30 Ağustos 2009 Pazar

dionysos

dün jim morrison hakkında bir şeyler yazdım, ardından oliver stone'un doors'unun bazı sahnelerine yeniden göz attım. bugün biraz nietzsche karıştırıyorum. dolayısıyla dionysos aklımın bir köşesinde oturup şarabını içmekte.

bir ateist olarak tanrılarla bu kadar içli dışlı olmamı biraz saçma bulsam da bazıları hakkında atıp tutmayı seviyorum. mesela dionysos'u şakacı, belki de şakacıdan ziyade sosyal bir tanrı olarak görmek hoşuma gidiyor. canı sıkıldıkça dünyaya inen, farklı dönemlerde de "büyük" adamların aklını ve ruhunu bulandıran biri olarak düşünüyorum onu. belki bu adamlar dionysos takıntıları yüzünden onu kendi ruhlarına çekiyorlar. bir süre birlikte takılıp kendilerini dünyaca ünlü yapacak, zaman kavramını aşmalarını sağlayacak eserlerini veriyorlar. sonra da tanrı ruhunun ağırlığını kaldıramayıp, "ne dilediğine dikkat et, gerçekleşebilir" düsturunu kanıtlarcasına deliriyorlar. çünkü ne kadar sosyal bir tanrı olsa da dionysos sonuçta bir "tanrı". herkesin gözünü alacak kadar parlak ve tam da bu yüzden yalnız olması kaçınılmaz.

aklıma şimdilik dionysos takıntılı başka biri gelmiyor. günümüzde ise sanırım bir dionysos yok ya da yine ben anımsayamıyorum. belki de dünya şu sıralar bir savaşın eşiğinde değildir ve şarapçı tanrı yeni bir peygamber göndermeye gerek duymuyordur.

25 Ağustos 2009 Salı

pamuk

masallardaki karakterler de tanrılar gibidir. hatırlandıkları sürece yaşamaya devam ederler. hayatlarını kendi gerçekliklerinde sürdürmekle birlikte, varoldukları zamana az çok ayak uydururlar. çünkü tüm kahramanlar kendileri hakkında anlatılan hikayelerden bir şekilde haberdar olurlar.

pamuk prenses, hakkında yazılan bir kitabı, üçüncü sınıf bir gazetede çıkan dedikodu haberi gibi okuyordu. hayatı hiç de anlatıldığı gibi değildi. sonsuza kadar mutlu yaşamak kocaman bir yalandı ve ne yazık ki pamuk prenses mutlu geçen zamanlarında buna inanmıştı. şimdi de mutlu biten her masala tiksintiyle bakıyordu çünkü hala gözlerinin dolmasını engelleyemiyordu.

yarım bıraktığı elmadan bir ısırık daha aldı ve evin içinde amaçsızca dolaşmaya başladı. yedi cücelerle birlikte yaşarken yapacak bir sürü işi olurdu ve gün daha kolay geçerdi. şimdi yapacak hemen hemen hiçbir şeyi yoktu. cüceler bir hobi edinmesini söyleyip duruyorlardı. oysa onun hobileri, becerileri ve enerjisi vardı. sadece isteği yoktu. pamuk prenses farkında olmadan depresyona giriyordu. farketmediği, farketse de önemsemediği bir diğer durum da sürekli kilo vermesiydi. böyle giderse yediği elma onu yine öldürecekti. bu kez zehirli olduğu için değil, midesine giren tek besin maddesi olduğu için.

tak! tak! tak!

ev tamamen terkedilmiş sayılmazdı. pamuk prenses tamamen yalnız sayılmazdı. hayat tamamen sıkıcı sayılmazdı. pamuk prenses'in içi tamamen boş sayılmazdı. ara sıra bir şeyler olmuyor değildi. pek sık görüşmeseler de yedi cüceler vardı mesela. prenslik yapmaktan zaman bulduğunda eve dönen prens vardı mesela. kendilerine biçilen rolleri kabul etmeyen, bu yüzden kötü bilinen cadılar vardı mesela. bu kez kim gelmişti acaba?

- selam.
- buyrun?
- ben bu hikayenin yazarıyım. müdahale etmem gerektiğine karar verdim. içeri girebilir miyim?

pamuk prenses bana inanmamıştı ama içeri girmemi kabul etti. zaten başka şansı da yoktu. kalem hala benim elimdeydi. ama bu iyi bir şey değildi çünkü ona ne söylemem gerektiğini bilmiyordum. öncelikle onu depresyona sokmuştum ve suçluydum. kendimi muhteşem kısır döngümden kurtarmadan onu da kurtaramayacaktım. aslında bu hikayeyi çöpe atmam gerekiyordu. kimse okumazsa pamuk prenses de depresyonda sayılmayacaktı, prensle birlikte sonsuza kadar mutlu yaşayacaktı.

- mutluluğunu prense endekslemene sinir oluyorum pamuk prenses. prenseslerin bu edilgen tavırlarından hep rahatsız olmuşumdur zaten. prenslere de kılım. tamam, masallar kızlar için yazılıyor olabilir. ama prens de bu kadar karaktersiz bırakılmaz ki canım! ne oluyor sonra? küçük kızlar büyüyor ve kurtarılmayı bekliyorlar. hem de tek özelliği yakışıklılık olan, tabiri caizse karı peşinde koşmak dışında hiçbir iş yapmayan biri tarafından! bununla mı sonsuza kadar mutlu yaşayacaksın? "siz erkekler, hepiniz aynısınız!" demeden önce bir düşünür insan. asıl prenseslerin birbirinden ne farkı var?

yazar kaptırmış gidiyordu. hikayenin başı kıçı ayrı oynuyordu. zaten bundan bir hikaye de çıkmayacaktı, zira yazar hayvanı hikayeyi kurarken bütün mutsuzluğunu pamuk prenses'e yüklemeye çalışmıştı. artık prensesi rahat bıraksındı, sonuçta onunki de candı.

di mi biraz benca?

20 Ağustos 2009 Perşembe

yazdım gitti.

var mı eski öz geçmiş gibisi... geçen hafta çok sıkılınca yeni bir tane yazdım çünkü eskisi "tamam"dı. bir şeyler eklesem de çıkarsam da eksilecekti. resmen kıyamadım yazdığım şeye. oysa, mesleği düşünürsek, elimin kiri olması gerekiyor. şimdiki bir manifesto. gün gelir onu da koyarım belki buraya.

pisi: patron, bunları okuyorsan haberin olsun, muhasebeden kimle konuşmam gerektiğini bilmiyorum.

yazar ne yazar, ne yazamaz?

ben inci. ismim, 27 yıldır değişmeyen sayılı özelliklerimden. her şeyi dört harfe sığdırdım. ben t-box. birkaç yılımı prenses olarak geçirdim, soyadımı dean olarak değiştirdim. bir kazada ölemeyince yola devam ettim. ben kerouac. birileri ilerleme gördü bende. oysa bir arpa boyu bile değildi aldığım yol. amatör ruhu kaybetmemek dediler buna. 17 kez sattım ruhumu. her seferinde farklı bir fikirle çıkınca karşısına, şeytan aynı kişiyle alışveriş yaptığını anlamadı.

saat kullanmadım hiç, takvimden haberim olmadı. her şey çok acildi zaten, zamanın anlamı kalmadı. bir ara istanbul üniversitesi amerikan kültürü ve edebiyatı’ndan mezun oldum. çok yazdım, çok okudum. zaman geçirmek için birkaç farklı iş yaptım, hepsinden sıkıldım. reklamcılık vakfı’nın derslerine katıldım. kalbimi reklama kaptırdım. hemen karan reklam ve tanıtım hizmetleri’nde, medikal alanda çalışmaya başladım. iki yıl kadar doktor vektör’ü oynadıktan sonra hastalık hastası olup bıraktım.

yaklaşık iki yılımı “fayda”lı geçirdim. “küçük şeylerin tanrısı”yla çalıştım. her tanrı gibi, yüksek beklentilere sahipti. ben de onları karşılayacak yetenek ve bilgiye sahiptim. ama kriz oldu, paraların suyunu inek içti, tüm keçiler dağa kaçtı, ben de “süresi belli olmayan, ücretsiz bir izin” sahibi oldum. bir diğer deyişle, işten çıkarıldım.

şimdi bankadan da anlıyorum, gıdadan da, tekstilden de, elektronikten de. yalnız deneyimle bir yere gelinemeyeceğini bilecek kadar akıllıyım. yalnız zekayla kusursuz iş çıkmayacağını bilecek kadar deneyimliyim. bu işin tek başına yapılmadığını bilecek kadar uyumluyum.

ve ne tuhaftır ki, bunlara rağmen işsizim.

eh, uzun öz geçmişin kısası, takıma katılmak istiyorum.

19 Ağustos 2009 Çarşamba

rutin

ölüm benim için bir sorun değildi. yaşam da aynı şekilde. hafta içi her sabah işe gittiğim, hafta sonu her akşam erkek arkadaşımla buluştuğum bir rutinim vardı. bunu bozabilecek tek şey durup dururken kafama düşecek bir saksıymış gibi gelirdi. ancak bu bile önemli değildi. hayatımı değiştirmek yerine bitirecek hiçbir şeyi o kadar da kayda değer bulmuyorum. intihar kararım da çok büyük görünmemişti gözüme.

ama bir dakika. intihar kötü bir şey. ciddiyim. denemeyin. başarın.

karar üzerinde düşünmem 2-3 saatimi, plan yapmam 15 dakikamı aldı. sonra erkek arkadaşımı aradım. telefonu açtığında aylar sonra ilk kez "sevgilim" diye hitap ettim ona. tavrımın tuhaflığını farketmemek bir yana, çok işinin olduğunu ve akşam konuşabileceğimizi söyleyerek telefonu alelacele kapattı. yine de son günümde onu görmemin iyi olacağını düşündüm. amacım özellikle ondan intikam almak değildi ama öldükten sonra ara sıra aklına girmek, beni özlediğini düşündürterek kafasını bulandırmak istiyordum.

kendime güveniyordum. son derece sakin ve neşeliydim. bugün yaşamımın son günü demiştim bir kere. canım hiçbir şey yapmak istemiyordu ama karşıma çıkan hiçbir şeyi de reddedecek değildim. uzun süredir bin bir bahaneyle ertelediğim "kızlar buluşmasını" bile. evden çıkmam için bir telefon yetti. neşeli yalanlarımdan çerez yaptık. biranın yanında iyi gitti. ne daha çok eğlendik ne de buruk ayrıldık. her şey o kadar normaldi ki, kimse her cümlemin altında bir ceset yattığını anlamadı.

anneme gittim sonra. ağzıma attığım çok naneli şekerlere rağmen leş gibi koktuğumu söyledi. hem kokuyu hem konuyu dağıtmak için kahve yaptım. televizyon karşısında, sunucunun kıyafetini ve tavırlarını yerin dibine sokarak içtik. "ne şanslısın kız," dedim anneme, "kızın bunlara hiç benzemiyor." öksürür gibi güldü.

"aslına bakarsan, benzemeni istediğim zamanlar olmuyor değil."
"aman anneeee... o değil de falıma baksana."
"senin ciğerini biliyorum ben. geleceğini görmek için kahveye gerek yok."
"eee? n'olacakmış peki?"
"valla o kadarını bilmiyorum da şu çocukla evlenin artık. baban göremeden gitti, bari ben ölmeden evlen de gözüm arkada kalmasın."
"iyi canım. kısmet, hemen yarın."

gittim sonra. yol üstünde diye babamın mezarına uğradım ama fazla kalmadım. genelde ağlardım oraya gidince. bu kez hiç de öyle olmadı. hayatım boyunca bu kadar sakin olmamıştım.

bir de haber vermeden erkek arkadaşıma gittim işte. çalışıyordu. bir kahve içtim. "giderken çöpü çıkarır mısın" dedi. çıkardım.

sonra da bileklerimi kestim.

-------------

eve girdiğimi görmüş. kocasından ayrılacağını anlatmak için gelmiş. banyo yaptığımı düşünüp bir saat sonra tekrar gelmiş. polise haber vermiş. kaltak.

-------------

intihar sonrası hayatımda nefret ettiğim tek şey "işgüzar komşu" oldu. kocasından ayrılıp defolup gittiği için onu bir daha görmedim. birkaç gece kalacağını söyleyip yanıma taşınan annemi ise her gün görmeye başladım. kahve ister miydim? odamı biraz havalandırsaydım? neden hiç konuşmuyordum, dilimi kesmemiştim ya? alt kattaki komşunun kızının ne yaptığını duymuş muydum? ben ne yapıyordum? allah kahretsin, ben ne yapıyordum? aklımdan ne bok geçiyordu da kendi anneme bile söylemiyordum?

telefonum kapalıydı. arkadaşlarım geliyordu. nasıl olduysa birden zaman yaratmaya başlayan erkek arkadaşım her akşam evimdeydi artık. kimsenin ilk öfkesinden eser kalmamıştı. hastaneyi ayağa kaldıran "nasıl böyle bir şey yaparsın"lar yerini bıkkın bir sessizliğe bırakmıştı. zamanla onların da gideceğini biliyordum. sadece bekliyordum.

sonra bekleyemedim. bir gece annem uyurken kalktım, bileklerimi kestim.

-------------

şerefsizim radarı var bu kadının. kim "memleketten ceviz gönderdiydim size" diye gecenin bir vakti arar ki?

-------------

yine hastane. annem artık konuşmuyor. diğer tanıdıklar artık öfkeli değiller. her gün doktor beni karşısına oturtuyor. bir saat boyunca birbirimize bakıp susuyoruz. odanın her ayrıntısını ezberledim. bir rutinden kaçarken diğerine tutuldum. ama az önce bir şey yaptım. çok küçük bir şey. doktorun yüzüne baktım, gözünün altında bir şey olduğunu söyledim. sildi, gitmedi dedim. biraz daha sildi. kalkıp yanına gittim. yüzüne iyice yaklaştım. baş parmağımla gözünün altını silerken elimle kafasını sabitledim. burnunun ortasına kafamı geçirdim. bir anlık şaşkınlığından yararlanıp masasının üstündeki küçük freud büstünü kafasına indirdim. bayıldı. bağlayacak bir şeyim olmadığı için kütüphaneyi falan ittim, adamı mobilyaların arasına hapsettim.

bilgisayarını açtım, bunları yazdım.

sonra da mektup açacağıyla bileklerimi kestim.

14 Ağustos 2009 Cuma

ffffound...

three things that are pretty much related to me...





ve bunu gördüğümde bir koltukta bulunabileceğim en kompakt pozisyonda, sol elimin bir tırnağını kemiriyordum.

11 Ağustos 2009 Salı

rrröööah beaaa! acayip hayvanlara benziyorum efendiler. bir süredir başıma musallat olan nedensiz heyecanlarıma ve nedenli sıkıntılarıma bir dur demeye karar verdim. hatta bunu kendi içimde biraz küfürlü bir cümleyle dile getirdim. işte o zaman kendimi adeta bir hayvan, bir canavar ve hatta bir şey gibi hissettim. evet, yanlış duymadınız. kendimi bir şey sandım. biraz tanımsız, biraz gizemli, biraz baştansavma. ne var ki olayımız bu değildir efendiler. zaten ne heyecandan ne de sıkıntıdan kurtulabildim. bu da ayrı bir muamma.

geçen gece kardeş askerliğini nerede yapacağını öğrenmeye çalışırken biz de sapıkça bir merakla çocuğun etrafında toplanmıştık. her kafadan bir şehir çıkıyordu. ben de o sırada, adam gittiğinde nasıl bir mektup yazsam diye düşünüyordum. baktık izmir dış kulvardan kaptırmış, hatay burun farkıyla önde... siirt azimle ilerliyor, bilecik'i arkada bıraktı... aynı anda tanımlanamayan bir cisim dünyamıza yaklaşıyor... ben başladım kenarlarını saymaya, 27 çıktı, gaziantep'e göz kırptım... tribünler ayakta... yaklaşık yirmi beş bin gurbetçimiz yeşil sahalarda yardırmakta... herkes nefesini tutmuş, sıradaki hamleyi bekliyor... akciğerler cayır cayır... ve emre erzincan dedi.

salak gibi kaldık. "erzincan ne lan" dedim. yani muhakkak çok güzel bir şehirdir, gitmesek de görmesek de aynı ülkeyi paylaştığımız sittin tane yerden biridir ama olm?! erzincan ne ya?! mekanı kendi gözümde şirinleştirmek için erzinconi diyorum. kışlanın nesi şirin olabilirse... annemin gözleri doldu ufka bakıp uzaklığı düşünürken. babamdan çıt çıkmıyor. içi gitti tabi adamın ama çaktırmamaya çalışıyor. yer miyim? baksana sen şu gözüme benim. dün gece arkadaşları normal hayata veda gecesi düzenlediler kardeşe. bir ara 4-5 araba geldiler, mahalleyi ayağa kaldırdılar. herkes camlara falan çıktı böyle. babam çıkmadı. geldi bir ara, şöyle bir göz gezdirdi, gülümseme babında hiçbir hareket yapmadan sıvıştı. evden ayrılma gibi düşüncelerimi tekrar gözden geçirdim. yarın birliğe teslim edecekler. aşırı duygusallık yapıp çocuğu üzmeseler giderayak.

tatilim geldi benim, pastoralliğim tuttu. bugün güneş ve çimen gördüğüm her yere uzanmaya çalıştım. bir gerginlikler, bir sıkılgan tavırlar... hafta sonu az insanlı, çok güneşli, bol denizli bir yerlere gitmek istiyor bünye. şimdi şile, kilyos falan diyeceğim ama nasıl gidileceğini bilmiyorum, her şekilde kaybolacağım. ne çıkarsa bahtıma diye düşünüyorum ister istemez. sadece o değil, diğer etkenleri de göz önünde bulundurunca "bu hafta sonu da bokuma benzer mi acaba" diye düşünmeden edemiyorum. bütün hafta iki günün gelmesini bekle, o da işe yaramasın. yazık ama.

bir de böyle geleceğin fazla belirlilik ve tamamen belirsizlik dengesizliği var ya, o da canımı sıkıyor. daha yıllarca yatıp kalkıp işe geleceğim ama hafta sonu için bile plan yapamıyorum. memnuniyetsizliğimden değil, mutsuz falan değilim zaten. hele ki sihirli değneğe hiç yüz vermem. ayrıca "başka türlü bir şey benim istediğim" gibi ne emmeye ne gömmeye gelir bir cümle de kurmayacağım. ne istediğimi biliyorum ben. şu anda kaynaklarım yetersiz. yaşam kaynaklarım falan.

vapurlar falan efendiler, vapurlar falan.

7 Ağustos 2009 Cuma

3... 2... 1...

ota boka heyecanlanıyorum. içimde atlar koşuyor, anlıyor musun? göğüs kafesim parçalanacak ve dışarı çıkacaklar gibi. hayatlar değişiyor, sistemler değişiyor, evren genişlemeye devam ediyor ve tüm bunlar benim içimde olağanüstü bir devinime neden oluyor. symphony no 25 in g minor eşliğinde kafam dalga dalga hareket ederken göğsümdeki atlar gözlerimden çıkmak istiyorlar. denizde koşar gibi çıkmak istiyorlar gözlerimden. ama bunlar saadet ya da hüzün gözyaşları değil gülnihal. manik bir heyecandan ileri geliyor hepsi. sarhoş bir heyecan gibi ama kanımda bir damla alkol yok. içmedikçe sarhoş oluyorum, atlarım kaburgalarıma bağlanmış, iki farklı yöne çekip duruyorlar. heyecandan içim parçalanıyor. sakinleşmezsem kalbim patlayacak, tüm adrenalinlerim etrafa saçılacak.

ne kadar zamandır sürüyor bu? bende değişen bir şey yok, sadece dünya dönmeye devam ediyor. tuhaf bir bekleyiş içindeyim. bir şeyler olacak ama henüz beklemem gerekiyor. harekete geçebileceğim bir durum yok ama kaslarım başlama noktasındaki bir koşucununki gibi gergin. yakında bir şeyler olacak, hareket başlayana kadar beklemekten başka hiçbir şey gelmez elimden. ama başlayana kadar kalbim patlayacak ve ben neler olup bittiğini göremeyeceğim.

sarhoşken hırsla ağlamaya başlayan aktivist şu anda kalbimi kum torbası gibi kullanıyor. anlatacak bir şeylerim var, bu heyecanla dahası da gelecek. bir müzikal senaryosu yazmak istiyorum. hippiden bozma inci, tikky'den bozma pınar, en olmadık yerde attığı muhteşem kahkahalarıyla aslı, kırmızı ruju ve tutkularıyla aslıt, aşkını tüm dünyaya duyuracak olan ayşegül, en yakası açılmadık küfürleriyle banu, baykuş bilgeliğiyle yelda olsun istiyorum müzikalimde. evren klavyesi ve mouse'uyla müzik yapsın, onun sahneye çıkışıyla tüm renklerim çılgın bir hızla dünyaya dağılsın istiyorum. sokaktaki boyacı çocuk fırçalarıyla ritim tutarken, kokoş kadınların yüksek topukları birkaç notayla katılsın, tenkit eden bakışları üstümüzde dolaşsın istiyorum. bizler herkesin "ay çok ayıp" dediği kişiler olalım ve buna rağmen kanatlarımızı açalım istiyorum. içimdeki tüm atlar dışarı çıksın ve ülkemin genç nüfusu yaşama duyduğum açlığı hissetsin istiyorum.

bunları yazayım, mümkünse en ince ayrıntısına kadar hissettireyim ve birileri senaryomu çalsın istiyorum. evet. bu senaryoyu çalın.

elime kalemleri ve boyaları alıp durmaksızın çizmek istiyorum. anlamsız resimlerim olsun ve hiçbir duvarı süslemesin. sayfalarım yerlere saçılsın, rüzgarda dağılsın ve bir yerlerde kaybolsun istiyorum. o kadar heyecanlıyım ki ellerim yerinde durmuyor. onları nereye koyacağımı bilmiyorum, klavyenin üstünde aksak bir ritimle uçuyorlar. o kadar heyecanlıyım ki dünyanın tüm renkleri, tüm arkadaşlarım, evren ve benim için temsil ettiği her şey sıvılaşsın, gözeneklerimden içime dolsun ve beni içine alsın istiyorum. muhteşem bir devinim hayal ediyorum ve bu beni daha çok heyecanlandırıyor.

bu coşkunun nedenini bilmiyorum. mutluluk ya da mutsuzlukla alakası yok ama hissettiklerim çığlık atmama neden olacak. biraz daha böyle devam edersem, birileri beni sakinleştirmeyi başaramazsa, kendimi dizginlemeye çalışırken patlayıp milyonlarca parçaya ayrılacağım. her yer rengarenk inci taneleriyle dolacak ve insanlar paintball oynamış gibi rengarenk lekelenecekler.

tüm bu karmaşanın içinde, spesifik olarak, evren'in beni kemiklerimi kıracak, tenimi sıvılaştıracak kadar sıkı kucaklamasını ve "şşş... geçti, yokmuş yokmuş yokmuş..." demesini istiyorum.


ağlarım ama ben.