28 Kasım 2007 Çarşamba

de-evolution

hiçbir şey daha iyiye gitmiyor. evrim ters işliyor ve hepimiz acı çekerek öleceğiz. yüz yıl önce varolmayan hastalıklar uyduruyoruz götümüzden. bunlar birilerinin başına geliyor. herkesin hastalığı biricik, binde bir görülen türden. dünya nüfusuna oranlarsak hepimiz, her an bu hastalıklardan birine yakalanabiliriz. daha kötüsü, yaşam süremiz uzadıkça uzuyor. eskiden insan hayatı boyunca bir kez kanser olup ölüyorsa, şimdi hastalığın "kontrol altına alınıp" üç kez daha tekrarlama ihtimali var.

bunlar canımızı acıtıyor. acımızı sigara ve alkolle maskelemeye çalışıyoruz. daha zor bir ölüm yaratıyoruz kendi kendimize.

dünyanın en saçma şeylerini üretiyoruz. kafeinsiz kahve, alkolsüz bira, şekersiz tatlandırıcı, daha büyük ve kırmızı domatesler, kaybolan mürekkepler, plastik çiçekler, kullan-at fotoğraf makineleri... bunları gerekli ve orijinalinden daha iyiymiş gibi gösteriyoruz. onların yerini alacak bir şeyler üretene kadar göklere çıkarıyor, sonra itin götüne sokuyoruz. ben onların satılmalarına aracı oluyorum. bu sistemden nefret ediyorum. hiçbir yere gitmiyoruz. ilerleme diye bir şey yok. çünkü bir metrelik bir bant üzerinde, lcd ekranda ilerleyen patika görüntüsüne bakarak koşuyoruz sadece. burası yaşanası bir yer değil.

ağrı her zaman vardı da; insanlar ilk suni ağrı kesici üretilince mi bu kadar çıtkırıldım oldu? pankreas tıkır tıkır çalışırken neden durdu? bir ilacın yan etkisi mi? saf şeker kamışının zararlarından korunmaya çalışırken ürettiğimiz işlenmiş beyaz şeker mi? yoksa diyabet, ilk diyabet ilacını bulan şirketin icat ettiği bir hastalık mı? hücrelerimiz ne zaman delirdi? nasıl kanser olduk biz?

eskiden şizofreni yoktu. insanlar ya kara sevdaya tutulup delirirdi ya da çaresiz kaldıkları için. o kadar kalabalık değildik. ne agorafobimiz vardı, ne de kalabalıktan gelebilecek tehlikelere dair paranoyak düşüncelerimiz. arakibutirofobi gibi saçma sapan bir şey aklımızın ucundan geçmezdi. beynimizin içinde kendimize ait bir oda yaratıp oraya saklanma ihtiyacı duymazdık.

koduğumun normal kavramı nasıl çıktı ortaya? hangi aşağılık insandı bu sınıflandırmayı ilk yapan?

şimdi biz normal insanlar, küçücük dünyalarımızda, çaktırmadan yaşadığımız nevrozlarımızla tıkılıp kaldık. bir yandan anormal olmadığımıza şükrederken, içten içe delirmeyi istiyoruz. dergilerde bulduğumuz testlerden kendimize teşhis koyuyoruz. bunlara inanıyoruz. öylesine sahte yaşıyoruz ki, bakım evlerinde terk edilmiş yaşlılara üzülürken kendi anneannemizi görmeye gitmiyoruz. öyle kendini bilmeziz ki, sadece oturup ahkam keserken birilerini hiçbir şey yapmamakla suçlayabiliyoruz. öyle aptalız ki, kılımızı kıpırdatmadan üzülmeyi gururumuza yedirebiliyoruz. oysa ne iki damla göz yaşıyla, ne de iki satır yazıyla temizlenebiliriz. kendi bokumuzun içinde oturuyoruz ve ayağa kalkıp etrafı temizlemek yerine pislikten şikayet ediyoruz.

bazı güzel insanlar hala sahile vurmuş deniz yıldızlarını yuvalarına göndermeye çalışıyor. teker teker.

25 Kasım 2007 Pazar

saç meselesi

kuaförlerin temel görevi kendilerinden yardım isteyen kadını güzelleştirmektir. saçlara bir şey yaparlar. kaşlarını alırlar. cildini adam ederler. makyaj yaparlar. manikür yaparlar ve ellerin artık canavar patisi olmaz. amaç sadece para kazanmak olsa bile, o kapıdan çıkan kişinin genel standartlara göre güzel görünmesini sağlamaları gerekir. kuaförler aslında seri üretim yapan birer fabrikadır. içeri bok gibi girersin ve modaya uygun çıkarsın. bu şekilde iyi hissedersin çünkü artık aitsindir. dönemin modasını takip eden toplumun bir üyesi olursun.

ya da berbat bir müşteri olursun.

gazetede gördüğün kitabı hemen almak için pijamalarınla dışarı çıkarsın. kitapla birlikte bir kahve de kapar ve beş dakika uzaklıktaki evine yürümeye başlarsın. her sokakta en az üç tane kuaför olduğu için biri mutlaka gözüne çarpar. sadece oraya uğramış biri olarak girersin. saçını kestirmek istediğini söylersin. sadece normal görünmesini istediğini söylersin. normalde saçını taramadığını, bütün gün yataktan kalktığın gibi dolaştığını söylersin. bu kadar bilginin yeterli olacağını düşünür ve sadece "normal" bir şey beklersin. neden böyle yaptığını sorar. üşendiğini söylersin. neden saçını boyamadığını sorar. üşendiğini söylersin. neden ara sıra fön çekmediğini sorar. üşendiğini söylersin. neden konuşmadığını sorar. enerjinin olmadığını söylersin.

kafanı sağa çevirir. keser. sola çevirir. keser. koşulsuz itaat edesin. kesmesi yeterlidir. sesini kesmesi ve saçını kesmesi son derece yeterlidir. rahatlatmaz ama morfin etkisi gösterebilir. kucağına düşen her saç tutamında daha hafif hissetmek istersin. bu istek seni daha da aşağı çeker. neden bununla rahatlayamadığını merak edersin. bu merakla daha da dibe inersin.

şimdi güzel görünmesi için ona biraz şekil vereceğini söyler. ilk tutama fön çeker. güzel değil, sadece normal olmasını istediğini tekrarlarsın. şaşırır. neden saçının güzel olmasını istemediğine anlam veremez. sorunun uyum olduğunu anlayamaz. saçın güzel olursa, pijamanı çıkarman, makyaj yapman, kendine öyle ya da böyle çeki düzen vermen gerekir. insana dönüşmek için dünyayla bir bağ kurman gerekir. bu kadar yorgun hissederken yeniden enerji harcaman gerekir. basit bir "ya hep ya hiç" sorunudur ama bu durum kuaföre alaska kadar yabancıdır.

ama burada da salak olan sensindir. hiçi seçtiysen kuaföre gitmemen gerekir.

belki açıldığından beri oradan çıkan tek çirkin insan olarak kaçarsın. saçının arkasına bile bakmak istememişsindir. şundan emin olabilirsin, o adamın ayna tutmadığı tek kişi sensin. eserini tamamlamasına izin verilmeyen kuaför sinirlidir. yarı bedbaht görünümünle kendini bir boka benzetemezsin. bok mu vardır saçlarını yeniden kestirecek? elbette, bir bok vardır ki buna ihtiyaç duyarsın. daha fazlasına ihtiyaç duymadığını kendine tekrarlarsın. saç kestirmek yeterli olmalıdır.

just for the record: karnımda kelebek falan yok. bu mevsimde kelebek yetişmez.

just incase

bir gün gerekebilir diye buraya koyuyorum. ghetto hikayesinin ilk hali buydu:


A long time ago the outcasts of the city decided to leave. Some went to the forest, became a part of the wild. Some stayed by the river for a peaceful life. Some came out to be the mountain folk; tough and proud.

But some...

Dancing their way through ecstasy, they never stopped. On the road they lived and loved and let go. The music never faded. With guitars, drums and violins they moved. With the magic of the sound they entered towns. With the fire within their hearts they seducted. With warm kisses they took off and left broken hearts behind.

And one day, they reached the heart of the town.

And then nothing was the same again...

Part 1 – Heart of a gypsy

I was having some coffee in a cafe and reading my book. It was just an ordinary day. The dangling of the doorbells were joined with the tingling of beads, flapping of a denim skirt and silent steps of bare feet. Right after catching my eyes, she reached close, scattered some stones over the table. I thought she was going to tell my fortune. Surprisingly she asked, “You wanna see what lies in my heart?”

Part 2 – Resurrection of the beat

He was wearing tight, low-cut denim. His shirt left his chest bare, showing the gypsy tattoos and a wooden necklace. The attactive part was not his looks but his style. Then I heard drums. People gathered around a bonfire, sharing drinks and hugs. Dancing to the beat, they resurrected the old shaman inside. Then he saw me watching. Reached out a hand.
“Why don’t you join us?” he asked, “This will be a totally new experience.”

Part 3 – Light my fire

Part 4 – Under the neon sky

Part 5 – On the road again

20 Kasım 2007 Salı

es

ihsan oktay anar kitaplarında hikayeler iç içe geçer, birbirini doğurur. müzik gibidir hikayeler. bir sesle başlar, başka sesin içinde kaybolur. makamlar birbirini izler. bazı bölümler gereğinden uzun ve ağdalı anlatılmış gibi gelir belki ama başka bir hikayede yerini bulur. tamamlanmış eser kusursuz olmayabilir. yine de onu özel yapan budur. her seferinde istanbul'un bir bilinmezi çıkar ortaya. tadı damakta kalır. bir noktayla başlar öykü, içinde kıtaları barındırır. sonra bir de bakarsın, asıl hikayeyi sessizlik anlatır. işte "suskunlar" da böyle bir romandır. önce zevkle okutur kendini; sonra ya susturur ya bir hikaye yazdırır.

let the sunshine in

yıllar önce, mini mini ve yeni yeni bir "beat"ken, kim bilir hangi kozmik güç beni aksanat'a çekmişti de izlemiştim bu filmi. müzikler ve insanlardan o kadar etkilenmiştim ki, onlar gibi olabileceğim yanılgısına bile kapılmıştım bir süre. natural born killers'la özdeşleşen kırmızı gözlüklerim başka bir anlam kazanmıştı. bileklerim boncuklarla dolmuş, saçlarıma çiçekler konmuştu. ne var ki gerçekler bu kadar romantik değildi. okulu örnek olmayan ama sorun çıkarmayan öğrenci olarak bitirdim, üstüne üstlük reklamcı oldum. şimdi "eski hippilerden kim kaldı" diye sorsam ne saçma olacak di mi? ben kalmadım. ama ben zaten hiç o kadar cesur olmadım.

yine de içimde hep hippi olan bir şeyler kaldı. kırmızı gözlüklerimi hiç çıkarmadım. saçlarımdaki çiçekler hiç solmadı. sonra geçen gün hair dvd olarak karşıma çıktı. günlerdir süren uykusuzluğu da, sabahın köründe gideceğim işi de, aklıma gelebilecek bin tane reklam fikrini de odamın diğer ucuna fırlattım. dans ederek ve şarkı söyleyerek izledim. hippileri iyi ve kötü yönleriyle sevdim yine. sistem karşıtı genç adam yine sistemin ikinci büyük çarkı tarafından ezildi, yine ardından let the sunshine in söyleyerek ağladım. henüz 26 yaşında olsam da bu filmle gençliğimi hatırladım.

yine berger olmak istedim. yine sheila kaldım.

16 Kasım 2007 Cuma

it lacks imagination

küs müyüz demek saçma olacaktı. son derece klişe. klişeleri sevmediğimden değil ama duruma uygun değildi. onu aramak için çıldırdığımı ama gururuma yediremediğimi de söyleyemezdim. bu durumda arayamazdım da. ya da arayıp havadan sudan konuşurdum. nedenini sorardı. onu özlediğimi söyleyemezdim.

başka bir yol bulmalıydım.

beni şarkıların yönlendirmesini uygun buldum. dünyayı değiştirebileceğimi getirdiler aklıma. bu çok büyük bir iş olurdu. altından kalkamazdım. hem zaten neyi değiştirecektim ki? her şey birbirine bağlıydı ve dangalağın teki için daha fazla savaşı, açlığı, boku, püsürü göze alamazdım. ve yine aynı nokta. küs müyüz? bu olmaz. elbette küs değiliz. küsebileceği biri değilim. bir şey mi yaptım? evet, bir şey yapmamış olur muyum? tepkisi böyle olmayabilirdi yine de.

dünyayı değiştirmekten vazgeçtim sonuçta. sandalyeme oturdum ve kendimi sorguladım. bu şarkı biraz erken başlamış olabilirdi ama başlamıştı sonuçta. göze göz, dişe diş dedi. hak verdim. her zaman doğruyu söylemek gerekiyordu, rahat etmemi sağlayan buydu. bunun için ölmekten korkmayacaktım ya...

herkes için ölebilirim. herkes bir şeyler için ölüyorken burada dolaşsam da olur, çekip gitsem de. ne de olsa kimse anlam veremeyecek buna. gitsem de bir, ölsem de. ne de olsa herkes üzülecek. birkaç gün. ailem daha fazla. ama onun dışında bana değer verdiğini söyleyen herkes var ya. yıllar önce otların üzerinde otururken, tesadüfen, belki de pek saklamadığım için bileğimdeki yaraları gören sen bile var ya... konuşmadığımız için, öğrendiğinde çok geç olacak. sonra birkaç günüm var hafızanda. bunları neden yaptığımı soran sen... hiçbir zaman bilmeyeceksin. tamam, söz veriyorum dediğim sen... nerede olursan ol, sen bileceksin. senin için acır, yanlış hissetmezsin. belki de sadece böyle düşünmek istiyorum. arkamdan birkaç bira devirir ve unutursun. diğerleri... yaşıyor muyum sizin için? kaç günlük ömrüm var? doktor bey... istatistiklerinizde kaçıncı sıradayım?

hepiniz için ölürüm ve hepiniz için yaşarım. bu da sizi kolayca sıfırlar. canınız cehenneme.

küs müyüz demedim. hiçbir şey demedim. adımın mavi olmasını istedim bir an. mavi otobüsle uzaklaşmak istedim. saçma bir şey yapmak istedim. kimsenin anlam veremeyeceği bir şey. ne yapsam yeri olacağını düşünenleri bile şaşırtacak bir şey. ve bana ne olduğuma karar veremeden bakmalarını istedim. tanrı mi, deli mi, sadece dikkat çekmeye çalışan biri mi yoksa eğlence dediği şey bu mu? bilemesinler istedim. bir inşaat makinesinin üstüne çıkmak, ardımdan gelenlerin elindeki yiyeceği sormadan ısırmak, herkese ağzımın içindekileri göstermek istedim. ama evden çıkmak öyle zor geldi ki. sadece seni aramak istedim. aramadım. aramam.

bana bir neden verir misin? veremezsin. versen kabul eder miyim? bilmiyorum. sana güvenmemeyi düşünmemiştim ki hiç. şimdi siktir git başımdan.

dolapta rakı ve cin var. cinin nasıl içileceğini bilmiyorum. nasıl çağrılabileceği konusunda fikir yürütebilirim. tek başına olmaz. olsa da eğlencesi olmaz. rakı gibi.

bana korkabileceğim bir şey verir misin? veremezsin. bana kendi ölümünü bile veremezsin. bu seni daha çok korkutur. bana ölümümü veremezsin. bu cesaretten de fazlasını gerektirir.

rakıya da cine de dokunmuyorum sonuçta. evden çıkmaya üşendiğim için başka bir şey de içmiyorum. bana evden çıkmam için bir neden verir misin? alkol dışında bir neden. şu anda hiç de yeterli görünmüyor.

ardımdan gelecek birilerinin olduğundan öyle eminim ki. o salak inşaat makinesine tırmandığımda bile ardımdan ordu sürüklemiştim. neden böyle bir şey yaptıkları konusunda en ufak bir fikrim yok. saçma olduğu için herhalde. insanların saçmalamaya ihtiyacı var belki de.

ve sen tek başına tango yapılamayacağını düşünüyorsan salaksın. bildiklerinin dışına çıkamaz mısın iki dakika?

bu yazıyı tek “sen” kullanarak yazabilmem için bir neden verebilir misin bana? bin tane kişilik verebilir misin? ne yazıyorsam sana yazmam için bana kendini verebilir misin? sen bana bir bok veremezsin.

ben herkes için ölebileceğimi söyledim. marilyn manson da ota boka ruhunu satarmış da sana satmazmış. aferin. kendi ağrılarıyla oynasın ibne. hepimiz öyle yapıyoruz sonuçta. sırada korn var. o kadar kırılmış ki dünyayı onun gözleriyle görebilmeni istiyor. ne işine yarayacaksa... başkasının kırıldığını görmek gerçekten iyi hissettirir mi? intikam hangi sosla, ne sıcaklıkta yenir? lezzetli midir? neyin intikamını almak mübahtır hocam? bir rüyaya ağıt yakacaksan intikam söz konusu olabilir mi? ömer seyfettin diyeti karın doyurur mu?

can you give me sanctuary? i must find a place to hide... a place for me to hide.

yarın iş dışı bir şey için dışarı çıkacağım. sosyalleşeceğim. birini üzeceğim. whenever she walks into a room, someone leaves crying. başka biri için söylenmişti, üstüme alınmamak için neden göremiyorum. saç şeklim değişse de değişmiyorum. yaşamım değişse de değişmiyorum. eski bir yaşamda, böcek olduğum zaman da böyleydim. günün birinde ışık ve sevgi beni bulamayacak, kendi haklarımı ilhan irem’e devrediyorum. kozmosta sevecen sevecen takılsınlar. denedim, yanıldım. bundan sonra bana yaklaşmaya çalışırsan da suratının ortasına tanrı’nın eliyle gol atacağım. fark etmeyeceksin bile. çok geç olduğunu da bilmeyeceksin. neyi kaçırdığını da. kaçırdığını düşündüğün zaman bile.

yeniden başlıyorum. kırıldım ve kendimi yeniden yapıyorum. kumdan, en acımasız şeklimle. yeniden cama dönüşüp kırılana kadar.

bir hikaye yazabilirdim, bu şekilde başlamıştım ama gerzek şarkı erken girdi. rüyalarımı anlatabilirdim. yazımı jack daniels’la süsleyebilirdim. üzerine kahve dökebilirdim. seni öpebilirdim. başkasını öpebilirdim. değişebilirdim. değiştirebilirdim. küçük bir hareketin yeterli olacağını sanabilirdim. hayal kurabilirdim. resim yapabilirdim. birilerini çok kötü kırabilirdim. birine iyilik yapabilirdim. kitap okuyabilirdim. duvarı izleyebilirdim.

yapmadım.

kusmama neden olacak sıkıntım için teşekkür ederim. üç gündür bilincimin altını üstüne getirecek saçmalıkta rüyalar gördüğüm için teşekkür ederim. eleştirilmemi sağlayacak davranışların kaynağı olduğun için teşekkür ederim. herhangi biriyle birlikte olmamı engellediğin için teşekkür ederim. bunca zaman bir şekilde varolduğun için teşekkür ederim. beni bu kadar yalnız bıraktığın için teşekkür ederim. şimdi defol git buradan.

4 Kasım 2007 Pazar

i touched her thigh and death smiled

who wouldn't fall in love with her?
each day i find a new dead to cry for. this one had a motorcycle.
the loved ones make the most damage. cheers, this one is for you.
you would love her until your dreams shatter beyond repair. but she never breaks your heart really.
i'm concerned about the mother mostly. i couldn't even go to the funeral.
and the black dog chases. and the dead end is gray. shiny big teeth reach for the throat.
then there is silence. shocked with grief, she might well be staring at the walls all day.
come and dance with me. with enough alcohol, you won't know the difference.
then you fall in love. then you realize you're not the one.
you've never met someone like her. you probably never will. in her unique androgyny, she gently slips inside you.
with enough alcohol and the girl around, everyone can dance. and everyone dances.
nobody knows her name, she wouldn't tell. nobody knows if she's sane or not. somebody calls her insane. somebody always does.
and you can see her pretty eyes filled with tears. and you try to tell her, that particular death wasn't that bad. she wouldn't listen. if you insist, she would make you regret it.
then the time was out. the game was over. dazed and confused. fast and furious. lost and delirious. dead and gone.
"her kiss is her touch is her breath is her fingers is what remains after the laughing is over."

2 Kasım 2007 Cuma

son kullanma tarihi

ağzımızdan çıkan sözlerin son kullanma tarihimizi belirlemesinden bahsederdi. o zaman da çok hoşuma gitmişti tanım. durup dururken fark etmeyiz ama var böyle bir şey. her zaman ağzımızdan çıkar mı bilmiyorum ama insanların son kullanma tarihi var.

asosyalliğimi bir kenara bırakırsak facebook'a girmememin bir nedeni de bu. ilkokul arkadaşlarımın bir tanesini bile hatırlamıyorum. bir yerde karşıma çıksalar ve beni tanısalar "ay çok sevindim seni gördüğümeeeee, ayol ne uzun zaman olduuu!" gibi dangalakça konuşmalar yaparım eminim. çünkü yalancıyım. açıkçası sevinmem. şaşırırım ama sevinmenin alemi yok.

çünkü bu insanları hayatımdan çıkarmamın bir nedeni olduğunu düşünüyorum. şimdiye kadar hayat şartları öyle gerektirdiği için koptuğum kimse olmadı, belki ondandır. ama zaten hayat şartlarına koyayım, bize bir şey olmasın. bu kadar aşılmaz şeyler değil ki. en azından beni zorladıkları bir zaman olmadı.

kaldı ki, çok çalıştıkları için görüşemeyen insanlar sadece sıkıntılarına bahane bulmuştur. hala birbirini seven insanlar üşenmez, yarım saat için de olsa görüşürler. daha az uyumak da her zaman olasıdır.

velhasıl kelam, değil ilkokul, üniversiteden bile arkadaşım yok gibi. yok değil ama görüşmüyoruz. nasıl olduklarını bilmiyorum. doğrusunu söylemek gerekirse aklıma gelmiyorlar bile. birbirimiz için zamanımızı doldurduk. bireysel insan çöplüklerimizde boşluğa el sallıyoruz bazen. bununla yetiniyoruz. oysa küçücük bir ses yetecek duyulmaya. gerek duymuyoruz.

insan harcamak kolay.

geçen gün küfür ettim. sinirlenmiştim, ettim işte. neden olmasın? göt dedim, sikindirik dedim, bir de ağzına sıçayım dedim. hiçbir işe yaramadı. sonrasında yine sinirliydim.

şu aşağıdaki kırmızı yazısı var ya. nereden çıktı biliyor musun? bir şeyin kırmızı et grubuna isim bulmaya çalışıyordum. o zaman aklıma geldi de yazdım. karizmaya -3 puan. yok lan, belki de iyi bir şeydir kırmızı etten çıkması. belki de hiçbir anlamı yoktur, ne bileyim.

dün artık pek de diyalog kuramadığımızı gördüm. değişmişiz gibi gelmedi. sadece konuşamıyormuşuz gibi geldi. biraz üzdü galiba. ama sadece biraz. film izledik. film süresince yorum yaptım, çok gereksizdi. ama "ölüme 7 gün" diye klişenin feriştahı bir filmde başka ne yapılabilir ki? klişenin feriştahı ne ayrıca. bunu ben mi yazdım? evet, elbette ben yazdım. her neyse. yarın konuşma sorunumuzu alkol yardımıyla çözmeye çalışacağız.

ne diyordum? evet, insanların son kullanma tarihi vardır ve bu son derece normaldir. ama olmamalıdır. birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bu günlerdeeeğğğ, hepimiz bir feyzbuk sahibi olmalııığğğ; eski de olsa, unutulmuş da olsa, hatta ve hatta ölmüş bile olsa arkadaşlarımızın, o biricik can yoldaşlarımızın halini, hatrını, ıdığını, bıdığını, kaç köprüden geçtiğini, kaç dereye sıçtığını bilmeliyiz! ama ben derelere sıçmadığım için girmiyorum. oldu mu canım benim, güzel kardeşim, benim küçük sevgilim?

benim küçük sevgilim'in yazarında bir pedofillik var mıdır acaba?

1 Kasım 2007 Perşembe

kırmızı

karlar kraliçesinin gözleri maviydi. biriktirdiği küçük buz parçalarına yansırdı renk. kanı mavi akardı onun. incecik damarlar verirdi rengini tenine. dokunuşu buzdandı. nefesi bol dumanlı.

çocuk arkadaşını seçti bir gün. her şeyi bırakıp gitti.

öfke yanaklarını kızarttı kraliçenin. içinde patlayan yanardağ ellerini titretti. geride sadece üzüntü kalınca buğulandı gözleri. yaşları bile buharlaştı. mavi kendini kaybetti. kestiği bileğinden gelincikler boşaldı.