30 Haziran 2009 Salı

realistic

i'm having a nervous breakdown.
i'm NOT having a nervous breakdown.

everybody's talking, shouting and it's getting louder and louder and more annoying each time.
i don't need to LET them effect me, do i?

the tears are right behind my eyeballs, trying to get out.
there's just a brain behind my eyes. and THAT'S ALL.

but it screams for help.
no. my brain doesn't scream. and it NEVER asks for help.

i am just a cold, arrogant bitch.
I AM.

just a little depressed maybe?
there's no depression.

and i am fine now.

23 Haziran 2009 Salı

ideal

"Tam bir İstanbul hanımefendisi" diye düşündü Şöbiyet. Oturuşu, kalkışı, kahve fincanını tutarken nazikçe kalkan serçe parmağı, konuşması... Görünüşe bakılırsa Baklagül tam da evlenilecek kadındı.

"Sizi tekrar görebilecek miyim?" diye sordu. Baklagül hafifçe kızardı, uzun kirpiklerinin gölgelediği gözlerini indirerek, incecik sesiyle cevap verdi; "Çok isterim. Fakat buna bir isim koymamız gerek. Sonra ne derler?"

Şöbiyet uzaklara baktı. Çok eskilerden tanıdığı bir ses, yine hayatın önemli derslerinden birini kulağına fısıldıyordu. "Kadının iyisi sokakta hanımefendi, mutfakta aşçı, yatakta orospu olmalı."

"Ah be Kamil Abi," diye düşündü Şöbiyet; "Şimdi kadayıfa döndün, ağzında diş kalmadı ama gençliğinde neler neler öğrettin bana. Bir tek şu aşçı meselesini öğretemedin be abim. Kadın milleti sokakta ve yatakta çeşitli sıfatlarla anılırken neden mutfağa girince meslek sahibi oluyor, bir bunu anlatamadın. Bir de keşke Cine5'in şifresinin nasıl kırıldığını öğretseydin zamanında. Ama sen de haklısın be abi, nereden bileceksin? Hem zaten artık..."

Baklagül kibarca öksürdü ve Şöbiyet'i düşüncelerinden uzaklaştırdı. "Kalkalım mı artık? Geç oldu."

---

Ne güzel kızdı şu Baklagül. Hanımefendiliğine diyecek yoktu doğrusu. Her hareketinden incelik akıyordu. Annesi bir kaşığa kırk mantı sığdırabildiğini de söylemişti. Bütün mahalle Baklagül'ün tarifine göre baklava yapıyordu. Daha ne olsundu? Dahasını Şöbiyet de çok merak ediyordu. Konuyu annesine yeniden açtı. Baklagül'ü düşündükçe kabaran merakı yüzünden daha fazla bekleyemeyecekti.

---

Şöbiyet annesinin itirazlarına aldırmadı. Babası "Dur bakalım hele" dediyse de beklemedi. Baklagül'le evlenecekti, başka yolu yoktu. Hazırlıklar tamamlandı, bir hafta içinde söz, nişan, düğün yapıldı. Kamil Abi düğüne tekerlekli sandalyesiyle katıldı. Artık konuşamıyordu ama düğün boyunca Baklagül'e bakıp kafasını iki yana sallayıp durdu. Şöbiyet bunu parkinsona bağladı. Ne var ki yanılıyordu. Kamil Abi tüm bilgeliğiyle, Şöbiyet'i uyarmaya çalışıyordu.

---

Beklenen an sonunda gelmişti. Davul zurna çalınmış, yüzlerce 1$ yerlere saçılmış, takılar takılmış, göbekler atılmış ve düğün tamamlanmıştı. Kadınlar Şöbiyet'in anlamadığı gelenekleri yerine getirmiş, Baklagül'ü odasına yerleştirmişlerdi. Arkadaşları sırtına hayvan gibi yumruklar attıktan sonra Şöbiyet de hazırdı. Odanın kapısına gelince derin bir nefes aldı, "Vay be! Artık evli bir adamım," diye düşündü; "üstelik galiba kusursuz bir kadınla."

Baklagül yatağa uzanmıştı. Son derece müstehcen bir pozisyon, kırmızı kombinezon, kırmızı örtüler, kırmızı ışıklar... Kalp krizi geçirmek için uygun bir ortam. Şöbiyet'in nabzı hızlandı. Titremesini zar zor kontrol edebildiği elini Baklagül'e uzattı.

"Yalnız ücreti peşin alıyorum kocacım."

Yanlış mı duymuştu? Baklagül'ün ağzında cak cak çiğnediği sakız kafasını mı karıştırmıştı? Kulakları ona bir oyun mu oynuyordu? Nasıldı yani? Baklagül o kadar ideal bir kadındı ki, yatakta hakikaten orospuya mı dönüşmüştü?!

Şöbiyet ne söyleyeceğini bilemedi, ağzında birkaç kelime geveledikten sonra hızla oturma odasına gitti. Koltuğa külçe gibi yığıldı. "Herhalde heyecandandır" diye düşündü. "Bu geceyi atlatalım, yarın sağlam kafayla konuşuruz. Bu böyle olmaz. Yok, vallahi olmaz. Hatta şimdi gidip sakinleştirsem iyi olacak."

Koltuktan kalkarken mutfağın ışığı yandı. Baklagül mutfağa girmişti, "Susadı herhalde heyecandan, canım benim" diye düşündü Şöbiyet. Baklagül'ü korkutmamak için, dikkatli adımlarla mutfak kapısına geldi. Kapıda durdu ve "Oha" dedi.

Baklagül gecenin bu saatinde bir yandan patates doğruyor, diğer yandan kremalı sosu karıştırıyordu. Üzerinde beyaz bir mutfak önlüğü vardı, saçlarını sıkıca toplamıştı. Az önceki şuh kadından eser kalmamıştı. Şöbiyet o kadar şaşkındı ki, içinden küfür bile edemiyordu. Şu anda sanki dünya dışı bir varlıkmış gibi gördüğü maydonoza bakakaldı. Elini uzatmasıyla tahta kaşığın "çotank" diye elinin üzerine inmesi bir oldu. Anlaşılan Baklagül malzemelerini kimseye kullandırmayan bir aşçıydı. Ayrıca Allah belasını versindi.

Şöbiyet "konuşmamız lazım" diyerek mutfaktan çıktı. Baklagül mutfak robotu sesleri çıkararak onu izledi.

---

Evet, Kamil Abi'nin tanımına göre Baklagül ideal kadındı. Hatta bundan da fazlasıydı. Mesela koridorda manken gibi yürüyor, sokak kapısının önünden geçerken selam veriyor (bazen selamını "Ekmek lazım mı beyim?" sorusuyla destekliyor), bilgisayar başında ise tüm ciddiyetini takınıp direktif vermeye başlıyordu. Kendini rakı sofrasına meze edip boylu boyunca masaya uzandığı ve ara sıra kendini kavun sanıp kesmeye kalktığı için Şöbiyet evde rakı içmekten vazgeçmişti. Onunla hiç banyoya girmemişti. Görebileceklerinden korkuyordu.

Bir keresinde Şöbiyet televizyon izlerken Baklagül'ün bacağını tuttu. Bir tepki alamayınca hafifçe okşamaya başladı. Baklagül kalkıp kanalı değiştirdi, yerine oturdu. Şöbiyet bir şey anlamamıştı. Biraz bekledi ve kolunu Baklagül'ün omzuna attı. Bu hareket de televizyonun sesinin açılmasıyla sonuçlandı. "Komşular duymasın diye yapıyor" dedi Şöbiyet içinden, iyice yaklaşıp öpmeye başladı. Baklagül donup kaldı. En ufak bir tepki vermiyor, gözlerini bile kırpmıyordu. Şöbiyet neyi yanlış yaptığını fark etmişti. Oturma odasında televizyon kumandası olan bir kadınla koltukta sevişmeye kalkarsa, kısa devre yapması normaldi.

Yeniden çalışması için kafasına birkaç kez vurdu, işe yaramayınca eline iki tane yeni pil tutuşturdu. Baklagül kalkıp kanalı değiştirdi.

---

Evleneli bir hafta olmamıştı ama Şöbiyet ideal kadın arayışının dünyanın en saçma uğraşı olduğuna karar vermişti bile. Boşanmak istediğini söylese herkes kıçıyla gülerdi. Balkonda oturdu, bir sigara yaktı. Omuzları çökmüş, düşünceli düşünceli otururken omzunda bir el hissetti. Gelen Baklagül'dü. "Bu ne hal lan? Karadeniz’de gemilerin mi battı yarraaam?!" dedi. O an Şöbiyet sadece erkek arkadaşlarının seviyesiz muhabbetinden değil, dünya üzerindeki tüm küfürlerden tiksindi. Ama yapacak bir şey yoktu. Balkonda arkadaşa dönüşen Baklagül Şöbiyet'in derdini dinlemeden gitmeyecekti.

Şöbiyet olan biteni anlattı. "Harika bir kadın, kesinlikle çok seviyorum, daha iyisi olamaz. Ama olmuyor be kanka, olmuyor anasını satim!"

Baklagül bilge arkadaş tavrıyla "Anladım seni kanka," dedi; "erkek dediğin kusursuz kadın istemez. Kendisi kusursuz değilken karşısında ilahe görünce ne yapacağını şaşırır, ellerini nereye koyacağını bilemez. Zaten kadın dediğin de kusursuz olamaz, bünyesi kaldırmaz. Bir yerde balataları yakar işte. Mühim olan uyum. Bize asıl gereken o işte. Ne bir eksik, ne bir fazla. Beyin kıvrımlarınız birbirine oturacak ki mutlu olasınız. Böyle, uçurtma gibi. Rüzgar nasıl eserse ona göre, hafif. Ama bir yandan da ipini koparıp gitmeyecek, eşine bağlı olacak. Böyle işte."

Şöbiyet ana fikri anlamıştı. Hatta daha fazlasını da. O gece yatağına gitti, Baklagül'e biraz para verdi. Evlendiklerinden beri ilk kez seviştiler. Ertesi gün Şöbiyet pikniğe gitmeyi önerdi kahvaltıda. Baklagül mutfağa girdi, mükellef bir piknik sepeti hazırladı. Arabada sürekli şarkı söyledi. Bijon anahtarı rolüne soyunmadığı için şükretti Şöbiyet. Ama zaten birazdan evlilikle ilgili tüm dertleri bitecekti.

Yemeklerini yedikten sonra Şöbiyet uçurtma uçurmak istediğini söyledi. Baklagül hazırdı, uzun bir çamaşır ipini beline bağlamıştı bile. Şöbiyet ipin ucunu tuttu, birlikte koşmaya başladılar. Tepenin sonuna geldiklerinde Baklagül iyice yükseğe zıpladı. Uçtu, uçtu, bir süre havada kaldı. Ve uçan her şey gibi yere indi. Mevcut duruma daha uygun bir tanım gerekirse, çakıldı.

Şöbiyet merhum eşinin ardından baktı. Belki de dünyanın tek kusursuz kadınını kaybettiğini düşündü. Üzülmedi. Kendini her yeri doldurmaya adamış bu kadın, ardında nasıl olduysa hiç boşluk bırakmamıştı.

11 Haziran 2009 Perşembe

Gerrrrrgin

İnsanlar gergin. Ben kalem çevirip plastik bardak katlediyorum. Pek bir şey yok. Buna rağmen dikkatsiz ve biraz düşüncesizim. Vücudumun “banne grip olcam ben” dediği ve tüm irademle karşı koyduğum zamanlar gibi biraz. Grip olmuyorum, sadece sıkıldım. Gerginlikten yükselen sesleri duyunca milletin ağzına ayağımı sokmak istiyorum, çorabımla birlikte. Sonucun daha iyi olmayacağını, hatta gayet de kötüye gideceğini bilmeleri için yapmak istiyorum bunu. Dikkatsizliğim ve düşüncesizliğim sanırım biraz da bununla ilgili. Elbette salakça bir savunma mekanizması, durumu kötüleştiriyor.

Bir yandan da ıvır zıvır blogları okuyorum. Bazıları hakikaten gayet hoş yazılmış, okunası. Mesela az önce bir tanesi hislerime tercüman oldu. Al işte:
kötü bi draft yazdım çünkü. bilerek kötü yazdım çünkü müdürlük olarak drafta inanmıyoruz, kırmızı kaleme ve “bunu okuyucunun yorumuna bırakalım”lara inanıyoruz.


Son günlerde daha çok selamlaşma, daha çok havadan sudan konuşma ve daha çok “karşılaştıkça gülümseşme” durumu söz konusu. Bunu konu etmeye dilim varmıyor aslında. Ama bak işte, varıyormuş, söyledim bile. Ama asıl söylemek istediğim bu durumlardan memnun olmadığımdı. Asosyalim bu aralar içten içe. Gülümserken yine yüzüm çatlıyor. Ama nasıl sakin, nasıl sevimli... Sırf sigara içerken konuşmamak için çimenlere uzanıp gözlerimi kapatıyorum. Oysa o çimenler bokumu yesin benim, sevmiyorum üç metrekarelik kurumaya yüz tutmuş çimen müsveddelerini. Millet “buna da şükür” der, o çimenlerde piknik yapar. Ben demiyorum öyle. Ofis koltuğunu tünek olarak kullanıyorum, ayakkabılarımla basıyorum üstüne üstüne. Hem de tuvalete girdim ben o ayakkabılarla, n’aabeeer...

Ben galiba bu güzel havalarda mahvoluyorum. Fayda’dan ayrılma düşünceleri de böyle havalarda oluşmuştu. Beni gidi güzel hava quitter’ı.

Dün şaka gibi bir blog gönderdi sevgili. Aşkla ve geri zekalılıkla yoğrulmuş iki gencin TDK ajanlarını intihara sürükleyecek öyküsü. O kadar romantik komedi tadında ve tahmin edilebilir ilerliyor ki hikaye, bir çift ne kadar salak olursa olsun bu şekilde yaşayamaz, yaşasa da bunları yazamaz diye düşünerek fake olduğuna karar verdim. (Ara bölge: İnsanların “bacım” diye hitap etmesinden hep beraber tiksinebilir miyiz lütfen? Bu görüşümü paylaşmanız ve hayatınızdan bacım kelimesini çıkarmanız benim için önemli sayın okur. Evet, haklısınız, bildiğiniz şımarıklık bu. Ama dünyayı bir nebze güzelleştirecek bu durum, ciddiyim.) Bunun bir nedeni de yazarlardan birinin (her ne kadar bir kişinin yazdığını düşünsem de) diğerinden bahsederken aşırı miktarda ve ardı ardına (Keşke bunu da “ardarda” diye kabul etsek. TDK sesimi duy!) “böcüşüm, hayatımın anlamı, ilk ve son aşkım, minnoşum” ve benzeri tanımlamalar kullanmasıydı. Sadece ben böyle dangalak tanımlamalardan hoşlanmıyorum diye değil, ciddi bir insan yazmaz öyle diye düşünüyorum. Doğuştan yavşak olsa bile yazmaz. Bir de zaten nasıl bir insan sevgilisine böcek der ki? Ne kadar şirinleştirmeye çalışsan da böcek işte. Tamam, fazla takıldım buna, kesiyorum.

Ben çok sıkıldım buradaki insanlardan. İlk zamanlarda hoş, daha sonra da en azından kabul edilebilir gelen huyları batıyor. İster istemez iletişimi minimuma indirdim. Özellikle iletişim kurmak istedikleri zaman son derece makul, kalan zamanlarda sessiz, sakin. Ortamdan da sıkıldım zaten. Çıksam şimdi. Geri dönmesem belki. Sevgili kokusu istiyorum.