır, hiç eğlenceli değildi; evet,
umursamıyormuş gibi görünmek için gülüyordum.
Diş hekimi dişsizliğin kader olmadığını ve
implant sayesinde “ehehehe” şeklinde gülebileceğimi söyledi. Bir diş için gayet
iyi para istediğini hatırlıyorum. Hali vakti yerinde olan, daha fazla
manyaklaşmamdan korkan ve bir diş için evde kalmamı istemeyen ailem bunu memnuniyetle
kabul etti. Ameliyat için tarih alındı. Nedense korkmuyordum. Nedense,
vızırdayan aletlerine ve vereceği ağrı ihtimaline rağmen diş hekiminden hiçbir
zaman korkmamıştım. Nedense karanlık bir gelecek ve başarısızlık ihtimali
dışında hiçbir şeyden korkmayı becerememiştim. Sadece utanıyordum. Neredeyse 18
yaşındaydım ve diş ameliyatı masraflarımı ailem karşılıyordu. Mevcut şartlarda
bundan daha normal bir şey olamazdı ama ben, kendime bakacak duruma gelmediğim
için son derece rahatsızdım.
Ameliyat hastanede yapılacaktı. Annem ve
babamla birlikte gitmiştik. Benden daha endişeli görünüyorlardı. Doktor daha
önce nasıl bir prosedür uygulanacağını açıklamıştı. Uyuşturulan diş etim
neşterle açılacak, üst çene kemiğim oyulacak, duvara vida takar gibi implant yerleştirilecek
ve diş etim dikilecekti. 6 ay beklenecek, çene kemiğimin implantı kabul etmesi
durumunda üzerine bir diş yapıştırılacaktı. Pek ciddiye almasam da bu
prosedürün ismi ameliyattı ve ameliyat kelimesi, ailem dahil pek çok kişinin
tüylerini diken diken etmek için yeterliydi.
Ailemle bekleme salonunda otururken, bizim
gibi bekleyen insanları izledim. Bazılarının çenesinde devasa şişlikler vardı.
Bazıları acı çekiyor gibi görünüyordu. Bazıları da tamamen normaldi. Aynen
bizim gibi.
Bir süre sonra genç bir doktor adayı gelip
beni ameliyathaneye götürdü. Küçük bir odaydı. Odanın ortasında büyük bir
koltuk bulunuyordu. Doktor koltuğun yanındaki taburede yerini almıştı. Duvarlar
boştu. Sol tarafımda bir tezgah vardı, üzerindeki tepside ameliyatta kullanılacak
aletler duruyordu. Dört yıl sonra o tezgahta benim hazırladığım, dişlerle ve
diş sorunlarıyla ilgili temel bilgileri veren bir diş kitabı duracaktı ama
henüz bundan haberim yoktu.
Ben koltuğa otururken, tepsi koltuğun
yanındaki ilgili bölmeye yerleştirildi ve yeşil maskeler takıldı. Sonrası bol
takırtılı, ağzıma sokulan hortumun “şlırrrfff” sesleri çıkararak tükürüklerimi
topladığı, pek bir şey hissetmediğim ama ağzımdan gelen inşaat gürültüsünden
biraz rahatsız olduğum bir süreçti. Doktor bir ara neler yaptıklarını görmek
isteyip istemediğimi sordu ve bir ayna vermeyi teklif etti. Aynayı alıp ağzıma
göz attım. Savaş alanı gibiydi. Görüntüden hoşlanmadım ve aynayı geri verdim.
Bir süre sonra dikişler atıldı ve operasyon tamamlandı.
Ailemle birlikte hastaneden çıktık. Farkında
olmadan dilimi, yanağımı ve dudağımı parçalamamam için birkaç saat bir şey
yememem gerekiyordu. Elimdeki mendille sık sık ağzımı siliyordum. Ağzımın sağ
tarafı tamamen hissizdi ve salyamın çenemden damlamasını istemiyordum. O gün, 6
ay sürecek terminatör dönemim başladı. Kendime T9 diyor ve herkese dişimin
olması gereken yerden sarkan metal parçasını gösteriyordum.
Altı ayın sonunda tekrar diş hekimine gittik
ve bünyemin memnuniyetle kabul ettiği implantın üstüne bir diş takıldı. Ağzımda
her şey olması gerektiği gibiydi. Gülüşüm ve ayda yılda bir çektirdiğim
fotoğraflarım anında düzeldi. Yeni dişimle üniversiteden mezun oldum ve yine
mezuniyet partisine katılmadım. Etrafa gülücükler saçtığım normal bir hayatım
oldu. Bu durum 10 yıl devam etti.
10 yılın sonunda implantımda bir ağrı
hissettim. Umursamadım. Ağrı giderek arttı. Umursamamaya devam ettim. Sonunda
dişim sallanmaya başladı. O zamana kadar dişlerimde herhangi bir sorun
yaşamadığım ve sağlığım konusunda tamamen bir pırasa kadar bilinçsiz olduğum
için, 6 ayda bir diş kontrolüne gitme alışkanlığı da edinmemiştim. Diş hekimi
görmeden geçen 10 yılın hesabını yeni bir implantla vermem gerekiyordu.
Yeni bir ameliyat. Yeni bir bekleme süresi.
Yeniden T9 olmak ama bunun sadece birkaç hafta sürmesi. Ağzımdaki dikişler alındıktan
sonra üstüne hemen geçici bir diş yapıştırıldı. Tek bir diş, iki yanındaki diş
malzemesinden yapılmış kancamsı uzantılar sayesinde kesici dişime ve birinci
küçük azıma yapıştırılıp sabitlendi. Dişin geçici olması, yapışkanın da geçici
olması anlamına geliyordu. Birkaç kez yerinden çıkan dişimi yutma tehlikesi
atlattım. Bir keresinde erkek arkadaşım da dişimi yutmanın eşiğinden döndü.
Vücudumun beklenmedik bir parçasını onun ağzında bulmak, beni yine komedi ve
trajedi arasında bir noktaya götürmüş ve “ühühühü” diye gülmeme neden olmuştu.
Altı ay sonra geçici diş çıkarıldı ve yerine
eskisinden daha büyük bir köpek dişi yerleştirildi. Ameliyat sırasında biraz
daha derine inmek, daha büyük bir implant takmak ve diş etimi biraz oymak
gerekmişti. 17 yaşındayken diğerlerinden daha küçük olan köpek dişim, şimdi
bütün ağzıma babalık yapacak boyuta ulaşmıştı.
Ondan sonra da akıllanmadım ve üç dişimi
çürütene kadar diş kontrolüne gitmedim. Dolgularım yapıldıktan sonra hala
akıllanmadığımı ve diş taşlarım otoban inşaatı yapılacak duruma geldiği halde
temizletmeye bile gitmediğimi söyleyebilirim. Aptalım biraz, hepsi bu yüzden.
Şimdi iki dişimin de arkasında olan ve beni
rahatsız eden parçalar, geçici dişin kancamsı uzantılarından kalmış ve zamanla
sertleşip kendini diş sanmaya başlamış yapıştırıcılar olabilir. Olmayabilir de.
Muhtemelen ne olduklarını ağzımda yeni bir sorun çıkana kadar öğrenemeyeceğim.
Ama şu anda rahatsızım. Aynen üç ay önce selülitlerimden rahatsız olduğum gibi.
Üç ay önce bacaklarıma bakmaya başladım. Hiç
huyum değildir. Bir gün yürürken gözüme çarptılar. Lambır lumbur
sallandıklarını, yürüdükçe üzerlerinde portakal kabuklarının oluştuğunu gördüm.
Bir süre gözlerimi alamadım. Nasıl göründüğüme hiç bakmadan minicik etekler
giydiğim için kendime kızdım. Bacaklarımı bu hale getirdiğim için daha çok
kızdım. Bir anda dış görünüşüme bu kadar önem vermeye başlamam daha da fazla
sinirlenmeme neden oldu. Artık 17 yaşında olmadığımı, o zamanki miktarlarda
çikolata yemeye devam ederek ve spordan aynı şekilde uzak durarak kendimi
perişan ettiğimi, en iyi ihtimalle şeker hastası olacağımı ve günün birinde
bacaklarımı kesebileceklerini düşündüm. Tamam, günde ortalama 13 saat çalışan
biri olarak tabii ki spora vakit ayırmam mümkün değildi ama bütün gün bilgisayar
başında otururken çikolataya abanmanın da şişmanlamak ve selülitlenmek gibi bir
sonucunun olacağını tahmin etmem gerekiyordu. Yıllardır tartıya çıkmıyor,
kendime boy aynasında bakmıyor, kafamı biraz aşağı indirip göbeğimde ve
yanlarımda biriken yağları kontrol etmiyordum.
O gün çikolatayı, şekeri, beyaz ekmeği, tuzu ve
gazlı içecekleri hayatımdan çıkardım. Hemen bir bisiklet edindim, şıpır şıpır
terleme pahasına işe onunla gidip gelmeye başladım. Hayatımda ilk kez selülit
kremi aldım, bacaklarıma bu kadar taktığım için kendimden ve çevremdeki
herkesten çok utanarak kullanmaya başladım. Yıllar sonra tartıldım ve 17
yaşından beri 10 kilo aldığımı gördüm; onca selülitten sonra bakmaya ne gerek
varsa... Çenem de durmuyordu. Arkadaşlarımın, sevgilimin, annemin, hatta
babamın başının etini yedim. Saçmalamamı söylediler. Ama ben kendimi
durduramıyordum. Salata yiyor, önüme gelene selülitlerimden bahsediyor, üstelik
bu duruma gülemiyordum da.
Sanki çok normal bir işim varmış gibi, bir de
gün boyunca yediğim çikolataları keserek iyice mutsuz olmuştum. Saat 5’te uykum
geliyor, aklım büfeden torba torba aldığım çikolatalara gidiyor, çareyi bir
kase yoğurt ve birkaç sunta bisküvi yemekte buluyordum. Neyse ki söylenmelerim
azalmıştı ama insanları daha fazla delirtmiyor olmam, kendi içimi yemediğim
anlamına gelmiyordu. Dünyada milyonlarca problem olması, işimin giderek
yoğunlaşması ve sarpa sarması, bu kafayla gidersem geleceğimin pek de parlak
olmaması umrumda bile değildi. Boş insan problemlerimle uğraşıyordum. Bunlara
takılmak öfkeden çıldırmama neden oluyordu.
Ben de bunun üstüne istifa ettim.
Sadece üç hafta sonra tatile çıkacaktım, belki
kafamı toplayıp dönecektim, sütlaç gibi olacaktım. Bekleyemedim. Bir haftanın
bana yetebileceğini düşünmedim. Daha birkaç ay önce bir kez daha izin
kullanmıştım, yetmemişti. Dönüşümde istifa fikri aklıma yerleşmişti. Geçer
demiştim. Bırakmamıştım. Geçmemişti. Daha kötü olmuştu. Selülit olmuştu.
Bir buçuk aylık ihbar süremin başlamasıyla
birlikte selülitlerim önemini kaybetti. Yeniden etek giymek istedim. Önce etek
giydiğim günlerde, ardından da kalan diğer günlerde bisiklete binmeyi bıraktım.
Selülit kremi yarım kaldı, hala kullanılmayan diğer kremlerin yanında duruyor. Hala
beyaz ekmek, şeker ve çikolatadan uzak dursam da ara sıra yediğim pastırmalı
peynirli pide hiçbir suçluluk yaratmıyor.
Tatilden dönünce bacaklarıma, karnıma,
yanlarıma tekrar baktım. Bir ay önceki kadar korkunç görünmüyorlardı. İşten
ayrılınca her gün bisiklete binebileceğimi düşündüm. Bir sabah bindim ve çok
terledim. O günden beri bisiklet balkonda duruyor, bir kere bile pedala
basmadım.
Yeni bir iş kurmayı ve istediğim kişilerle,
kendi şartlarımla çalışmayı düşünüyorum. Bununla ilgili bir şeyler yapmaya
başlayalı neredeyse bir ay oldu. Gidip kimseye bu yeni oluşum konusunda sunum
yapmadım, müşteri bulmaya çalışmadım, oturduğum yerden yapabileceğim birkaç
küçük çalışma dışında çaba harcamadım. Bir ayda sadece bir iş yaptım, o da
kucağıma bırakıldı. Bu süreçte uzun süredir okunmayı bekleyen birkaç kitabı bitirdim,
birkaç resim yaptım, birkaç film izledim, evimi temizledim, yemek yaptım,
birkaç arkadaşımı gördüm, sevgilimle, ailemle ve kedilerimle ilgilendim. Her
şey iyi gidiyordu. Hayat bana karameldi. Bundan iyisi ancak yeni işin biraz
daha hızlı ilerlemesi ve bunu kendi kendine yapmayı başarması olabilirdi.
Ve bugün dişim beni rahatsız etti. Ağrısından
değil, varlığından rahatsız oldum. Tam olarak dişimden de değil, arkasındaki
küçük çıkıntıdan. Bu durum bana üç ay kadar önce selülitlerimden duyduğum büyük
rahatsızlığı hatırlattı.
21 Haziran 2014 Cumartesi
Mevcut
Eğer bir distopyada yaşasaydım, ideal toplumdaki sakatlıkları değiştirmeye çalışan kişilerden biri olamazdım. “Community. Identity. Stability.” der, paşa paşa somamı yutardım da diyemiyorum. Kendimi daha çok 1984’ün Winston’ı gibi görüyorum. Azıcık ayrıcalıklı bir konumda bulunan, gizlice pis pis düşünen, çaktırmadan küçük maceralar yaşayan, yakalanırsa biraz direnip “Under the spreading chestnut tree, I sold you and you sold me” cümlesini kabullenecek ürkek, küçük bir insancık.
11 Mart 2014 Salı
umutsuzları dinlemeyin
sokağa çıkmak ya da çıkmamak... keşke bütün mesele bu olsa.
ölüm hepimiz için uzak bir ihtimal. sakat kalmak, zafer nişanı sayılmayacak kadar yaralanmak, komada aylar geçirmek hep başkalarının yaşadığı, bizi öfkelendiren şeyler. ta ki başımıza gelene kadar.
berkin'in başına geldi.
bugün berkin'in uyanamadığı son gün oldu. kuş çocuk oldu berkin, abilerinin yanına uçtu. kimsenin ona daha fazla zarar veremeyeceği bir yere gitti. onun gidişi vahşi siyah atları harekete geçirdi.
belki şimdi birkaç bin kişi daha "9 ay önce emri verdiğini söyleyen bu adam çocuk katili" diyecek. belki "çaldıysa da benden çaldı" diyebilenler elini vicdanına koyabilecek. kim bilir. belki bu o kadar önemli bile değildir. çünkü bu ülkede ilk kez insanlar ölmüyor. gezi, "katil devlet hesap verecek" haykırışının boşa çıktığı ne ilk ne de son vaka.
berkin bugün de uyanamadı. bu kez gerçekten uyanamadı.
"beşiktaş! uyuma! berkin uyanamadı!"
berkin elvan'ın elinde sapan, yüzünde kırmızı eşarpla zafer işareti yapan fotoğrafını paylaşıyorlar. yok efendim ekmek almaya giden çocuk böyle mi olurmuş da bilmem neymiş.
bırak ekmek almayı yahu. bırak direnişçi olsun çocuk. bırak adı ethem olsun, ali ismail olsun, medeni olsun. çocuk olmasın da genç olsun, yaşlı olsun, adı metin olsun. bırak oyuna gelsin, aklı dış mihraklar ve onlarca lobi tarafından zehirlenmiş olsun.
iyi de sen neden gördüğün, yaşadığın bunca olay karşısında direnmeyi hiç düşünmedin ki? neden hala hırsızın, katilin, arsızın ağzından çıkan her cümleyi allah'ın kelamı gibi kabul ediyorsun?
evdeyim ben. sokağa çıkmıyorum. nedenini bilen bilir. öfkelenmekten ziyade üzülüyorum şimdi. umutsuzluğumun haddi hesabı yok. yazmamın nedeni, bir işe yarayacak olması değil, tutamamam.
ama siz benim gibi umutsuzları dinlemeyin. eğer inanıyorsanız dışarı çıkın. inancınız çok kuvvetliyse, başınıza gelebilecek her şeyi göze alarak çıkın. cesaretinizi artırıyorsa, yaralanmanın, sakat kalmanın, komanın, ölümün hepimiz için uzak bir ihtimal olduğuna inanarak çıkın. derdiniz sadece hayatta kalmak değilse; direnirken, omuz omuzayken, acınızı ve öfkenizi haykırırken yaşadığınızı hissediyorsanız sokaklar sizindir ve onu kimse sizden alamaz.
ben kafamın içinde özgür biri değilim, karanlığı çoktan kabullendim. kimsenin ölümsüz olduğuna inanmıyorum, halkın gücünü küçümsüyorum. devrim benim için hiçbir zaman bir ihtimal olmadı. kendi karanlığım içinde öleceğim ve adımı kimse hatırlamayacak.
belki sizin de adınız hatırlanmaz ama bu önemli değil. belki ölürken "iyi ki yaşadım" dersiniz, bu bile yeter.
ölüm hepimiz için uzak bir ihtimal. sakat kalmak, zafer nişanı sayılmayacak kadar yaralanmak, komada aylar geçirmek hep başkalarının yaşadığı, bizi öfkelendiren şeyler. ta ki başımıza gelene kadar.
berkin'in başına geldi.
bugün berkin'in uyanamadığı son gün oldu. kuş çocuk oldu berkin, abilerinin yanına uçtu. kimsenin ona daha fazla zarar veremeyeceği bir yere gitti. onun gidişi vahşi siyah atları harekete geçirdi.
belki şimdi birkaç bin kişi daha "9 ay önce emri verdiğini söyleyen bu adam çocuk katili" diyecek. belki "çaldıysa da benden çaldı" diyebilenler elini vicdanına koyabilecek. kim bilir. belki bu o kadar önemli bile değildir. çünkü bu ülkede ilk kez insanlar ölmüyor. gezi, "katil devlet hesap verecek" haykırışının boşa çıktığı ne ilk ne de son vaka.
berkin bugün de uyanamadı. bu kez gerçekten uyanamadı.
"beşiktaş! uyuma! berkin uyanamadı!"
berkin elvan'ın elinde sapan, yüzünde kırmızı eşarpla zafer işareti yapan fotoğrafını paylaşıyorlar. yok efendim ekmek almaya giden çocuk böyle mi olurmuş da bilmem neymiş.
bırak ekmek almayı yahu. bırak direnişçi olsun çocuk. bırak adı ethem olsun, ali ismail olsun, medeni olsun. çocuk olmasın da genç olsun, yaşlı olsun, adı metin olsun. bırak oyuna gelsin, aklı dış mihraklar ve onlarca lobi tarafından zehirlenmiş olsun.
iyi de sen neden gördüğün, yaşadığın bunca olay karşısında direnmeyi hiç düşünmedin ki? neden hala hırsızın, katilin, arsızın ağzından çıkan her cümleyi allah'ın kelamı gibi kabul ediyorsun?
evdeyim ben. sokağa çıkmıyorum. nedenini bilen bilir. öfkelenmekten ziyade üzülüyorum şimdi. umutsuzluğumun haddi hesabı yok. yazmamın nedeni, bir işe yarayacak olması değil, tutamamam.
ama siz benim gibi umutsuzları dinlemeyin. eğer inanıyorsanız dışarı çıkın. inancınız çok kuvvetliyse, başınıza gelebilecek her şeyi göze alarak çıkın. cesaretinizi artırıyorsa, yaralanmanın, sakat kalmanın, komanın, ölümün hepimiz için uzak bir ihtimal olduğuna inanarak çıkın. derdiniz sadece hayatta kalmak değilse; direnirken, omuz omuzayken, acınızı ve öfkenizi haykırırken yaşadığınızı hissediyorsanız sokaklar sizindir ve onu kimse sizden alamaz.
ben kafamın içinde özgür biri değilim, karanlığı çoktan kabullendim. kimsenin ölümsüz olduğuna inanmıyorum, halkın gücünü küçümsüyorum. devrim benim için hiçbir zaman bir ihtimal olmadı. kendi karanlığım içinde öleceğim ve adımı kimse hatırlamayacak.
belki sizin de adınız hatırlanmaz ama bu önemli değil. belki ölürken "iyi ki yaşadım" dersiniz, bu bile yeter.
24 Ekim 2013 Perşembe
25 Ağustos 2013 Pazar
bayram, robinson ve yaşam
bir şeyler oldu ama yine not almadan yazmadığım için çoğunu hatırlamıyorum. endişelenme sayın okur, o kadar da ilginç şeyler olmadı.
mesela olmayan ilginç şeylerden biri robinson crusoe 389'un hala kapanmaması. istiklal kitabevi d&r olduktan sonra devamı daha hızlı gelir sanıyordum. şimdi işgal sırasının pandora'ya gelmiş olması da hiç şaşırtıcı değil. ama istanbul'da yaşayan ve kitap okuyanlardan ricam, şu güzelim kitabevlerini direnmeden kapattırmamaları. belki ölü yatırım olacak ama lütfen gidip robkart alın. şahsen ilk çizgiromanımı aldığım, her ay gidip "adbusters geldi mi?" diye sorduğum, türkiye'nin başka hiçbir yerinde bulanamayan ingilizce kitapları satan bu güzel esnaf ortadan kalkarsa ağlarım ben. bir martıyı ağlatmayalım. hadi beni bırakın, kendiniz için kapattırmayın. robinson'dan kitap alıp okumak çok güzel bir şey çünkü.
kapitalistim ama sermayeye sinir oluyorum. paradokslardan paradoks beğen.
süreç uzadıkça direnişi, polisi, gazı ve sloganları normalleştirdik galiba. ajansın yeni yeri mısır apartmanı. cuma akşamları tipini zittiklerim sektirmeden geliyorlar, hiç şaşırmıyoruz. bir basın açıklaması ve iki sloganla hükümet devrilecek sanki amk. tamam, belki biz çoook acayip küresel oyunlara alet oluyoruz, kandırıldık, çok aptal insanlarız. peki siz neden silah satıcılarının bir numaralı maşası olmayı bu kadar kolay kabulleniyorsunuz? emir kulu olunca adam öldürmek normalleşmez ki.
harbi bak, bunlarla uğraşmak yerine rabiacılarla takılın. çok güzel arapça sloganları var onların. ben bir şey anlamıyorum ama hayli oynak ezgilerle slogan atıyorlar, dansöz beklentisi doğuyor. gidin iki kıvırın, kurtlarınızı dökün. (hayır, amacım dış politika ve ortadoğu hakkında ahkam kesmek değil, sadece teğet geçtim.)
arada isviçre'ye gidip medeniyet gördüm. koca memleketin nüfusu istanbul'un yarısından az olunca insanlar da ister istemez daha medeni oluyor. bir de tabii çok ciddi kuralları ve cezaları var. misal, şehir içinde 30'la gitmek gereken yerler var. o bölgelerde hız sınırını ihlal edince 1.200 frank ceza ödeniyormuş ki, bu da 2.500 tl civarı bir rakam ediyor. her şeyin çok pahalı olduğunu söylememe bilmem gerek var mı? ya da türkiye'de swatch oradakinden daha ucuz diyeyim, siz pahalılığı hesap edin. ne var ki, bir fabrika işçisi o pahalılıkta ay sonunu borca girmeden getirebiliyor, böyle bir durum da var.
aşırı yeşillik ve çöpsüzlük dışında (not: adamlar çöpü para verip atıyorlar, çok acayip) dikkatimi çeken iki şey oldu. birincisi, hemen her şeye referandumla karar veriliyor ve en kallavi kanun bile, eğer bir açığı varsa, 24 saat içinde değiştirilebiliyor. ikincisi ise, alpler'in dibindeki memlekette ayı ve kurt kalmamış, çünkü hepsini öldürmüşler. sokak hayvanı diye bir şey de yok. başıboş hayvan görürlerse alıp iki hafta sahibinin gelmesini bekliyorlar, sonra uyutuyorlar.
bunun dışında (biliyorum, çok uzadı) üniversiteden bir arkadaşım beni bir yaşam koçuyla tanıştırmak istiyor. ona çok yararı olmuş, mutluluğu ve huzuru bulmuş. önce insanlarla tanışmadığımı, sonra yaşam koçlarını şarlatanlardan daha üstün görmediğimi, ardından halihazırda yeteri kadar mutlu ve huzurlu olduğumu, son olarak da muhtemelen kendisine çok kötü davranacağımı söyledim. hala ısrar ediyor. belki bu hafta görüşürüz. yaşam koçu için çok enteresan bir deneyim olacağını sanıyorum.
mesela olmayan ilginç şeylerden biri robinson crusoe 389'un hala kapanmaması. istiklal kitabevi d&r olduktan sonra devamı daha hızlı gelir sanıyordum. şimdi işgal sırasının pandora'ya gelmiş olması da hiç şaşırtıcı değil. ama istanbul'da yaşayan ve kitap okuyanlardan ricam, şu güzelim kitabevlerini direnmeden kapattırmamaları. belki ölü yatırım olacak ama lütfen gidip robkart alın. şahsen ilk çizgiromanımı aldığım, her ay gidip "adbusters geldi mi?" diye sorduğum, türkiye'nin başka hiçbir yerinde bulanamayan ingilizce kitapları satan bu güzel esnaf ortadan kalkarsa ağlarım ben. bir martıyı ağlatmayalım. hadi beni bırakın, kendiniz için kapattırmayın. robinson'dan kitap alıp okumak çok güzel bir şey çünkü.
kapitalistim ama sermayeye sinir oluyorum. paradokslardan paradoks beğen.
süreç uzadıkça direnişi, polisi, gazı ve sloganları normalleştirdik galiba. ajansın yeni yeri mısır apartmanı. cuma akşamları tipini zittiklerim sektirmeden geliyorlar, hiç şaşırmıyoruz. bir basın açıklaması ve iki sloganla hükümet devrilecek sanki amk. tamam, belki biz çoook acayip küresel oyunlara alet oluyoruz, kandırıldık, çok aptal insanlarız. peki siz neden silah satıcılarının bir numaralı maşası olmayı bu kadar kolay kabulleniyorsunuz? emir kulu olunca adam öldürmek normalleşmez ki.
harbi bak, bunlarla uğraşmak yerine rabiacılarla takılın. çok güzel arapça sloganları var onların. ben bir şey anlamıyorum ama hayli oynak ezgilerle slogan atıyorlar, dansöz beklentisi doğuyor. gidin iki kıvırın, kurtlarınızı dökün. (hayır, amacım dış politika ve ortadoğu hakkında ahkam kesmek değil, sadece teğet geçtim.)
arada isviçre'ye gidip medeniyet gördüm. koca memleketin nüfusu istanbul'un yarısından az olunca insanlar da ister istemez daha medeni oluyor. bir de tabii çok ciddi kuralları ve cezaları var. misal, şehir içinde 30'la gitmek gereken yerler var. o bölgelerde hız sınırını ihlal edince 1.200 frank ceza ödeniyormuş ki, bu da 2.500 tl civarı bir rakam ediyor. her şeyin çok pahalı olduğunu söylememe bilmem gerek var mı? ya da türkiye'de swatch oradakinden daha ucuz diyeyim, siz pahalılığı hesap edin. ne var ki, bir fabrika işçisi o pahalılıkta ay sonunu borca girmeden getirebiliyor, böyle bir durum da var.
aşırı yeşillik ve çöpsüzlük dışında (not: adamlar çöpü para verip atıyorlar, çok acayip) dikkatimi çeken iki şey oldu. birincisi, hemen her şeye referandumla karar veriliyor ve en kallavi kanun bile, eğer bir açığı varsa, 24 saat içinde değiştirilebiliyor. ikincisi ise, alpler'in dibindeki memlekette ayı ve kurt kalmamış, çünkü hepsini öldürmüşler. sokak hayvanı diye bir şey de yok. başıboş hayvan görürlerse alıp iki hafta sahibinin gelmesini bekliyorlar, sonra uyutuyorlar.
normal şehir bu. gayet büyük. her bahçe bir gezi parkı adeta.
şehir merkezinde böyle şeyler var. binaları oyup kakmak yerine boyamışlar.
koskoca ülkede gördüğüm tek başkaldırı bu oldu. kardeşim zürih'teyken bir festivale denk gelmiş. taşkınlık sadece içip sıçma düzeyinde, bunu yapanlar da turistler. gazeteler eğlencenin sabaha kadar devam ettiğini yazdılar türkiye'de ama belediye işçileri 23.00 itibarıyla temizliğe başlamışlar, herkes dağılmış. aralarında türklerin de bulunduğu yerliler "lanet olası turistler, festival için gelip güpgüzel şehrimizi kirletiyorlar!" diyormuş.
burası göl kenarında minik bir köy. tabii bu durum, şehirden farklı olmasını gerektirmiyor. çin restoranından striptiz kulübüne kadar ne ararsan var. at kesimhanesi gibi pek aranmayan şeyler de var.
at eti falan satılabiliyor, evet. ama paketin üstünde tam olarak ne eti olduğunu yazmak son derece zorunlu. "dana bu" deyip geyik satarsan iflasa kadar yolun var.
bu da göl kenarındaki oyun parkı. o kadar mantıklı yapmışlar ki, kendisine "sanayi devrimi çocuk parkı" ismini verdim.
bunun dışında (biliyorum, çok uzadı) üniversiteden bir arkadaşım beni bir yaşam koçuyla tanıştırmak istiyor. ona çok yararı olmuş, mutluluğu ve huzuru bulmuş. önce insanlarla tanışmadığımı, sonra yaşam koçlarını şarlatanlardan daha üstün görmediğimi, ardından halihazırda yeteri kadar mutlu ve huzurlu olduğumu, son olarak da muhtemelen kendisine çok kötü davranacağımı söyledim. hala ısrar ediyor. belki bu hafta görüşürüz. yaşam koçu için çok enteresan bir deneyim olacağını sanıyorum.
27 Temmuz 2013 Cumartesi
çimenler
bir süredir aklıma hikayeler ya da söyleyecek bir şeyler gelir gibi oluyor. araya ya iş ya da daha saçma şeyler giriyor, yazamıyorum. hiçbir yere not da almıyorum. yazabileceklerim bana bile eften püften geliyor gibi.
sanki "iki direndik, şimdi susup olacakları bekleme zamanı" der gibi bir halim var ama öyle değil. beklemek insanı öldürmekten başka bir şey yapmaz. bir de yavaş oluyor biliyor musun, o sıkıntı işte.
bana yine her şey boş geliyor, orası ayrı bir problem. ama sonucu, değişimi önemsemeden iyi ki de oldu bütün bunlar diyorum - muhtemelen ben veya sevdiğim biri ciddi zarar görmediği için. lazımdı. başbakan veya yandaşlar ne derse desin, ne kadar yalan söylerlerse söylesinler, istersek birilerinin gözünde haksız olalım veya aramızda kötü niyetliler olsun; bi' titreyip kendimize gelmemiz gerekiyordu. dışlanmışlar birbirinin varlığını görmeden devrim ya da evrim yok.
artık "biz" diye bir şey var.
bir de "he canım he" tepkisinden bir damla fazlasını hak etmeyen zevzekler var. dedem yaşında adama zevzek demek benim de hoşuma gitmiyor ama "hamileler sokağa çıkmasın" diyen adamın ya ağzına bir tane patlatırsın ya da "konuşuyor işte kendi kendine" der geçersin. "kadınlar bizim nefsimizle oynuyorlağğğrrr!" diye vaaz veren, müziğin günah olduğunu söyleyen sapıkların videolarını çok gördük. o dallamaya laf anlatmak mümkün değil işte, anca öldürüp kurtulursun ya da duymazlıktan gelirsin. madem böcekten daha değerli sayılıyor, üstüne basamıyorsun, cidden yapacak bir şey kalmıyor. saldırmasını bekle, nefsi müdafa diye boynunu kır. saldırmıyorsa da yaşayıp gitsin işte, şunun şurasında kaç yıl ömrümüz var.
küçümsediğim hiçbir şey yok. cidden. bu yavşaklar başlarına kasımpaşalıyı alıp yaşam alanlarımıza müdahale ediyorlar mı? ediyorlar. beyoğlu'ndan masalarımızı, festivallerimizden alkolümüzü, basınımızdan gazetecimizi, yeteri kadar kar etmediği için tiyatromuzu alıyorlar mı? alıyorlar. biz yine yolumuzu buluruz ama. yeri gelir direniriz, yeri gelir toma'ya karşı uzun eşek oynarız. çünkü beni en çok duygulandıran şeylerden biri, koca koca kaldırımların, çatlamış asfaltların arasından çıkmayı başaran birkaç çimen parçasıdır hep. isterse asfalt kilometrelerce sürsün, duble yol olsun, üzerinden her an kamyonlar geçsin - o çimenler çıkmayı başarırlar. asfalt biraz bakımsız kalsa çöker, doğaya ait olmadığı için o koskoca yığının ağzına sıçılır. çernobil bile doğanın toprağı yeniden ele geçirmesini ancak yıllarca geciktirebilir.
ve insanın politikaya, dine, ekonomiye, hayatını yöneten her şeye nanik yapacağı, aptal bir yetişkin yerine anarşist bir çocuk veya yaşlı olacağı zaman mutlaka gelir.
hani ben insan doğasına hiç güvenmiyorum, insanın bok çuvalından başka bir şey olmadığını düşünüyorum ya. belki de bilmediğimdendir. belki umut benim hiç öğrenemediğim şeydedir.
sanki "iki direndik, şimdi susup olacakları bekleme zamanı" der gibi bir halim var ama öyle değil. beklemek insanı öldürmekten başka bir şey yapmaz. bir de yavaş oluyor biliyor musun, o sıkıntı işte.
bana yine her şey boş geliyor, orası ayrı bir problem. ama sonucu, değişimi önemsemeden iyi ki de oldu bütün bunlar diyorum - muhtemelen ben veya sevdiğim biri ciddi zarar görmediği için. lazımdı. başbakan veya yandaşlar ne derse desin, ne kadar yalan söylerlerse söylesinler, istersek birilerinin gözünde haksız olalım veya aramızda kötü niyetliler olsun; bi' titreyip kendimize gelmemiz gerekiyordu. dışlanmışlar birbirinin varlığını görmeden devrim ya da evrim yok.
artık "biz" diye bir şey var.
bir de "he canım he" tepkisinden bir damla fazlasını hak etmeyen zevzekler var. dedem yaşında adama zevzek demek benim de hoşuma gitmiyor ama "hamileler sokağa çıkmasın" diyen adamın ya ağzına bir tane patlatırsın ya da "konuşuyor işte kendi kendine" der geçersin. "kadınlar bizim nefsimizle oynuyorlağğğrrr!" diye vaaz veren, müziğin günah olduğunu söyleyen sapıkların videolarını çok gördük. o dallamaya laf anlatmak mümkün değil işte, anca öldürüp kurtulursun ya da duymazlıktan gelirsin. madem böcekten daha değerli sayılıyor, üstüne basamıyorsun, cidden yapacak bir şey kalmıyor. saldırmasını bekle, nefsi müdafa diye boynunu kır. saldırmıyorsa da yaşayıp gitsin işte, şunun şurasında kaç yıl ömrümüz var.
küçümsediğim hiçbir şey yok. cidden. bu yavşaklar başlarına kasımpaşalıyı alıp yaşam alanlarımıza müdahale ediyorlar mı? ediyorlar. beyoğlu'ndan masalarımızı, festivallerimizden alkolümüzü, basınımızdan gazetecimizi, yeteri kadar kar etmediği için tiyatromuzu alıyorlar mı? alıyorlar. biz yine yolumuzu buluruz ama. yeri gelir direniriz, yeri gelir toma'ya karşı uzun eşek oynarız. çünkü beni en çok duygulandıran şeylerden biri, koca koca kaldırımların, çatlamış asfaltların arasından çıkmayı başaran birkaç çimen parçasıdır hep. isterse asfalt kilometrelerce sürsün, duble yol olsun, üzerinden her an kamyonlar geçsin - o çimenler çıkmayı başarırlar. asfalt biraz bakımsız kalsa çöker, doğaya ait olmadığı için o koskoca yığının ağzına sıçılır. çernobil bile doğanın toprağı yeniden ele geçirmesini ancak yıllarca geciktirebilir.
ve insanın politikaya, dine, ekonomiye, hayatını yöneten her şeye nanik yapacağı, aptal bir yetişkin yerine anarşist bir çocuk veya yaşlı olacağı zaman mutlaka gelir.
hani ben insan doğasına hiç güvenmiyorum, insanın bok çuvalından başka bir şey olmadığını düşünüyorum ya. belki de bilmediğimdendir. belki umut benim hiç öğrenemediğim şeydedir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)