31 Ocak 2011 Pazartesi

28 Şubat Pazartesi / 12.30 / Taksim Meydanı

Sayın Başbakanım,
Basında yer alan içki yasakları haberleri nedeniyle hazırlamaya başladığımız bu manifestonun konusunu, 2011 Türkiye’sinde yaşanan “sosyal hayata yapılan müdahaleler” oluşturmaktadır.

Bizler kim miyiz?

Biz yan dairedeki komşunuzuz, biz bakkaldaki çırağız, biz üniversite öğrencisiyiz, biz vergisini kuruşu kuruşuna veren çalışanlarız, biz devletin memuruyuz, biz doktoruz, biz öğretmeniz, biz kesinlikle nedeni içkiden olmayan işsiziz, biz restoran sahibiyiz, biz çiftçiyiz, biz fabrikatörüz, biz akademisyeniz, biz reklamcıyız, biz asker çocuğuyuz, kısacası biz bu ülkenin dünü, bugünü ve geleceğiyiz. Ve biz içki içmeyi seviyoruz. Ama biz bugüne kadar bunu söylemeyi gerekli görmemiştik. Ama şimdi son derece gerekli görüyoruz ve sıralıyoruz:

1.Bizler, her türlü özgürlüğü kısıtlayıcı müdahaleye karşıyız.

2.Bizler, ikiyüzlü demokrasiye karşıyız.

3.Biz “aslı olmayan korkular cumhuriyeti” yaratmaya çalışanlara karşıyız.

4.Biz, topluma karşı sorumlu birey yetiştirmenin yasaklardan geçmediğine inanıyoruz.

5.Biz, bu tip konularda başkasından koruma istemiyoruz; hepimizin kendini koruyabilecek bilinçli bireyler olduğunu biliyoruz.

6.Bir toplumu güzel kılan şeyin farklılıklar olduğuna inanıyoruz.

7.Bizler, demokrasiye inanıyoruz.

8.Bizler, yasakların ileride daha vahim sonuçlar doğuracağına inanıyoruz.

9.Biz, “içki seviyoruz” deme zorunluluğu hissetmeden içki içmek istiyoruz.

10.Biz, bu yüzden alkolik, serseri, işe yaramaz olarak yaftalanmak istemiyoruz.

11.Bizler her medeni toplumdaki medeni insanlar gibi içkinin keyifli anlarımıza eşlik etmesinden hoşlanıyoruz.

12.İçkinin bir amaç değil araç olduğunu düşünüyoruz.

13.Bizler çocukların ve 18 yaşından küçük gençlerin içki ve sigara içmelerine kesinlikle karşıyız.

14.Biz 18 yaşında gençlerin silah kullanmasına da karşıyız.

15.Biz bugüne kadar 18-24 yaş arası TC gençleri nasıl yaşadıysa öyle yaşamak; hatta daha da özgür bir ortamda yaşamak istiyoruz. Fakat özgürlüklerin sınırlarına da inanıyoruz.

16.Biz gençken eğlenmek, yaratmak, etkilenmek istiyoruz. Bunun da gelecekte daha sağlıklı, sosyal hayatında ayakları yere daha sağlam basan bireyler yetiştireceğine inanıyoruz.

17.Biz, gece hayatını seviyoruz.

18.Biz, gece hayatını sadece alkol ve cinsel içerikli olarak gören zihniyete karşıyız.

19.Biz bir konsere gitmenin, müzik dinlemenin, insan için geliştirici etkinlikler olduğunu düşünüyoruz.

20.Biz, bir konser dinlerken, notalara bir kadeh de içki eşlik etsin istiyoruz.

21.Biz, dünya starlarını görmek istiyor, bu konuda Dünya’dan geri kalmak istemiyoruz.

22.Biz, tüm çağdaş memleketlerin gençleri gibi kendimizi en özgür hissettiğimiz müzik festivallerine katılmak istiyoruz.

23.Biz, sanatçıların eserlerinin tanıtılması için çaba harcayan sanat galerilerin gala davetlerinde, bir kadeh içki alıp eserleri seyre dalmak istiyoruz.

24.Bizler, 40 yıllık bakkalımızdan 40 yıldır olduğu gibi içkimizi almak istiyoruz.

25.Bizler, düğünlerimizde sevincimizi paylaşan misafirlerimizle şerefe kadeh kaldırmak istiyoruz.

26.Biz, binlerce medeniyete ev sahipliği yapmış bu topraklara gelen turistlere, yine binlerce yıllık kültürümüzde var olan rakı-balık-meze, şarap-yemek uyumlarını en iyi anlatabileceğimiz görselleri sunmak, binlerce yıllık kültürümüzü anlatabilmek istiyoruz.

27.Biz, sevdiğimizle bir deniz ya da orman manzarasına bakarak ya da mehtabı batırarak kadeh tokuşturmak istiyoruz.

28.Biz, dini inançlarımızın ve sorumluluklarımızın sadece bizim meselemiz olduğunu düşünüyoruz.

29.Biz, tabii ki başkasının özgürlüğüne zarar vermeden özgür olmak istiyoruz.

30.Biz, bu hayatı kutlamak istiyoruz.

"Bu mektup/manifesto benim, bizim, onların değil destekleyen herkesindir! Eğer sen de desteklemek istiyorsan; bu yazıyı kendi facebook hesabında, blogunda, ya da nerede istersen orada yayınla.

Biz sesimizin hep birlikte daha güçlü çıkacağına inanıyor ve başbakanımızın söylediği gibi sadece %58'in değil geriye kalan %42'nin de Başbakanı olduğunu göstererek bu yazıyı dikkate alacağını umuyoruz! Hem belki %58’in içinde de bu manifestoyu destekleyenler vardır? Kim bilir…

Saygılarımızla,
Bir Grup Blogger!

floresan giyen adamlar ve...

sinema hakkında konuşmamın çok doğru olmayacağını görür gibiyim. ama söyleyeceklerim var. hafta sonunu ofiste geçirmemiş, beş film birden izlemiş biri olarak, artık bunu yapabilirim, evet. zaten bloglar ne içindir ki?

cuma gecesi dante's inferno'yu izledim. bilgisayar oyunu fragmanına "röeah! biri oynasa da izlesem" demiştim ve fakat animated epic beklentimi pek karşılamadı. çok uykum vardı zaten. filmin sonunu izleyememişim. sabah da merak edip bakmadım. cehennemin her katında farklı bir çizim tarzı kullanmaları hoş olmuş. bu kadar. hatırlamıyorum zaten.

cumartesi iki güzel film birden günüydü. oscar adayı olan the king's speech ve sanırsam hiçbir şeye aday olmamış finding forrester ile empati manyağı oldum. kral değilim, kekeme değilim, nasıl oluyor da kolin fırt'la empati kurabiliyorum, orası biraz muamma. filmden biraz bahsetmek gerekirse (oysa ki neden gereksin?) bir tane ingiltere kralı adayı var, iki kelime etmeye kalksa sıçıp batırıyor. kardeşi de karı kız peşinde koştuğundan kelli ske ske kral olacak adam. derdine deva ararken, kendisine "berty" diyen bir doktor buluyor ve olaylar gelişiyor. hem komikli, hem duygusallı, yer yer heyecanlı, bazen iç burucu, kısmen ilham verici... normal bir film yani. uçup kaçmalar, anlamsız gerilimler yok. daha ilk sahneden küçük emrah kaşlarıyla "aaauuww..." diyor insan.

finding forrester ise sean connery'li bir film. reklam dışında da kendi çapımda bir şeyler yazmaya çalıştığım içim bam telime vurdu, kalp ritmimi bozdu. ne var ki bunda da empati kurabileceğim bir durum yok aslında. tek kitap yazıp "oha süper amerikan yazarları" tarihine geçmiş forrester ve bronx'tan çıkması mümkün görülmeyen bir "vay anasını sayın seyirciler yetenek" arasında geçen olaylar anlatılıyor. adamın yazmak ve yazarlık hakkında söyledikleri içimde enteresan kıpırtılara neden oldu. ödülü falan olmasa da tekrar izlerim diye düşünüyorum.

mesela...
"No thinking - that comes later. You must write your first draft with your heart. You rewrite with your head. The first key to writing is... to write, not to think!"

sonra pazar oldu. henüz farkında değildim ama izleyeceğim iki film "ya işte çekmişler ama bilemedim yani sanki biraz" gibi anlamsız cümleler kurmama, yer yer buhranlara koşmama neden olacaktı. bol çalışmalı ve bence verimli bir gün leziz bir sandviçle tamamlanırken 127 saat'i izleyelim dedik. james franco'yla sorun yaşamayan (hatta pineapple express'te kendisini hayli sempatik bulan) ve danny boyle'u çok şahane bulan biri olsam da 127 saat aynı noktada öleyazan bir adamın hikayesini izlemek çok çekici gelmiyordu. o kadar övgü yerini bulacak mıydı, yoksa çok sıkıcı geçtiğini düşündüğüm 127 saatlik süreç gerçekten o kadar sıkıcı mıydı? azzz sonra!

neyse işte, böyle önyargıyla izlemeye başladım. film süresince paso bir şeylerle dalga geçip güldük ama bir yere kadar. sonra baktık atlaya atlaya izliyoruz, bazı yerleri hızlı geçiyoruz falan. sonra da adam kolunu kopardı işte. aaa spoiler.

spoiler falan değil efendim, bilinen bir gerçek. zira kendisi gerçek bir hikayeden alınmış, çok da korkunç bir durummuş. tabii ben james franco'nun sergilediği muhteşem oyunculuğu anlamadım. adam duruyor işte orada, karakter marakter yapması da gerekmemiş. ağlamıyor bile lan. kaya düşüp elini parçalamış, adam sadece şaşkın. ağlasana olm, acır o el! zaten beş gün takılıyorsun orada, insan en azından sıkıntıdan ağlar. aman neyse.

danny boyle için de elbette haddim olmayarak "aferin genç, çok enteresan kullanmışsın kamerayı, sinema okulumuzdan birincilikle mezun olmana engel göremiyorum" diyorum. öyle deneysel falan, james franco'nun insanın üzerine üzerine gelen dili falan... hoş şeyler bunlar.

sonra gecenin bir vakti tron'a gitmeye karar verdik. ilk tron'u izlemiş miydiniz bilmiyorum; çok daha primitif bir teknoloji kullanılsa da çok daha güzel gelmişti bana. hem tuhaf bir kafası vardı, hem hikaye aksiyonun gerisinde kalmamıştı hem de adamların program olduğunu ilk bakışta anlıyordun. o ışıkların bir anlamı vardı yani.

bu 3d filmler konusunda bir türlü alışamadığım bir durum var. adamlar filmi sadece görsel şahanelik için yapsalar da ısrarla hikaye bekliyorum ben. yanlış yapıyorum. bunu yaptığım için de mütemadiyen bir hayal kırıklığı içindeyim. yani, film ekibi kusura bakmasın ama çok sikkoydu. kıyafetler falan güzel tabii, olsa giyerim öyle şeyler ama o kıyafetler insanı program yapmaya yetmiyor. zaten bilgisayar programı yemek yer mi lan? manyak mısınız siz?

sinirlendirdiler beni yani. nihayetinde bin tane örneğini gördüğümüz post-apokaliptik bir filmi alıp floresan takmışlar, bundan ibaret. ikinci yarıda alıştım biraz ama. madem dedim bilgisayar oyunları artık grid mrid dinlemiyor, madem cillop gibi 3d modellerle başka dünyalar yaratılıyor, olsun dedim be. bu da böyle olsun. güzel görünüyor ya, bu da yetsin bize.

yazı çok uzadı ama iki filme daha laf etmeden geçemeyeceğim. black swan muhteşem bir film değil ama sahne sahne düşününce araya çok etkileyici birkaç şeyin sıkıştırıldığı görülüyor. sadece birkaç sahnesini tekrar izlemek isterim, onun dışında çok da bir numarası yok. natalie portman ise rol için biçilmiş kaftan gibi bir şey. kızın kendini oynadığını düşündüm.

winter's bone'un ise çok güzel olduğu söylenmekle birlikte, biz o filmin tamamını izleyemedik. 20 dakika sonra koltuğa şöyle bir kaykılmıştık, filmin devamı nasıl bilemiyorum. sıkıldık yani. oscar adayı ama izleyebilene.

david fincher'dan ise artık hazetmiyorum ve kendisiyle konuşmak istemiyorum, görürseniz iletirsiniz. o sikko social network'ü oscar'a aday eden zihniyetin de benim dünyamda yeri yok, söyleyeyim.

bir programımızın daha sonuna geldik. kalın salıncakla.

30 Ocak 2011 Pazar

içerim ben bu akşam...

facebook'a sıcak sıcak öfkeyle yazdığım şu şeyleri yapıştırayım önce:

içemedim ben bu akşam. kursağımda kaldı. en az 95.000 kişinin "katılıyoruz tabi yeaa, içkimizi kim yasaklayabilir, protesto bizim işimiz!" dediği organizasyona "yüzlerce" kişi bile katılmayınca o şişeyi kaldırmanın bir anlamı kalmadı. hep diyordum ki, kuyruğuna basılırsa bir şey yapar bu millet, bir şekilde sesini çıkarır. gırtlağına basmak için uzanan ayağa boynunu uzattığını görünce söyleyecek bir şeyim kalmadı. abanın klavyelere efendim. yerinizden kalkmadan, elinizi taşın altına koymadan yapabileceğinizi yapın. "sandıkta görüşürüz" diyenlerin ne kadar haklı olduğunu %60'la karşılaşınca göreceğiz.
------------------
içki genellikle yalnız içilmez, racondandır. birlikte keyif almak, bazen de rakı masasında dünyayı beraber kurtarmaktır içki içmek. biz bu gece yalnız kaldık, içtiğimizden tat alamadık. bu organizasyona katılacağını belirtmiş 3.000+ kişi ve saat 20.00'daki organizasyona katılacağını belirtmiş 95.000+ kişi kadehlerini evlerinde kaldırdılarsa, gelecekte faşizmin evlerine de girebileceğini, tek başlarına hiçbir şeye karşı koyamayacaklarını unutmasınlar lütfen. katılan herkese teşekkür ederim. katılmayanlar ise 5 ay sonra evlerinden oy verirler artık, ne gam.

tarih 29 ocak. alkol tartışmalarının üzerinden 2 hafta geçmiş, artık televizyonda bile konuya yalnız en az izlenen tartışma programlarında biraz değiniliyor. 29 ocak itibariyle maaş suyunu çekmiş. insanlar hafta sonu dışarı çıkmak yerine pazartesi işe gitmeleri için gereken parayı ellerinde tutmaya çalışıyorlar. 29 ocak saat 20.00. galatasaray-bursaspor karşılaşması var, iki gol atılmış bile, tutulan nefesler küfürle veriliyor. 29 ocak saat 22.00. yağmur hafiften kara dönüşmeye başlamış, soğuk insanın yüzünü ısırıp sağlam bir parça koparıyor. yine de insanlar taksim'de, her zamanki yerlerinde. sigara içebilmek için dondurucu havada sokak masalarında oturuyorlar. müzik sesi barlardan sokağa taşıyor, yine tam doluluk sağlanmış, barmenler hızla çalışıyor.

biz evren'le dışarıdayız. taksim'de.

evden çıkmadan önce kavgaya karışmayan, sorunlarını konuşarak çözen, durup dururken celallenmeyen evren'le dalga geçiyorum; "alperen ocakları'ndan ya da aşırı dindar kesimden birileri taşlı sopalı saldırırsa sen de dalma" diyorum. "polis sorun çıkaracak olursa hemen şişeleri boşaltıyoruz, nihayetinde sokakta içki içmek yasak" diyorum. öyle bir şey olmayacağını biliyoruz. gülüyoruz. facebook gruplarında katılacağını belirten o kadar çok kişi olmuş ki, bir umutla "kaç kişi gelir acaba?" diye düşünüyoruz.

iki ayrı protesto gösterisi düzenlenmesi çok saçma değil mi tatlım? bu yüzden türk solundan bir cacık olmaz, söyleyeyim ben sana. aynı etkinlik için bile farklı gruplar kurulup farklı saatler veriliyorsa, "birleşin" söylemleri ancak hayal olur. zaten olay sıcaklığını kaybetmiş, maaş bitmiş, maç varmış... evet canım, organizasyondan pek anlamayan türk aklıyla karşı karşıyayız.

kaç kişi gelir acaba?

tünel meydanı'ndayız. taksiler rahat geçiyor. bir grup görür gibi oluyoruz. yok, değilmiş. şuradan bir ses geliyor sanki? yok, normal bar sesiymiş. bak, polis geçiyor, nerede toplandıklarını onlara sorsak mı? gülüyoruz yine. başka ne yapabiliriz ki? gülüyoruz.

belki galatasaray meydanı'na gitmişlerdir diyoruz. yürüyoruz. istiklal caddesi yazın olduğu gibi tıklım tıklım değil ama yine bol bol insan yürüyor sokakta. kimse birlikte yürümüyor. bir kişi dışında kimsenin elinde şişe yok. galatasaray meydanı boş. bir de taksim meydanı'na bakalım diyoruz. eylem, protesto, ses, bira... hiçbir şey yok.

eve dönüyoruz. benim burnum akıyor, evren'in kulakları buz tutmuş. sinirlenmişiz. çok sinirlenmişiz. birbirimize şirinlik yapıyoruz. içimiz içimizi yiyor ama gülüyoruz, birbirimizi sakinleştiriyoruz. eve gider gitmez bilgisayar başındayız, bir şey kaçırdık mı diye gruplara bakıyoruz. evren yazıyor:

"AKP ye karşı içiyoruz" aktivitesi "sözde"katılımcılarına...
"NE TUNUS NE MISIR, BURASI TÜRKİYE, 30 SENE BEKLEMEK YOK, SANA 5 AY DAHA !"
evet gerçekten burası ne tunus ne mısır...az bile yapıyor hükümet! ulan 95bin kişiden 100 kişi mi gelir organizasyona?! neymiş evden katılınabilirmiş...zaten hayatınız boyunca herşeye "evden" katıldığınız için bu hale gelmedik mi?! oyunuzu da "evden" atarsınız artık! tebrik ediyorum katılan 100-150 kişiyi gerisine de "size herşey müstahak" diyorum!

"mouse la sol klik ve tadaaaaaaa aym ettendink"
bira hadisesi olur 90bin kişi geliyorum der 100-150 kişi gelir. sansüre sansür videolarını paylaşma yarışına girer herkes, oluşturulan gruba baksan 20bin kişi geliyorum der ve yürüyüşe 1000-1100 kişi gelir. akp şöyle hükümet böyle denir, videolar vızır vızır uçuşur ne oy vermeye gidilir ne referanduma... maksat protest gözükelim de bir gün birileri bir şey yaparsa "biz de destekledik, biz de mücadele ettik, ne günler çektik ah bir bilseniz" muhabbeti açıp başkaları üzerinden kendilerini kandırıp anlamsız sahte mutluluklar yaşayabilmek. veya tatmin... her ne halt ise.

sokaklara dökülmenin çoğu zaman çözüm olmadığını, taksim'de her gün sonuçsuz kalan en az bir eylemin yapıldığını söyleyen benim. ama aynı zamanda, sessiz kalmanın da çözüm olmadığını, hiçbir şeyin bilgisayar başında değiştirilmeyeceğini de söylüyorum. en azından sesimizi çıkaralım diyorum. bizim de en az 95.000 kişilik bir sesimizin olduğunu duysunlar, bir gün meclis'in önünde bir araya gelebileceğimizi, onları içeri sokmayabileceğimizi bilsinler diyorum.

peki sesimi duyan var mı?

25 Ocak 2011 Salı

kaybeden

malumunuz, kaybedenler kulübü yakında beyaz perdede tüm ihtişamıyla yer alacak. her yerde videoları dönüyor, "pardon bağyan sevişmiş miydik" cümlesi dillere pelesenk oldu olacak. zamanında dinlerdim ben de. programla ilgili güzel anılarım var. annemle "kim bu erol egemen ya?" dediğimiz bile oldu. hey gidi günler...

ne var ki saygıdeğer okur, poroğramı iyi hatırlamamın tek nedeni, kalan kısımlarını bilinçaltıma itmemmiş. ben dün gece bunu gördüm. bulduğum adresi açarken "zamanında ne dinlerdik beaa" diyordum. ama nasıl baydılar hemen... 15 dakika içinde adamların ağzını burnunu kırma isteğim kabardı, 20 dakika sonra da "bu kadarı bana yeter" diyerek kapadım, çalışmaya devam ettim.

lise yıllarım. o zamanlar genciz tabii. içimiz pörsümüş, kendimizden geçmişiz. kendimizden çoğul bahsediyoruz (tam olarak şimdi yaptığım gibi. şu anda bol kişilikli yapımı nostalji kisvesi altında öne çıkarıyorum. ruh hastalığımla hava atmak en büyük özlemim. la yörü git!) ancak böyle dallamaları dinlemekten mazoşist bir zevk alıyoruz. ne salaklık demeyeceğim, beterin beteri var. en azından programı aramadım ben.

neden bu konuya değindim? şöyle ki, bu iki hıyar sürekli kurbağa yutmuş gibi konuşup her şeyin sıkıcılığından bahsediyorlar ya. körpecik gençler de özeniyor, "galiba hayat çok sıkıcı hagaden yav" diye düşünüp, bir de bu düşüncelerini radyo programında paylaşmak istiyorlar. neymiş efendim, ilgi çekici ve eğlenceli bir sohbet olacakmış. 20 dakikasını dinlediğim programa bağlanmış çocukcağız "hayat neden hep aynı yeaaa" derken sesindeki neşe duyulmaya değerdi. allah belasını vermesindi, zira kendi kendine belasını bulmuştu piçirik. sonra ikilinin sanırsam kaan olanı, çocuğun yok denecek kadar hiç cinsel yaşamıyla ilgili soruyu sorunca bebede bir neşe, bir gülüşmeler... allaaam iyi ki asosyalmişim de böyle uyuz olduğum bir gece adamları aramamışım. aslında tiplere "i don't fuck losers" demek isterdim belki ama teee o zaman ne cruel intentions izlemiştim, ne de elimde (vaya başka yerimde) sekse dair geçerli bilgi vardı. tam da bu yüzden depresiftim herhalde.

mevzu-u bahis filmde eli yüzü düzgün iki insan evladını oynatmışlar. bu durum bende bir miktar merak uyandırdı. çünkü zamanında bunlardan kaan olanını oldukça şişman, sivilceli, kıl yumağı bir adam olarak hayal ediyordum. mete konusunda "hiiç normal" dışında bir şey düşündüğümü hatırlamıyorum. dün gece bu aklıma gelince google'dan aradım ve ne göreyim? kaan, richard brautigan'ın şişman, kel ve kıllı olanıymış. tarzının 6.45'e ve kaybedenler kulübüne uygun olması kendisine puan kazandırdıysa da radyoda yaptığı abazan muhabbetinin nedeni benim gözümde hayli açık. (benim hayatım kadar hatun kaldırmıştır, o ayrı.)

mete avunduk ise... hiiiç normal.

o kadar hakkında atıp tuttum ama ben galiba bu filmi izlemeyeceğim. büyümüşüm. sistemin çarkları falan filan.

14 Ocak 2011 Cuma

dikiş

rüya nefesimin kesilmesiyle başlıyor. göğsümde sekiz dikişlik bir delik açıyorlar. sonra dikiliyor. iğrenç bir yara. "burada iz kalacak," diyorum, "evren buna nasıl bakacak acaba?" moralim iyice bozuluyor.

göğsümün ortasındaki dikişlerle bir masadayım. bypass gibi bir şey. gülemiyorum, ani hareketler yapamıyorum. dikişlerimi korumam gerekiyor. patlarsa kanın nasıl fışkıracağı gözümün önüne geliyor, elimle göğsümü tutarak hareket ediyorum. korkuyorum.

bir ilan gösteriyorlar. popüler bir şarkıcı kullanılmış, sıradan bir ilan. ilgilenmiyorum. buna rağmen t. ilanın çok iyi olduğu konusunda ısrarlı. sürekli konuştuğu için kaçırdığım bir şey olduğunu düşünüyorum, tekrar bakıyorum. hala sıradan olduğunu düşünüyorum ve görüşümü belirtiyorum. "türk reklamcılığından hiçbir şey anlamadığın buradan belli işte" diyor, nedense sinirlenip gidiyor. kafamda soru işaretleri var ama ilan hala sıradan, sıkıcı. oysa çalışmaması için bir neden yok. dikişlerim sızlıyor.

yine herkesin birbirine hediye aldığı bir dönemdeyiz. bana e. çıkmış. aklımın bir köşesinde sürekli ona almam gereken hediye var, beynimi kemirir gibi, sürekli aklımda. ama ne hediye almaya gidecek zamanım var ne de alabileceğim şeyler konusunda bir fikrim. aklıma hiçbir şey gelmiyor, neyi beğenebileceğini bilmiyorum. aptal aptal dolaşıyorum sokakta, dikişlerimin patlamaması için yavaş hareket ediyorum. e. arıyor. şimdi hatırlamadığım bir şeyler söylüyor sakin sakin. dinliyorum. "bu arada, kötü bir haberim var" diyor, "bebeğimizi düşürdük. her şey yolunda gidiyordu, bir ara p.'nin ağrısı başladı. ne olduğunu anlamadan bebek gitti."

çok üzülüyorum. ne diyeceğimi bilemiyorum. benim o kadar dışımda bir konu ki, yapabileceğim hiçbir şey yok. yine de birkaç cümle söyleyebiliyorum, telefonu kapatıyoruz. "adamın zaten bir sürü derdi vardı, böyle bir acı hiç adil değil" diyorum kendi kendime. o bebeği ne kadar önemsediğimi fark ediyorum, çok tatlı bir aile olacaklarını düşünmüşüm bunca zaman. üzüntüm artıyor. dikişlerimi tutarak yürürken kendi kendime konuşuyorum. sürekli kendimi sorguluyorum. adil değil mi? adil olması gerekir miydi? şans işte. ama keşke olmasaydı. olmuş bile. ve saire. ve saire.

saat çalıyor sonra. bütün alnımı kaplayan bir baş ağrısı. rüya devam ederken uyanmak çok zor. gereğinden fazla stres yaşadığımda rüyalarımın ne kadar bilinçli olduğunu düşünüyorum, göğsümdeki delik dışında her simgenin anlamı kafamda pırıl pırıl.

şimdi çalışmak gerek. insanlar hediye bekliyor.

9 Ocak 2011 Pazar

röportraş

bugün bir gazetede röportajım yayınlandı. ilk kez oluyor ama pek heyecanlanmadım. reklam yerine haber yazsam nasıl olurdu diye düşündüm, yazamayacağıma karar verdim.

ben de pek çok kişi gbi gazete okuyan, gündemden haberdar olan ve fikir yürüten biriyim. ne var ki, çok sinirlendiren bir konu olmadıkça buraya gündemi değil, kendimi yazıyorum. tüm bu yazılar için "ben nasıl biriyim, neler yaşıyorum ve neleri önemsiyorum" gibi bir başlık atabiliriz. içerik, memleket meselelerini önemsemediğim anlamına gelmemeli. daha ziyade, yazacağım herhangi bir yorumun fayda sağlamayacağını düşünüyorum. oysa yorumlanacak haber yok mu? var. kısaca, cumhuriyet ve hürriyet gazetelerindeki birkaç başlık üzerinden inceleyelim.

"say'a japon övgüsü"
fazıl say'ı dinleyen japon gazeteciler, onu klasik müzik dünyasında doğu'yu ve batı'yı sentezleyen bir devrimci olarak tanımlamış. doğrudur, fazıl say öyle bir adamdır. ama ne yazık ki türkiye onu yıllarca "yavşak" kelimesiyle hatırlayacak, belli bir kesim dışında kimse müziği hakkında iki kelimeyi bir araya getiremeyecektir. yaptığı yorum nedeniyle halkına küstürülen, müziğiyle değil, yarattığı sansasyon ile kendini milyonlara gösterebilen, "o müziğini yapsın, gerisine karışmasın" denilen bir adam hakkında daha ne diyeyim ki ben? mahmut mu diyeyim?

"akp'li elazığ belediye başkanı ve ekibi hakkında yolsuzluk iddiasıyla soruşturma başlatıldı"
gümrükte 50 milyon liralık rüşvet ve yolsuzluk olmuş, operasyon yapılmış, bir sürü kişi gözaltına alınmış. onun da üstü kapatılırdı ama bakanlık "işleme konulmama kararı" verdiği halde olay danıştay'a taşınınca, belgeler bulgular falan ayyuka çıkınca "hadi bakalım" demişler. gümrükte işlerin rüşvetle yürüdüğünü bilmeyen yok. bu kez meblağ biraz fazlaymış, olaya karışanlar arasında soyadı unakıtan olan da yokmuş. eh, hadi bakalım. yorumlanmaya değer mi? hayır.

"örtülü ile gündeme gelen başbakan'ın eski kalem müdürü şirket kurmaya doymuyor"
tek kaşı kalkan oldu mu? hayır.

"kemal kılıçdaroğlu: başbakan aciz kaldı"
haberin ayrıntısına girmiyorum ve pis pis sırıtıyorum. neden? kemal kılıçdaroğlu bir umutla parti başkanı oldu ama deniz baykal'dan hiç farklı olmadığını üzülerek görüyoruz. kifayetsiz bir adam "aciz" diyerek saldırırsa buna deniz baykallık denir. evet.

"zulümhane'yi balbay için imzaladılar"
adam 675 gündür tutukluymuş. bilgisayar, daktilo vermemişler, kitabı kalemle yazmış. bir manken de hapisteyken kitap yazmıştı, hatırlar mısınız? o kitap zulümhane'den daha çok satmıştır muhtemelen. insan haklarından mı bahsedeyim şimdi? sansasyonla ayakta duran bir sektörden, aynı mantıkta bir ülkeden mi bahsedeyim? niye ki? siz bilmiyor musunuz sanki?

"çağlar boyu sömürü ve inanç"
bu benim kesinlikle kaleme alamayacağım yazılardan biri. zaten allahsız, dinsiz, inançsızım. neden dinin bir sömürü sistemi olduğunu yazayım ki? ben biliyorum, sizin de inancınıza veya inançsızlığınıza göre bir bildiğiniz var. düşüncelerimi kimseye empoze etmek gibi bir derdim yok. hayatımda inanç olmayınca, yazdıklarım arasında da din pek fazla yer bulamıyor.

"türkiye pazarında silah açılımı"
bu konuda da bir yorum yapmak zor. gündem çabuk değişiyor ama hatırlarsınız, aralık ayında "silah lobilerinin isteği doğrultusunda"bir yasa tasarısı verildi (bu aralar üstünde durmama kararı alındı. demek ki çok tepki görünce saman altından onaylamaya karar vermişler.) silah ruhsatı alma yaşı 18'e inecek, 5 silah alınabilecek, ikisi üstte taşınabilecek, eski sabıkalılar silah alabilecek, ruhsat için bir heyetin "iyi bir insana benziyor, oluru var" demesi gerekmeyecek. sermaye sahipleri, kapitalist sistem, savaşa dayalı ekonomi, korku imparatorluğu, ahmaklık. yorum bu kadar.

"başbakana yayın durdurma yetkisi - bu, faşist devlet modeli"
herkes bu aralar kanuni'yle ilgili diziden bahsediyor. dizi güzelmiş, kötüymüş, sülümanmış, hürremmiş... bu mudur? değildir. bu diziye rekor denebilecek sayıda şikayet geldi, geliyor. daha bu sabah kahvaltıda babam dükkana gelen hacı hoca takımının imzalayıp rtük'e göndermek üzere dilekçe dağıttığını söyledi. kör göze parmak yorumu: türkiye giderek muhafazakarlaşıyor, biz artık azınlığız ve buna rağmen mazlum edebiyatı yapan biz değiliz. sanki siz tehlikenin farkında değildiniz. türkiye faşist midir, demokrat mıdır? demokrasi oy kullama hakkıyla mı sınırlıdır? propagandanın, sansürün hiç mi suçu yok?

"anne sütüne kadar sanayi kurbanı"
bunu direkt alıntılıyorum, yorum gereksiz: sanayi kuruluşlarının konut alanlarıyla iç içe girdiği, kanser vakalarının ise dünya ortalamasının 30 kat üzerinde olduğu kocaeli'nin dilovası ilçesi'nde, anne sütünde (ve bebeklerin dışkısında) yüksek dozda ağır metale rastlandı.
mutantlaşıyoruz muntazaman.

"bilkent yönetiminden jaguar'lı öğrenciye: havalandı, görevini bırakmasını görüşeceğiz"
abdullah gül üniversite temsilcilerine yemek düzenleyerek yaranmaya çalışmış, çocuğun biri de yemeğe jaguar'la gitmiş. üniversite bu yüzden ayaklanmış. aptallar. jaguar'ı görene kadar o çocuğun sizi temsil etmediğini fark edemediniz mi? şimdiye kadar aklınız neredeydi, neden değiştirmediniz?

blogun en uzun yazılarından biri bu oldu herhalde. kaç tane haber hakkında bir şeyler yazdım ve aslında bilmediğiniz ya da düşünmediğiniz hiçbir şey anlatmadım. ama bir konuda görüş bildirebilirim.

bu ülkede, aslında çok iyi berber olabilecek insanlar köşe yazarlığı yapıyor. hepsinin saç keserken anlatacak milyonlarca hikayesi var, deşarj olmak adına değdirme avantajı da cabası. bunlar bir yandan kahvede memleketi kurtarmaya yeltenenler kadar önemsiz, diğer yandan, daha geniş kitleye hitap ettikleri için çok tehlikeliler. onlara cevap vermezsek "adam haklı beyler" diyenlerin sayısı kuşkusuz artacak. klavye kabadayısı olarak verdiğimiz cevaplar, ancak bizim gibi düşünenler tarafından okunacak, başka kimsenin umrunda olmayacak. peki ne yapmalı?

richard dawkins kendisine "adnan oktar'la evrim konusunda tartışacak mısınız?" sorusuna "onunla tartışmak, düşüncelerini meşrulaştırmak anlamına gelir, ben bilimsel düşünmeyen biriyle bilimi tartışmam" gibi bir cevap veriyor. çok benzer bir nedenle ben de köşe yazarlığına soyunup cevap veremem (sanki olayım desem beni hemen bir gazeteye alacaklarmış gibi). hem kendi bilgi eksikliğimden hem de saçma gururum yüzünden. emre aköz ya da oray eğin gibi aptallarla polemiğe girmek istemiyorum, bu sadece onlara prim vermek olur (ki bu cümleyle verebileceğim kadarını verdim).

ne yapmalı?

yaşamalı. çok ciddi bir kelime bu, yaşamalı. başkalarını eleştirmek, onların haksız olduğunu bas bas bağırmak yerine, insan kendi idealine göre yaşamalı. inançsızsa, başkalarının inancına hakaret etmek yerine, göğsünü gere gere dinsizken de iyi ve mutlu bir insan olunabileceğini yaşayarak göstermeli. evliliğin, sistemin getirdiği bir toplum baskısı olduğunu düşünüyorsa, sırf ailesini ve çevresini mutlu etmek adına evlenmemeli, "ne zaman evleniyorsun" sorularına yaşayarak karşı koyabilmeli. kişi, inandığı özgürlük her neyse, bunu bağırarak değil, mümkün olduğunca yaşayarak gösterebilmeli.

şimdiye kadar hiçbir yürüyüşün, hiçbir sloganın toplumu değiştirdiğini görmedik. bir de böylesini deneyelim bakalım.

8 Ocak 2011 Cumartesi

icccq (a.k.a geri zekalı olduk reyiz)

tek tük de olsa artan minik bir izleyici kitlem var. artmış olduğunu gördükçe şaşırıyorum. böyle zamanlarda sağ tarafa şu izlekleri gösteren zımbırtıyı koysam, milleti uğraştırmadan tek tıngırdatmada eklenmeyi sağlasam diyorum. sonra "izleyicilerinizle hava atın" cümlesi beni durduruyor. blogger'a posta koyuyorum. bunca zaman izlenmeyi zora soktuysam nedeni budur. kimse kusuruma bakmasın, hava atmak bana ters.

bütün gün uykusuz, akşama doğru ağlamaklıydım. az önce sol göz kapağımın biraz sarktığını fark ettim. bastırsam gözüm dolacak gibi. bir gün bir günü tutmuyor anasını satayım.

geri zekalı hissetmek nasıl bir şey biliyor musunuz? aslı biliyor mesela. geçen hafta konuştuk. öyle hissetmeyenler anlamıyor. etrafta bir sürü gerçek geri zekalı varken, bir de bunlar deli gibi prim yaparken, az çok kafası çalışan insanlar her beceriksizliklerinde olağanüstü bir özgüven kaybı yaşıyor. bulamayınca, beceremeyince, bağlayamayınca, beğendiremeyince stres o kadar artıyor ki, zeka seviyesinin ortalamanın oldukça üzerinde olması bütün anlamını kaybediyor. (kendini dahi sanma veya "hava atma" anlamında değil, tamamen ortalaması 100 olarak belirlenmiş iq üzerinden konuşuyorum) bir de bunlar üst üste gelince, en azından sıklığı artınca her şey feci şekilde boka sarıyor.

(haftada ortalama üç proje çıkarmaya çalışırsan dağ noğlacağdı ya? diğer yandan tırsıyorum da. oldu da iş yükü azaldı, zırt diye fikir bulmam gerekmeyecek. ya yine bulamazsam? garantisini veremiyorum ki. normalde de öyle ödüllük, devrim yaratmalık işler çıkaran biri değilim, iş azalsa yine olamayacağım, mal bu. ama o zaman demezler mi adama, vay biz sana kolaylık yaptık da sende niye hala sikko sikko şişeler? ciddi ciddi ödüm patlıyor. neyse ki mevcut duruma bikbik etmiyorum, en azından oradan yırtabilirink.)

iq yüksek ama neskime yarıyor amk ccc

özellikle de çevrende hemen herkes zeki ve/veya yetenekliyse. yaşamayı zorlaştıran etkenler bunlar. "sekiz çocuğum var, topluca sokakta yaşıyoruz" tarzı bir hayat gailesinin karşısında çok anlamsız, hatta şımarıkça görünebilir. ne var ki benim yaşam standartlarım bundan çok uzak ve hayatta kalmak için kendimi en azından kendime kanıtlamaya ihtiyacım var. diğer yanda da bir oray eğin olsun, bir nihat doğan olsun, bir adnan oktar olsun; aynı dertlerden mustarip olmayacağımız türlü türlü insan var. sanmıyorum ki onlar hayatlarının herhangi bir döneminde geri zekalı hissetmiş olsunlar.

gereksiz bir hafta sonu geçireceğim haberini aldım, o da bir ağlamaklılık nedeni oldu. hem de bak hala... of be. yapabilsem, şimdi kendime uçan tekme atacağım.

neyse.

5 Ocak 2011 Çarşamba

yılbaşı coşkusu

enteresan bir ajans olduğumuz için yılbaşı çekilişi atraksiyonunu yeni yılın beşinci gününe bıraktık. iki iş arasında, bir toplantı berisinde küçük bir içip sıçma durumuna da girdik. (önemli not: sıcak şarap normal şarabın eline su dökemez, hatta çoğu zaman kendisini "leş" olarak tanımlayabiliriz.)

hediyeler verildi ve oyuncak aileme roy the toxic boy eklendi. mazallah havadar bir ortamda kalır da ölür diye mütemadiyen yanında sigara içiyorum. duygu çakalı (çakal dediğime bakmayın, böyle öpçük möpçük gönderiyor, fingir fingir bir arkadaşımız kendisi) gerekli şeyler'e gidip tezgahtar kızın başının etini yemiş "inci nelere baktı, en çok nerede oyalandı?" diye.


bu gerekli şeyler furyasının nedeni de benim gökhan'a hediye almak için oraya gitmemdi. saçmalık ve hayvanlık arasında gidip geldim diyebilirim. bir insan ne görse ister mi yav? hatta gökhan'a aldığım sayko santa'yı da vermek istemedim. bencilliğin bu kadarı.


saçmalık kısmı da tezgahtar kızla sohbetim sırasında gerçekleşti. "çıldırıciiim adeta, her şeyi istiyorum" muhabbeti yaparken "hee, ben de öyleydim, sonra burada çalışmaya başladım" dedi kız. benim de aklımdan öyle bir şey geçiyordu (tabii ben daha ziyade kızın ne kadar kazanıyor olabileceğini hesaplıyordum), "ya ben de düşündüm ama şimdi eleman arıyor gibi görünmüyorsunuz keh keh" dedim. sen kimlen dansettiğini sanıyorsun dercesine "aslında bir süre sonra olabilir, ben yurt dışına çıkacağım. istersen iletişim bilgilerini bırak, arayalım" diye cevabı yabıştırmasın mı hoca?! evat, göd oldum. söylediğim şeyi de geri alamadım. ne o öyle "yeg yeaaa ben reklamcıyım, çok fiyakalı mesleğim var, burası ancak hobi olarak satın alacağım yer benim, psah!" der gibi... neyse, verdim numarayı. hala da kendimi gerekli şeyler'de çalışan, bütün gün çizgi roman okuyup kredi kartı çeken biri olarak düşünemiyorum.

bütün gün kıçının üstüne oturup arpacı kumrusu gibi düşünen, bu arada sigara üstüne sigara içen, beygir gibi öksüren, fikir bulamayınca sinirlenen, revizyon yiyince depresyona giren, bulduğu fikirleri de ancak 'idare eder' sayan biri olmak daha iyi herhalde. her şeyi işe bağlamak da cabası.

sevgili sevgilim birkaç gündür şehir dışında. farklı şehirlerde olmanın, öyle aklına esince gidip görememenin başka bir kafası varmış. normalde it gibi çalıştığımız için zaten haftada 2-3 kere anca görüşüyoruz, şu anda olağanüstü bir görüşememezlik durumu yok yani. ama az önce banyoda şiir yazıyordum resmen.

aşk şiiri diyemiyorum, dilim varmıyor. yüreğim sevgiyle pır pır etse de odunluk baki. ilk mısra evren ve iş gibi bizzat hayatıma dair içeriklere sahipti (uzunluğu dört kelime). ikinci mısrada ise ortaya şaaak diye bir intihar çıkıyordu. bir yerde "aslı olsa anlardı / derdi ki / madem öyle / güle güle" şeklinde bir dörtlük geçiyordu ki; gördüğünüz üzere satır israfı. yer yer düz yazıya, ara sıra saçmalığa, bazen de bildiğin dedikoduya kayan şiirde, sırf yazmış olmak için intihar kurgulayan biri vardı. sırf yazmak için yaşamak falan... enteresan şeyler bunlar.

ben öyle değilim işte. yaşamak için yazdığım şeyler, yazmak için yaşamamı büyük ölçüde engelliyor. ya da sadece tembelliğime bahane buluyorum.