8 Eylül 2008 Pazartesi

sert

bazı konularda o kadar katıyım ki, ara sıra "yanlış bir şey mi yapıyorum acaba" diye düşündüğüm oluyor. mesela dilenciler konusunda.

sokakta dilenen birini gördüğüm zaman empati kurmuyor değilim. hatta adamın hayatı benim gözlerimin önünden film şeridi gibi geçiyor neredeyse. üzülüyorum, elim cebime gidiyor. ama sonra film şeridine kareler ekleniyor. hede yapsaydı şimdi hödö olabilirdi tarzında şeyler. o an bile neleri değiştirebileceğini düşünüyorum. mesela tanımadığı birinden para istemek yerine pazarda tanımadığı kadınlara limon, e-5'te tanımadığı insanlara çiçek satmaya çalışabilirdi diyorum. böylece kazandığı parayı hakederdi. bunların hepsi süpersonik aklımdan son hızla geçtiği için cebime doğru hamle yapan elim yolun yarısına ulaşmadan duruyor. adamın kolaya kaçtığına karar vererek sertçe "hayır" diyorum.

hayatı belki de şanssızlıklarla dolu olan bu insanlar karşısında da savunmam züğürt ağa örneği. filmin başında bokunun üzerine bok koyulmayan koskoca köy ağası mütemadiyen dolandırılıyor, elinde avucunda hiçbir şey kalmıyor. satmaya çalıştığı karpuzların hepsi kelek çıkıyor, kendini öldürmeye çalıştığında bıçak yamuluyor. filmin sonunda ise o ağa gitmiş, en değerli varlığı olan ayakkabılarını satmış, tek becerisiyle para kazanmaya çalışıyor. çiğköfte satmak. benzer şekilde, garanti reklamındaki sucu çocuk çok da ütopik olmasa gerek.

böyle düşününce tavrım hiç de yanlış gelmiyor.

yine katı davrandığım başka bir şey üzerine kendime ahkam keserken aklıma geldi. bunu yazmayı daha zararsız buldum.

6 Eylül 2008 Cumartesi

depresyon

okuma ve düşünme eylemlerini bir arada sürdürebilmek güzel bir şey. farklı noktalar keşfetmeye yarıyor. düşünce ve okuma bazında iki farklı şeyle ilgilenirken, depresyonla ilgili bir noktayı kendi içimde açıklığa kavuşturdum. kendi içimde olduğu için de doğruluğu tartışılır.

burada genç bireyin ilgisizlik üzerine kurguladığı ve sonradan gerçeğe dönüştürdüğü şeyden bahsetmiyorum. karakteri ve deneyimleri belli bir düzeye gelmiş yetişkinin yaşadığı; hormonların ve aklın kendini kaybettiği gerçek depresyonu ele alalım. kişi her ne kadar “sadece iyi olmak istiyorum” dese de amacı bu değildir. depresif kişi mutlu olmak istediğini söylese de mutluluk kavramına anlam veremez. çevresine bakar ve mutsuz olmak için bir sürü neden bulur, bunları kafasında 10 üzeri n ile çarpar. umutsuzdur. dolayısıyla mutsuz olmak, yapabileceği en mantıklı şey gibi görünür.

depresif insan, başlı başına bir paradokstur. umutsuzluğundan memnun değildir. kimsenin kendisine umut aşılayamayacağını bilir. bunu yapabileceğini sandığı biri karşısına çıkarsa, ya çevresine duvar örer ya da ona bağımlı olur. bireysel çaba göstermekten uzaktır. iyileşme isteğinin baskın olduğu zamanlarda doktor ya da arkadaştan destek almayı kabul eder, ancak içindeki daha baskın ses ona sürekli “hiçbir şey düzelmeyecek” diye fısıldamaktadır. çünkü istek statiktir ve başarmanın sadece yarısıdır. oysa kafasının içinde yankılanan umutsuzluğun sesi atı alıp üsküdar’ı geçmiş kinetik bir oluşumdur. kendini sürekli besler.

gerçek bir depresifin amacı iyileşmek değildir. o, varlığını yoketmek ister. ölseydimden ziyade, keşke hiç doğmasaydımcıdır. yaşadığı deneyimlerin onu yüceltmediğini, aksine dibe çektiğini düşünür. ana rahmine dönme isteği de buradan gelir. (bunu eksik bulduğumu hemen belirteyim. ana rahminde sonsuza kadar bekleyemeyeceğini ve bir gün doğup yeniden aynı keşmekeşe dalmak zorunda kalacağını bilen kişi; tahminimce portakalda vitamin olmayı bile istememelidir.)

“belki de mağaralarımızdan hiç çıkmamalıydık” tipik bir depresif cümlesi sayılabilir. bu kişi “normal” tabir edilen insana dönüşmek için kendini alkol almak zorunda hisseder. ama duyguları dengesiz olduğu için alkolün de kendini nasıl etkileyeceğini bilemez, yeni gerilimlere yelken açar.

yaşam ve ölüm arasında bir noktada takılı kalmak güzel bir deneyim değildir. bir yanda hayatta kalma içgüdüsü; diğer yanda yokolma isteği bekler. atılacak her adımın kendine göre sorumlulukları vardır. ve eşikte beklenen zaman kısıtlıdır. bir adım. en kötü ne olabilir ki?

şu sıralar depresif değilim. mutlu olduğumu söyleyemem, ters giden birkaç şey var. fazla gelişmiş egom sayesinde bunları taşıması zor bir yük olarak algılamıyorum. çözümü harekette buldum. tam olarak bulmadım, sık sık düşüyorum aslında, buradaki yazılardan da belli oluyor. kalkmamı sağlayan şey yine kendimi harekete zorlamak oluyor. elimdeki verileri değerlendiriyorum. keşke demiyorum. duruma göre hareket ediyorum. elimdeki belki de tek güç, yönlendirilmeyi kabul etmeyişim. hayatın sadece bana ait olduğunu biliyorum. ileri derecede bencilim. seçimlerimi yapıyorum, kendi sorumluluğumu üstleniyorum. başkalarının mutsuzluklarını, ben neden olmuş gibi görünsem de üstlenmiyorum. suçlanmayı reddediyorum. çıkarlarıma ters düşse bile doğru bildiğimi yapıyorum. sahip olduğum tüm mutluluğu ve mutsuzluğu sonuna kadar hakediyorum. bu benim dünyam. ben yarattım.

(gelecek için bir not: babamın ameliyatta ölme ihtimalini ben mi yarattım ve ölürse depresyona girmeye hakkım yok mu? hayır, ben yaratmadım ama böyle bir ihtimal var. kendimi buna göre hazırlamıyorsam ve kafamı boş umutlarla dolduruyorsam sorumlusu benim. değiştiremeyeceğim şeyler için depresyona girme hakkım da var; olanların ve olacakların sorumluluğunu başkasına, mesela en basiti ilahi bir güce yüklemediğim sürece. kendi hayatımla ilgili her şey benim elimde. şikayet etmeye, keşke demeye, neden böyle oldu ki diye sormaya hakkım yok.)

bu bir itiraf yazısı değil. daha çok, b.’ın yeniden ilaçlarla haşır neşir olmasına anlam vermek için. son paragraflar da egomanyaklığımın eseri. kendimden bahsetmeden duramıyorum. sanırım bu şekilde kim olduğumu hatırlıyorum.