31 Mayıs 2011 Salı

rüya

rüyamda masal anlatan canlı bir haritaydım. kelebek kanatlarından yapılmış gibiydim. duvarda bulunduğum yerde ışığın geliş yönü değişmiyordu ama masal anlatmaya başladığımda liflerim hareket ederek yeni renkler ve şekiller oluşturuyordu.

her tür sorunu masallarla çözüyordum. mesajdan öte, umut ve mutluluk veriyordum. anlattığım masallarla savaşı bile bitirmiştim.

uyandığımda iyi hissettim. bir harita olmama hala anlam verebilmiş değilim.

27 Mayıs 2011 Cuma

çok acayip.

cumhuriyet portal'da verilen habere göre akp'li belediye başkanının oğlu pkk tarafından kaçırılmış. az önce haberi facebook'ta gördüm, yorumlarına baktım. aşağıdaki şekilde.



ne biçim bir kana susamışlık bu? savunduğumdan değil ama söylemlere küfürle karşılık vermek bile bir yere kadar kaldırılabilir. damarına basıldığını düşünen insan konuşur, söver. ama böyle bir olaya sevinmek ne biçim bir zihniyettir? ne oldu da bu ülkenin insanları terörü alkışlar hale geldi? nasıl oldu da sadece farklı düşündüğü için bir insana şiddet uygulamak mübah sayıldı?

bunları benim aklım almıyor.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

yazmak

bu akşam yazdığım şeylerin biçimi konusunda bir aydınlanma yaşadım.

şu sıralar yazmakla ilgili farklı bir hedef belirlediğim için konu üzerine biraz araştırma yapmaya karar verdim. tüm bu araştırmalar da elbette başkalarının kitapları üzerinden oluyor. fark ettim ki, yazdığım hiçbir şeyi bir bütün olarak ele almıyorum. aslında bir hikayem yok. şimdiye kadar yazdığım kısa hikayeler de hep bir başlık, bir cümle ya da basit bir fikirle gelişti. tam olarak ne yazacağımı hiç gözümde canlandırmadan bir satırla başladım ve devamı kendiliğinden geldi. çoğu yazımın sonuç bölümlerinin de hayli beceriksizce yazılmış olması bu yüzden. rüzgarda salınan bir yaprak gibi. bir yerde başlıyor ama hangi yöne gideceği ve yere nereye, nasıl konacağı hiç belli değil.

dolayısıyla uzun yazılar yazamıyorum. eğer fikir veya konu çok doğurgansa, saatlerce toparlayıp yazmamı gerektirecekse, çoğu zaman başlamadan bırakıyorum.

kitap yazmaya çalışırken de temel sorunum buymuş. aklıma anlatacak bir konu ve beş adımdan oluşan bir yöntem geldi. bir de birbirinden kopuk sahneler ve düşünceler. sonra peşimden atlı kovalarmış gibi bunları yazmaya koyuldum. giriş, gelişme ve sonuç başından beri yoktu. karakteri bile oturtmamıştım. ve nihayetinde, ilk bölümü bir şekilde tamamladıktan sonra işi bahane ederek yazmaktan vazgeçtim. belki de sorun nasıl ilerleyeceğimi bilmiyor olmamdı. yaptığım işin sonunu göremiyordum.

reklam yazarlığını bu kadar kolay yapmamın nedeni de hemen hemen böyle bir şey. elimde bir konu oluyor, onu hiç dallandırıp budaklandırmadan, en sade ve anlaşılır şekliyle yazmam gerekiyor. yazı çok kısa olduğu için giriş, gelişme ve sonuç çok dar bir alana sığdırılıyor ve tutarlılığını kaybetmiyor. hatta dijitalin geleneksel reklama göre daha zor gelmesinin nedeni de bu. tutarlı ve görece uzun bir hikaye anlatmak zorunda dijital reklam yazarı. bunu anladıktan ve biraz pratik yaptıktan sonra her şey tıkır tıkır yürüyor. tabii ortada güzel bir fikir varsa.

benim de şu anda kusursuz olmasa da işlenmeye ve güzelleşmeye uygun bir fikrim var.

bu gece verdiğim karar, haldır huldur yazmaya başlamak yerine notlar almak ve tüm bunları bir kuluçka dönemi olarak görmek. temel hikayeyi birkaç cümlede özetlenebilecek duruma getirmek. sonra belki içimden müthiş bir yazma isteği gelir ve devam ederim. belki de yine bir bahane çıkar, yazamam.

ama en azından temel probleme parmak basmış bulunuyorum. aferin bana.

Şikayetçiyim.

Akif Beki'nin yazısını Radikal'e şikayet ettim az önce. Bir kopyası burada da bulunsun.

Merhaba,

Akif Beki'nin 17.05.2001 tarihli "Tam bağımsız internet palavrası" başlıklı yazısı her ne kadar kişisel bir yorum olsa da yalan haber içermektedir. Kendisinin konu hakkında bilgi sahibi olmadan fikir yürütmesi bir yana; devlet tarafından uygulanan filtrenin internet güvenliğini tek merkezin eline vermediği yorumu yanlıştır. Belli içerikleri kendi ekranlarında görmek istemeyenler için hali hazırda filtreler bulunmaktadır. Ayrıca, Akif Bey'in yazdığının aksine, internet sansürüne karşı olanlar illegal yatak odası görüntüleri, çocuk pornosu, şantaj kasetleri gibi hali hazırda yasal olmayan içeriğe erişmek gibi bir amaç taşımamaktadır, bu durum basın açıklamasında da açıkça belirtilmiştir. Yine bir yorum olmakla birlikte, yazdıklarımın daha detaylı açıklamasını http://haber.sol.org.tr/postal/allah-carpar-akif-42623 adresinde görebilirsiniz. Akif Bey'in yorumlarının ne kadar yanlış olduğunu haber yorumlarında zaten görebilirsiniz. Ancak konudan yalnız Akif Bey'in yazısı ile haberdar olanların tamamen yanlış bilgilendirildiği açıktır. Yaptığı yanlış bilgilendirme nedeniyle Arif Beki'nin bir özür yazısı yazmasını; eğer bu olmayacaksa, gazetenizin en azından başka bir bölümünde halkı doğru bilgilendirecek açıklamanın yapılmasını rica ederim.


Arz etmiş bulundum. Bakalım cevap gelecek mi? Bir şey olursa paylaşırım yine.

17 Mayıs 2011 Salı

nah şurada hepsi

belki suratınızın ortasına doğru şlaaaak diye çekilen hareketlerin fotoğraflarından hazetmiyorsunuz. belki çaktırmıyorsunuz ama sizin de hoşunuza gidiyor. belki de bu zibidilikle hiç ilgilenmiyorsunuz. fark etmez! ben bu fotoğrafları çekmekten pek keyif alıyorum ve üşenmedikçe yüklüyorum. işte karşınızda yeni nahilist parçalar.

not: eskileri merak edenler buradan, şuradan, oradan ve hatta buradan da bakabilirler. neden olmasın?

not 2: herkesi bu kadar neşeli görmek çok sevindirici. diyorum ki, siz de nah yapın ara sıra. ne gam kalıyor ne kasvet.




















16 Mayıs 2011 Pazartesi

oradaydık ve güzeldi.

on binlerce kişilik kalabalık, pankartlar, düdükler, sloganlar, tüm farklarımıza rağmen omuz omuza yürümek ve bir amaç uğruna birleşmek.

medya yüzlerce kişi diyebilir. ama biz gördük, meydan'dan tünel'e bütün istiklal caddesi bizim sesimizle inledi.

on binlerce pankartlı, çocuklar gibi şendik.

hepimiz oradaydık. beşiktaş, galatasaray ve fenerbahçe yan yanaydı. sağcısı ve solcusu bir aradaydı. dindarı ve dinsizi omuz omuzaydı. heterosundan homosuna, her tür seksüel birlikte bağırdı. kimliklerimizi değil, farklarımızı ortadan kaldırdık ve hepimiz çok güzeldik.

burada aydın ve memo tembelçizer'i görüyoruz.

evren ve ben gerek biçim, gerekse içerik olarak tepki çeken, artık neredeyse benimsediğim "sana ne?!" söylemli pankartlarımızla katıldık. ben yürüyüş boyunca "istediğimi okurum. sana ne?!" pankartımı taşıdım. evren'in "porno seviyorum. sana ne?!" pankartı ise farklı kişiler tarafından gururla taşındı, elden ele dolaşıp onlarca kişinin elinde fotoğraflandı.

güzel oldu bence bu pankartlar.

tüm bunların yanı sıra üzüldüğüm iki şey var.

daha önce söylemiştim, ben yürüyüşlere inanmam. btk ve ulaştırma bakanlığı bir süredir çark eden söylemlerle karşımıza çıkıyorlar ama ortada yazılı ve imzalı bir şey olmadıkça, 22 ağustos'ta bir filtreye dahil olmamız ve interneti kapama düğmesini devletin eline vermemiz kaçınılmaz. belki de insanların sansür nedeniyle ciddi maddi zarara uğraması ve büyük davaların açılması gerek bir şeylerin değişmesi için. belki bu bile yeterli değil. çünkü türkiye, avrupa insan hakları mahkemesi'nde 15.000'in üzerinde dosyaya sahip bir ülke. ama belki de...

üzüldüğüm ikinci konu da böyle olağanüstü durumlar haricinde birbirimize tahammül edemememiz. insanların birbirini boğazmak yerine desteklediği bir toplum haline gelmemiz için illa ikinci bir kurtuluş savaşı mı gerekiyor?

(böyle dediğime bakmayın, ben de son yıllarda gayet önyargılı, yer yer fanatizme varacak şekilde taraf tutan birine dönüştüm. ama hümanizm hiçbir zaman güçlü yanlarımdan biri olmamıştı. kendimi bildim bileli bir şeylere öfkelenirim.)

bu toplaşmayı her ne kadar sevmiş olsam da "keşke buna hiç gerek olmasaydı" diyorum.

sansürsüz, herkesin kendi anlayışına göre özgür olduğu günler dilerim.

13 Mayıs 2011 Cuma

devlet çocukları korumalı

ama internetten değil. biz o kadarını yapabiliyoruz. devlet internetle, bizim erişimini engelleyebileceğimiz muzır neşriyatlarla falan uğraşacağına bu haberlere konu olan olayları engellemeye baksın.




bu programları izleyenler, kendi çocuklarına tecavüz edenler, devletin kendi polisi her şeyi internetten görüyor sanki anasını satayım. devlet bakanlarının engelleyebilecekleri ölümler konusunda bir şey yapmaması, bunların cezasız kalması da internetten.


bu gülümsemenin sorumlusu devletin ta kendisi. çıplak olmaya gerek yok, o öğrencilerin yaşadıkları pornografik.

devlet kesinlikle çocukları korumalı. ama internetten değil. önce sağlıksız, eğitimsiz, umutsuz, televizyon karşısında giderek aptallaşan ailelerinden. sonra kendi polisinden, kendi bakanlarından. bütün bunların yanında internet çok zararsız kalıyor.

not: mutlaka "önce aileler çocuklarını koruyabilir diyorsun, sonra devlet çocukları ailelerinden korusun diyorsun" yorumu gelecektir. sayfalarca açıklama yapmak yerine ailelerin eğitimi, ruh ve beden sağlığı, işsiz ve umutsuz kalmaması, partnerlerini çocuklar arasından seçmeyecek bilince ve sorumluluğa sahip olması da devletin sorumluluğudur diyeyim. hata aramak yerine biraz mantık yürütmeyi tercih edenler zaten demek istediğimi anlayacaktır.

not2: burada aile eğitimi konusunda sadece mevcut hükümete saldırdığım düşünülmesin, lafım onları bu hale getiren herkese.

12 Mayıs 2011 Perşembe

hocam olmuyor ama!

şimdiye kadar okul yıllarını büyük bir nefretle anan çok kişiyle karşılaşmadım. aslında o dönemlerden pek hoşlanmayanlar bile bir şekilde gülebildikleri ya da cinlik yapıp kuralları yıkabildikleri dönemleri hatırlamayı tercih ediyorlar sanırım. bir de efsanevi öğretmen ağlatmalar var tabii. bununla gurur duyan öğrencilerin nefreti muhtemelen benimkinden bile büyük.

işin doğrusu, benim okulla aram yuvadan itibaren bozuktu. ama çeşitli nedenlerle büyük sorunlar da çıkarmıyordum. tek yaptığım kurallara sinirlerim elverdiğince uymak ve en kısa sürede bitirip o ortamdan kurtulmaya çalışmaktı. okul birincisi olmak veya okulun süzme piçi şeklinde anılmak gibi bir derdim de yoktu. aslı'nın çok güzel tanımladığı gibi, öylesine bir sümüktüm.

okulla ilgili temel sorunum çok fazla kuralın olmasıydı. tüm kuralların sadık uygulayıcısı olarak da karşıma müdür yardımcısı çıkıyordu ki; anlaşamadığım tek öğretmenim kendisiydi. mesela bizim okulda gömleğin içine siyah tişört giymek yasaktı ve ben bu yasağı çiğnemek için her yolu kullanırdım (öfkeli bir öğrenci olduğumdan kelli, yuvadan itibaren uygulamaktan itinayla kaçındığım benzer birkaç yasak daha vardı). ne var ki, son sınıfta sigaraya başlayan biri olarak, bir kere bile okulda sigara içmedim. siyah tişört giymekte bir sakınca görmüyor ama okuldaki sigara yasağını mantıklı buluyordum. (buna rağmen lise 2'de, henüz hiç sigara içmezken, müdür yardımcısına öğrencilerin yasal olarak sigara içebileceği bir alan tahsis etmeleri talebinde bulundum. şimdi bunun yanlış bir talep olduğunu düşünüyorum. onlar da çocuk aklına uymamakla iyi etmişler.)

dün gece izlediğim la mirada invisible (the invisible eye) filminde okuldaki bu sigara yasağının nasıl kötüye kullanıldığını gördüm. yalnız o da değil, filmi baştan sona çatık kaşlarla izledim. çok sinir bozucuydu.

- önemli not: spoiler'dan hoşlanmayanlar, bu alanı geçiniz -

yıl sanırsam 1982, mekan arjantin'de bir lise. 23 yaşında bir kadın okulda gözetmen olarak çalışmaya başlıyor. (öğretmen olmayı beceremeyenleri gözetmen yapıyorlar galiba) bu kadın okuldan eve dönerken, metroda mütemadiyen tırnaklarını törpülüyor. benim içim vıcır vıcır oluyor. hemen kadını antipatik buluyorum. ama bununla kalmıyor! kadın öğrencilerden birine platonik aşık oluyor. yoo yoo, bununla da kalmıyor! müdüre gidip "bu çocuklar sigara içiyor sanırım, araştırmama izin verir misiniz?" diyor ve müdürün takdirini kazanıyor. sonra görüyoruz ki, bu sadece takdir değilmiş, müdürün uçkurda da uuu beybi minvalinde bir hareketlenme olmuş. neyse. kadın izni kopardıktan sonra erkekler tuvaletinde takılmaya başlıyor. tuvaletteki kapısı olan alanlardan birine saklanıyor ve bütün teneffüsü orada geçiriyor. tabii ortada sigara falan yok, kadın bu yaptığından en basit anlamıyla zevk alıyor. ama bununla kaldığını mı sandınız? tabii ki hayır! bu kadın, yazdığı çocuğun tuvalette olduğu bir an iyice kendini kaybediyor, oracıkta mastürbasyon yapıyor. ve tabii birileri müdüre "hocam buradan ince ince nefes alma sesleri duyuyoruz, kız var galiba içeride" dediğinde yakalanıyor. yok yok, tam bir yakalanma değil. müdüre yine "kesin burada sigara içiyor bu piçirikler, bugün yarın yakalarım" diye yalan söyleyip sıyrılıyor. bitmedi! kütüphanede olsun, havuzda olsun, aşık olduğu çocuğun çantasını karıştırıyor, iç çamaşırını falan kokluyor. düpedüz sapık yani kadın. velhasıl kelam, daha fazla açık vermeye başlayınca müdür durum hakkında büyük bir aydınlanma yaşıyor, ziterim böyle aşkın ıstırabını diyor, allem edip kallem edip kadına tecavüz ediyor. sapık kadın ve sapık müdür arasındaki bu alengirli ilişki kadının tırnak törpüsü vasıtasıyla müdürü öldürmesiyle son buluyor. the end.

- spoiler bitmiştir, yerlerinize dönebilirsiniz.

gece gece sinirlerimi zıplattı bu film, kabustan kabusa koşturdu beni. sonra da bugün okuduğum haber sonucunda "gelmeyin bu kadar üstüme öğretmenler!" diyerek isyan ettim tabii.

haber der ki, sağlık meslek lisesinde öğretmenlik yapan bir şahıs okula türbanlı gelen öğrencisinin başını duvara vurmuş. öğretmen bunu reddedip sadece uyardığını söylüyor ama diğer yanda öğrencinin aldığı rapor ve öğretmenin daha önceki bir vukuatı da var.

yalan söyleyen taraf hangisi olursa olsun, öğretmen suçlu. okula türbanla girmek yasak olabilir, bu benim derdim değil. birinci durumda öğretmenin, hangi şartlarda olursa olsun, şiddete başvurması benim gözümde okuldan atılma sebebi. eğitimle ilgili kanunlar döverek eğitime ne diyor bilmiyorum, bu benim görüşüm.

ikinci senaryoya göre, eğer öğrenci öğretmeninden iftira atacak kadar tiksiniyorsa, öğretmen yine suçlu. öğrencinin davranışı okul kurallarına ya da öğretmenin bireysel görüşlerine aykırı olabilir ama bir öğretmen (malumunuz, pedagoji eğitimi de almış oluyor bunlar) bununla, kendisi dahil, kimseyi mağdur etmeyecek şekilde başa çıkmasını bilmelidir.

bunu, kardeşi okulda yangın çıkaracak kadar ileri gitmiş biri olarak söylüyorum, bir öğretmen olağanüstü durumlarla karşılaştığında bile nasıl davranması gerektiğini bilmeli, karşısındakinin hala bir yetişkin olmadığını unutmamalı.

tabii o kadar öğretmen demişken, yazımı içmihrak'tan bir güzellikle bitirmek isterim.


9 Mayıs 2011 Pazartesi

Bir gün

Ülkenin başbakanına suikast düzenlendiği gün seçim yakındı. Meydanlar tıklım tıklımdı. Bayraklar, alkışlar ve daha fazlası vardı.

Ülkenin başbakanına suikast düzenlendiği gün bir çift geçiyordu miting alanından. Erkeğin eli kızın belinde, ara sıra öpüşerek, bol bol gülüşerek. Biraz aşktan, biraz biradan sarhoş, vaatleri umursamadan.

Ülkenin başbakanına suikast düzenlendiği gün bir el silah sesi duyuldu. Alkışlar çığlıklara dönüştü, tezahuratlar arbedeye. Aşık gençler hemen telefonlarını çıkardı. Kameralarıyla kalabalığı ve çatıları taramaya başladı. Kaçan birini görürlerse, onlar görmese bile objektife takılan bir şüpheli olursa kaçırmamak ve polise teslim etmek için. Onlar iyi çocuklardı ve yaşam hakkına saygı duyuyorlardı. İster başbakan olsun, ister dilenci, birinin hayatı tehlikedeyse ona yardım etmeye, mümkün olursa, suçluyu adalete teslim etmeye çalışırlardı. Polise telefonlarını vermek için gidip iki günlerini sorguda geçirince bile insanlıklarını kaybetmediler.

Ülkede başbakana suikast düzenlendiği gün diğer partilerin genel başkanları geçmiş olsun dileklerini ilettiler ve bu aşağılık olayı lanetlediler. Bazıları içten, bazıları gereklilikten. Bazıları bir an olsun başbakanın yanından ayrılmadı. Bazıları ziyaretin ardından, kapalı kapılar ardına geçince “müstehak pezevenge” dedi. Bazıları “kim olursa olsun yanlış” derken, bazıları tehlikenin büyüdüğünü söyledi. Sonuçta herkes neler olacağını endişeyle bekledi.

Ülkenin başbakanına suikast düzenlendiğinde, acil yardım için götürüldüğü en yakın hastanede (özel bir hastane değil, acil servisin miting alanından farksız olduğu bir yerde); en fazla kan kaybedenler bile eşitlikten bahsetmedi. En acilinden gelenler bile ölümü göze aldı, sevmeseler bile ülkenin en önemli adamına ellerinde kalan birkaç dakikayı bağışladı. Ses çıkarmaktan korktuklarından değil, milyonlarca kişinin geleceğinin başbakanın alacağı bir nefese bağlı olduğunu bildiklerinden. Özverilerinden. Vatan sevgisini benliklerinden üstün gördüklerinden.

Ülkenin başbakanına suikast düzenlendiği gün her zamankinden çok dua okundu. Ülkenin her yerinde ibadethaneler doldu taştı. Her dinden insan ağlayarak kucaklaştı. Bazıları “Tanrım onu bize bağışla” diye dua etti. Bazıları “şerefsizin tekiydi ama bu kadarını da hak etmedi” diye söylendi. Bazıları çaktırmadan, bıyık altından gülümsedi. Memleketteki bir tek kişi bu olayı gözardı edemedi.

Ülkenin başbakanına suikast düzenlendiği gün tetiği çekenin kim olduğu henüz bilinmiyordu. Kime bağlı olduğu da. Buna rağmen herkes onu tanıyormuşçasına yorum yaptı. Bazıları adamın neler çektiğini, bazıları ne kadar orospu çocuğu olduğunu anlattı. Ama o gün, kimse gerçeklerin yanına bile yaklaşamadı.

Ülkenin başbakanına suikast düzenlendiği gün büyük yürüyüşler düzenlendi. Milyonlarca kişi katıldı, milyonlarca kişi aynı anda dua etti. Kimse rengini belli etmese de, kimse yanındakinin bile ne düşündüğünü bilmese de büyük olaylar çıktı memlekette. Çünkü herkes şüpheliydi, herkes korkuyordu. Korku her zamanki gibi şiddeti doğuruyordu.

Ülkenin başbakanına suikast düzenlendiği gün biz evimizdeydik. “Ölürse efsane olacak, yaşarsa oyların %80’ini alacak” dedik. Saatlerce boş boş konuştuk, tüm haberleri izledik. Çok üzüldük biz, bir insanın bir başkasının canına kastedecek kadar alçalmasına, sokaklarda çıkan kavgalara, o günden sonra olacaklara.

Ülkenin başbakanına suikast düzenlendiği gün götürüldüğü devlet hastanesi bir çeşit savaş alanıydı. Halk sevse de nefret etse de komutanını kurtarmayı başardı. Ne yazık ki o gün acil serviste beklerken ölenlerin hiçbiri şehit sayılmadı. Biri oracıkta kalp krizi geçirdi. Biri beyin kanamasından gitti. Biri sıranın kendisine gelmesini bekleyemeyip işine dönünce teşhisi koyulamadı, bir hafta sonra öleceğini öğrenemedi.

Ülkenin başbakanına suikast düzenlendiği gün hemen bir kriz masası oluşturuldu. Kim bilir o masada neler konuşuldu. Halk sadece seçimlerin ertelendiğini öğrendi.

Ülkenin başbakanına suikast düzenlendiği gün, yıllar sonra ortaya çıkacak bir gerçek vardı. Sadece yaralanacağı bir suikast başbakanın kendi planıydı.

7 Mayıs 2011 Cumartesi

takkeli devrim

dünün haberiydi ama yazdığım şey çok alakasız olduğu için bahsetmedim. ihl sözlük'te otobüste öpüşme eylemine karşı atak olarak otobüse takkeli binme eylemi planlamışlar. ihl sözlük okumadığım için sadece gazetedeki habere ve bir kısım okuyucu yorumuna göre bir şeyler yazacağım bu konuda.

bu bir yapsınlar ya da yapmasınlar yazısı değil. eylemin mantığını sorguluyorum şu anda.

toplu öpüşme eyleminin nereden çıktığını biliyorsunuz. iett şoförü, üzerine vazifeymiş gibi, otobüste sarılıp oturan iki genci ve onları savunan bir kişiyi "burası seks otobüsü değil" diyerek indirdi. bunun karşılığında bir grup insan örgütlendi, topluca otobüse binip öpüştüler, "biz otobüste öpüşebiliriz ve sen buna karışamazsın" mesajını verdiler, sonra otobüsten indiler. her şey gayet net.

bunun karşısında yer alan otobüse takkeyle binme eylemine pek anlam veremedim ben. mesaj çok muallak. eylemin bir karşı atak olduğunu bilmeyen (mesela diğer iki haberi de görmemiş) biri, yüz tane takkeli adamın otobüse binmesini "cami gezisi yapıyorlar herhalde, allah kabul etsin" şeklinde yorumlayabilir. çünkü türkiye'de takke takmak, sokakta bu şekilde dolaşmak normal. kimse "o takkeyi çıkar başından" demiyor. olan bitenden haberdar olanlar içinse en basit yorum "niye ki? bunun öpüşme veya özgürlükle ne alakası var?" olacaktır. eğer "biz muhafazakarız ve bu otobüsler bizim" denilmek isteniyorsa, bu çok yanlış. o otobüsler belirli bir kesime ait değil.

okur yorumlarında gördüm, sözlükteki başlığın 141. girişi şu şekildeymiş:

"eğer öpüşme eylemine protesto olarak yapılıyorsa haksız ve anlamsız bir eylem. yok eğer biz de bu toplumdayız, biz de takkeli olarak otobüslerde var olmak istiyoruz deniyorsa gayet haklı bir eylem olur. uygar bir toplumda takkeli insan da, sevgilisiyle öpüşen insan da aynı otobüste beraber var olur."

ne güzel işte. ihl sözlük'te de "aynı yerde yaşayabiliriz" diyen insanların olması ne güzel. ister takkeli ister takkesiz olsun, bir düzen sağlanacaksa, birbirinin haklarına saygı duyan insanlar tarafından sağlanacak.

6 Mayıs 2011 Cuma

sana ne?

dün gece william s. burroughs hakkında hazırlanan a man within isimli belgeseli izledim. burroughs'un aldığı tüm eğitime rağmen yıkıcı gücünü kaybetmemiş olması ve gerçekten zamanının (hatta pek çok zamanın) ötesinde bir anlayışa sahip olması en çok takdir ettiğim özelliklerinden. sadece edebiyata değil, genel olarak sanata katkısını saymıyorum bile. (shotgun art'ı tenzih ederim, bana sanattan ziyade oyun gibi gelir hep)

hayatımda, uzaktan da olsa, öyle enteresan, kolayca anlam verilemeyecek bir kişiliğin bulunmasını istiyorum. sadece kitaplarıyla da olur, varlığı yeter. ne var ki küçükleri muzır neşriyattan korumaya and içmiş bir kısım kendini bilmez, burroughs'un yumuşak makine isimli kitabı için sel yayıncılık'a soruşturma açtı. burroughs toplumsal değerlerimize uymayan görüşler sunuyormuş, kitabında konu bütünlüğü yokmuş (breh breh! edebiyat eleştirmeni kesildiler bir de başımıza!), okuyucu haznesine bir faydası olmayacakmış. neredeyse bir haftalık bir haber olduğu için fazla kurcalamıyorum, zaten okumuş, sindirmiş, kendi yorumunuzu getirmişsinizdir çoktan.

ama kuruma bir soru sormak istiyorum: sana ne?

geçenlerde benzer bir sansür sürecinden de bahsetmiştim, bu aralar üzerinde çalışmalar yapılıyor. hatta 15 mayıs'ta, saat 14.00'da taksim'deyiz. beklerim. malumunuz, 22 ağustos'ta filtreleneceğiz. uzunca bir süredir de btk içinde toplanmış kendini bilmezler ve başka işleri yokmuş gibi tib'e site şikayet eden, kendi filtrelerini koymaktan aciz kifayetsizler sayesinde ülkemizde onbinlerce web sitesine erişemiyoruz. nihayetinde, 22 ağustos'ta yasakladıkları sitelere girmemizi suç sayacak, kendi isteklerine göre daha kolay sansür koyacak, ciddi ciddi "interneti kapatma düğmesi"ne sahip olacaklar. tabii kelime bazında yasaklamaları da mutlaka duymuş ve bol bol gülmüşsünüzdür. ben de güldüm biraz. ama gülünecek aşamayı çoktan geçtik. bu devletin "buralar benim at koşturma alanım, istediğim yerini açar, istediğimi kaparım" anlayışından gına geldi.

ve bu aralar en sevdiğim soruyu yine soruyorum: sana ne?

bu arada devletimiz nikahsız birlikte yaşamaya da savaş açmış bulunuyor. şimdilik sadece nikaha davet ediliyoruz ama bir gün taşlanabiliriz de, haberiniz olsun.

toplumsal yozlaşma falan diyorlar da... eh evet, sana ne?

bir hafta kadar önce okuduğum bir haber kanımı dondurdu desem yeridir. 13 yaşındaki öğrenciye, erkeklerle gezdiği gerekçesiyle zorla gebelik testi yapılmış. eh be dangalak okul müdürü, sana mı kaldı öğrencinin namusunu bu kadar aşağılayıcı bir şekilde test etmek? sana mı kaldı ailesine haber vermeden veya danışmadan kızı zan altında bırakmak? onunla ailesi ilgilenemez mi? sana ne?

herkes namus bekçisi kesildi başımıza anasını satayım! arkadaşım yazmıştı, aynen alıntılıyorum: "dinen haram olan her şeyin hukuken suç haline gelmeye başladığının farkında mısınız? alkol, sigara, porno..." burroughs örneğinden yola çıkarak diyebilrim ki, bunu eşcinsellik de takip edecek. hali hazırda toplum içinde heteroseksüel olmamıza bile karışılırken...

bazıları da "bu halka müstehak" diyor, akp'ye oy verenlere veya referandum'da evet diyenlere "memnun musunuz?" diye soruyor. evet, memnunlar. sansürden, ahlak bekçiliğinden, toplumsal bölünmeden ve giderek artan öfkeden memnunlar. onların hayat görüşü bu ve bizim görüşümüz onlara ters. bizimle birlikte yaşayıp kendi işlerine bakmak yerine, düşüncelerimizi yok etmeye çalışmak onların temel amacı. özgürlük konusundaki fikirlerimiz taban tabana zıt. ve ben hala haksızlığa uğradıkları durumda onların yanında olacağımı söyleyebiliyorum.

ama durum fikir çarpıştırmak olunca, onlar benim en büyük düşmanım. "onlar" diyerek ötekileştirmekten de hiç çekinmiyorum.

istersem sokakta veya otobüste erkek arkadaşımı öperim. sana ne? kafanı çevir ve bakma!
reşit olmuş bir birey olarak alkol alırım. sana ne? alkollüyken başkasına zarar verirsem, o zaman suçla ve cezalardır beni!
erkeklerle dolaşır, öpüşür, koklaşır, gecemi başka bir erkeğin evinde geçiririm. sana ne? senin evine mi misafir oluyorum?
eşcinsel olur, erkeklerle ve kızlarla istediğim gibi sevişirim. sana ne? sana mı kaldı benim cinsel tercihimi yargılamak?
ister evlenirim, ister evlenmem. sana ne? senin kayıtların altına alınmadan da sevebilirim ben ve bu seni ilgilendirmez!
pornoma dokunma. bu ben ve elim arasında bir mesele. sana ne? ben bir yetişkinim, izlediğim kişiler yetişkin ve benim izlemem için pozisyondan pozisyona koşuyorlar. ben senin adnan oktar izleyip aptal gibi "kedi canını" esprileri yapmana karışıyor muyum?
evrim hakkında bilgi almam neden seni bu kadar geriyor be dangalak? sana ne? sen inanmıyorsun diye ben neden richard dawkins'in sitesine giremiyorum? millet yaradılışa olan inancını kaybedecek diye mi korkuyorsun?
bırak çocuklarımı nasıl yetiştireceğime ben karar vereyim. onları alkolden, pornodan, muzır neşriyattan, sigaradan korumak, ahlak kurallarına göre yetiştirmek benim görevim. ailemden sana ne? yeterli eğitim kaynağı sağlıyormuşsun gibi çocuğumun geleceğine de göz diktin. önce eğitim sistemini adam et sen!
ister tesettüre girer, ister bikiniyle sokağa çıkarım. sana ne? sen nefsine hakim olamıyorsun diye neden ben örtünmek zorunda olayım? ayrıca sana mı kaldı benim başörtümü savunmak, bunu siyasi malzeme olarak kullanmak?
istediğim her şeye istediğim gibi inanırım. sana ne? ben sana örümcek beyinli demiyorsam sen de bana dinsiz ahlaksız diyemezsin! ve ben sana örümcek beyinli demek istemiyorum, yeter ki kendi işine bak ve bana karışma!
bir kadın olarak istediğim yerde çalışırım. sana ne? beni çalıştığım ve sana bağımlı olmadığım için yargılayamazsın!
çocuğuma din eğitimi vermek istersem veririm. sana ne? dini zorunlu ders yapıp benim çocuğuma dua öğretmek ne demek?

william burroughs şükran günü duasında ‎"thanks for a country where nobody's allowed to mind their own business" diyor. bu ve yüzlerce başka şey için teşekkür ederim. bu ülkeyi yaşanmaz hale getirmeden rahat etmeyecek herkese, beni umut gibi saçma bir düşünceden kurtardıkları için teşekkür ederim.