20 Aralık 2007 Perşembe

adem ile havva

bir varken, bir yokken; develer hendek atlar, pireler insanların başına türlü türlü dertler açarken; fatma ebeye ebelenmiş iki nurtopu. zor çıkmışlar saklandıkları yerlerden. yılların deneyimiyle çağırmış fatma ebe bebekleri. zaman zaman fısıldayarak, zaman zaman emrederek. annenin feryadı ıkınmaya dönüştükçe bir odaya girmiş, "amanın geliyor bu kez!" çığlığıyla diğer odaya. sonunda, sağdaki odadan yükselmiş ilk rahatlama sesi. fatma ebe bebeği kucağına alır almaz diğer odaya koşmuş. bir de ne görsün? annenin bacaklarının arasından uzanıyor küçük bir kafa. kucağındakini bırakamadan uzatmış elini, yakalamış emeklemek için acele eden bebeği.

biri kız, biri erkek doğmuş. kıza havva, erkeğe adem adı konmuş.

demişler ki; doğumları belirlemiş olmalı kaderlerini, gün gelir yeniden karşılaşırlar belki. sonra adem baba ve havva ana gibi yepyeni bir dönem başlatırlar, köyümüzü sevince boğarlar.

ancak unutmuşlar efsanenin kalanını. hesaba katmamışlar adem'le havva'nın cennetten atıldığını.

imam çağrılmış hemen. biraz bunak bir ihtiyarmış, laf aramızda. ama başka imam da yetişmemiş o zamana kadar. idare ediyormuş bütün köy yaşlı adamla. gözleri de az görürmüş ihtiyar imamın. sabah sersemliğiyle yolu bulup da camiye gidene kadar öğlen olur, iftar saatini şaşırıp erkenden bozdururmuş orucu. köy halkı imamdan çok saate güvenmeye başlamış. bir de imam hatip'ten gelecek yeni imama umut bağlamış.

imam gelmiş bebeklerinin kulaklarına isimlerini üflemeye. ama gözleri iyi görmez ya, anlayamamış hangisinin kız, hangisinin erkek olduğunu. sormaya da çekinmiş, bütün köy onunla alay eder diye. "ya nasip" diyerek okumuş ilk dualarını. kızın kulağına üç kez adem ismini fısıldamış, erkeğe de havva adını vermiş bir dua, üç fısıltıyla. isimleri hemen yer etmiş bebeklerin kulaklarında. oracıkta değişmiş yazgıları, yanlış kulaklara okunan yanlış dualarla.

işte böyle başlamış adem ana ve havva babanın hikayeleri.

zamanla büyümüş bebekler. havva ilk şamarını kanamadan önce yemiş, bacaklarının arasına yerleştirdiği tahta at nedeniyle. kız dediğin bacaklarını kapalı tutar demişler. ama ne bilsinler havva'nın bacaklarının arasında bir "erkek" değil, bir "erkeklik" istediğini. adem ise alay konusu olmuş mahallede, evcilik oynayan kızların yanına gidip oyuncak bebeği sevince. erkek dediğin bebek sevmez, ancak bebeğin anasını sever yeri geldiğinde demişler ona da. adem'in içindekini de bilememişler. onu "adam" etmek için ellerinden geleni denemişler.

gel zaman, git zaman, gençlik ateşi sarmış adem'le havva'nın yüreklerini. havva kızların tokalarını alıp kaçar, adem birlikte denize girdiği arkadaşlarının vücutlarına çaktırmadan bakarken; aileler yeniden bir araya gelmiş. bir taraf kızını övmüş, diğer taraf oğlunu. "birlikte doğdular, birlikte yaşlanırlar inşallah" demişler, oracıkta kıymışlar nikahı. bir de gençlere sorsalar içlerinde yatanı...

18 yaşında evlendirmişler adem ve havva'yı. ilk gece çok zor geçmiş. bir yandan ikisi de "kız oğlan kız", utanmışlar hem kendi bedenlerinden hem birbirlerinden. daha çok utanmışlar kendilerinden bile gizlediklerinden. önce havva "istemem" demiş, "sen değilsin gönlümdeki." adem kızacak gibi olmuş ama dönüp de kendine bakınca hak vermiş havva'ya. kimi isterdin diye sormuş, havva yerin dibine girmiş utancından. söyleyememiş o gece. bir yalan uyduruvermişler ailelerine, gerektiği gibi göndermişler gerdek bohçasını. adem "birlikte çıktık bu yola" demiş tüm kadınlığıyla, "birlikte temize çıkmalıyız." havva çıkarmış çakısını tüm erkekliğiyle, bir çizgi çekmiş hem kendine, hem adem'e. birlikte kanamışlar o gece. havva ancak kanı görünce güvenmiş adem'e, sırrını açmış ertesi gece.

köyün en güzel kızıymış havva'nın kalbindeki. adem'in de kendisi yerine onu istediğinden eminmiş. oysa adem öyle bir isim söylemiş ki, havva küçük dilini yutuvermiş. sonra sonra anlamış adem'in onun aynası olduğunu, tam karşısında dursa da kalplerinin aynı yerde attığını. öyle sevmişler birbirlerini, oldukları gibi. karı koca gibi değil de, sanki can dostu gibi.

onlar dokunmazken birbirine, aileler torun diye tutturmuş. şüpheli mırıltılar yükselmeye başlamış köyden. havva kadınlık görevini yapamıyor muymuş? yoksa adem'in kuşu mu kalkmıyormuş? o kadarla kalsa neyse... havva hamamda yıkanırken, sanki okşar gibi kese atıyormuş. adem'e ne demeli? sarhoş olunca "öpüjem abicim" ayağına, milletin dudaklarına yapışıyormuş.

bu kadar dedikoduya dayanamamışlar. ya köyü terkedecekler ya da bir çocuk yapıp herkesin sesini kesecekler. haydi deneyelim demişler yataklarında başka, hayallerinde başka biriyle. o gece tohumlar atılmış, dokuz ay on günlük bekleyiş başlamış.

bebek bir kurt gibi düşmüş havva'nın içine. adem de hissetmiş aynı endişeyi. hayat böyle geçmez demişler. cesaretlerini toplayıp sırlarını açık etmişler. dedikodu yayıldıkça yayılmış, çevre köylere de sıçramış. bakkal ekmek vermez olmuş, adem sudan bir sebeple işten çıkarılmış. orada tutunamamışlar daha fazla.

işte adem'le havva cennetten böyle kovulmuş.

vardıkları dünyada isimlerini iade etmişler birbirlerine. doğan bebek annesini adem, babasını havva olarak tanımış.

gökten üç elma düşmüş. üçü de zamanı gelince toprağa karışmış.

14 Aralık 2007 Cuma

aşağıdakilerden hangisi nedir?

a) mor, kullanışlı bir çanta.
b) kırmızı, mor, gri-mavi kalemler ve resim yapmaya uygun kurşun kalem.
c) şahane, siyah, incecik bir cep telefonu. içindeki numaralar.
d) yeşil-beyaz balık. komik de bir tasması var.
e) yarım parmaklı ama parmaklarının şapkası olan eldiven.
f) bu sabah sunmak üzere düşünülen cümleler.
g) not defteri.
h) eski ve uygulanmamış reklam fikirleri.
i) üzerinde "aşağıdakilerden hangisi nedir?" yazan post-it.
j) gloria jean's kahve kartı (üç tane içilmiş).
k) ilke'nin hediyesi olan zippo.
l) siyah göz kalemi.
m) burun spreyi.
n) göz damlası.
o) ali'nin yaptığı kırmızı anahtarlık ve ucundaki üç anahtar.
p) jack skellington'lı siyah cüzdan.
r) kartvizitler.
s) ilke'nin sarhoş fotoğrafımla yaptığı karton ehliyet.
t) gayet gerçek olan ve altı ay bekleyip de aldığım ehliyet.
u) kredi kartı.
v) d n' r kart.
y) para.
z) yarım paket winston light.

acaba nedir nedir?

öncelikle bunlar çok da önemli şeyler değildir.
ama ayrı ayrı her birini sevdiğim şeylerdir.
ve dün gece kapılıp kaçırılan, daldan dala uçurulan, suyuna da pilav pişirilen şeylerdir.

eh, sevdiklerim arasında en büyük kaybım böyle olsun. dindar biri olsam "hayır da şer de allah'tan" derdim. şimdi "iyi de kötü de kabulümdür, hayırlısı" diyorum. sinirli ya da üzgün değilim. daha çok etrafımdakileri teselli etme ihtiyacı duyuyorum hatta, asıl tepkiyi onlar veriyorlar.

bana da tuhaf gelmiyor değil tepkisizliğim. belki zarar görmediğim için bu kadar rahatım. belki de kafamda her an dönen felaketler bunun nedeni. o kadar büyükler ki, çantamın çalınması önemsiz göründü gözüme. hatta telefon ve para dışındakilerin büyük ihtimalle geri döneceğine olan inancım. hem dönmezse de ne yapayım? eşyalara çok bağlanmamak gerek.

çaresizliğim bile çok batmadı. hiçbir şey yapamazdım. yapamadım. belki biraz daha dikkatli olabilir, araba yanımdan geçene kadar arabadan çıkmayabilirdim. daha paranoyak davranıp montumu çıkarır, çantamı takar, montumu giyer, öyle çıkardım arabadan. hemen kendimi toparlayıp tekrar arabaya biner, takip edip plakayı alır, belki nereye gittiklerini öğrenirdim. ne bileyim. olmadı işte. olmadı mı olmuyor. o kadar da soğukkanlı değilmişim. öğrenmiş oldum.

bak, bir sır vereceğim. beni koruyan bir şey var. bu kendim olabilirim, çok şişkin olan egom ve olağanüstü iradem falan. başka bir şey de olabilir. iyi anlaştığımı düşündüğüm, korkmak yerine sevdiğim tanrı da olabilir. kozmik güçler, var olan ve olmayan her şey, uçan spagetti tanrısı, görünmez koruma kalkanı veya he-man. ama var öyle bir şey. ve onu da seviyorum.

(neden bunu yazdım? çünkü birkaç hafta önce 160 civarında bir hızla giderken lastiğim parçalandı ve kaza yapmadım. patlamadı, parçalandı. malum, birkaç takla atmam gerekirdi böyle bir durumda. şans? koruyucu hede? bilmem?)

bu da böyle bir deneyimdi işte...

28 Kasım 2007 Çarşamba

de-evolution

hiçbir şey daha iyiye gitmiyor. evrim ters işliyor ve hepimiz acı çekerek öleceğiz. yüz yıl önce varolmayan hastalıklar uyduruyoruz götümüzden. bunlar birilerinin başına geliyor. herkesin hastalığı biricik, binde bir görülen türden. dünya nüfusuna oranlarsak hepimiz, her an bu hastalıklardan birine yakalanabiliriz. daha kötüsü, yaşam süremiz uzadıkça uzuyor. eskiden insan hayatı boyunca bir kez kanser olup ölüyorsa, şimdi hastalığın "kontrol altına alınıp" üç kez daha tekrarlama ihtimali var.

bunlar canımızı acıtıyor. acımızı sigara ve alkolle maskelemeye çalışıyoruz. daha zor bir ölüm yaratıyoruz kendi kendimize.

dünyanın en saçma şeylerini üretiyoruz. kafeinsiz kahve, alkolsüz bira, şekersiz tatlandırıcı, daha büyük ve kırmızı domatesler, kaybolan mürekkepler, plastik çiçekler, kullan-at fotoğraf makineleri... bunları gerekli ve orijinalinden daha iyiymiş gibi gösteriyoruz. onların yerini alacak bir şeyler üretene kadar göklere çıkarıyor, sonra itin götüne sokuyoruz. ben onların satılmalarına aracı oluyorum. bu sistemden nefret ediyorum. hiçbir yere gitmiyoruz. ilerleme diye bir şey yok. çünkü bir metrelik bir bant üzerinde, lcd ekranda ilerleyen patika görüntüsüne bakarak koşuyoruz sadece. burası yaşanası bir yer değil.

ağrı her zaman vardı da; insanlar ilk suni ağrı kesici üretilince mi bu kadar çıtkırıldım oldu? pankreas tıkır tıkır çalışırken neden durdu? bir ilacın yan etkisi mi? saf şeker kamışının zararlarından korunmaya çalışırken ürettiğimiz işlenmiş beyaz şeker mi? yoksa diyabet, ilk diyabet ilacını bulan şirketin icat ettiği bir hastalık mı? hücrelerimiz ne zaman delirdi? nasıl kanser olduk biz?

eskiden şizofreni yoktu. insanlar ya kara sevdaya tutulup delirirdi ya da çaresiz kaldıkları için. o kadar kalabalık değildik. ne agorafobimiz vardı, ne de kalabalıktan gelebilecek tehlikelere dair paranoyak düşüncelerimiz. arakibutirofobi gibi saçma sapan bir şey aklımızın ucundan geçmezdi. beynimizin içinde kendimize ait bir oda yaratıp oraya saklanma ihtiyacı duymazdık.

koduğumun normal kavramı nasıl çıktı ortaya? hangi aşağılık insandı bu sınıflandırmayı ilk yapan?

şimdi biz normal insanlar, küçücük dünyalarımızda, çaktırmadan yaşadığımız nevrozlarımızla tıkılıp kaldık. bir yandan anormal olmadığımıza şükrederken, içten içe delirmeyi istiyoruz. dergilerde bulduğumuz testlerden kendimize teşhis koyuyoruz. bunlara inanıyoruz. öylesine sahte yaşıyoruz ki, bakım evlerinde terk edilmiş yaşlılara üzülürken kendi anneannemizi görmeye gitmiyoruz. öyle kendini bilmeziz ki, sadece oturup ahkam keserken birilerini hiçbir şey yapmamakla suçlayabiliyoruz. öyle aptalız ki, kılımızı kıpırdatmadan üzülmeyi gururumuza yedirebiliyoruz. oysa ne iki damla göz yaşıyla, ne de iki satır yazıyla temizlenebiliriz. kendi bokumuzun içinde oturuyoruz ve ayağa kalkıp etrafı temizlemek yerine pislikten şikayet ediyoruz.

bazı güzel insanlar hala sahile vurmuş deniz yıldızlarını yuvalarına göndermeye çalışıyor. teker teker.

25 Kasım 2007 Pazar

saç meselesi

kuaförlerin temel görevi kendilerinden yardım isteyen kadını güzelleştirmektir. saçlara bir şey yaparlar. kaşlarını alırlar. cildini adam ederler. makyaj yaparlar. manikür yaparlar ve ellerin artık canavar patisi olmaz. amaç sadece para kazanmak olsa bile, o kapıdan çıkan kişinin genel standartlara göre güzel görünmesini sağlamaları gerekir. kuaförler aslında seri üretim yapan birer fabrikadır. içeri bok gibi girersin ve modaya uygun çıkarsın. bu şekilde iyi hissedersin çünkü artık aitsindir. dönemin modasını takip eden toplumun bir üyesi olursun.

ya da berbat bir müşteri olursun.

gazetede gördüğün kitabı hemen almak için pijamalarınla dışarı çıkarsın. kitapla birlikte bir kahve de kapar ve beş dakika uzaklıktaki evine yürümeye başlarsın. her sokakta en az üç tane kuaför olduğu için biri mutlaka gözüne çarpar. sadece oraya uğramış biri olarak girersin. saçını kestirmek istediğini söylersin. sadece normal görünmesini istediğini söylersin. normalde saçını taramadığını, bütün gün yataktan kalktığın gibi dolaştığını söylersin. bu kadar bilginin yeterli olacağını düşünür ve sadece "normal" bir şey beklersin. neden böyle yaptığını sorar. üşendiğini söylersin. neden saçını boyamadığını sorar. üşendiğini söylersin. neden ara sıra fön çekmediğini sorar. üşendiğini söylersin. neden konuşmadığını sorar. enerjinin olmadığını söylersin.

kafanı sağa çevirir. keser. sola çevirir. keser. koşulsuz itaat edesin. kesmesi yeterlidir. sesini kesmesi ve saçını kesmesi son derece yeterlidir. rahatlatmaz ama morfin etkisi gösterebilir. kucağına düşen her saç tutamında daha hafif hissetmek istersin. bu istek seni daha da aşağı çeker. neden bununla rahatlayamadığını merak edersin. bu merakla daha da dibe inersin.

şimdi güzel görünmesi için ona biraz şekil vereceğini söyler. ilk tutama fön çeker. güzel değil, sadece normal olmasını istediğini tekrarlarsın. şaşırır. neden saçının güzel olmasını istemediğine anlam veremez. sorunun uyum olduğunu anlayamaz. saçın güzel olursa, pijamanı çıkarman, makyaj yapman, kendine öyle ya da böyle çeki düzen vermen gerekir. insana dönüşmek için dünyayla bir bağ kurman gerekir. bu kadar yorgun hissederken yeniden enerji harcaman gerekir. basit bir "ya hep ya hiç" sorunudur ama bu durum kuaföre alaska kadar yabancıdır.

ama burada da salak olan sensindir. hiçi seçtiysen kuaföre gitmemen gerekir.

belki açıldığından beri oradan çıkan tek çirkin insan olarak kaçarsın. saçının arkasına bile bakmak istememişsindir. şundan emin olabilirsin, o adamın ayna tutmadığı tek kişi sensin. eserini tamamlamasına izin verilmeyen kuaför sinirlidir. yarı bedbaht görünümünle kendini bir boka benzetemezsin. bok mu vardır saçlarını yeniden kestirecek? elbette, bir bok vardır ki buna ihtiyaç duyarsın. daha fazlasına ihtiyaç duymadığını kendine tekrarlarsın. saç kestirmek yeterli olmalıdır.

just for the record: karnımda kelebek falan yok. bu mevsimde kelebek yetişmez.

just incase

bir gün gerekebilir diye buraya koyuyorum. ghetto hikayesinin ilk hali buydu:


A long time ago the outcasts of the city decided to leave. Some went to the forest, became a part of the wild. Some stayed by the river for a peaceful life. Some came out to be the mountain folk; tough and proud.

But some...

Dancing their way through ecstasy, they never stopped. On the road they lived and loved and let go. The music never faded. With guitars, drums and violins they moved. With the magic of the sound they entered towns. With the fire within their hearts they seducted. With warm kisses they took off and left broken hearts behind.

And one day, they reached the heart of the town.

And then nothing was the same again...

Part 1 – Heart of a gypsy

I was having some coffee in a cafe and reading my book. It was just an ordinary day. The dangling of the doorbells were joined with the tingling of beads, flapping of a denim skirt and silent steps of bare feet. Right after catching my eyes, she reached close, scattered some stones over the table. I thought she was going to tell my fortune. Surprisingly she asked, “You wanna see what lies in my heart?”

Part 2 – Resurrection of the beat

He was wearing tight, low-cut denim. His shirt left his chest bare, showing the gypsy tattoos and a wooden necklace. The attactive part was not his looks but his style. Then I heard drums. People gathered around a bonfire, sharing drinks and hugs. Dancing to the beat, they resurrected the old shaman inside. Then he saw me watching. Reached out a hand.
“Why don’t you join us?” he asked, “This will be a totally new experience.”

Part 3 – Light my fire

Part 4 – Under the neon sky

Part 5 – On the road again

20 Kasım 2007 Salı

es

ihsan oktay anar kitaplarında hikayeler iç içe geçer, birbirini doğurur. müzik gibidir hikayeler. bir sesle başlar, başka sesin içinde kaybolur. makamlar birbirini izler. bazı bölümler gereğinden uzun ve ağdalı anlatılmış gibi gelir belki ama başka bir hikayede yerini bulur. tamamlanmış eser kusursuz olmayabilir. yine de onu özel yapan budur. her seferinde istanbul'un bir bilinmezi çıkar ortaya. tadı damakta kalır. bir noktayla başlar öykü, içinde kıtaları barındırır. sonra bir de bakarsın, asıl hikayeyi sessizlik anlatır. işte "suskunlar" da böyle bir romandır. önce zevkle okutur kendini; sonra ya susturur ya bir hikaye yazdırır.

let the sunshine in

yıllar önce, mini mini ve yeni yeni bir "beat"ken, kim bilir hangi kozmik güç beni aksanat'a çekmişti de izlemiştim bu filmi. müzikler ve insanlardan o kadar etkilenmiştim ki, onlar gibi olabileceğim yanılgısına bile kapılmıştım bir süre. natural born killers'la özdeşleşen kırmızı gözlüklerim başka bir anlam kazanmıştı. bileklerim boncuklarla dolmuş, saçlarıma çiçekler konmuştu. ne var ki gerçekler bu kadar romantik değildi. okulu örnek olmayan ama sorun çıkarmayan öğrenci olarak bitirdim, üstüne üstlük reklamcı oldum. şimdi "eski hippilerden kim kaldı" diye sorsam ne saçma olacak di mi? ben kalmadım. ama ben zaten hiç o kadar cesur olmadım.

yine de içimde hep hippi olan bir şeyler kaldı. kırmızı gözlüklerimi hiç çıkarmadım. saçlarımdaki çiçekler hiç solmadı. sonra geçen gün hair dvd olarak karşıma çıktı. günlerdir süren uykusuzluğu da, sabahın köründe gideceğim işi de, aklıma gelebilecek bin tane reklam fikrini de odamın diğer ucuna fırlattım. dans ederek ve şarkı söyleyerek izledim. hippileri iyi ve kötü yönleriyle sevdim yine. sistem karşıtı genç adam yine sistemin ikinci büyük çarkı tarafından ezildi, yine ardından let the sunshine in söyleyerek ağladım. henüz 26 yaşında olsam da bu filmle gençliğimi hatırladım.

yine berger olmak istedim. yine sheila kaldım.

16 Kasım 2007 Cuma

it lacks imagination

küs müyüz demek saçma olacaktı. son derece klişe. klişeleri sevmediğimden değil ama duruma uygun değildi. onu aramak için çıldırdığımı ama gururuma yediremediğimi de söyleyemezdim. bu durumda arayamazdım da. ya da arayıp havadan sudan konuşurdum. nedenini sorardı. onu özlediğimi söyleyemezdim.

başka bir yol bulmalıydım.

beni şarkıların yönlendirmesini uygun buldum. dünyayı değiştirebileceğimi getirdiler aklıma. bu çok büyük bir iş olurdu. altından kalkamazdım. hem zaten neyi değiştirecektim ki? her şey birbirine bağlıydı ve dangalağın teki için daha fazla savaşı, açlığı, boku, püsürü göze alamazdım. ve yine aynı nokta. küs müyüz? bu olmaz. elbette küs değiliz. küsebileceği biri değilim. bir şey mi yaptım? evet, bir şey yapmamış olur muyum? tepkisi böyle olmayabilirdi yine de.

dünyayı değiştirmekten vazgeçtim sonuçta. sandalyeme oturdum ve kendimi sorguladım. bu şarkı biraz erken başlamış olabilirdi ama başlamıştı sonuçta. göze göz, dişe diş dedi. hak verdim. her zaman doğruyu söylemek gerekiyordu, rahat etmemi sağlayan buydu. bunun için ölmekten korkmayacaktım ya...

herkes için ölebilirim. herkes bir şeyler için ölüyorken burada dolaşsam da olur, çekip gitsem de. ne de olsa kimse anlam veremeyecek buna. gitsem de bir, ölsem de. ne de olsa herkes üzülecek. birkaç gün. ailem daha fazla. ama onun dışında bana değer verdiğini söyleyen herkes var ya. yıllar önce otların üzerinde otururken, tesadüfen, belki de pek saklamadığım için bileğimdeki yaraları gören sen bile var ya... konuşmadığımız için, öğrendiğinde çok geç olacak. sonra birkaç günüm var hafızanda. bunları neden yaptığımı soran sen... hiçbir zaman bilmeyeceksin. tamam, söz veriyorum dediğim sen... nerede olursan ol, sen bileceksin. senin için acır, yanlış hissetmezsin. belki de sadece böyle düşünmek istiyorum. arkamdan birkaç bira devirir ve unutursun. diğerleri... yaşıyor muyum sizin için? kaç günlük ömrüm var? doktor bey... istatistiklerinizde kaçıncı sıradayım?

hepiniz için ölürüm ve hepiniz için yaşarım. bu da sizi kolayca sıfırlar. canınız cehenneme.

küs müyüz demedim. hiçbir şey demedim. adımın mavi olmasını istedim bir an. mavi otobüsle uzaklaşmak istedim. saçma bir şey yapmak istedim. kimsenin anlam veremeyeceği bir şey. ne yapsam yeri olacağını düşünenleri bile şaşırtacak bir şey. ve bana ne olduğuma karar veremeden bakmalarını istedim. tanrı mi, deli mi, sadece dikkat çekmeye çalışan biri mi yoksa eğlence dediği şey bu mu? bilemesinler istedim. bir inşaat makinesinin üstüne çıkmak, ardımdan gelenlerin elindeki yiyeceği sormadan ısırmak, herkese ağzımın içindekileri göstermek istedim. ama evden çıkmak öyle zor geldi ki. sadece seni aramak istedim. aramadım. aramam.

bana bir neden verir misin? veremezsin. versen kabul eder miyim? bilmiyorum. sana güvenmemeyi düşünmemiştim ki hiç. şimdi siktir git başımdan.

dolapta rakı ve cin var. cinin nasıl içileceğini bilmiyorum. nasıl çağrılabileceği konusunda fikir yürütebilirim. tek başına olmaz. olsa da eğlencesi olmaz. rakı gibi.

bana korkabileceğim bir şey verir misin? veremezsin. bana kendi ölümünü bile veremezsin. bu seni daha çok korkutur. bana ölümümü veremezsin. bu cesaretten de fazlasını gerektirir.

rakıya da cine de dokunmuyorum sonuçta. evden çıkmaya üşendiğim için başka bir şey de içmiyorum. bana evden çıkmam için bir neden verir misin? alkol dışında bir neden. şu anda hiç de yeterli görünmüyor.

ardımdan gelecek birilerinin olduğundan öyle eminim ki. o salak inşaat makinesine tırmandığımda bile ardımdan ordu sürüklemiştim. neden böyle bir şey yaptıkları konusunda en ufak bir fikrim yok. saçma olduğu için herhalde. insanların saçmalamaya ihtiyacı var belki de.

ve sen tek başına tango yapılamayacağını düşünüyorsan salaksın. bildiklerinin dışına çıkamaz mısın iki dakika?

bu yazıyı tek “sen” kullanarak yazabilmem için bir neden verebilir misin bana? bin tane kişilik verebilir misin? ne yazıyorsam sana yazmam için bana kendini verebilir misin? sen bana bir bok veremezsin.

ben herkes için ölebileceğimi söyledim. marilyn manson da ota boka ruhunu satarmış da sana satmazmış. aferin. kendi ağrılarıyla oynasın ibne. hepimiz öyle yapıyoruz sonuçta. sırada korn var. o kadar kırılmış ki dünyayı onun gözleriyle görebilmeni istiyor. ne işine yarayacaksa... başkasının kırıldığını görmek gerçekten iyi hissettirir mi? intikam hangi sosla, ne sıcaklıkta yenir? lezzetli midir? neyin intikamını almak mübahtır hocam? bir rüyaya ağıt yakacaksan intikam söz konusu olabilir mi? ömer seyfettin diyeti karın doyurur mu?

can you give me sanctuary? i must find a place to hide... a place for me to hide.

yarın iş dışı bir şey için dışarı çıkacağım. sosyalleşeceğim. birini üzeceğim. whenever she walks into a room, someone leaves crying. başka biri için söylenmişti, üstüme alınmamak için neden göremiyorum. saç şeklim değişse de değişmiyorum. yaşamım değişse de değişmiyorum. eski bir yaşamda, böcek olduğum zaman da böyleydim. günün birinde ışık ve sevgi beni bulamayacak, kendi haklarımı ilhan irem’e devrediyorum. kozmosta sevecen sevecen takılsınlar. denedim, yanıldım. bundan sonra bana yaklaşmaya çalışırsan da suratının ortasına tanrı’nın eliyle gol atacağım. fark etmeyeceksin bile. çok geç olduğunu da bilmeyeceksin. neyi kaçırdığını da. kaçırdığını düşündüğün zaman bile.

yeniden başlıyorum. kırıldım ve kendimi yeniden yapıyorum. kumdan, en acımasız şeklimle. yeniden cama dönüşüp kırılana kadar.

bir hikaye yazabilirdim, bu şekilde başlamıştım ama gerzek şarkı erken girdi. rüyalarımı anlatabilirdim. yazımı jack daniels’la süsleyebilirdim. üzerine kahve dökebilirdim. seni öpebilirdim. başkasını öpebilirdim. değişebilirdim. değiştirebilirdim. küçük bir hareketin yeterli olacağını sanabilirdim. hayal kurabilirdim. resim yapabilirdim. birilerini çok kötü kırabilirdim. birine iyilik yapabilirdim. kitap okuyabilirdim. duvarı izleyebilirdim.

yapmadım.

kusmama neden olacak sıkıntım için teşekkür ederim. üç gündür bilincimin altını üstüne getirecek saçmalıkta rüyalar gördüğüm için teşekkür ederim. eleştirilmemi sağlayacak davranışların kaynağı olduğun için teşekkür ederim. herhangi biriyle birlikte olmamı engellediğin için teşekkür ederim. bunca zaman bir şekilde varolduğun için teşekkür ederim. beni bu kadar yalnız bıraktığın için teşekkür ederim. şimdi defol git buradan.

4 Kasım 2007 Pazar

i touched her thigh and death smiled

who wouldn't fall in love with her?
each day i find a new dead to cry for. this one had a motorcycle.
the loved ones make the most damage. cheers, this one is for you.
you would love her until your dreams shatter beyond repair. but she never breaks your heart really.
i'm concerned about the mother mostly. i couldn't even go to the funeral.
and the black dog chases. and the dead end is gray. shiny big teeth reach for the throat.
then there is silence. shocked with grief, she might well be staring at the walls all day.
come and dance with me. with enough alcohol, you won't know the difference.
then you fall in love. then you realize you're not the one.
you've never met someone like her. you probably never will. in her unique androgyny, she gently slips inside you.
with enough alcohol and the girl around, everyone can dance. and everyone dances.
nobody knows her name, she wouldn't tell. nobody knows if she's sane or not. somebody calls her insane. somebody always does.
and you can see her pretty eyes filled with tears. and you try to tell her, that particular death wasn't that bad. she wouldn't listen. if you insist, she would make you regret it.
then the time was out. the game was over. dazed and confused. fast and furious. lost and delirious. dead and gone.
"her kiss is her touch is her breath is her fingers is what remains after the laughing is over."

2 Kasım 2007 Cuma

son kullanma tarihi

ağzımızdan çıkan sözlerin son kullanma tarihimizi belirlemesinden bahsederdi. o zaman da çok hoşuma gitmişti tanım. durup dururken fark etmeyiz ama var böyle bir şey. her zaman ağzımızdan çıkar mı bilmiyorum ama insanların son kullanma tarihi var.

asosyalliğimi bir kenara bırakırsak facebook'a girmememin bir nedeni de bu. ilkokul arkadaşlarımın bir tanesini bile hatırlamıyorum. bir yerde karşıma çıksalar ve beni tanısalar "ay çok sevindim seni gördüğümeeeee, ayol ne uzun zaman olduuu!" gibi dangalakça konuşmalar yaparım eminim. çünkü yalancıyım. açıkçası sevinmem. şaşırırım ama sevinmenin alemi yok.

çünkü bu insanları hayatımdan çıkarmamın bir nedeni olduğunu düşünüyorum. şimdiye kadar hayat şartları öyle gerektirdiği için koptuğum kimse olmadı, belki ondandır. ama zaten hayat şartlarına koyayım, bize bir şey olmasın. bu kadar aşılmaz şeyler değil ki. en azından beni zorladıkları bir zaman olmadı.

kaldı ki, çok çalıştıkları için görüşemeyen insanlar sadece sıkıntılarına bahane bulmuştur. hala birbirini seven insanlar üşenmez, yarım saat için de olsa görüşürler. daha az uyumak da her zaman olasıdır.

velhasıl kelam, değil ilkokul, üniversiteden bile arkadaşım yok gibi. yok değil ama görüşmüyoruz. nasıl olduklarını bilmiyorum. doğrusunu söylemek gerekirse aklıma gelmiyorlar bile. birbirimiz için zamanımızı doldurduk. bireysel insan çöplüklerimizde boşluğa el sallıyoruz bazen. bununla yetiniyoruz. oysa küçücük bir ses yetecek duyulmaya. gerek duymuyoruz.

insan harcamak kolay.

geçen gün küfür ettim. sinirlenmiştim, ettim işte. neden olmasın? göt dedim, sikindirik dedim, bir de ağzına sıçayım dedim. hiçbir işe yaramadı. sonrasında yine sinirliydim.

şu aşağıdaki kırmızı yazısı var ya. nereden çıktı biliyor musun? bir şeyin kırmızı et grubuna isim bulmaya çalışıyordum. o zaman aklıma geldi de yazdım. karizmaya -3 puan. yok lan, belki de iyi bir şeydir kırmızı etten çıkması. belki de hiçbir anlamı yoktur, ne bileyim.

dün artık pek de diyalog kuramadığımızı gördüm. değişmişiz gibi gelmedi. sadece konuşamıyormuşuz gibi geldi. biraz üzdü galiba. ama sadece biraz. film izledik. film süresince yorum yaptım, çok gereksizdi. ama "ölüme 7 gün" diye klişenin feriştahı bir filmde başka ne yapılabilir ki? klişenin feriştahı ne ayrıca. bunu ben mi yazdım? evet, elbette ben yazdım. her neyse. yarın konuşma sorunumuzu alkol yardımıyla çözmeye çalışacağız.

ne diyordum? evet, insanların son kullanma tarihi vardır ve bu son derece normaldir. ama olmamalıdır. birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bu günlerdeeeğğğ, hepimiz bir feyzbuk sahibi olmalııığğğ; eski de olsa, unutulmuş da olsa, hatta ve hatta ölmüş bile olsa arkadaşlarımızın, o biricik can yoldaşlarımızın halini, hatrını, ıdığını, bıdığını, kaç köprüden geçtiğini, kaç dereye sıçtığını bilmeliyiz! ama ben derelere sıçmadığım için girmiyorum. oldu mu canım benim, güzel kardeşim, benim küçük sevgilim?

benim küçük sevgilim'in yazarında bir pedofillik var mıdır acaba?

1 Kasım 2007 Perşembe

kırmızı

karlar kraliçesinin gözleri maviydi. biriktirdiği küçük buz parçalarına yansırdı renk. kanı mavi akardı onun. incecik damarlar verirdi rengini tenine. dokunuşu buzdandı. nefesi bol dumanlı.

çocuk arkadaşını seçti bir gün. her şeyi bırakıp gitti.

öfke yanaklarını kızarttı kraliçenin. içinde patlayan yanardağ ellerini titretti. geride sadece üzüntü kalınca buğulandı gözleri. yaşları bile buharlaştı. mavi kendini kaybetti. kestiği bileğinden gelincikler boşaldı.

28 Ekim 2007 Pazar

nefis fikir

m.'den çıktı. uygulayamadık, muhtemelen yapamayız da ama o kadar akıllıca ki. yürüyüş yapıp salak salak küfür etmekten çok daha etkili.

herkes bir cümle yazsın demişti. acısını anlatsın bir cümleyle. ne bileyim, babasını çok özlediğini söylesin, onu geri istesin. keşke hiç çocuğum olmasaydı, o zaman evlat acısının ne olduğunu bilmezdim desin. içinin nasıl acıdığını anlatsın. sonra bu cümle üç dilde yazılsın. bir helikoptere doldurulup ilk sınır ötesi harekat yapılsın. gökten bomba yerine cümleler yağsın.

beni o kadar etkiledi ki bu fikir, hiç unutulmasın.

denge

eskiden kozmik yasa olarak geçerdi. insan ilişkilerinde dengeye bir şekilde inanmışımdır hep. kozmik yasada three fold gibi bir olay vardı da o değil. tahtırevalli (ya da her nasıl yazılıyorsa, bakmaya üşendim) şeklinde bir denge diyorum. birine nasıl davrandıysan günün birinde karşılığını görüyorsun. kozmik dişe diş. kaçan her zaman kovalanmayabilir ama kovalayan kişiden itinayla kaçılır. iyi de ne diyeyim şimdi? hakettim ben bunu. neden böyle oluyor bile diyemem.

yaşamın kıyısında gayet iyi bir filmdi. insanın çok da gözüne sokmuyor bir şeyleri. şöyle de bir diyalog vardı:

- neden onun eğitim masraflarını karşılamak istiyorsun?
- çünkü her insanın eğitim almaya ve iyi yaşamaya hakkı vardır.
- bak. şu dosyalarda yüzlerce kürt çocuk var. sabah akşam onlarla uğraşıyoruz. eğitimsizlikten, açlıktan soygunculuk yapıyorlar, adam öldürüyorlar. neden onların eğitimine katkıda bulunmuyorsun?

tahminimce bir kısım insan buna çok takıldı. bir kısım ise görmezden gelmeyi tercih etti. ama en uygun zamanları. duymamam mümkün değildi. geçenlerde i. bir mail forward etti. başlık sorunumuzun bölücülük değil, sadece kürtler olduğunu söylüyordu. sonuna kadar okumadım, okuduğum kadarı da çok sinirlendirdi beni. hayatımda ikinci kez "bana böyle birilerini aşağılayan, nefret dolu yazılar göndermemeni rica ederim" gibi bir şey yazdım. bunu ilk yaptığım kişi bana bir daha hiç mail göndermemişti. kayıp sayılmaz.

şimdi aslında halkların özgürlüğünü savunmuyorum. inanmıyorum da böyle bir şeye. nasıl bir yabancıya evimde oda ayırıp ona kendi sahip olduğum hakları vermiyorsam, ülkem için de aynı şey geçerli. burada kürtlere yabancı da demiyorum, davranışlarını onayladığımı da söylemiyorum. eğitimsizlik, işsizlik, açlık ve benzeri yaşamsal sorunlara eyvallah. elbette haklarını savunacaklar. ama 38 çocuk yapan biri de bu konuda gıkını çıkaramaz. çıkarmamalı. eğer o çocuk bin tane sorununa çözüm bulmak için dağa çıkıyorsa; öldürüyorsa ve ölüyorsa ben buna haksızlık demem. aptallık derim.

filmde de bu konudan bağımsız olarak bir sürü aptallık vardı. bundan rahatsız ediyor belki de. o filmde nurgül yeşilçay'a sempati duyan biri olmuş mudur acaba? mutlaka olmuştur da benim küçük beynimin anlam verebileceği biri olmamıştır kesinlikle.

küçücük bir dünyada yaşıyorum. kafamı çevirmem o kadar kolay ki, görmüyorum. gözüme çarpsa da kolayca unutuyorum. sırça saraylarım var birkaç tane. yapıyorum, yıkıyorum. minicik bir taş yetiyor yerle bir olmaları için. friday i'm in love. şangır. iyiyim lan. şangır. yetersiz hissediyorum ama düzeltebilirim. şangır.

when all else fails, we can whip the horses' eyes and make them sleep and cry.

bir sürü insan öldü yav. iki taraf da şehit diyor ama resmen bok yoluna gidiyorlar. bir de iyi ki çok az kişi okuyor bunu. yoksa "vatan uğruna ölmek bok yoluna gitmek mi ulan?!" der, bir tarafıma sokarlardı bıçağı. tam da bıçaklarla, silahlarla oynanabilecek zamanlar. nasıl üzülüyorum biliyor musun? hakikaten, çatır çatır ölüyorlar.

ben niye hep sinemaya yalnız gidiyorum ya? evde film izlerken de yalnızım. sıkıldım bu işten. bir de resident evil izlemek istiyorum.

yol nerede başlarsa başlasın, kadınlar hep istanbul'a geliyorlar. erkekler de hep köklerinin olduğu yere gidiyorlar. hikayelerin nasıl bittiği belli değil. ama kadın son durağına ulaşmış görünüyor hep. erkek de son durağına doğru harekete çıkmış gibi.

hadi, ölüme içelim bu gece.

21 Ekim 2007 Pazar

keman



27 yaşımın ilk resmi. bir doğum günü hediyesi olacak. tükenmeden alınız.


taşınmak ya da taşınmamak...

ne zaman annem tarafından eleştirilsem konu buraya geliyor. bu evde böyle davranamazsın. iyi o zaman, başka evde böyle davranırım. aşağı yukarı on yıldır aklımda olsa da taşınmadım. lisedeki dangalaklığımı saymıyorum, cahil cesaretiydi o. ama şimdi, yine benzer bir durum yaşayınca emlak sitelerine bir göz attım. hiç de imkansız değil. çok zor da olmayabilir. bu kadar insan bir şekilde tek başına yaşıyorsa ben de yapabilirim. hatta egoma uygun bir deyişle, babalar gibi yaşarım.

aklı başında bir insan hemen taşınmamı söylerdi. ama şimdi aklı başında bir insanın görüşlerine ihtiyacım yok. doğru düzgün bir planlamaya ve ailemi çok kırmadan ikna etmeye ihtiyacım var. planlamaya daha çok ihtiyacım var.

planlayalım. maaşı alıp 700 kadarını ev sahibine verelim. bu 700'ün içinde buz dolabı, çamaşır makinesi ve mobilya yok. ikea gibi bir yerden 100-200 ytl'lik birkaç çöp alalım. yine de buz dolabı ve çamaşır makinesi sorunumuz çözülmedi, dikkatini çekerim. elektrik, su ve doğalgaz masrafımız olacak. içinde tek kişinin yaşadığı küçük bir ev düşün, bu kişi gününün büyük bölümünü ev dışında geçiriyor, televizyonu da yok (buz dolabı ve çamaşır makinesi de yok zaten. yatağı bile yok lan!) bu faturasal masrafları da yaklaşık 200 ytl ile halledebiliriz sanırsam. cep telefonu ve kredi kartı ödemeleri var. benzin masrafı olmayacağına göre kredi kartı şeysi de daha düşük olacak. belki de olmayacak, benzin yerine yemek almak gerekecek. tamam, onu da 500 gibi düşün. evde telefon ve televizyon olmayacak, bunları zaten kullanmıyorum. elektrikli süpürge ve ütü olacak. iyi de buz dolabım ve çamaşır makinem yok. neyi ütülüyorsun salak?

o halde biraz para biriktirmek, ev sahibine bir miktar ödeme yapmak gerek. bunun dışında, 700 ytl falan ödenecek evin içinde bir buzdolabı ve çamaşır makinesinin de olması gerek. sonra alışveriş yaparken hesabını bilmek gerek. deterjan bile alacağım yav. ne tuhaf.

yine de imkansız değil. ikea'dan alınıp eve taşınacak şeyler için araba son kez kullanılacak, sonra aileye bırakılacak. özgürlük için ödenen en küçük bedel belki. ama bu arada babamın beni evlatlıktan reddetmemesini de sağlamak lazım. yapmaz ama herhalde. onu yapmasa da kalp krizi geçirebilir. yalnız yaşamak için de baba öldürülmez ki. evet ya, babam ölmesin lütfen. herhangi bir kriz de geçirmesin. annemin de sinirleri çok bozulmasın. diğer yandan da yaşlanıyorlar ve yalnız kalacaklar. salak salak konuşma, sana evlenmeni söylerken yalnız kalacaklarını düşünmüyorlar hiç.

tamam, bunlar gayet olası görünüyor da bir şeyi merak ediyorum. böyle harcamaların yokken bu kadar para nereye gidiyor? nasıl hiçbir birikimim olmadı şimdiye kadar? bunu bir düşüneyim, para biriktireyim biraz ve taşınayım. aileyi de bir şekilde hallederim. umarım.

evet, çok mantıklı.

15 Ekim 2007 Pazartesi

mektup

insan varlığının başlangıcından beri, 86 yılda bir, rastgele seçilmiş bir kişi isimsiz bir mektup alır. yazının bulunmadığı zamanlarda da bu böyleydi. sadece yöntemler farklıydı. bu mektupta her zaman aynı bilgi bulunur. şudur:

“beni yalnız bıraktığında, seni affedebileceğimi mi sandın?”

evet, tek cümle. çünkü tanrı, sanılanın aksine, kitaplar dolusu konuşmaz. cümleyi okuyan kişi kendini iki şey sanabilir:

- peygamber
- kötü bir şakanın kurbanı

kendini her ikisi olarak görenler gerçek peygamberlerdir. en bilinen örneklerini vermek gerekirse, musa tanrı’yı yalnızlığından kurtarmak için göç etti. güvendiği bir kaynak ona gitmesi gereken yerin çöl olduğunu, orada tanrı’yı bizzat gördüğünü söylemişti. söylemediği şey, orada aç kalmamak için bazı yabani otlar ve kaktüslerle beslendiğiydi. o sıralarda kimse “halüsinojen” kelimesinden haberdar değildi.

bir diğer yorum isa’dan geldi. tahmin edilebileceği üzere o, durumu kabullenmişti. toplu intiharları önlemek için insanları günahkar doğduklarına ve arınabileceklerine inandırdı. arınma kelimesi insanların aklına ilk olarak suyu ve sabunu getiriyordu. ateşin arındırıcı gücünü fark etmelerinin nedeni suyla çıkmayan doğum lekeleri ve çiller olmuştu. her cadının burnunda veya çenesinde kocaman bir ben olmasının nedeni budur. benli olmayanlar da kızıl ve çillidir. dolayısıyla, tam da söylendiği gibi, erkekleri kolayca baştan çıkarırlar. (burada engizisyon’dan bahsetmenin pek anlamı yok. yaptıklarınn dinle ilgisi yoktu. bu anlayışı günün birinde marquis de sade olarak karşılarında görünce çocuklar gibi sevindiler.)

muhammed’e gelince... “seni hiç yalnız bırakmadık ki, bırakanlar düşünsün” dedi ve üstüne alınmadı. aynı şekilde bilgiyi yaymaya devam etti. insanlara inanmaları gerektiğini söyledi. kollektif inanç sayesinde tanrı yalnız kalmayacaktı. elbette bu yeterli olmadı. dünyada bu kadar potansiyel inanç varken, neden arabistan yarımadası’yla yetinsindi ki? o ve ardından gelenler, tanrı’yı yalnız bırakanlara inançları hakkında pek çok şey düşündürdü.

mektubu alanlardan biri de buddha’ydı. yaptığından çok utandı. bunca zaman tanrı’yı yalnız bıraktığını fark etmemişti bile. o da musa’nın yöntemini denedi ama kendisine yol gösterecek kimsesi yoktu. bu nedenle içsel bir yolculuğa çıktı, kozmos’a karışmaya çalıştı. hepimiz biliyoruz ki; çalışan kazanır, elması kızarır.

mektubu alanlar arasında pek çok ünlü de bulunuyor. nietzsche, da vinci, dali bunlardan bazıları. rodin’in düşünen adam’ı mektuba anlam vermeye çalışırken yaptığı söylenir. joan osborne da bilinen tek şarkısını bu mektuptan etkilenerek yapmıştır. kevin smith’in dogma’yı çekmesi de aynı nedene dayanır.

bunlar ve daha fazlası tanıdıklarımız. tanımadıklarımız ise bundan çok daha fazla. örneğin mektup isviçre’de daniel’in eline geçmişti. rastgele gönderimin cilvelerinden biri olarak, daniel psikopat çıktı. mektubu eski sevgilisinin gönderdiğini düşündü ve hemen o gece kızcağızı küçük parçalara ayırıp köpeğine yedirdi. (kızın kulağında unuttuğu minicik küpe köpeğinin bağırsaklarını parçalayınca yakalandı.) bir posta kutusuna sahip olmadığı için mektubu bir anda cebinde bulan kebangsaan da bunun kötü bir şaka olduğunu düşünenlerdendi. kimse onunla alay etmeyince, hayalperest genç kız zihni buna daha fazla dayanamadı. akıl hastanesine kaldırılırken, çığlıkları arasında mektubu ölmüş annesinin gönderdiğine yemin ediyordu.

bir de ben varım işte. amaçsızca yürürken yolda gördüğüm teyze posta kutusundan mektubu çıkardı. okuyup gülümsedi ve gökyüzüne baktı. ben de neden bu kadar mutlu olduğunu merak ettim ve mektubu elinden kapıp kaçtım. şimdi mantıklı düşünen herkes de yazdıklarımın doğru olduğunu tartışmasız kabul edecektir. zaten başka ne olabilir ki? mesela mektubun neden 86 yılda bir geldiğini de biliyorum ben ama söylemem. çünkü gıcığım.

10 Ekim 2007 Çarşamba

bir blogdan başkasına

mayısta yazmışım bunu. sende de bulunsun. bir de sanırım artık yeni bir şeyler yazma zamanım geldi. neyse... al bakalım.

Unabomber

Ya Dövüş Kulübü'nü özlediğimden ya da son zamanlarda Leviathan'ı tekrar okuduğumdan, sisteme tuhaf şekillerde karşı koymaya çalışan insanlar ilgimi çekti. Bunlardan biri de Unabomber olarak tanınan Theodore John Kaczynski.

Kaczynski Harvard'da matematik profesörüyken, her şeyi bırakıp teknolojiden tamamen uzaklaşarak bir dağ evine yerleşiyor. Burada bombalar yapıyor, üniversitelere ve bir havayolu şirketine gönderiyor. Eylemleri sonucunda üç kişi ölüyor. "Mesajımızı halk üzerinde kalıcı bir etki yaratabilecek şekilde sunmak için bazı insanları öldürmek zorunda kaldık" diyor. Kaos Yayınları'ndan çıkan "Sanayi Toplumu ve Geleceği" isimli manifestosu yayınlanınca yakalanıyor. 1998 yılından beri hapiste.

Şimdi manifestoyu okuyorum. İlgimi çeken saptamalarından biri Maslow'un piramidiyle ilgili. Piramidin tepesine çıkıp kendimizi gerçekleştirmeye çalışıyoruz, temel ihtiyaçlarımız ise o kadar kolay karşılanıyor ki, bunları düşünmeye gerek duymuyoruz bile, diyor Kaczynski. Eğer bir yan uğraş bulup kendimizi gerçekleştirme aşamasına gelmezsek de canımız sıkılıyor, depresyona giriyoruz, intihar ediyoruz. Ardından da ev yapımı bombalarla medeniyeti ortadan kaldırmaya çalışıyor; daha doğrusu bir adım atıyor.

Dövüş Kulübü'nün yazarı Chuck Palahniuk'un çeşitli kitaplarında bu tavrı görüyoruz. "Sahip oldukların sana sahip olmaya başlar" diyor Palahniuk. Filmin sonunda da New York ekonomisinin kalelerini yıkıyor zaten. Film orada bitmese, reklam ajansları Tyler Durden'ın ikinci hedefi olabilirdi.Kullanılan yöntemler konusunda doğru ya da yanlış şeklinde yorum yapmayacağım ama etkileyici oldukları su götürmez. Gündem bu kadar hızlı değişiyor olmasa ya da biz bu kadar çabuk unutmasak, etkileri de uzun süre devam edebilir.

Bu yazıyı kafamdakileri tam olarak toparlamadan yazdım ve nasıl bir sonuca varmaya çalıştığımı hatırlamıyorum. Yazılı düşündüğümü söyleyip üç nokta koyayım sonuna...

Bu arada, manifestoyu merak edenler orijinal metni ve çevirisini aşağıdaki adreslerde bulabilir:
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=404
http://www.soci.niu.edu/~critcrim/uni/uni.txt

6 Ekim 2007 Cumartesi

hassas bir nokta

utanç verici bir şey. hastaneler ve hastalıklardan çok rahatsız oluyorum. rahatsız oldukça çenem düşüyor. daha kötüsü, ağlamaya başlıyorum. hiç gerek yok üstelik, hasta bile sayılmam. kesinlikle utanç verici.

bugün annemle doktora gittik. küçük bir enfeksiyon nedeniyle kasığımda bir şişme var. parmaktaki dolama gibi. antibiyotikle azalırsa sorun yok, azalmazsa da pazartesi yaracaklar. ama sorun bu değil. onlar yarmasa kendim de neşterle falan dalabilirdim gayet de.

- acil bir durum mu vardı?
- evet, çok acil bir durum. yoksa neden burada olalım ki?
- buyrun, ne için gelmiştiniz?
- prostat kanseri olmuşum.
- hahaha!
- hahahaha! şaka şaka. delirdim, bu yüzden geldim.
- eheh...
- hahaha! yok, bu da şaka. kasığımda bir şişme var sadece.
falan filan...

annem kızdı tabi. genel olarak hareketlerimi onaylamıyor. ama bilmiyor ki dün başka doktora anlattığım hikayeyi... ne yapsam bilemedim, hayatımın psikiyatristini aradım.

- bir şey soracağım ama bu kez ruh sağlığımla hiç ilgisi yok.
- hadi bakalım?
- birkaç yıl önce uzaylılar tarafından kaçırıldım, kasığıma bir göktaşı yerleştirdiler. sonra bu bir organizmaya dönüşüp çoğaldı, orada kendi ailesini oluşturdu. bir süre sonra yerlerine sığamadılar elbette. şiştiler ve ağrıya neden oldular. onlarla aklı başında bir birey olarak önce konuştum. bakın dedim, bu benim vücudum ve biz burada yabancıları sevmeyiz. efendi olun, gidin buradan. ama dinlemediler. belki senin konuşman bir işe yarar dedim. olmuyorsa da jinekoloğa mı gideyim, dahiliyeye mi yoksa uzay araştırmaları enstitüsüne mi?

sonuçta kadın hastalığı sahibi olacak kadar kadın olduğuma karar verildi ve bugün hastaneye gidildi. beklerken sigarasızlık ve baş ağrısı (genel rahatsızlığıma değinmeme bile gerek yok) gözlerimi doldurdu. piçin teki her nedense çığlık atınca aynı gözler taştı. annem de gitmedi bir türlü. bu salak duruma onun yanında düşmek iyice gerdi beni. karşımda oturup sırasını bekleyen kadın herhalde kürtaj için geldiğimi falan düşünmüştür, o kadar kötüydüm. eh, bir yandan da süper rasyonel kişiliğim saçmalama diye baskı yapıyor... ne yapsın bu bünye ha?! ne yapsın?!

- nasıl bir şişlik? görülüyor mu?
- odanın diğer ucundan bile görebileceğinize şüphem yok.
- sizi içeri alalım, bakalım.
- (içeri girince) whoaaaaaa!!!
(evet sevgili alice... o masa, ta kendisi! böyle renkli menkli bir şeyler yapmışlar ama inan bana, hiç sevimli görünmüyor.)

sevmiyorum hastaneleri a.k.!

2 Ekim 2007 Salı

ellipsis

vice

somewhere, sometime, somehow
the magic was lost
then something lost its appeal


versa

hiç öpmemeliydin beni. bunca zaman sonra benimle sevişmemeliydin. aslında hiç bana gelmemeliydin.
her şeyin ötesinde
beni hiç sevmemeliydin.
zaten birkaç kelimede bitmişti. bitmesine bir bakışın yetmişti.
kuralları nasıl unuttun?
kadın sevişirken yeşerir. erkek sevişince tükenir. aslında her şey dengelidir.
tek sevgi vardır, erkekten kadına geçer. kadın saklar onu, erkek terkeder.
kuralları nasıl unuttum?
seni sevdiğimi söylememeliydim. sonra çekip gitmemeliydim. aslında hiç geri dönmemeliydim.
her şeyin ötesinde
bunları bilerek seninle evlenmemeliydim.


etcetera

i felt someday you would leave me
then someway i left, before you did
and i still wonder if you’ve even noticed


full stop

seni sevemeyeceğim kadar çok seviştik.
bir çay yap bari, film falan izleyelim.
duyuyor musun?
neredesin?

22 Eylül 2007 Cumartesi

oha lan...

en son 2005'te birinden hoşlanmışım. onu da sadece çekici bulduğumu yazmışım ama inkar mekanizması herhalde. diğerleri için hiçbir şey yazmadım zira. yazı bu. 26.09.05 tarihli. vay be. duygusuz mu olmuşum nedir... bir de kimdi bu acaba? merak ettim şimdi. neyse...



went too fast i'm out of luck and i don't even give a fuck...

yasam kalitesi diye bir sey var... düsüyormus bazen, hastalaninca falan... düsünce rahatsiz olurmus insanlar... ben çok kaliteli bir yasamim... kafam düstü ama... kullanilmaz duruma getirdim saga sola çarparak... buldugum her yere kafa atabilirim ve ardindan ne duruma gelecegim umrumda degil...

kafamin bir kösesinde "promiscuous" kelimes yanip sönüyor... nihai amacin nedir? hiçbir fikrim yok... kafami omzuna yaslayip uyumak isteyebilirdim ama simdi dudaklarini isirmayi tercih ediyorum... ve sonrasi umrumda degil... sadece beni arayip yasam kalitemle oynamaya çalismaman gerek... sevgili istemiyorum... sevmeye çalismak da istemiyorum... öyle özelliklerimi çöpe attim... yasam kalitem tavan yapti ve medikal açidan benden sagliklisi yok... canim medikal cicim medikal... yazdikça yazasim geliyor senin üzerine... birkaç tane de referans oturtmak istiyorum çevrene...

sevecen sarkilardan etkilenmeyi de engelleyemiyorum... engellemeye çalismadim aslinda hiç... saçma geliyor sadece... içimde bir seyler "kos çabuk, bul birini ve asik ol" diyor ama dinlemiyorum onu... son zamanlarda en çekici buldugum kisi kendimde sevmedigim özellikleri tasiyor... bunun disinda fazla tanimiyorum da onu... o farkliliklari görürmüs, ben benzerlikleri görüyorum... ama gördügüm benzerlikler sadece kötü olanlar... sahane! onu da ancak "çekici" bulabiliyorum, bu da ayri bir güzellik... insan hoslanir, sever, asik olur, ask acisi çeker... ben çekmem... neymis nihai amaç? yeniden kafamda neon isiklariyla yanip sönmeye basladi "promiscuous"... but who cares anyway?

böyle olmaz diyorlar... yorgunsun, çok çalisiyorsun diyorlar... biraz dinlen diyorlar... sen robot degilsin diyorlar... ben de bir sey demiyorum... cevap vermeye deger mi? belki... ben degerlerimi çöpe attim ama... menkul kiymetler yaptim kendilerinden... makul sandilar bunu... çevreme bakinca yasadigim hayatin makul olmadigini gördüm... kalitesi düsükmüs... ilaç brosürü gibi göründü gözüme... ne kadar da seviyorlar bu tanimi...

patlama degil bu, hiçbir sey degil... neden bunca zamandir hiçbir sey yazmadigimi düsünüp biraz zirvalamaya karar verdim, hepsi bu... yeniden konusmaya baslayacagim anlamina gelmiyor... birkaç kisiyle dans, birkaç küçük mutluluk, biraz tatmin... neseli davranislar... her sey normal... gülümsemem yeter... kelimeleri paylasmaya gerek yok... konusmak harf israfindan baska bir sey degil... bilineneleri seslendirmeye gerek yok... kimsenin birbirini dinlemeye ihtiyaci yok... hiçbir sey yok ve her sey etrafa dagilmis sekilde var... toparlamak gerekebilir bir ara...

masanin üzerinde duran bir kretuarla birbirinize bakmaniz tehlikelidir. biz buna kesisme diyoruz, ki kendisi gerçek kesiklerle sonuçlanabilir... aslinda günlerdir de düsünüyorum bunu ama zaten kolumda üç tane var... bunlar bile saçmalikken daha fazlasi delilik bile olabilir... oysa ben çok akilliyim... o gördü çizgileri... konu bizi oraya getirmisti... üstelik konusulmuyordu bile... sadece bir konuydu o çünkü bir ara soyunulacakti bir sekilde... bir sekilde görülecekti hepsi... daha önceki bir konusmadan gelen bir konuydu... dokundu... görmek istedi... nedenini sordu... ihtiyacim oldugunu söyledim... böyle ihtiyaç mi olurmus? belki de olurmus...

bak bunu unutmuşum

Adım Nil. Sadece üç harf. Bazılarına anlamsız gelebilir ama o üç harf bana ait olan her şeyin simgesi. Temsil ettiklerinden kaçanlar yıllarca küçük bir kelimeyi kullanmaktan çekinip dolambaçlı yollara saptılar sandım. Büyüyünce anladım, kimse bir şeyden kaçmıyordu. İsmimden uzak durmalarının nedeni önem vermemeleriydi. Kim olduğumun bir değeri yoktu onlar için. Görmedikleri birine isim vermeye gerek duymamışlardı sadece.

Başlarda babasının kızıydım ben. Parçalanmasına ramak kalmış bir aileyi ayakta tutmak için “hık” demişti babam, burnundan düşmüştüm. “Aynı babası” demişler hastanedeki pembe yataklı bebeğe. Evde “kasap Hikmetler’in çocuğu”nun yastığına takmışlar altınları. Babamın hem ismi, hem lakabı olunca, ona çok benzeyen kızının bir kişiliğinin olabileceği gelmemiş akıllarına.

Yok canım, öyle silik bir tip de değildim. Mahallede bir çocuk salya sümük annesine koştuğunda herkes bilirdi sekiz numaradaki kızdan şikayetçi olunacağını. Ama annem bana hiç “Aşk olsun Nil, neden dövdün ki çocuğu?” demedi. Karşılaştığım cümle genellikle “Bıktım bu şikayetlerden Allah’ın cezası!” oluyordu. Okula kaydım yapılırken isim hanesine ya Allah’ın cezası ya da yavrum yazarlar diye düşünmüştüm. Böyle de dengesiz bir ailem vardı. Bir taraftan ne kadar itildiysem, diğer yandan o derece kucaklandım. Ne var ki, hiçbir zaman isim sahibi olamadım onların gözünde de.

Yoklamalarda durum değişir sanmıştım; öğretmenimiz isim yerine numraları okumaya başlayınca bunun da işe yaramayacağını anladım. İlkokulda da ismim yoktu, sadece 1296’ydım.

13 yaşındaydım, ilk kez günlük tutuyordum. Kendime kalbim kadar temiz sayfalar ayırmıştım ve hepsini ergenlik bunalımlarımla kirletiyordum. Dolayısıyla yazdıklarımı kimseye okutmuyordum. Ama günlüklerinde hoşlandıkları tiplerden bahseden ve bunu bütün sınıfa teşhir edenler de vardı, birkaç kişinin genç kız fantazilerini rontgenleme fırsatım olmuştu. Tuhaf bir gerçekle karşılaştım o zaman. Sadece benim günlüğümün adı yoktu! Yaşıtlarım kişilik sorunları yaşarken, benim sorunum kişiliksizlikti.

Ben daha kendi adıma sahip olamazken insanlar yavaş yavaş “nick” edinmeye başlamıştı. Daha iyi hissettiriyordu bu. Artık sadece kadının değil, koskoca bir neslin adı yoktu. Ben de 11C’deki sarışın olmaya alışmıştım bu sayede; ta ki adımı duyana kadar.

Öyle çarpıştık ve kitaplarımı düşürdüm gibi bir başlangıcı yok. Hiç de romantik değildi. Kaltağın teki kızlar tuvaletini oyun alanı sanıp su savaşı başlatmıştı. Ben çıkana kadar yapmamasını söylediğimde de suratıma bir avuç su yemiştim. O kaşınmıştı, ben de kaşıyordum gerektiği gibi. İzleyicilerin yanı sıra bizi ayırmaya çalışan birkaç kişi de vardı ama hatun dersini almayıp küfür etmeye devam ettiği için bırakmıyordum. Birinin “Nil yeter ya!” dediğini duydum. Bileğimi tutup yeniden Nil diyene kadar benden bahsettiğini anlamadım, sonra da yüzüne salak salak baktığımı hatırlıyorum. Beni durduran, kavga ettiğim kızın sevgilisi Erkan’dı ve ben ilk kez aşık olmuştum.

On bir yıl boyunca nefret ettiğim okul, bitmesine iki hafta kala başka bir anlam kazanmıştı. O anlamın da içine etmekte gecikmedim. Sadece iki cümle geçti aramızda:
- Böyle davranman gerekmezdi.
- Avukatı mısın onun salak?!
Sonuç: Başlayamadan biten hazin bir aşk öyküsü...

Biliyorum, o zaman da biliyordum, saldırgan davranmanın anlamı yok. Ama bu konuda yapabileceğim bir şey de yok. Aşkın insanı aptallaştırması değil bu; hepsi insanlara yumuşak davrandığında iyi niyetini suistimal etmeleriyle ilgili. Nasıl güvenebilirim ki? Erkan’a da sadece adımı bildiği için aşık olmuştum ama sırf bu yüzden, üstüme geldiğinde alttan alacak değildim. Biraz sert tepki vermiş olabilirim, kabul ediyorum ama o kadar da kontrollü olamıyorum, ne yapayım? Zaten hepsi şerefsiz bunların. Hepsi aynı. Yine de insanlara değer veriyorum. Ben en azından onlara isimleriyle hitap ediyorum.

Erkan’la böyle bir başarısızlık yaşamam hayal kırıklığına neden oldu elbette ama hayat devam etti ve birkaç erkek arkadaşım oldu. Cicim aylarımız adımın Nil olduğu sürece devam etti, “Bebeğim kalkalım mı artık?” olunca da bitti. Kimsenin canı, bebeği, meleği olmak istemiyordum, Nil olmamı neden kabul etmediklerini de anlamıyordum. Birlikte olduğum kişi adımın Can olmadığını öğrenene kadar da bekar kalmaya kararlıydım.

Aşk hayatım böyle yanlış anlamalarla devam ederken ben çalışmaya başlamış ve bir daire tutmuştum. Serdar Bey için “şirketin beyni”, ev sahibim Handan Hanım içinse “6 numaradaki kiracı” adını almıştım. Hatta Handan Hanım kapının önünde düşüp kolunu kırdığında yardım için beni çağırmıştı. Elbette “Niiiiil!” yerine “6 numaraaaaa!” diye bağırıyordu apartmanda.

Uzun lafın kısası, hemen herkesle aram iyi olsa da aramızda her zaman bir mesafe vardı. Beni önemsemedikleri için mesafeyi de umursamıyorlardı. Oysa o mesafede koca bir hayat vardı.

İsimsiz geçmiş 29 yılın ardından bugün yine doğum günüm. Sabah kendime pasta aldım, tek kişilik. Böyle günlerde bankaları ve mağazaları daha çok seviyorum. Mesajları standart da olsa hepsinin başında Sayın Nil Akifoğlu yazıyor. Arkadaşlardan da birkaç mesaj geldi ama aralarında “İyi ki doğdun Nil” diyen çıkmadı. Ah, bir de çiçek aldım, bu akşam çok işi olduğu için benimle buluşamayacak olan en yakın arkadaşım Aylin’den. “Hanfendi, bunlar size galiba” diyen çocuktan “biricik arkadaşım” diye birine gönderilen çiçekleri aldım, masamın üzerine yerleştirdim ve ağlamaya başladım. Durduramıyordum kendimi. Katıla katıla ağlıyordum tanınmadan geçen otuz yılım için.

Serdar Bey geldi sonra, ağladığımı görünce kapıyı kapatıp oturdu yanıma. “Ağlama kız,” dedi, “kocaman kıza yakışıyor mu böyle yapmak?” Sonra hayattan, deneyimlerden, her yaşın kendine göre bir güzelliğinin olmasından, önümde uzun ve çok güzel bir hayat olmasını dilediğinden ve daha bir ton saçma sapan şeyden bahsetti. Bir boktan haberi yoktu. Onlar için ne kadar önemli olduğumu söyleyip kalkıyordu ki, “Serdar Bey,” dedim, “benim adım ne?”

Yüzüme baktı öylece, zaman kazanmak için alakasız bir şeyler söyledi, bulamayınca konuyu değiştirmeye çalıştı. Gittikçe daha çok sinirleniyordum. Bunca zamandır tanıdığı, hatta değer verdiğini söylediği kişinin tek özelliği “şirketin beyni” olması mıydı yani? Başka hiçbir şeyi, bir ismi bile yok muydu değer verdiği kişinin?

Konuşması katlanılmaz bir hal alınca kendimi kaybettim sanırım. Masamın üzerindeki doğum günü çiçeği saksısını kafasına indirivermişim. Ben bunları yazarken o hala yerde yatıyor, kafasının çevresindeki kan gölü de iyice büyüdü. Herhalde öldürdüm Serdar Bey’i. Bu kapıyı açmamla birlikte yeni isimlerim olacak; deliren ihracat müdürü diyecekler, sülalenin yüz karası diyecekler, “24 numarada çalışan sarışın patronunu öldürmüş” diye konuşacaklar arkamdan. Gazeteleri okuyanlar ise olayı bir sonraki sayfaya kadar hatırlayıp Nil Akifoğlu adını fark etmeyecekler bile. Hayatımı değiştiren olayın hayat gözünde değeri bu kadar işte.

21 Eylül 2007 Cuma

terminator 4 - the rice of the machines

olay 2045’te çin’de geçiyor. john connor’ın kıçındaki kıllar kadayıf olmuş, oğlu makine kafalarıyla futbol oynayarak büyümüş. connor yaşlanınca makineler de artık sıkılmışlar, emekliye ayrılmaya karar vermişler. ama makineler işlevsiz kalınca patlayacaklarından farklı görevler almaya başlamışlar. bazı ülkelerde terminatör marka torna tezgahları; bazılarında tek düğmeyle ütüye, buzdolabına, çamaşır makinesine ve bulaşık makinesine dönüşebilen sıvı alaşımlı terminatörler ortaya çıkmış. terminatör alışverişinin çılgınlık düzeyine vardığı sıralarda skynet çin’de bir dolara makineler üretmeye başlamış. pirinci toplayan, gerekli işlemlerden geçiren, tane tane pişiren ve opsiyonel parçasıyla servis de yapabilen bu makineler yok satıyormuş. bunun nesi var diyeceksiniz. şusu var: john connor’ın oğlu david connor bir gün “yine mi pilav?!” diye bir serzenişte bulunmuş. annesi de “paşaya yemek beğendiremiyoruz, hayret bişi!” diye bunu tersleyince david pirinç manyağı makinelere savaş açmış.

it

hayat sigortası pazarlamacısı murat üç aydır bir kişiye bile sigorta satamamıştı ve işini kaybetmek üzereydi. çok bunalmıştı. herkes satış yaparken onun nesi eksikti?

ama bu kez kararlıydı. müşterisine indirim yapacak olsa bile sigortayı satacaktı. bir haftadır yeni yöntemi üzerinde çalışıyordu. insanların korkularını kullanacaktı. ölmekten korkmuyorlarsa da, karanlıktan bile yeteri kadar korkan herkes elbette hayat sigortası yaptırırdı.

bugün perihan bilge'yle bir randevusu vardı. yetmiş iki yaşında, yalnız yaşayan ve merhum eşinden kalan yüklü mirasla geçinen bir kadındı. yaşına göre oldukça sağlıklı geliyordu sesi telefonda. murat karşısına nasıl birinin çıkacağını bilmiyordu ama buna pek kafa yormuyordu. tek noktaya odaklanmıştı: satış yapmak!

verilen adresi bulup şirket arabasını kapının önüne park etti. ikinci kat pencerelerine baktı. parlak sarı renkte, pembe puantiyeli perdeleri olan pencere perihan hanım'ın olmalıydı. yaşlı kadının bu kadar zevksiz olmasını beklemiyordu doğrusu. böyle saçma bir desenle perde değil, palyaço kıyafeti olurdu ancak. hırsla çatılmış kaşlarını normal konumuna getirdi, yüzüne güven veren bir gülümseme yapıştırdı ve zili çaldı.

perihan hanım, otuz iki dişini gösteren bir gülümsemeyle kapıda belirdi. görünüşe bakılırsa acilen bir dişçiye gitmesi gerekiyordu. murat bu ayrıntıyı kafasına not ederken, hızla (ama kesinlikle acele etmeden) kadını baştan aşağı incelemeye başladı. parlak kırmızıya boyanmış saçlar (bunama), feci şekilde kanlanmış mavi gözler (hipertansiyon), beyaz denecek kadar solgun ten rengi (kansızlık), kırmızı ruj (zevksizlik), dar omuzlar (kemik erimesi), bol pantolonla daha da geniş görünen basenler (metabolik sendrom)... perihan hanım'ın hayat sigortasından fazlasına, muhtemelen yeni bir hayata ihtiyacı vardı. yetmiş iki yaşında bir kadın böyle görünmemeliydi. kapıdan girerken kadının pudra ve pamuk şeker koktuğunu farketti. pamuk şeker kokusunu diyabet hakkında konuşurken kullanabilirdi.

murat'ı oturma odasında bir koltuğa oturttuktan sonra çay getirmek için mutfağa gitti perihan hanım. koridordaki aynanın önünden geçerken kendine bir göz attı, gülümsedi, "hadi yaşlı örümcek, göreyim seni!" diyerek fincanları hazırlamaya başladı. elinde tepsiyle oturma odasına girdiğinde murat'ı etrafındaki balonlara bakarken buldu. sesine anaç bir ton vererek "ne güzeller di mi?" dedi, "burada hepsi uçuyor."

"evet. sizin yaşınızda birinin evi için pek alışık olmadığım bir görüntü. torununuz için mi?"
"çocuklar için. burada hepsi uçuyor. bir balon ister misin? istersin di mi? balon?"

murat kadının kafasının oldukça karışık olduğuna kanaat getirmişti tamamen. bu yaşta bunama normaldi. alzheimer riskini de kafasındaki notlara ekleyip "eveeeet" dedi, "şimdi işimize bakalım. kendinizden, hayatınızdan ve beklentilerinizden bahsedin bana."

"önce çayını içseydin evladım? soğumasın."

bu arada perihan hanım elindeki fincanı ağzına götürmüştü bile. şapırdata şapırdata, hatta biraz döke saça, neredeyse kaynar durumdaki çayı mideye indiriyordu. murat, kadının çıkardığı iğrenç seslere aldırmadan ülseri not etti. bu kadın her şeyi midesine bu şekilde gönderiyorsa iç organlarının işi çok zor olmalıydı. fincanını eline aldı. karıştırırken, çay sandığı şeyin koyu kıvamlı, kırmızı bir sıvı olduğunu gördü, fincanı nazikçe yerine bıraktı. perihan hanım'ın yüzündeki ifadeyi görünce açıklamaya başladı.

"çok zahmet etmişsiniz ama kuşburnu içemiyorum, her yerim kabarıyor sonra. gördüğünüz gibi, hastalık her yerde. özellikle belli bir yaştan sonra ne kadar dikkat ederseniz edin yakanızı bırakmıyor."

perihan sabırsızlanmaya başlamıştı. murat'ın gözleri mi bozuktu yoksa çok mu soğukkanlıydı? şimdiye kadar ficanda kan görüp de böyle tepki veren biriyle hiç karşılaşmamıştı ama pes etmeyecekti. elinde daha bir sürü korkutma yöntemi vardı. normal sesine döndü. bu ani ses değişimleri herkesi tedirgin ederdi.

"palyaçoları sever misin genç adam?"

bir türlü konuya giremediği için canı sıkılan murat palyaço mevzusunu olabildiğince çabuk kapatmak için durumu özetledi.

"küçükken severdim belki ama uzun süredir pek hoşlanmıyorum onlardan. belki hatırlarsınız, 'o' diye bir film vardı. onu izlediğimden beri sevmem."
"çok mu korkutmuştu seni?"
"hayır. senaryoya lafım yok da, çok kötü bir filmdi. oyunculuk da, müzikler de, efektler de... hele o örümcek! hayatımda gördüğüm en başarısız örümcekti! palyaço hali de çok aptaldı. sürekli aynı cümleleri tekrarlaması falan... korkutucudan çok sinir bozucuydu. üstelik otuz yılda bir beslenmesi de aptalcaydı. düzenli beslenme sağlıklı yaşamın anahtarıdır. yine de bizim sigorta poliçemizde özellikle üzerinde durduğumuz konulardan değil. çok kötü besleniyor olabilirsiniz ama sağlık sigortası yaptırmanıza engel değil bu. bilakis, böyle durumlarda hem sağlık hem de hayat sigortası yaptırmak daha avantajlı."

perihan sinirden ne yapacağını şaşırmıştı. murat denen kıçıkırık sigorta satıcısı korkmamak şöyle dursun, aşağılamıştı da onu! sinirden elleri titremeye başladığında odadaki birkaç balon patladı ve her yere kan sıçradı.

duyduğu sesler murat'ı irkiltmişti. sigortacının koltukta hafifçe sıçradığını gören perihan, "bu da bir şeydir" diye düşünerek saldırdı.

"o benim!"
"kim?"
"o!"
"o kim?"
"pennywise!"

murat'ın gözleri dehşetle açıldı. perihan (nam-ı diğer pennywise), zevkten dört köşe olarak keskin dişlerini gösterdi ve murat'ın koluna hamle yaptı. ama murat daha erken davranmıştı. hızla sehpanın üzerinde duran kalemine uzandı ve "olmuyor ama!" diye haykırdı.

"şimdi bütün belgeleri yeniden düzenlememiz gerek! neden ilk konuşmamızda sahte isim kullandınız ki? bu en az iki saatimi alacak, her şeyin şefe yeniden onaylatılması gerek!"

pennywise ilk şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra harıl harıl belgelerle uğraşan murat'a bakakaldı. tek sorunu yanlış isimmiş gibi form dolduruyordu adam. zaten tek sorununun da bu olduğunu anladı pennywise. yüzlerce yıllık hayatında ilk kez kalbi sıkıştı. omuzlarından ensesine doğru ağrılı bir sıcaklığın yayıldığını hissetti. göğsünü tutarak öksürmeye başladı. birkaç saniye sonra da gürültüyle yere yığıldı.

murat kafasını kaldırınca yerde can çekişen kadını gördü. kafasında bir şimşek çaktı ve ayağa fırladı. çok az zamanı kalmıştı. hemen hastaneyi arayıp bir ambulans çağırdı ve kadının yanına dönüp "dayanmalısın!" diye bağırdı.

pennywise kendine geldiğinde sedyeye yatırılıyordu. murat kadının elindeki kağıt ve kalemi alıp bir zafer edasıyla imzayı inceledi.

"çok akıllıca bir karar verdiniz. size söylemiştim, hastalığın nerede karşımıza çıkacağı belli olmuyor. eh, bu işin ölümü var, kalımı var. her an her şey olabilir. yalnız şartlarımıza göre, sağlık sigortanızın devreye girmesi için ilk ödemenin üzerinden altı ay geçmesi gerekiyor. şimdiki hastane ziyaretiniz sigorta kapsamında olmayacak. tam kapsamlı sigorta seçtiğiniz için tüm mallarınız da güvencemiz altında. evle ilgili olan ayrıntıları ben şimdi yazarım da, gitmeden sorayım, arabanızın marka ve modeli neydi?"

yeniden kendinden geçmeden önce tükenmiş bir ses çıktı pennywise'ın ağzından.

"1718 model sirk arabası."

selim

Kafasındaki tahtaların ne zaman çatırdamaya başladığı belli değil ama lisedeki psikoloji derslerinden sonra elinin üzerinde yürüyen pembe filleri görmek için çok uğraştı Selim. Çok mu ilgisiz bırakmışlardı onu, yoksa çevresindeki rahatsızlar mı çekiyordu ilgisini anlayamadık hiç; normal olmamak için neden bu kadar uğraştığını çözemedik bir türlü. Hepimiz gibiydi o da. Ne daha zeki, ne daha deli. Tek farkı, farklı olmak için giriştiği çabaydı.

Sanata ilgisi yoktu aslında. Bir derste verilen örnekle Dali'nin standartlara pek uymadığını öğrenince ona dadandı. Saatlerini geçirirdi adamın bir resmine bakarak. Başlarda, engin bilgisinden yararlanmamız ve farklı bir bakış açısı yakalamamız için gördüklerini bize anlatmayı denedi. Sadece denedi. Kurduğu cümleler ilkokul cümleleriydi. Sabırla dinledik, birkaç kişi gerçekten ilgilenir gibi yaptı hatta. Neyse ki kısa süre sonra (daha doğrusu, sadece sivilceli ve bıyıklı kızların bunu tanışmak için kullandığını gördükten sonra) Dali'den de vazgeçti, sanat muhabbetinden de.

Selim'in en büyük korkusu intihar edecek kadar bunalmaktı. İkincisiyse ablası Selin'e benzemek. Selin'de bir sorun olduğundan değil, ona benzerse kadın gibi hissedeceğini sanırdı. O kadar homofobik de değildi aslında, sadece arkadaşlardan biri gay olduğunu söylediğinde aklına gelmiş olmalı korkmak. Zaten hiçbir zaman bunalamadı da Selim, öyleymiş gibi davranmayı bile başaramadı. Sabah darmadağın gelirdi okula, yüzünden düşen bin parça. Bütün gece uyumadığını söylerdi ama şişmiş gözlerine bakınca anlardık en az on iki saat deliksiz bir uyku çektiğini. Homurdanıp dururdu sabah sabah, tüm günlerin birbirine benzemesi konusunda acıklı olduğunu sandığı demeçler verirdi. Bu homurdanma, gerçekten uyumamış olan Özge sınıfa girinceye kadar sürerdi. Selim dışında hepimiz günaydın derdik, fazla konuşmayan Özge de bizi başıyla selamlardı. Kafamızı çevirdiğimizde Selim'in kısılmış gözlerle uzaklara baktığını görürdük. Yine karizmatik göründüğünü düşünürdü ve Özge kendisine günaydın bile demeyen Selim'i yine takmazdı. Özge'nin hep yanımızda olmasını isterdik. Onun sessizliği Selim'i de susturuyordu sonuçta.

Ne kadar olumsuz davranırsa davransın, kimse Selim'e sinir olmazdı. Kimse özellikle sevmezdi de onu. Özge yokken Selim konuşur, birkaç kişi de onu dinler gibi yapardı. Öyle bariz bir ilgi görme ihtiyacı vardı ki, insanlar ya onu ilgisiz bırakmaya kıyamazdı ya da dinleyen biri olmayınca Selim onları rahat bırakmazdı. Sürekli şikayet eden Selim, hayali dertlerini anlatacak birini bulamayınca on kaplan gücünde bir rahatsızlık abidesine dönüşürdü.

Değişimi tetikleyen bu muydu emin değilim ama Selim'in aklını başına getiren, kafasına aldığı darbe oldu. Taksim'de bir barda oturuyorduk. O zamana kadar yalnız olduğunu sandığımız Özge, sevgilisi olduğu anlaşılan gayet hoş biriyle girdi içeri, masaya davet ettiğimizde de hayır demedi. Hep asi ve depresif görünmeye çalışan Selim, Özge'nin yanında James Dean asiliğinde birini görünce Kafka depresyonu yaşamaya başladı. Özge Jack&Coke içmeye başladı, sevgilisi vişne votka. O zamana kadar sek kahve içmeye kendini zar zor alıştırmış Selim'in aklı iyice karıştı (Özge okulda her gün sütsüz ve şekersiz kahve içerdi uyanık kalmak için, Selim de ortak özellikleri olsun diye alışmaya çalışıyordu), kahveyi masada bırakıp kendini bara zor attı. Uzun süre oyalandı orada. Belli ki James Dean ve Calamity Jane arasında seçim yapmaya çalışıyordu. En azından ikisini aynı bardakta karıştırmaya çalışmadığı için hala biraz umut olduğunu düşündük. İşte muhteşem gösteri böyle başladı...

Jack&Coke'la başlayan macera vişne votkayla devam edince, o zamana kadar alkolü biradan ibaret sanan Selim iyice uçtu. Kendi kendine tartışıyor, söylenen her kelimeye saldırıyor, sesi giderek yükseliyordu. Bazen çok bunaldığını, her şeyin anlamsız geldiğini, yaşamak için bir neden bulamadığını söylerken, James Dean intihar eden gay arkadaşından bahsetmeye başladı ve suratına sağlam bir tokat yedi. Biz Selim'in aşkettiği Osmanlı tokadına anlam vermeye çalışırken, masanın diğer yanından Selim'in burnuna doğru uçan kafayı fark ettik ama durdurmak için çok geç kaldık. Selim suratında patlayan balyozumsu şeyin etkisiyle başını önce arkasındaki duvara, sonra yanındaki sandalyeye, son olarak da yere çarptı; doğal olarak da dağıldı ve bayıldı.

Onu ayıltmayı başardığımızda barmen Özge'yle sevgilisini dışarı çıkarmıştı bile. Biz de çıkıp hastaneye gittik; rontgenler çekildi, tetkikler yapıldı, falan filan. Selim'in taş kafası pek zarar görmemişti, kırılan burnu ve gururu dışında bir sakatlığı yoktu. Elbette bu, sevgili hastalık hastamızın bir hafta okula gelmemesine engel olmadı.

Hiçbirimiz Selim'i çok takmadığımız için ziyaretine gitmedik, hatta arayıp nasıl olduğunu da sormadık. Nezle olduğunda bile piysadaki tüm vitaminleri, ağrı kesicileri ve antibiyotikleri başucuna doldurup iki gün yataktan çıkmayan, döndüğünde de aramadığımız için iki gün boyunca şikayet eden Selim, yeniden okula geldiğinde değişmişti. Kanlı ve boş bakan gözlerle sınıfa girip herkesi başıyla selamladı, kendisine "siktir git dallama" diyen Özge'den özür diledi ve ne aramamamızdan yakındı, ne de günlük konuşmalarına başladı. Yerine oturdu ve ilk ders için kitaplarını çıkardı. Çevresine toplanıp nasıl olduğunu sorduğumuzda da sadece "normal" olduğunu söyledi. Bunca zaman herkesi normal olmadığına inandırmaya çalışmış Selim, hiç de öyle görünmediği bir zamanda normal olduğunu söylüyordu. İnanamadık ve bu kez onunla gerçekten ilgilenmeye başladık.

Bir zamanlar gömleğini özenle pantolonunun dışına çıkaran ve her sabah saatlerce ayna karşısında saçlarını dağıtan Selim gitmiş, yerine yataktan kalktığı gibi (eğer yatağa giriyorsa) kendini okulda bulmuş görünen bir Selim gelmişti. Gözleri her sabah kan çanağı gibiydi. Çok az konuşuyordu. Sınıfa girdiğinde ise selam vermek yerine buz gibi gözlerle herkesi süzüyordu sadece. İnanır mısınız, Selim'in gözlerinin mavi olduğunu bile o bakışlar sayesinde fark ettik. Ağzından birkaç kelime çıkarabilmek için gün boyunca kerpeten hazırlamaya başladık. Bir süre sonra Selim'in yeni haline de alıştık. Biz alışırken kızlar da bu yeni Selim'i çekici bulmaya başlamış, Özge dışında hemen hepsi onun kucağına oturmak için yarışır olmuştu. Özge'nin uzaklığı da sorun değildi artık. Kafasına yediği dört darbeden sonra Selim onu umursamıyor gibi görünüyordu.

Okul bitince hepimiz bir yana dağıldık. Ben psikiyatriyi seçip deli doktoru oldum ve yıllarca kimseden haber almadım. Geçen hafta yeni bir hasta getirdiler; annesi hastanın her yere pembe filler çizmesinden bıkıp doktora götürmüş. Doktor da, nasıl bir şey konuştularsa, kafasının yanından son hızla geçen kül tablası duvarda patlayınca bize göndermiş. Yeni hasta kim olsa beğenirsiniz? Selim elbette!

Şimdi ilaçlarla dengelemeye çalışıyoruz Selim'i, hazır olunca konuşmayı deneyeceğiz. Hazır olursa elbette. Bir de her gün ziyarete gelen ve Selim'le henüz görüşemeyeceğini söylediğimizde hastaneyi ayağa kaldıran onlarca kızdan vakit kalırsa!

düzenli bir yaşam

hayat çizgime bakmak istediğini söylediğinde sol kolumu uzattım ona. tam elime doğru hamle yaparken gördü güneşin bile silemediği izleri. şaşırmıştı, ben de şaşırmasına şaşırmıştım. ne bekliyordu ki? elimdeki bir tek çizginin söyleyemeyeceği her şey kolumdaki onlarca çizgide yazılıydı zaten.

öyle bir bakışı vardı ki, kalkıp kaçacağını düşündüm bir an. kaçmadı. bunun yerine konuşmaya başladı ve bu kalkıp gitmesinden, hatta bir daha karşıma çıkmamasından daha kötüydü.

- ne zaman oldu bunlar?
- olmaları gereken zamanda.
- acımadı mı?
- bilmem. acımıştır herhalde.
- neden yaptın bunu kendine? deli misin sen?
- gerektiği için. ben sana neden kulağını deldirdiğini soruyor muyum?
- aynı şey değil.
- aynı şey. vücudunu nasıl kullandığın beni ilgilendirmez. and vice versa elbette.

bir damar mı atmaya başlamıştı şakağında? neden kızarlar bir insanın kendini korumasına? kendilerini ilgilendirmeyen şeylere burunlarını sokmamaları bir çok şeyi kolaylaştırır oysa. hayat çizgime bakacakmış... bok var sanki çizgimde! geleceğim hakkında atıp tutunca boyun mu uzayacak? sokaktaki çingeneler en azından para kazanıyor bundan. sen ne yapacaksın geleceğimi?

tedavi görmem gerektiğini söyleyip gitti. ardında yarım bardak çay ve bir telefon numarası bıraktı. kendi doktorunun numarasıymış, işime yarayabilirmiş. sürekli çay içen birinin doktoru ne kadar işime yarayabilir? çayla bir sorunum yok ama her zaman da çay içilmez ki! ya da diyelim ki var. küçükken annemin beni çay almam için gönderdiği bakkalda başıma korkunç bir şey geldi diyelim. adam paket getirmek için depoya girdi ve uzun süre çıkmadı mesela. ben de çocuk merakım ve yardımseverliğimle (ya adamın kafasına bir koli düştüyse ve adam oracıkta bayıldıysa, ayıldığında da burnunu kemiren ve periyodik olarak üfleyip yaptığı terbiyesizliği hissettirmemeye çalışan kedi büyüklüğünde bir depo sıçanıyla göz göze geldiyse; o an paniğe kapılıp son hızla aklını kaçırdıysa ve yakalamak için sıçanla tartışmaya başladıysa; tartışmanın büyümesiyle de, burnunu geri vermemekte kararlı olan sıçanla tekme tokat bir kavgaya giriştiyse ona yardımcı olmak boynumun borcudur diye düşünerek) depoya girdim ve ne göreyim?! adam yüzlerce çay paketinin arasında oturmuş, demlediği tavşan kanı çayı höpürdeterek içiyor! bu da yetmezmiş gibi, beni görünce demlikteki çayı erol taş kahkahaları eşliğinde yere döküyor ve "bu çayların hepsi beniiiim! sen de satın alamayacaksın! hahahaha!!! hüürrrp!" diyor. hangi travmayı sayayım artık? çayın höpürdetilmesi mi daha kötü yoksa bakkal amcaya güvenimi kaybetmem mi? peki bu şartlarda, kahveyi tercih eden ben, nasıl giderim sürekli çay içen birinin doktoruna?

böyle sağlıklı düşüncelere gark olmuşken b geldi, a'nın nerede olduğunu sordu. bir sigara yakarken onu kovduğumu söyledim. alenen yalan söylemiştim, ayıkken kimseyi kovmayacağımı herkes bilirdi. b de inanmadı zaten. o da konuşmaya başladı ne yazık ki. şu masadaki sessizliği bozmak için herkes elinden geleni yapıyordu. henüz yerimden kalkmayı düşünmediğim için de huzursuzluk uzun sürecek gibiydi.

dinler gibi yapıyordum ama sorduğu sorulara da aynı dinler pozisyonda cevap verdiğim için (ya da cevap vermediğim için mi demeliyim) dayanamayıp bağırmaya başladı. çok değişmişim, artık beni tanıyamıyormuş falan filan. ilgilenmediğimi görünce tedaviye ihtiyacımın olduğunu söyleyip gitti. o da bir telefon numarası karalamıştı masada duran peçeteye.

babam der ki; biri sana eşşek olduğunu söylerse umursama. başka biri de eşşek derse bir düşün. bir kişi daha derse... bu bölüme daha gelmedik. bir kişi daha masaya doktorunun numarasını bırakırsa almam gereken dersi açıklayacağım.

yine tek başıma kalmıştım. tam böyle ne kadar rahat olduğumu düşünürken mesaj geldi. c ve ç evleniyormuş, bu mutlu günlerinde beni de aralarında görmekten mutlu olacaklarmış. olmasınlar. kelime tekrarı yapılan düğünlere gitmem ben. ikiniz de mi yazdığınız mesajı düzeltme gereği duymadınız? parantez yuvarlanmış noktasını bulmuş. allah bir cümlede kocatsın.

bir kahve daha söyleyecektim, d aradı. buralardaymış, beni görmek istiyormuş. nerede olduğumu söyleyip beklemeye başladım. garsonun bana gülümsediğini gördüm. masaya 1-2 bardağın daha geleceğini anlamış olmalı diye düşündüm; kaşımın gözümün güzelliğine gülümseyecek hali yok ya!

kalkıp d'yi kucaklayınca kafasını çevirdi garson. yanılmışım sanırım. yine de oldukça eminim, kaşın gözün güzelliğine değil de, tek başılığına gülümsüyor olabilirdi en fazla. bu kadar basit olmamalıydı oysa. yalnız olan her kadın potansiyel av olrak görülmemeliydi.

d biraz oturdu. genellikle konuşacak bir şey bulamadığımız için sosyal olabileceğimiz yerlerde sosyal oluruz onunla. başbaşa kaldığımız zaman çok sınırlıdır. yine öyleydi işte. havaya bakarak konuşulan sudan ucuz konular. telefonu çalınca kalkıp uzaklaştı. pis pis sırıtan garsonla göz göze geldik. içimden bir küfür savurup kafamı çevirdim. d yine yaklaşıyordu masaya, gitmesi gerektiğini söyleyeceğini sandım. ne var ki, haber kötüydü, arkadaşları gelecekti. "git başka yerde buluş arkadaşlarınla" da denilmiyor ne yazık ki.

yarım saat kadar sonra tanımadığım altı kişi doluştu masaya. uzayan sessizliklerin bitmesinden memnundum ama kalabalık çok rahatsız eder beni. vakit kaybetmeden rahatsız oldum elbette. kısa tanışmalar, yapmacık gülümsemeler, birkaç dakikaya kadar hafızadan silinecek altı isim ve istemsizce dişlere uzanan tırnaklar. desteğe ihtiyacım vardı. bugün içmeyeceğimi düşünüyordum. kafam, midem, dolaşım ve sinir sistemlerim bir günlüğüne dinlenecekti biraz. olmuyormuş demek ki. akacak alkol şişede durmazmış.

üçüncü bardağı da masaya vurduğumda kalabalığa üç kişi daha eklenmişti. bir bardak daha istemeye çekindim daha fazla gelen olur diye. sağımda oturan kişi fazla konuşmadığımı fark etmiş, diyalog kurmaya çalışıyordu. aaa, çalışıyor muydum? lise öğrencisi gibi görünüyordum aslında. demek edebiyat okumuştum. amerika'nın kültürü mü vardı? zaten bütün amerikalılar aptaldı. fuck kelimesinin kökenini biliyor muydum? böyle bir toplumun dejenere olmaması mümkün müydü?

neden daha fazla içmediğimi unutup bir tane daha istedim. masadaki bir telefon tuhaf bir ses çıkardı. biri daha geliyordu!

sabahtan beri aynı masada kahve içiyordum, kararlıydım alkol almamaya. ama istikrar bir kere bozulunca daha fazla uğraşmanın anlamı kalmadı, kimseye bir şey söylemeden bardağımı kapıp kalktım. kalkmamla oturmam bir oldu. normalde bile pek iyi çalışmayan denge duyum sarhoş olunca iyice alt üst olmuştu. ikinci denemede ayaklarımın üstünde durmayı başardım. ailem beni ayaklarımın üzerinde durabilmem için yetiştirmişti ne de olsa. elbette akıllarından geçenin böyle bir şey olması mümkün değildi.

uzaklaşırken arkamdan gelen hızlı adımları duydum. sağımda oturan h koşar adım peşime düşmüştü.

- nereye gidiyorsun?
- kafa dinleyebileceğim bir yere.
- çok karanlık orası, yalnız gidemezsin.
- izin alıyor gibi bir halim mi var?
- olmaz ama. iyiliğin için söylüyorum.
- kusura bakma ama iyiliğim seni neden ilgilendirsin?
- arkadaşın olduğum için.
- benim arkadaşım d, sen değilsin. üstelik o bile umursamıyor nereye gittiğimi.
- bana kalırsa d'yi çok ciddiye alıyorsun. arkadaşımdır, severim ama sen daha iyisine layıksın. yanlış anlama tabi.

böyle bir dallamaya verilebilecek bir sürü cevap var. "d benim sevgilim değil" diyebilirdim, "seni ilgilendirmez" diyebilirdim, "doğru anlamı ne bunun" diyebilirdim, küfür edip gitmesini bile söyleyebilirdim. yapmamam gereken birkaç şeyden birini yaptım. ona sağlam bir kafa attım! daha da kötüsü, o dağılan burnunu toparlamaya çalışırken, ben viskinin ne kadarını döktüğümü merak ediyordum. bir şey söylemeden yola devam ettim.

içince deli cesaretine sahip olduğumu söylerler ama aslında sarhoş zamanlarım en çok korktuğum zamanlardır. her şey birer tehdide, ben de bir paranoyağa dönüşürüm. korktukça saldırganlaşırım. ayıkken "atarım" dediğim kafayı sarhoşken gerçekten atar, birilerinin üstüne sandalye fırlatmaktan çekinmem. korkunç olurum korkunca, korkmaları için bir sürü neden sunarım insanlara. çekilmez olacağımı öngörüp garsonu geri göndermeleri gerekir. nedense yapmazlar. belki benim de gideceğimi bildiklerinden.

deniz kenarına ulaşınca oturdum. masadan gelen bol ünlem işaretli seslere kapadım kulaklarımı, dalgalara konsantre oldum. gözlerimde karanlık, kulaklarımda dalga sesleri, burnumda deniz kokusu, ağzımda jack&coke tadı, tenimde hafif nemli rüzgar. gerçekten yaşıyor olabilir miydim? kutsal kitaplarda cennet böyle anlatılmıyordu. o başkalarının cenneti olmalı. herkes kendi cennetini bulmalı.

- pardon, ateşiniz var mı?

hmm... "olmasaydı bile senin için tanrılardan çalardım" demek istedim ama sadece çakmağı uzatmakla yetindim. kadınlara huri vermediklerine göre pekala yasak meyvem olabilirdi bu. ateşi asılmaya zemin hazırlamak için istediyse yine korkup saldırganlaşacağımı tahmin ediyordum. ama o anda, yalnız bir anlık bile olsa, meyveyi yemeyi ve çıplak kalmayı kabul ediyordum. paparazzilerin tablolarına bu şekilde yansımak umrumda değildi. "gençken yaptığım hatalardan çok utanıyorum" der, asma yapraklarıyla sansür koyardım sanat eserlerine. kafamın bir yerinde "saçmalama" kelimesi yankılanıyordu. anlamını hatırlamaya çalışırken yankılar bir sesle bölündü.

- az önce attığınız çok sağlam bir kafaydı. bu arada, adım o.

elini uzattı. uzanan eli sıkıp ben de ismimi söyledim. bir anda kim olduğumu hatırladım. dudaklarım gülümsemeye hazırlanmışken vazgeçip yüzümü yeniden denize döndüm. buraya kafa dinlemeye gelmiştim, biriyle tanışmaya değil. daha fazla insana ihtiyacım yoktu, zaten çevrem fazlasıyla kalabalıktı. ayılıyordum galiba. kızsal yanım o'nun yanımda kalmasını istiyordu. belki bunu söyleyebilirdim bile ama sessiz kalamayacağını düşünerek vazgeçtim.

rahatsız ettiğini söyleyip özür dileyerek gitti. giderken, belki sadece çakmak istediği için geldiğini ve ismini nezakten söylediğini; belki de az önce konuşmaktan kaçarak, hayatımın aşkı olabilecek adamı kaçırdığımı düşündüm. "gerçekten de yasak meyveymiş," dedim kendi kendime, "cennet hayalimin içine etti iki dakikada."

telefon çaldı, d nereye kaybolduğumu soruyordu. masaya döndüm, nüfus azalmıştı. h'yi alıp gitmişler, bir de tedaviye ihtiyacımın olduğunu söyleyip bir doktorun kartını bırakmışlar.

"biri daha eşşek olduğunu söylerse gidip kendine bir semer al."
ana fikrimi çıkardım işte. bu kadar çok insan bana psikiyatrist öneriyorsa bir sorun olmalı. demek ki çevremde bir sürü manyak var ve aralarındaki sayılı akıllılardan biri olarak hemen bir akıl hastanesi açmalıyım!

masanın yeni konusu benim tuhaf davranışlarım olunca gitme zamanımın geldiğine karar verdim. kaba davrandığım ve hıyar arkadaşlarının burnunu kırdığım için herkesten özür diledim; ardından da ibre 180'i gösterene kadar ayağımı gazdan çekmedim. bu şekilde araba kullanmaya devam edersem fazla yaşamayacağım sanırım. o halde devam etmeliyim. hem insanları bir sorundan kurtarmış olurum, hem de tanrılara musallat olmak daha eğlencelidir belki.

eve yaklaşırken akıma geldi, ö'ye uğramaya söz vermiştim. görüşmeyi kesinleştirmek için kitaplarımı rehin almış, her ertelemede bir tanesinin üzerine benzin döküp yakmakla tehdit etmişti beni. bunun umrumda olmadığını söyleyemezdim. maldoror'un şarkıları bildiğim kadarıyla artık basılmıyordu, kış ikindisinin evinde'de altı çizili bir sürü yer vardı ve bilge bir gorilin öldürülmesine kayıtsız kalamayacağım için ismail'i o hain ellere terk edemezdim.

gittiğimde ev boş değildi. dört kız oturmuş, fal bakmak için hazırladıkları kahvenin yanında içtikleri birkaç şişe likörün sarhoşluğuyla dedikodu yapıyordu. fal bu arada unutulmuştu ama olağanüstü sevimli bir görüntüydü. hepsinin yanakları kızarmıştı ve kıkır kıkır gülüyorlardı. s elindeki fincanı sehpaya bırakmayı bile unutmuştu. bana da kahve yaptılar, oturup dedikodu dinledim. akşam olanları anlatmadım. hem keyiflerini kaçırmaya gerek yoktu, hem yaptıklarım onları ilgilendirmezdi, hem de temelde önemsizdi. oysa hanım kızlarımızın magazin gündemi öyle miydi? mesela ş ve t grup kurmuş ama white stripes gibi olamayacaklarını anlayınca ilan vermişler yeni eleman için. u ve ü kardeşler katılmış bunlara, ersen ve dadaşlar gibi olmuşlar. ü acayip tatlı bir şeymiş ama v'yle birlikteymiş. kız da sanki işi gücü yokmuş gibi her provaya gidiyormuş, hayret bir şeymiş. öyle güzel falan da değilmiş, ü onda ne buluyormuş ki?

bir süre böyle devam etti muhabbet ama uykum geldi. p falıma bakmak için birkaç deneme yaptıysa da, sabahki hayat çizgisi olayının aksine kibarca reddettim. ne de olsa bakılan her falı geyik muhabbeti olarak görüyor ve söylenen her kelimeyi beş dakika içinde unutuyordum. hangi şahane falcı bana merak ettiğim bir şeyi söyleyebilir? geleceğimi merak etmezken hangi falcı, ne diyerek ilgimi çekebilir? fala ister inan, ister inanma. falsız kalmak sana bir şey kaybettirmeyecektir sonuçta.

sonunda eve gidebildiğimde y teyzeyi kapıda yakaladım. o saate kadar bizde ne işi olduğunu anlayamadım ama soramayacak kadar yorgundum. kapı sohbetini mümkün olduğunca kısa kesmeye çalıştım ama sevgili kızı z hakkında bir ton ıvır zıvır dinlemekten kaçamadım. özlemişler beni, bir ara çaya beklediğini söyledi.

gelirim diye yalan söyledim. tabii kadıncağız nereden bilsin bakkal amcayla aramda geçmiş olabilecek travmatik hikayeyi?

günceyi taşır gibi ya da kızgın kumlardan mülayim sulara

teşhirciliğim geldi... hava güzel, milletin polen alerjisi başlayacak ve ben hantalım... üç noktalar arasında koşup duruyorum... durunca nefes nefese kalmadığımı görüp bir sigara yakıyorum hemen... kanser paranoyası başladı... ben akciğer kanseri olurum da; asıl başkaları olacak sanıyorum... bir yaşlı görünce hemen aklıma bin türlü hastalık geliyor... hayır, uydurdum... bin türlü hastalık bilmiyorum henüz, ayrıca hiçbirinin aids olduğunu falan da düşünmedim... diabet, hipertansiyon, kanser... üç türlü geliyormuş; çok utanmaz bir yalancıyım ben...

senin yalancın olabilir miyim?
niye? kendi yalanımı söyleyemeyecek kadar aciz miyim?

polenler hakkında bir şeyler yazmam gerekiyor... benim polen alerjim var, az önce anladım... polenler hakkında okurken uykum geliyor... yazarken de herhalde afacanlar basar, kurdeşenler dökülür ceplerimden... karındeşen jack kurdeşen jack olsaydı karizmasından eser kalmazdı... keşke zamanın polisleri gazetede bu isimle haber çıkarsalardı, jack de sinirlenip bunları öldürmeye çalışsaydı... ben jack'in yakalanmasını isterdim şahsen... ne iğrenç ölümlerdi onlar öyle?!

seri katillerden hazetmiyorum ben... katillerin büyük bölümünden hazetmiyorum... geçenlerde stanford prison project'le ilgili bir şeyler okudum (ara not: blue and yellow güzel bir şarkı... zaman kaybetmenin daha az koşmakla ilgisi yok... bir de bunu kaybetmek yerine istediğin gibi harcıyorsan hiç sorun yok... zamanı biriktirince daha mı uzun yaşıyorsun yoksa daha mı az? [uzun ve az zıt anlamlı değildir, olmayacaktır...] turşusunu kuramayacağın şeyleri biriktirme diyebilirdi bir devlet büyüğü, ama hiçbir zaman buna gerek duymadılar... zira herkes samanlarını saklamak ve zamanın gelmesini beklemekle o kadar meşguldü ki, eşekler açlıktan bir deri bir kemik kaldıklarında bile "belki zaman gelmemiştir" diye samanları yerlerinden oynatmadılar... sonra öldü tabii eşek... sen de o samanları ne yapacağını bilemedin di mi? bir de oturup kendin mi yiyecektin? yemedin, yedirdin, saçını süpürge ettin ama gel gör ki eşek ölünce bütün yükü taşımak sana kaldı... ne diyordum ben? hah!) adamı uzun süre solitary confinement etmişler (dilimi eşek arısı soksun ama aklıma geldiği gibi yazdım... bir kere de kusura bakma sayın kendim...), adam da "buradan çıkınca umarım atlatabilirim" diyordu... zira "çaldığım halde hırsızlığın cezasız kalmaması gerektiğini düşünüyorum. ben bir daha hırsızlık yapmayacağım ama iyileştiğimden değil. şimdi aklımda hırsızlığın da ötesinde, bu götelekleri öldürmek var. gün gelir de çıkarsam allah yardımcımız olsun." diyordu... ben de tırnak işaretleri içinde ne de güzel yazdım sanki adam tam olarak böyle söylemiş gibi... sevmedim ben bu paragrafı... peki benim katillerden hazetmeme konum nereye gitti?

oha ya, ne kadar çok üç nokta var! bak, bundan sonrası üç noktasız. gayet de yazabilirim.

filozoflar belki de ciddi sorunları olan adamlardı ama bunu kabul etmek istemiyorlardı. başkalarından da rahatça saklanabilmek için onlara farklı şeyler (hayat, vapurlar falan) anlatmaya başladılar. çiçekler güzeldir, böcekler iğrençtir, o zaman çiçekler de böcekler de sana girsin oğlum aristo diyebilirdi adamın biri ama kimse de koskoca filozofa gerçeği arayışında engel olmak istemedi. bu adamlar da sonra fark ettiler gerçek diye bir şeyin olmadığını ama kavram bir kere atılmıştı ortaya. geri dönmek ne mümkün?! yıllar sonra mustafa adında bir genç adam hakkında her şeyi açıkça belirtirken "kimdir ulan ilk filozof?" diye bağırdı. (koyuyordum üç noktayı, gözümden kaçtı sanma.) bunu duyanlar mustafa'ya deli görmüşçesine endişeyle baktılar ama aralarından biri sakin sakin yaklaşıp "önce söz vardı" dedi. bu da mustafa'ya kapak oldu. adam karizmatik adımlarla uzaklaşırken biri daha çıkıp "abi ben de let there be light desem?" diye sordu. lafını koyup uzaklaşmak yerine soru sorduğu için isteği kabul edilmedi, güzelim fikir çöpe atıldı. daha sonra yedi günde bir şeyler yapmaya çalışmış ama biri buna "senden büyük allah var" deyince vazgeçmiş, oturmuş yerine.

başlarda hantal olduğumu söylemişim. yalan. hantal şişmanlıktan ileri gelen hareketsizliği ve vice versa olan şeyi çağrıştırıyor ki, durumum bu değildir. üşengeç olmakla birlikte kıçımı bir yerde tutamıyorum; mutfak-tuvalet-masa üçgeninde mekik dokuyarak geçiriyorum günümü. bir de ara sıra sigara içmeye çıkıyorum. eve gidince mail cevaplıyorum bazen. nasıl ucuz felsefe! en son aşk üzerine bir şeyler yazdım. anladığımdan değil ama. bir aşk mektubuna yorum yazmam istendi, ben de "çok boğucu bu, içim kasıldı okurken" diye başlayıp fiti fiti yazdım bir sürü şey. sana da yazardım ama teşhircilik de bir yere kadar. uzun uzun yazınca teşhirciliğimin had safhaya ulaştığını da görüyorum. yazmayı özlemişim. bu kadar yazıp da ne söyledin kendi hakkında? sigara içtiğini mi? şapşal şirin...

şirinlere böyle isimler de verilmeliydi. çocuklara gerçek hayatı öğretmek üzere dilenci şirin, şirin analar, şirinler kermesi, altın şirinleme günleri, şirinleme kaavesi, okeye dördüncü şirin gibi kavramlar da çıkarmış olsaydılar. karındeşen şirin de fena olmazdı aslında. oysa bir web şeysi şirinlerin komünist olduğunu söylüyor ve bu benim için yeterli değil. televizyonda gerçek hayat görmek ister şu gönül. ama bunun için haberleri izleyecek değilim.

tatilde bir ara çok sinirlenip şöyle demiştim: "mutlu son yerine gerçekçi son istiyorum bir hikaye veya filmde. gerçekleşmeyen beklentinin acıttığını ve karakterlerin aşık olmadığını görmek istiyorum. öfkelerinin mantıksız olduğunu bildikleri için ses çıkaramasınlar ve filmin sonunda kavuşma sahnesi olmasın. kurgulanmış bir başkasının öfkesini ve umutsuzluğunu görerek rahatlayayım."

insan elinin değdiği her şey hatalı olmak zorunda değil.
hiçbir şeyin mükemmel olması da gerekmiyor. her şey olduğu haliyle uygun.
memnun değilsen değiştir. hayret bir şey!

insanlara zaaf değil, anlayış gösterilir. o da sadece istenirse. kimsenin kimseye katlanması gerekmiyor. ya deveyi olduğu gibi kabul edersin ya da çölü terk edersin. onunla da kutup ayıları uğraşır belki, bu beni ilgilendirmez. insan camel tiryakisi olmuyor ki, sigara tiryakisi oluyor.

"her tür bağımlılıktan nefret ettim. bağlanmadığımı görmek için eroin kullandım, aşık oldum. onu görebilmek için altı saat yol gitmem gerekiyordu. bir gün treni kaçırdım. aşık olmaktan vazgeçtim."

kinyas dedi, ben onayladım, sonra herkes evine döndü...

20 Eylül 2007 Perşembe

sanatsal yönümü yerim


bir daha ne zaman yazacağımı bilmediğimden şimdi dolduruyorum böyle. birkaç ay önce kardeşin ödevi için yaptığım istanbul karpostalları bunlar. (kart kimdir, postal kime girmelidir? pek ilgilenmiyorum aslında. saygılar can abi.) bu arada keçeli kalemin, özellikle bitmekte olanın ne kadar boktan bir şey olduğunu söylememe gerek var mı?









nar

Uyan... Zamanın henüz dolmadı ve yaşayacağın milyonlarca şey var. Şimdi gidemezsin. Dik dur! Yalvarırım dik dur! Henüz gençsin ve gitme zamanın gelmedi!

Kimi kandırıyorum? Bunu sadece bencilliğimden yaptığımı biliyoruz. Beraber yaşayacağımız çok şey var ve henüz gitmeni istemiyorum. Ama sen gözlerimin önünde gerçekten eriyorsun. Ben de sadece içimdekileri çıkarmak ve ısıyı azaltmak için yazıyorum. Belki işe yarar. Küçük bir umut. Ne de olsa yapabileceğim başka bir şey yok. Yanına bir vantilatör koymam işe yaramayacak. Rüzgar seni çirkinleştirir. Aynaya bakamayacak duruma gelmeni istemiyorum. Biliyorum, sen de istemiyorsun. Seni yaratan bendim, isteklerini de ben oluşturdum. Şimdi de seni kaybediyorum ve elimden hiçbir şey gelmiyor.

Küçükken ateşle oynardım. Hayatımı değiştirdi diyebileceğim bir şey varsa elektrik kesintisi olmalı. İlk kez bir mumla karşılaştım. Ateş üstünde dans ediyordu. Çok etkileyiciydi ama büyülenmedim. O zaman farkında değildim ama büyü kaybolabilen bir şeydi. Ateşin etkisi benim için hep aynı kaldı.

Büyülenmedim ama dansına katılmak istedim ve annemin çığlığını duyana kadar okşadım onu. Elimdeki boşluklardan sızıyor, siyah izler bırakıyor ve sıcacık bir dille yalıyordu parmaklarımı. Daha büyük olsaydım bundan cinsel bir haz duyabilirdim. Aslında büyüyünce duydum da. Ben büyüdükçe yalnızlığım, fikirlerim ve ateşin çekiciliği de büyüdü. Tüm sevgililerimin saçları ateş kızılı oldu. Biri hariç, hiçbiri ateşi içinde taşıyacak kadar kızıl olmadı.

Nare vardı bir tek. Saçlarının kızılı adına yansımıştı, ya da adı saçlarına. Gözlerinin parlaklığı kaldırım taşlarını aydınlatıyordu. Birbirimizin yanından geçerken ikimizin de yere bakıyor olması onu fark etmemi engellememişti. Nare parlıyordu. Onu takip ederken magma tabakasına nazır kırmızı panjurlu evimizin hayalini kurmaya başlamıştım bile. Bir yere girdi, bir tabureye oturdu, barmenden sıcak şarap olduğunu tahmin ettiğim bir içecek istedi, kaşkolunu çıkardı, montunu çıkardı, bir sigara çıkardı, hemen karşısına yanan bir çakmak çıkardım. O gece Nare’nin görüş alanından hiç çıkmadım. Öyle güzeldi ki. Belki de güzel değildi ama bir şekilde büyüleyiciydi. Tanımadığın bir kadını takip edip gece boyunca ilgisini çekmeye çalışıyorsan; üstelik amacın onu yatağa atmak değil, onunla hayatını geçirmek olmuşsa bir anda, büyülenmiş olabilirsin. Bu büyünün geçiciliğini azaltmaz. Nare de büyü gibi bir anda ortaya çıkıp büyük bir boşluğu doldurmuştu. Sabah olunca da elbette büyü bozulmuştu. Normalde birkaç saatte bir sabahı getiren güneş iki yıl sonra doğmuştu. Nare ortadan kaybolmuştu.

Birçok açıdan katlanılmaz olduğumu biliyorum. Yine de Nare bana iki yıl katlandı. Belki onun da bana ihtiyacı vardı. Ateşinden korkmayan, aksine bunu çekici bulan biri gerekiyordu ona.

Bazıları bu ateşe yaşam enerjisi diyor. Nare’deki enerjinin herkesi korkutması normaldi. İçinde eriyen mum yüzeyi kaplayıp kendi ipini boğmaya çalıştıkça Nare’nin ateşi zayıflardı. Dokunsan sönecek gibi olurdu. Zaten dokunamazdı kimse. Boğulduğu zamanlarda kimseyi kendine yaklaştırmazdı Nare. Ve kimse onun gibi güzel dibe vuramazdı belki de.

Sonra ufacık bir boşluk bulur, erimiş mumu etrafa saçmaya başlardı. Tam ölmesi beklenen anda. Sıvı mum sessizliğinin ardından ip öyle bir çatırtıyla yanardı ki yeniden, tavan tepeme yıkılıyor sanırdım. Işıltısı da bunu doğrular gibiydi. Tüm şehrin elektriği kesildiğinde gökyüzünü yıldızlar kaplar ya. Öyle bir ışıltısı olurdu. Yattığım yerden olmayan tavana bakar, Nare’nin yıldızlarını görürdüm. Deli gibi parlardı. Sık sık sönüp aniden parlayacak kadar da deliydi. Ben de bayılıyordum Nare’nin ateşiyle oynamaya.

İki yıl boyunca korkularımı, ikilemlerimi, saplantılarımı, gıcıklıklarımı, kötülüklerimi yaktı. Teninde dolaşırken dudaklarım yanıyordu. Ellerimi acıtıyordu ateşi. Nare, göğsünden hem şefkatin ılıklığını, hem de şehvetin sıcaklığını aynı anda çıkarabilen muhteşem kadınlardandı. Tanıdığım tek muhteşem kadındı.

Sonra bir gün sabah oldu ve mum söndü. Nare’nin yaşam enerjisi kaybolmuştu. Artık nefes almıyordu. Saçlarına dokunmak istedim, elim yastığına düştü. Nare o sabah yanımda yatmıyordu.

Bir süre yataktan kalkamadım. Sonra bir süre yatamadım. Bir süre hiçbir şey yapamadım. Bir süre yaşamadım. Ardından, bir süre çok hızlı yaşadım. Bir süre kabullenemedim olan biteni. Aslında daha çok biteni kabullenemedim. Kabullenince aramaya başladım. Başıma gelecekleri bile bile her kızılda ateş aradım. İstediğimi tabii ki bulamadım. Seni de o sıralarda yarattım.

Ateşe ateşle karşılık vermem gerektiğini bildiğimden, Nare’den kalanları da bir çakmak yardımıyla temizliyordum. Dumandan boğulmayı umarak evde çıkarıyordum kısmi yangınımı üstelik. Bir yandan da yaktığım mumlarla oynuyordum. Kırmızı mumun parmaklarımın arasında şekillenmeye başladığını fark ettiğimde bir çift nefis dudak sahibi olmuştum bile. Camları açıp dumanı, beni öldürme işkencesinden; parmaklarımla da mumları basit şekillerinden kurtardım. Ateş tenine değdikçe güzelleşiyordun. Parçaların birleştikçe mumdan fazlası oluyordun. Her dokunuşumda ismini daha çok hakediyordun.

Nare’nin gidişini eksilterek Nar adını verdim sana. Kendi isminle “Meyve gibiyim!” diyerek alay ederken attığın kahkahalar gerçekten de meyvenin çekirdekleri gibi dağılıyordu etrafa. Adının eksikliğini içindeki meyvenin kalabalığıyla kapatıyor, içinde bir çocuğa zaten ihtiyaç duymuyordun.

Çok güzel bir mum kadın olduğunu bilerek seviştim seninle ilk kez. İçindeki taneler benim tohumlarımdan oluştu. Bitkisel bir eşeyli üreme gibiydi işte yaratılış öykün. Canlanmanı beklemiyordum ama gözlerini açtığında şaşırmadım nedense. Belki de başından beri kabul edemiyordum mumlarla seviştiğimi. Belki de seni hep canlı olarak hayal etmiştim.

Sonunda da bir hata yaptım. Her şey güzel giderken beni sevmeni istedim. Güzelliğin bana yetmedi. Eksilen bir harfle bana bağlanman, yanımdan ayrılmayacak olman yeterli olmadı. Varlığın yeterli olmadı. Bir nokta dışında her şey harikaydı ve ben kaşındım. Sevgini istedim. Aklıma gelmedi kalbine ateş düşmesine dayanamayacağın. Eriyeceğini düşünemedim. Çok üzgünüm. Sorry falan değil, gerçekten üzülüyorum. Kalbinden ateşi nasıl alacağımı bilmiyorum. Alabilsem bile, böylesine eridikten sonra eskisi gibi olamazsın. Aynaya bakamayacak kadar kendinden nefret eden biri olamazsın.

Zaman dolmuş demek ki. Uyanma o halde. Ben de yoruldum zaten, beraber uyuyalım.