27 Aralık 2012 Perşembe

mesela...

keşke "sezercik küçük burjuva" diye bir film yapsalarmış zamanında. işte ondan sonra biz bir gül, bir gül... aaaayh! karnım ağrıdı vallahi.

(karın ağrısı ondan değil. yeniden gaza gelip egzersiz yapmaya başladım. üçüncü gün.)

ve bazen düşünüyorum da (pek sık yapmam, kıymetini bilmek lazım) hayatımın bir soundtrack'i olsaydı malt şarkılarından oluşurdu.

25 Aralık 2012 Salı

odtü'ye destek

madem bezmialem vakıf üniversitesi ve muş alparslan üniversitesi de kınama yarışına dahil olmuş, işler ciddiye bindi demektir. şu anda evdeki kitaplıktan odtü'yü destekliyorum, en kısa zamanda basın bildirimi de yayınlayacağım. herkes elinden geldiği kadar artık.

bir de ezkaza bu sayfaya yolu düşen ve "odtü bilimi protesto ediyor" safsatalarına inanan biri olursa, o gün protestoda bulunan bir odtü öğrencisinin yazdığı şu mektubu okusun bir zahmet:

Başbakan;

Bu tür mektuplar genelde “Sayın” hitabıyla başlar, “Saygılarımla” veya “En iyi dileklerimle” gibi sözcüklerle biter. O kadar öfkeli ve o kadar haklıyım ki, bugün bunu milyon kere yapmayacağım.

“Memleket bunlara kaldıysa bitmiş”, “Derslere girmezlerse girmesinler, bunların yetiştireceği öğrenciler de ancak bu kadar olur” dediğiniz hocalardan ders alan bir ODTÜ öğrencisiyim. ODTÜ öğrencisi olmaya özel bir sıfat, bambaşka bir anlam yükleyecek değilim. Ama röportajınızı izledikten sonra anladım ki, onur duyulacak iki madalyayı arkadaşlarımla birlikte şimdiden göğsüme takmışım bile: üniversiteli ve bilhassa ODTÜ öğrencisi. Şimdi de, o günün başından itibaren polis saldırısına maruz kalmış birisi olarak, kampüsümde “çıkarttığınız olayları” özetleyerek anlatacağım.

Polisinizin kullandığı gaz meşhurdur. 31 Mayıs 2011 günü Metin Lokumcu’yu öldüren, bakanınızın “doğaldır, zararı yoktur”, emniyet müdürünüzün “gerektiği kadar alındı, gerektiği kadar kullanıldı” dediği biber gazıdır. Bu gazdan korunamazsınız, kaçamazsınız. Sadece etkisini azaltmak için yüzünüze ve burnunuza atkı sarar, vücudunuzu doğrudan temastan korumaya çalışırsınız. Gazın gelişinin ardından da limon ve sirke sürer, acınızı dindirmeye çalışırsınız. Ciğerlerinizden kaynaklı bir rahatsızlığınız varsa, bu gaz ölümcüldür. Hastalığınız yoksa, bu gaz o hastalıklardan birisini yaratabilecek kadar tehlikelidir. Özetle, bu bir kimyasal silahtır, faşizmin simgelerinden birisidir.

18 Aralık günü de kampüsümüze geleceğinizi haber almış, sermayeye peşkeş çektiğiniz bilimi, Suriye’ye yapacağınız emperyalist müdahaleye karşı barışı ve halkların kardeşliğini savunmak için TÜBİTAK binası önüne gelmek, burada bir basın açıklaması yapmak amacıyla toplanmıştık. En temel haklarımızdan birisi olan protesto hakkımızı kullanıyor, bunun bir aracı olarak ise sloganlar atarak yürüyorduk. Polisinizin kalkanlarına 100 metre bile yaklaşamamışken, tamamen bir formaliteden ibaret “dağılın” uyarıları bile yapılmadan atılan gaz bombalarının 5-6 el patlama sesini duyduk. Gaz bulutunun arasından çıkmaya çalışarak, öksürükler ve nefes daralmaları eşliğinde geriye doğru çekildik. Bu sırada polisiniz durmaksızın gaz bombası atmaya devam ediyordu(bunlara yine polisinizin attığı ses bombalarının eşlik ettiğini sonra öğrenecektik). İşte bunlardan sonrası ise size göre “eşkıyalık” size göre “memleket bitirmek” olan meşru direnişimizdi. Üzerinde “doğrudan atmayınız, yangın tehlikesi yaratır” yazılı olduğu halde üzerimize nişanlanarak atılan binlerce gaz bombası kapladı o gün kampüsümüzü. Polisiniz, arkadaşlarımızı öldüresiye coplayıp, tekmeledikten sonra “şimdi gözaltı yapmayalım, başımıza bela olurlar” deyip bıraktılar.

Panzerler okulumuzun ortasına kadar girdi. Tazyikli sudan, damacana taşıma arabasını kurtarmaya çalışan Fizik kantini çalışanı bile nasibini aldı.

“Çantalarında molotof taşıyorlardı” demişsiniz, başka iftira mı bulamadınız? Keşke daha inandırıcı bir yalan geliştirseydiniz. Boyalı medyadır bu, sizin söylediğiniz onlara kanundur ama halk inanmazdı bunlara. İnanmadı da. Biz de duyduğumuzda kaburgalarımızı tuta tuta güldük. Çok komik olduğundan değil, bir kısmımızın gördüğü polis şiddetinden, bir kısmımızın ise panzer üstlerine doğru sürüldüğünde koştuğundan ötürü kaburgaları fazlaca ağrımaktaydı. Hatta bir kadın arkadaşımız da omzunu tutarak güldü, zira onun da omzunu 18 Aralık günü gaz fişeği sıyırmış geçmişti.

Bir de, o gün çantamın içinde ne olduğunu yazayım hemen: 0,5 litrelik pet şişe içinde içme suyu, kütüphaneden aldığım birisi şiir kitabı olmak üzere üç kitap, o günkü derslerimin notlarının olduğu kağıtlar, kurşunkalemler, bir silgi ve Kızılay’da bir kitapçıdan aldığım edebiyat dergisi.

Size ekranda bolca söz hakkı verildi, yeri geldi sinirlenmiş, yeri geldi duygulanmış numarası yaptınız. Ben ise bu satırları, aslında size değil başkalarına, olanca haklılığım ve samimiyetimle yazıyorum. Sizin söylediklerinizden daha az bilineceğine ise, neredeyse eminim.

Siz "tutuklayın", "canlarına okuyun" emirleri vermeye devam ediyorsunuz. Bense bir koltuk üzerinde uyurken, bir kolumla sağımdaki arkadaşımı korumaya çalışıp, öbür kolumla başımı -gaz bombasının fişeğinden az da olsa korunmak için- kapatırken, bir patlama sesi dolaşıyor kafamın içinde, sıçrayarak uyanıyorum hala. Derken bir başka rüyamda, 20 metre ötemde polisinizin vurduğu Barış’ı görüyorum, bir kaldırımın üzerinde kanlar içinde yığılmış kalmış. Medyanız o kadar etkili ki, yanı başımda vurulmamış olsaydı, arkadaşının “Araba bulun”, “Ambulans çağırın” bağırışlarına birebir şahit olmasaydım, sizin istediğiniz gibi “kokmaz bulaşmaz” bir öğrenci olsaydım, belki de “acaba arkadaşları mı vurdu” deyip, medyanıza inanacaktım. Ama artık bunun yolu yok, çarpıtmalarınız sökmeyecek.

Kötülemelerinize ve iftiralarınıza maruz kalmaktan onur duydum. Bu demektir ki doğru yoldayım. Bu demektir ki, seneler sonra çocuklarımın yüzüne baktığımda, onları ta gözlerinin içinden görebileceğim. “Baba, sen üniversitedeyken ne yaptın?” sorusuna “Okulumu savundum, arkadaşlarımı savundum. Hocalarıma çamur atmaya kalktılar, onları da savundum.” diyebileceğim. Bunları söylerken gözlerimi kaçırmayacağım, sesim zerre tereddüt etmeyecek.

Bu direniş, karşılarındaki profesyonelce donanmış bir orduya karşı bedenlerini gaz bombalarına, panzerlere ve tazyikli sulara siper eden öğrencilerin ODTÜ’de yazdığı bir destandır. ODTÜ’nün bir üniversite olarak sorumluluğunu, tarihsel görevini bilip, bir pankart arkasında görevine gitmesidir. Yıllarca da böyle hatırlanacak.

18 Aralık 2012 günü okulumuza faşizmi yaşattınız. Andımız olsun ki, özgürlüğü de biz yaşatacağız. Arkadaşlarımızı, hocalarımızı, okullarımızı, mahallelerimizi, sokaklarımızı, var gücümüzle biz savunacağız. Halka zulmettiğiniz her yerde, karşınıza biz çıkacağız.

Osmanlı döneminde Sivas Valisi olan Halit Rıfat Paşa “Gidemediğin yer senin değildir.” buyurmuştu.

Sahi, siz hangi memleketten bahsediyordunuz?

İmza: Faşizme Karşı Direnmiş Üniversite Gençliğinden Bir Öğrenci

23 Aralık 2012 Pazar

av mevsimi

evimde televizyon yok, bunun bir ihtiyaç olduğunu hiç düşünmedim. bundan en son apartman yöneticim haberdar oldu (zira kendi yazısı çok kötüymüş ve bana aidatını ödemeyenlerin listesini yazdırmak istemiş), hemen ilginç bulup takdir etti. adeta akşam yemeği için yumurta çırpsa yanında "sovinyon kaberneğ" içen, pijamasını bile bir tasarımcının koleksiyonundan alan, boş zamanlarını sergi gezip şehrin bohem manzaralarını fotoğraf karelerine hapseden bir rafine insanmışım gibi havalara girdim. neredeyse "bir şey içer misiniz?" soruma "şahsen çay olarak sadece earl grey kullanıyorum ama kahve koleksiyonum muhakkak ilginizi çekecektir" artistliğini ekleyecektim.

tabii öyle bir şey olmadı. zaten ben de rafine mafine olmadığım için hiç öyle havalara girmedim. televizyonsuzluğuma enteresan anlamlar yüklemeye gerek yok, genel izleyici kadar boş adamım. hele bu aralar öyle bir ağırlık bastırıyor ki bünyeye, ciddi ciddi kış uykusuna girdiğimi düşünmeye başladım. son uykumda yaklaşık 12 saati gözlerim kapalı geçirmişim ki, hem utandım hem de sinirlendim. bitmemiş rüyalardan oluyor bunlar hep. devamını merak edip alarmı kapatınca bir de bakıyorsun, üç saat geçmiş.

ne var ki, anlatacağım bu değil. daha önceden bahsetmiş miydim bilmiyorum, hafta sonu ailemin yanına gidince televizyon izlemem gerekiyor. annem de babam da zamanlarını televizyon karşısında geçirmekten hoşnut görünüyorlar. iletişim kurmanın en kolay yolu, ekranda cereyan eden olay veya tartışmalardan yola çıkıp bir laf atmak oluyor. özellikle iletişim kurmak şart olduğundan değil tabii. hazır yanlarındayken eskiden yaptığım gibi odama kapanmayayım, birlikte "kaliteli zaman" geçirelim, vur paylaşım çal kaynaşım yapalım diye. böyle moda terimler kullanmaya ne kadar bayılıyorum bir bilseniz. hele bunların uygulamaları...

neyse efendim, babamla televizyon izlerken türkmax diye bir kanal olduğunu ve bu kanalın döndürüp döndürüp aynı filmleri gösterdiğini öğrendim. bu sayede iki hafta önce ilk kez izlediğim (babamla) av mevsimi bugün yeniden karşıma çıktı (annemle).

film eleştirisi yapmak gibi bir niyetim yok. hoş bir film bu. eğlencelik. ekşi sözlük'te itin dötüne sokmuşlar diye söylüyorum, orada anlatıldığı kadar kötü değil kesinlikle. iki hafta arayla ikinci kez seyredebileceğim kadar da iyi değil ama. yalnız bir sahnesi var ki, üst üste birkaç kez izleyebileceğim kadar keyifli buldum. emekli olmuş bir meslektaşa veda ediyorlar burada.


böyle bir şıklık bu. filmin kalanında da isteyen eleştirecek çok şey bulur ama ne gerek var. cem yılmaz'ı da bir bakımdan jim carrey'e benzettim. yok, komiklik veya mimik değil. bu jim carrey başlarda hep komikti ya, ben de pek komedi insanı olmadığım için ciddiye almamıştım bunu. truman show sayesinde hayli izlenesi bir adam olduğuna karar verdim. (garip ama benzer bir durum brad pitt için de geçerliydi. vay anasını be, koca koca aktörler ne çekmiş bilinçsizliğimden ha. zamanında beatles albüm çıkarmak için bana gelse "geleceği yok bunların, bu ne böyle boyband gibi" derdim kesin.) neyse, cem yılmaz komik dışında rol de yapabiliyormuş. ekşiciler ona da çok giydirmişler (bu ne böyle "ekşi sözlük'ün yalanları yazı dizisi" gibi anasını satayım!) ama yüklenmeye gerek yok ya, olmuş işte gayet.

koskoca toplum benim bu iyi niyetli bakış açımdan gelişemiyor, söylemedi demeyin.

12 Aralık 2012 Çarşamba

hırsız

sinirlerimi zıplattı eşşoğlueşşekler, başım ağrıyor. güpgüzel evime hırsız neredeyse girecekmiş, becerememiş. ama kilidimi de sünnet etmiş pij, değiştirmek zorunda kaldım. cüzdanımda üç kuruş nakit vardı, o da gitti. neyse ki bilgisayar gitmemiş. bu aralar beşiktaş'a dadanmış lavuk. dört buçuk gibi çağırdığım anahtarcı o sırada başka bir yerdeydi ve hala öğle yemeğini yemediği için biraz gecikeceğini söylüyordu.

eve giren hırsızdan korkarım ben. bilgisayar dışında çalmaya değer bir şeyim olduğundan değil (belki bir de buzdolabındaki deneysel domates sosu), olay güvende hissettiğim yerde gerçekleştiğinden. sokaktakiler bu kadar tedirgin etmez mesela, çantam çalındığında üzülmüştüm ama başım tutmamıştı. tabii o kadar tedirgin olmamam, gece yarısı karanlık sokaklarda üç buçuk atmamı engellemiyor. tırsağın önde gideniyim aslen.

baş ağrısı salatadan da kaynaklanıyor olabilir. bu akşam dolaptaki domates, marul falan bozulmadan yiyeyim dedim. insan yerken yoruluyor resmen, aldığı kaloriyi ağzını açmaya çalışırken veriyor. sağlıklı beslenmek bana iyi gelmiyor sanırsam.

apartmana da not yapıştırdım otomatiğe basmadan kim o demeleri için. çok nazik yazdıysam da içimden "ulan kaç yaşında insanlarsınız, bu saatten sonra ben mi öğreteceğim kapının herkese açılmayacağını, hayret bir şey! ayrıca üst kattaki teyzenin torunu, sabah sabah zıplamayı kes, gelir kırarım bacaklarını!" demek geliyordu.  hislerimi kalbime gömdüm. eve dönüp biraz daha salata tırtıkladım. apranax'a rağmen başımın ağrısı geçmedi. üstelik hala bütünüyle kuşkudayım.

neyse işte, ben evdeyken de kapıyı kilitleyip mandalını takan bir insan evladıyım. kapı istediği kadar çelik olsun, paranoyak kuvvet engellenemez. siz de öyle yapın. özellikle beşiktaş'ta yaşıyorsanız, bu aralar biraz daha şüpheci olmanın hiçbir zararı yok.

not: şu satırları okuyan reklamcı birileri varsa, haberiniz olsun, iş arıyorum bu aralar. fazla çaktırmıyorum ama beni tanısanız çok seversiniz. tanımak istemiyorsanız freelance de olur.

not 2: ben de bir kadının kendi organına nasıl vajina dediğini anlamıyorum, utançtan bir ter basıyor. insan figen der, öylesi anlaşılmıyorsa sesini alçaltıp yere bakarak "bizim mancınık" falan der... bu toplum nereye gidiyor yareppim.

film hafızası

az önce hatırlamaya çalışmaktan beynim karıncalandı.

çok gereksiz bir filmdi, arşivden de silmişim doğal olarak. kimin oynadığını hatırlamıyordum. hayli tanıdık biriydi. korkmuş bir çift vardı. kızın bacakları falan güzeldi hep. yine mini etek, askılı tişört ve çizme üçlüsünün saçmalığına takılmıştım (ne zaman görsem aklıma güzellikten ziyade terli ayak getirir). bir yol hikayesiydi. tanıdık kişi psikopat katildi. bunlar kaçıyordu, adam kovalıyordu. ve can alıcı sahne olarak, sevgililerin erkek olanı iki adet tırın arasına bağlanmıştı ve çatırt diye ortadan ikiye ayrılıyordu.

bir de buraya yazdığımdan emin gibiydim, sırf onu bulmak için arama kutucuğu ekledim. google'lar, imdb'ler kar etmedi, aramadığım anahtar kelime kalmadı. yarım saattir falan bütün beyin enerjimi buna harcıyorum resmen, salaklığa bak. bir şekilde adamın çifti "stalk" ettiği aklıma geldi, buradan otostopa nasıl ulaştığımı pek çözemedim.

psikopat katil sean bean. görevi "the hitcher" olmak. filmin sonunda yine ölüyor.

7 Aralık 2012 Cuma

inci pastanesi

öyle bir haberlere bakayım derken gözlerim doldu be.

benim ne bu pastaneyle ne de profiterolüyle ilgili bir hikayem var, hepi topu iki kere gitmişimdir. profiterol için tünel'deki lebon'u tercih ederim. hem daha lezzetli hem de çatal yerine kaşık kullanınca çikolata sosunu sömürürcesine yemek mümkün oluyor.

ama inci de benim ilk profiterolümün çok daha öncesinden beri orada duruyordu. emek sineması ve rebul eczanesi gibi bir şey o. hatta atlas pasajı ve st. antuan kilisesi gibi. bunlar starbucks'ların ve topshop'ların aksine, hep beyoğlu'nu beyoğlu yapan şeyler(di). anılarıma asıl ev sahipliği yapan şişe kapandığında böyle üzülmemiştim.

istiklal caddesi'ne çok bayılmam ben. ne kadar kalabalık olduğunu düşündükçe ayaklarım daha da geri gider. ama oraya adım atınca da inci pastanesi'nin vitrinine şöyle bir bakamadan demirören alışveriş merkezi'nin önünden geçiyor olmak koyacak be usta.

şu gitmesek de görmesek de bizim olan yerler var ya... tarih diye bildiğimiz o yerlerin sözde modern şehirciliğe kurban gitmesi içimi buruyor.

3 Aralık 2012 Pazartesi

hiç ileri görüşlü değilmişim

daha birkaç ay önce batmobil konulu hikaye yazdım, gerçekleşme yılı olarak da 2040'ı gösterdim. şimdi hikaye mi batmobil'den çıkar, batmobil mi kaportacıdan, bunu tartışacak değilim. ama görüyoruz ki adam 4+4+4'ün mezun vermesini beklememiş, çamaşır makinesi, buzdolabı, masa, sandalye ve ütü masası vasıtasıyla hayalini gerçekleştirmiş.


şu anda ülkemin insanlarının gösterdiği üstün dirayete güvenmediğim için utanç içindeyim. ister kaportacı olsun, ister diş macunu inceleyen bilim adamı, millet benden 30 yıl ileride anasını satayım. sonra ben hala vay efendim olur muymuş... psah!

21 Kasım 2012 Çarşamba

indiana jones - the taksim crusade

taksim'de gönül rahatlığıyla yürümemizi sağlayacak inşaat başladığında, türk halkından indiana jones klonları yaratmaya çalıştıklarını fark etmemiştim. oysa işin içinde akrobatik saltolarla bezeli maceralar, kayıp şehirlere ilerleyen kazılar ve kutsal boru hatları varmış. zannedersem tek eksiğimiz hazineydi.

iki hafta önce florya dolmuşlarının yeri değişti. çok büyük bir değişiklik sayılmaz, sadece karşı kaldırıma alındı. ama ben bu cümlenin 5-10 metre yerine 25 kilometreyi kapsadığını henüz bilmiyordum.

geçen sefer karşı kaldırıma geçmek için araç yolunu kullanmam gerekmişti. tek şeride indiği için zaten zar zor ilerleyen trafiği daha fazla engellemek istemiyordum. ayrıca iyice daralmış araç yolunun kenarından yürümek, diğer kenardaki vadilerden uzak durmaya çalışan bir sürücünün sağ koluma yan ayna dövmesi yapmasına sebep olabilirdi. velhasıl kelam, farklı bir yol denemeye karar verdim.

beşiktaş dolmuşundan indikten sonra meydana gitmek yerine gezi parkına, nam-ı diğer talimhane'ye doğru dümdüz ilerledim. otobüslerin gittiği yol uçsuz bucaksız paravanlarla çevrelenmişti. meydana yakın bir yerlere ulaşmak için sola doğru yürüdükçe sağda uzanan parkın içine çekiliyordum. fizik kuralları alt üst olmuş gibiydi. paravanları izlemek dışında bir şansım yoktu. 5 dakika sonra, diğer deneklerle birlikte labirentte kaybolmuştum.

mekanı daha önceden de pek bilmezdim ama sanırım eskiden adım başı köfteciyle karşılaşılmıyordu. daha sonradan anladığım üzere, köftecilerin ve kestanecilerin bir kısmı labirentte 1-2 hafta önce yollarını kaybetmiş ve park içinde kendilerine yeni bir hayat kurmak zorunda kalmış talihsizlerdi. başlangıçta parkta yaşayan kedi ve köpekleri hammadde olarak kullanmış, sağlık problemleri baş gösterince helikopterle aşağı bırakılan et ve sebzelere dönüş yapmışlardı. kestanecilerin ise hala at kestanesi kızarttıklarından şüpheleniyorum.

parkta yolunu bulmaya çalışan onlarca denek birbirine çıkış yolunu soruyordu. en acıklısı da ellerinde bavullarıyla dolaşan turistlerdi. zavallıların "how can i go to sultanahmet?" diye soracak kadar bile halleri kalmamıştı. her adımda yüzlerimizdeki umutsuzluk artıyor, gözlerimizin feri bir parça daha sönüyordu.

sadece karşı kaldırıma geçmek amacıyla çıktığım yol, giderek bir hayatta kalma mücadelesine dönüşmekteydi. allah hepimizin sonunu hayır etsindi. amin.

ağaçların oluşturduğu serin gölge, içinden çıkılamadığı için post-apokaliptik bir tehdit unsuru gibi görünüyordu. çalıların arasından fırlayıp saldıracak mutasyona uğramış hayvancıklar beklentisi içindeydim. neredeyse annemi arayıp beni beklememesini söyleyecektim. dudaklarım titrerken hayata, diğer deneklere ve aileme elveda dememek için kendimi zor tutuyordum.

ilerledikçe artan laboratuar faresi hissiyatı, harbiye sınırlarına ulaşıp ufak bir açıklık görmemle yerini özgürlük neşesine bıraktı. ama yolculuğum henüz bitmemişti ve beni yeni tehlikeler bekliyordu.

sonunda yine araç yolundan geçerek de olsa karşı kaldırıma ulaşmıştım. çok gerekmediği halde bazı yerlere "yayalar için mecburi istikamet" tabelaları yerleştirilmişti. anladığım kadarıyla bu tabelalar ara sokakları gösteriyor, yayalara "buradan yürüyeceğinize paralel yolu kullanın, daha oraya girmedik" demeye çalışıyorlardı. bulunduğum sokakta yürüyen ve deneyimli görünen birkaç insanı takibe aldım. fakat o da nesi? etrafa bakarken onları kaybetmeyeyim mi?! gördüğüm ilk mecburi istikamet tabelasını izleyerek dar bir aralıktan girdim.

oysa hislerimi dinlemeliydim. eğer bir aralık sadece göbeği 100 kilo olan bir bireyin geçebileceği kadar geniş değilse, geçmek için yapılmamıştır. bunu bilmeliydim işte.

bilinçsizliğim beni inşaat alanı isimli yepyeni bir dünyaya ulaştırmıştı. karşımda bir buldozer vardı. kaybettiğim insanlar ise sol tarafımda, araç yolunda yürümekteydiler. kaygan kumlar, tıkırdayan çakıllar, fantastik renklere bürünmüş perukçular ve buldozer arasında kalmıştım. geri dönemezdim. fazla renkli olduğu için hiçbir perukçuya sığınamazdım. tek tek basarak, yeri geldiğinde sek sek sekerek ilerlemeye devam etmek zorundaydım. kaldırımdan geriye kalan parçalar üzerinde akrobasi yeteneklerimi sergilerken, "bir kamçı gerçekten işime yarayabilirdi" diye düşünüyordum.

ufukta sarı dolmuşları gördüğümde kurtuluşun yakın olduğunu anlamıştım. dönüşte neler olacağını düşünmeden, umutla gülümsedim.

her şey taksim'de rahat yürümemiz içindi. öyle bir talebimiz olmamıştı ama sonuçta biz ne bilirdik ki?

19 Kasım 2012 Pazartesi

bir tiksinti filmi: kuşlar

şu hayatta kuşlar (ya da bir diğer deyimle “evrimini dürttüğümün kanatlı sıçanları”) kadar tiksindiğim çok az hayvan var. kanadını yolduğumun çocukları hayatta nefret ettiğim her şeyin vücut bulmuş hali gibiler anasını satayım. bir gün cehenneme gittiğimde alevlerle, kaynar sularla değil, alfred hitchcock filmiyle karşılaşacağım, artık eminim bundan.

ben küçükken bu götleklerden biri pencere ve panjur arasına yuva yapmıştı. yavruları doğup pişirmelik kapasiteye ulaştıkları zaman hep beraber siktir olup gittiler. annem önce arkalarında bıraktıkları iğrenç kalıntıları süpürgeyle toplayacak, yapışıp kalmış bokunu püsürünü de çamaşır suyuyla etkisiz hale getirecekti. süpürgeyi çalı çırpı ve toksik kuş bokuna değdirdiği anda beklenmedik bir şey oldu. siyah noktacıklar kuş yuvasından süpürgeye ve oradan da annemin koluna doğru hareket etmeye başladı. kuş bitiyle bu sayede tanışmış olduk. annemin bir çamaşır akibeti olan 90 derece ile tensel münasebeti bu aşağılık hayvanların eseriydi.

montumun üstüne sıçmaları, sabahın köründe lak lak edip uyandırmaları, gün içinde cikcikleyerek çıldırtmaları, kırılası çenelerinin bir türlü kapanmak bilmemesi, yazın taksim meydanı’nı leş gibi kokutup yolumu uzattırmaları, bir parça simit için selpak satan çocuk arsızlığı yapmaları, kedileri tahrik edip camdan atlatmaları hep nefret sebebi.

sonra sen tut, bu kadar tiksindiğim bir hayvan kombimin üstüne yuva yapsın, bütün pisliğini sandalyeye çıksam da erişemediğim noktada bıraksın. kurulum aşamasında yuvayı bozamadım, tam bir sinsi çakal gibi kenarlardan köşelerden başladığı için fark etmedim herhalde. bir gün balkona çıktığımda çoktan yerleşmiş olduklarını gördüm. sonra da bitlerinden korktuğum için süpürge bile uzatamadım. muhtemelen servis çağırmak zorunda kalmamın nedeni bu götlekler oldu. çıldırmak işten değil.

bu şerefsizlerin belli başlı özellikleri şöyle:

pişkinlik: kuşlar bana özgürlüğü falan değil, haneye tecavüzü çağrıştırıyor. sorgusuz sualsiz yerleşiyor, yiyip içip sıçıyor, bitini piresini bırakıp gidiyor pezevenkler. haneke filmlerinde evlere dalıp terör estiren psikopatlar var ya, onlar gibiler resmen. sinsilik kanlarında var.

gevezelik: muhabbet kuşu denen şerefsizin muhabbetini mikiym. susmuyor piç kurusu. adada kaldığım zaman da martı sesinden uyuyamazdım. evde olduklarında sürekli karanlıkta kalmalarına acıyıp örtüsünü kaldırıyorsun, hemen vit vit şikayet etmeye başlıyorlar. hele o papağanlar... aslı’nın bir arkadaşını inşaat makinesi sesleri çıkararak uyutmamış bu yavşaklardan biri. zeki diyorlar bir de. çinliler’in en düşük iq’lusunu getir, taklidin kralını yapsın. hem de sessiz sedasız.

pislik: bu hayvanoğlu hayvanların yapış yapış sıçmak dışında yaptığı çok az şey var. uçarken sıçıyor, yerken sıçıyor, dururken sıçıyor, yürürken sıçıyor... hakikaten yazın taksim meydanı’ndan geçilmiyor yahu! yemin ederim kedi kumu kokusu bile midemi bunların boku kadar kaldırmıyor – ki o da katlanılmazlık konusunda üst sıralara oynar. bunlar üstüne sıçınca piyango bileti alıyor ya insanlar, o biletlerin sadece amorti bile çıkmamışlarını bir taraflarına tıpa yapsam şehir temizlenir. pisliklerinin yanı sıra boş umutlar da veriyorlar. düpedüz şerefsizlik.


taşıyıcılık: kanatlı sıçan olduğunu daha önce de belirttiğim bu sağlık skandalları en az fareler kadar taşıyıcı olmakla birlikte, uçtuklarından ve göçtüklerinden kelli çok daha geniş bir kapsama alanına sahipler. kuş gribi dışında kim bilir ne çok hastalık taşıyorlardır da haberimiz yoktur. house'un bir bölümünde hava yoluyla bulaşan gayet ölümcül bir hastalıkta da payları vardı, foreman ölüyordu neredeyse bunlar yüzünden. bunun haricinde laf taşıma gibi kötü bir özelliğe de sahipler. bunca insan bilmemeleri gereken bir sürü şeyi kuşlardan öğrendiklerini söylüyorlarsa, bu işte bir bit yeniği aramak lazım.

arsızlık: bu yavşakların özellikle martı türü bulduğu her boku yiyor. bu yetmiyormuş gibi, o vapur senin bu vapur benim gezip elalemin simitlerine de göz dikiyorlar. bazı iyi niyetli insanlar bunu sempatik bulup bir parça atıyorlar ama düşünmüyorlar ki, bu piçlerin sokaktaki dilenciden farkları yok. üstelik en azından dilenci paranı aldıktan sonra martı şerefisizi gibi direkt uzamıyor, arkandan bir dua bir şey ediyor. ama bu hayvanlarda sürekli bir duygu sömürüsü, açlıktan uçacak halim kalmadı tavırları. ben senin neden uçamadığını biliyorum kötü annenin evladı! sabahtan beri millete göz süzüp bir tabla simit götürdün, göbeğini kaldıramıyorsun. ama bak hala...

yalancılık: senin kanadına ayrı, özgürlük çağrışıma ayrı saydırıyorum haberin olsun. çok pis laflar hazırladım.

tek doğru özelliğiniz doğanın dengesinde rol oynamanız a.q. buna rağmen insanlar nasıl kuş seviyor bir türlü anlamıyorum.

14 Kasım 2012 Çarşamba

perfect sense

- külliyen spoiler - 

önce müthiş bir keder çöküyor insanların üstüne. birer anı olarak geride bıraktıklarını, pişmanlıklarını, kırdıklarını ve kırgınlıklarını hatırlıyorlar.
hemen ardından koku alma duyuları kayboluyor.

sonra büyük bir panik yaşıyorlar. bir anda her şeyin ellerinden kayıp gittiğini, yalnız öleceklerini, o anda bile ne kadar yalnız olduklarını anlıyorlar. mahşerin dört atlısından biri dokunmuş gibi acıkıyorlar.
ellerine geçen her şeyi yedikten sonra tat alma duyusu gidiyor.

ardından, aniden öfkeleniyorlar. her şeye ve hiçbir şeye. öyle kırıcı, öyle yıkıcı ki, hastalık bile olsa insanı paramparça ediyor.
ve herkes sağır oluyor.

son olarak, bir pırıltı yakalıyorlar. ani bir mutluluk, huzur ve aydınlanma hali. birbirlerine verdikleri değeri görüyor, affediyor ve seviyorlar.
sonrası karanlık.

bir de duyular kayboldukça güçlenen bir aşk var. sevgililer dünyanın en cillop gibi insanlarından eva green ve genel takdir unsuru ewan mcgregor.

bu arada abuk subuk şeyler yiyip zehirlenmemelerini, bazı şeyleri "hasta psikolojisi işte eheh" deyip geçmemelerini ve aşk kısmının biraz derinliksiz kalmasını önemsemiyorum. valla mühim değil ya. sıradışı bir olay anlatılırken aşk sıradan kalsın, izleyicinin tutkusal beklentilerini karşılamasın. zaten sıradan aşk en güzeli. çoğu zaman en anlatılmazı.

ekşi sözlük'e de baktım. biri perfect sense için felaket senaryolu filmler arasında sanırım en kötüsü demiş, the happening'in yanında berbat kaldığını söylemiş. götümü yesin o benim. zaten happening'i bu kadar beğenen insanın film zevkine güvenmemek lazım.

"ben ne yapardım?" diye düşünmeden edemedim. bir de o öfke anında evren'le birbirimize neler söylerdik diye düşündüm. sevgililer aslında birbirinin canını acıtmasını en iyi bilebilecek kişiler. düşünürken üzüldüm. son duyu kaybından önce gözlerim doldu. sade mutluluklar, çok yoğun bir doyum yaratan sevgiler benim gözlerimi doldurur.

götlek senaristler ve yönetmenler hep böyle öforik aşıkların başına bir şeyler getiriyorlar. yavşaklar.

13 Kasım 2012 Salı

bambolerrooo bambolerra!

gün geçmiyor ki bir enteresanlık peşinde koşmayayım. öyle ki, artık şaşırtıcılık işim, obsesiflik gücüm olmuş durumda. bir de içimdeki sanat aşkını hesaba katınca, hiçbir şey beni durduramazmış, enginlere sığamayıp taşacakmışım gibi hissediyorum bazen. hani iş görüşmesine gitsem, "beni işe enteresan olarak alın" diyeceğim; öyle bir marjinalling, öyle bir interesting...

bu hissiyatın son gelişi iki paket abur cubur, üç fincan kahve, -20 civarında sigara (ellerim meşgul olduğu için) ve 2,5 yumak yün iplikle sonuçlandı. ortaya çıkan şey kısa kahverengi bir hırka, modadan az çok anlayanların deyimiyle bolero, oynak parçaların müptelaları içinse başlıkta geçen şarkı.

vakti zamanında depresyonlara girer, kilometrelerce atkı örerdim. kendini oyalamaya çalışan insan dikkatsizliğiyle giriştiğim bu işlemde ilmekler kaçar, şişler kovalar, düğümler desenleri tıngır mıngır sallar iken, ortaya çıkan sonuç en fazla "iyi niyetli" olarak tanımlanabilirdi. ne var ki bu kez bir ihtiyaçtan yola çıktım ve teorik hırka ismini verdiğim eserin yapımına giriştim.

örme süreci bana tam bir obsesif olduğumu göstermekle kalmadı (kısa bile olsa hırkayı üç günde örmek kolay değil) hikaye yazımı konusunda bir teoriye de önayak oldu. şöyle ki, örgü dediğimiz şey de aynen hikayeler gibi serim, düğüm ve çözümden oluşur. serim, "sırım" kelimesiyle uzaktan kuzen olduğundan kelli yün iplik yerine de kullanılabilir. siz de çekinmeyip kullanabilirsiniz, ne de olsa gelişine sallamak bedava. sonrasında gelen düğümü açıklamak çok gereksiz. çözüm ise hem "mnskym yanlış olmuş bu sıra" diyerek örgüyü sökmeyi hem de her şeyin çözüldüğü ve hırkanın ortaya çıktığı noktayı anlatıyor. buraya kadar tamam mıyız? evet.

ben bu örgü teorisiyle çözüme ulaştıktan sonra aleti giydim üstüme, pek de gözümde canlandırdığım gibi görünmediğini esefle fark ettim. sağına soluna farklı düğümler atarak denemeler yaptım, yok anasını satayım, sağı solu ayrı yere kayıyor. biraz inceleyip çenemi kaşıdıktan sonra "peki ya bunu ters giysem?" dedim... ve evreka! şimdi bel düşündüğümden kısa, yaka beklediğimden uzun ama sonuç adeta muhteşem!

buradan hikaye teorisine dönersek: serip düğümleyip çözmemek de mümkün, tersini yapınca daha iyi sonuç verebiliyormuş. çözümden serime nasıl ulaşırsınız, o da sizin bileceğiniz iş, her şeyi teorisyenden beklememek lazım.

hırkamın fotoğrafını prensip gereği buraya koymuyorum. pasta gibi, teorik olarak giriştiğim ve beklenmedik şekilde başarısız olduğum konuları belgelemeye karar verdim. yeter ki bana ders olsun, bir işe "yaparız yeaa" diye girişenleri ürkütsün, insanlığa fayda sağlasın.

6 Kasım 2012 Salı

Deneme 1-2

Kısa bir şimdiyi, uzun ve güvenliği bir geleceğe tercih ederim. Muhakkak bunu söyleyen pek çok kişi olmuştur. Eminim, en az yüzde doksanı karşıdan karşıya geçerken etrafa bir göz atıyordur. Bu devirde gerçek fatalist bulmak zor.

Oysa ben öyle değilim. Sürekli ölmeye çalışıyorum, her an. Şimdiye kadar hayatta kalmış olmam, üstelik vücudumun hala sapasağlam olması beni her gün şaşırtıyor. Bu şaşkınlığıma kolayca son verebileceğimi düşünebilirsiniz. Ama ne yazık ki intihar benim için bir çözüm değil. Denedim, biliyorum.

Muhtemelen kendi başıma açmaya çalıştığım belalar intihar sayıldığı için şimdiye kadar başarıya ulaşamadım. Mesela siz Beşiktaş Fenerbahçe maçında, Fenerbahçe formasıyla Kazan'a gitseniz, orada dayak yemeyince Fenerbahçe tezahuratlarıyla bütün Beşiktaş'ı dolaşsanız muhtemelen kırılmamış kemiğiniz kalmazdı. Eşşoğlueşşekler bana sadece güldüler. Onlar güldükçe ağıza alınmayacak küfürler ettim, deli deyip geçtiler. Belki de birilerini özellikle tahrik etmeye çalıştığınız zaman böyle oluyordur, bilmiyorum. Yine de denemek lanetli olmayan insanlar için sakıncalı.

Evet, lanetli olduğum için, ölümü istediğim sürece ölemeyeceğim. Bunu bana ölümden kurtardığım biri yaptı. Özür diledim, bilseydim vallahi yapmazdım dedim, sesimi bir tek onun inatçı kulaklarına duyuramadım.

Belki sözlerinin bir lanet olduğunu bile bilmiyordu. Benim onu kurtarırken sandığım gibi, iyi bir şey yaptığını sanıyordu. "Bundan böyle, istesen de istemesen de senin kurtarıcın olacağım" demişti. Aylar geçti, sözünden hiç çıkmadı.

Bir gece eve giderken, ormanın yanıda uzanan, aydınlık, bir yanı sıra sıra dizili evlerle sarılmış, nispeten güvenli yoldan yürüyordum. O öyle yapmamış. Gecenin tüm tehlikelerini sık dallarının arasında gizleyen karanlık ormana girmiş. Orman çocukları iblisler, ifritler, ecinniler ve karakoncoloslarla korkutadursun, onun karşısına yetişkinleri ürkütebilecek türde canavarlar çıkarmış. Çığlığı duyup karanlıktaki hışırtılara yöneldiğimde bu canavarlardan üç tanesi kadıncağızın üstüne abanmış, vücutlarındaki tüm uzuvlarla sağlam bir dayak çekmekteydi. Ses çıkarsam, bağırsam, adamlar pılını pırtını toplayıp kaçacak, o göz gözü görmeyen ortamda anında kaybolacaktı. Sonra yakalayabilene, teşhis edebilene aşkolsun. İlk işim, telefonumun flaşlı makinesiyle bir fotoğraf çekmek oldu. İlk ışıkta adamların biri kafasını kaldırıp etrafa baktı. Deklanşöre tekrar bastım. Yüzü kabak gibi ortaya çıktığı zaman fotoğrafının çekildiğini değil, birilerinin yaklaşmakta olduğunu anlamıştı. Tahmin ettiğim gibi arkadaşlarını uyarıp kadını bıraktı. Göz açıp kapayana kadar uzaklaştılar. Kadına yaklaşırken polisin numarasını çevirdim, bir ambulansla birlikte gelmelerini söyledim. Onları beklerken, güçlükle nefes alan kadının yüzüne ışık tuttum. Tutmaz olaydım. Yumruklardan, tırmıklardan şişip patlayarak yarım kilo kıymaya dönmüştü. Gözler küçük birer yarıkla ayrılan iki patlıcan, dudaklar beceriksiz bir kasabın rastgele bıçak salladığı bir parça ciğer gibiydi. Uzun lafın kısası, bu surata kadın yüzü demeye bin şahit isterdi. Biraz daha dayanmasını, ambulansın çok yakında burada olacağını söylerken karanlıktan kanlı, uzun parmaklı bir pençe uzanıp yakamı mengene gibi kavradı. Nefes alabildiğinden bile emin olamadığım kadın güçlü, net bir sesle, bundan böyle istemesem de kurtarıcım olacağını söyledi.

O sırada teşekkür ettiğini düşünüyordum. Yanıldığımı, polis kadının cebinden bir intihar mektubu çıktığını söylediğinde anladım. Gece geç vakitlerde, ıssız yerlerden geçen kadınların arandığını söyler, onlara yapılabilecek her şeyi mübah bulurlar. Bu kadın gerçekten aranıyormuş meğer. Bulabileceği en tehlikeli yeri seçmiş, arayıp da ulaştığını benim yüzümden kaybetmiş. Beni kurtaracak olması iyiliğinden değil, kaybının öfkesindenmiş. Koskoca bir lanetmiş.

Ben de normalde ölmek için can atan biri değilim. Aklıma bile gelmez desem yeridir. Ama artık iş inada bindi. Ölümle ilk karşılaştığımda da aklımda öyle bir şey yoktu, basit bir kazaya kurban gidecektim. Acelem vardı, yeşil ışık yeni kırmızıya dönmüştü, bir iki koşar adımla karşıya geçmem kimse için sorun çıkarmayacaktı. Ama sağımdan gelmekte olan dolmuş şoförü böyle düşünmüyordu. Ne yola ne de kendisi için yanan kırmızı ışığa bakıyordu. Yayaların ışığına gözlerini dikmiş, kırmızı yanar yanmaz gazı köklemek için tüm kaslarını germişti. Benim yolun ortasında olduğumu fark etmemişti bile. Farkına varmadığı bir diğer şey, benim gibi düşünen, ışık kırmızıya dönerken frene basmak yerine gaza biraz daha abanan ikinci bir sürücüydü. Sağımdan harekete geçen dolmuş, kendi sağından hızla gelmekte olan Hummer'la gürültülü bir kucaklaşma yaşadı. Yol ortasında kırmızı bir paspasa dönmeme saniyeler kala, dolmuş şoförü, 38 yıldır başrol oyuncusu olduğu, müziklerini Kral FM'in yaptığı bir filmin son karelerini yaşıyordu. Son rolü, boynu kırılmış bir adamı oynamaktı. Bende ise bir çizik bile yoktu. Tabii Hummer'da da.

Bu arada, hayatını kurtardığım kadın pek de kurtulmuş sayılmazdı. Hastaneye getirildiğinde komaya girmişti. Son üç gündür lahana bebekten farksız yatıyordu. Polise verdiğim fotoğraf sayesinde zanlılar da yakalanmış, kadından çaldıkları cüzdanı polise teslim etmişlerdi. Ancak bu da kimlik tespitine yardımcı olmamıştı. Ortada kadının kim olduğunu belirten hiçbir şey yoktu. İntihar mektubu imzalanmamıştı. Kadın mektupta hiç kimsesinin olmadığını, öldükten sonra tüm mal varlığının çocuk esirgeme kurumuna bağışlanmasını istediğini yazmıştı. Hastane kadını bu yüzden hayatta tutmaya çalışıyordu. Eğer bir mal varlığı varsa, kim olduğunu söylemeli ve hastaneye borcunu ödemeliydi. Ondan sonra kendine yeni bir ölüm şekli seçebilir, tedavi için hastanede daha uzun süre tutulabilir, hatta psikolojik destek için farklı bir bölüme nakledilebilirdi. Bunların hepsi, bahsedilen mal varlığının boyutlarına bağlıydı. Gizem çözülene kadar kadın, polisin kayıp şahıslar veri tabanından kimliği belirsiz cesetler albümüne aktarılmamalıydı.

Ölmediğim ilk gün, acil işlerimi hallettikten sonra hastaneye gittim. Bana ne yaptığını sordum. Bunun ne kadar süreceğini öğrenmeye çalıştım. Özür diledim. Bir cevap vermesini istedim. Laneti kaldırması için yalvardım. Beni duymadı. Duyduysa bile, umursamadı.

O gün bugündür, maddi olanaklarım el verdiğince tehlikeli işler yapıyorum. Bu olay sayesinde yaya geçitleri yenilendi ve trafik denetimleri sıklaştırıldı. Park, bahçe ve ormanlara her yeri stadyum gibi aydınlatan ışıklandırmalar, her hareketi kaydeden kameralar ve saat başı devriye gezen bekçiler yerleştirildi. Mahallelerdeki aile doktorları her hanenin psikolojik profilini çıkararak hem intihar hem de aile içi şiddet oranını azaltacak adımlar attı. Adrenalin yüklü sporlarda güvenlik önlemleri akıl almaz derecede artırıldı, bazı kuruluşlar ölüm ve yaralanma cezalarının yüksekliği karşısında kepenk kapatmak zorunda kaldı. Madencilik ve yeraltı inşaat çalışmalarına azami özen gösterilmeye başlandı, o tarihten sonra metro inşaatında kuyuya düşen bir kişiye bile rastlanmadı. Pek çok virüs ve bulaşıcı hastalığa kalıcı ve ucuz çözümler üretildi, Hepatit aşısı bile tarih oldu. Doğal afetler için son hızla özel önlemler alındı. Deprem ve sel gibi durumlarda can ve mal kaybının bu kadar azalması gözlerimi yaşartıyor. Ufak bir sarsıntıda sekizinci kattan atlayıp yara almamam da gözlerimi yaşartan bir diğer olay olmuştu.

Velhasıl kelam, ben ölmeyi denedikçe, memleket daha güvenli bir hale geliyor. Saçma gelecek ama terör sorununun çözülmesinde bile benim parmağım var. Dağ başında bile ölmeyi denedim, kurtarıcım yakamı bırakmıyor.

Bazen komadan çıkmak yerine ölse lanet de kalkar mı diye merak ediyorum. O zaman ölümün beni sonsuza kadar listesinden çıkarabileceğini düşünerek vazgeçiyorum. Ve bir kez daha, kendimi öldürmek için yeni yöntemlere kafa patlatmaya başlıyorum.

29 Ekim 2012 Pazartesi

pasta

yemek blogları oluyor ya hani, böyle çok iştah açıcı görünen yemekler yapıyorlar, çok şık fotoğraflarını çekiyorlar falan. dün akşam anladım ki, bu blog hiçbir zaman onlardan biri olamayacak.

biyolojik silah (temsili resim)

ripley'nin uzay boşluğuna çekilmiş evladı gibi görünen bu şey aslen bir pasta. pandispanyanın nasıl öyle parçalandığını, krem şantinin nasıl genleşmeye devam ettiğini bir türlü anlayamadım. belki mutfağımın bir yerlerinde önceki deneylerden uranyum kalmıştır, emin olamıyorum.

bu arada, sofi okumayı öğrendi. şu anda sadece ingilizce okuyabiliyor, iki hafta içinde türkçe de öğretmeyi planlıyorum.

tam bir entelektüel

19 Ekim 2012 Cuma

Bir Zombi Hikayesi

Dünya kitlesel panik yapacak, isteri krizlerine girecek yer arıyordu. Yazılan onca senaryonun ve kalitesi giderek kötüleşen onca zombi filminin ardından dünya hükümetleri ortak bir bildiri yayınlayarak, insanları zombi yapmaya neden olan hiçbir bilimsel çalışma yapmayacaklarını beyan etmişlerdi. Herhangi bir deneyin zombilikle sonuçlanması ciddi yaptırımların uygulanmasına neden olacaktı. "Mazallah elimizden bir kaza çıkar" endişesi yaşayan bilim insanları bir süre işi gücü bıraksa da, onlara boşuna maaş ödemek istemeyen devletler kontrolü yeniden ele aldılar. Sonuçta bu zamana kadar hiç gerçek zombi üretilmemişti, insan gibi çalışırlarsa sorun çıkmayacağı belliydi. Rage virüsü gibi şeylerle oynamayacaklardı, bu kadar basit. Hem zaten neden bir insan kıçından virüs uydurmak istesindi ki?

Özellikle, yeni diş macunu ve diş fırçası onaylamak dışında hiçbir şey yapmayan İsviçreli bilim adamlarının endişesi ise tamamen yersizdi. Millet çalışmamak için bahane arıyordu resmen.

Bu karar bir tek Türkiye'yi etkilememişti. Bilim insanından sade vatandaşa kadar herkes dur durak bilmeden çalışıyordu. Kararın onaylanma aşamasında tüm yurtta gösteriler düzenlenmişti. Bir kısım, zombi araştırmalarının Allah'a şirk koşmak olduğunu söylüyor (pankartlar arasında "Yaratamazsın Kel Fatma, Allah Güzel Sen Çirkin" şeklinde bir tane vardı ki, Türkler dahil dünyada hiç kimse buna anlam verememişti); diğerleri ise bilimin sınırlandırılamayacağını, bunların hep hükümet sansürü olduğunu savunuyordu. Duyan da Türkiye'de bilimin ne biçim noktalara geldiğini düşünecekti. Ülkenin tek bilim kuruluşu TÜBİTAK, robot yapmak dışında pek bir çalışmaya imza atmamanın yanı sıra, evrimi bile kabul etmeyen tuhaf bir yerdi. Ne var ki onlar da gelişmeler sonucunda gaza gelmişti. Kurum içi kutuplaşmalar tuhaf noktalara gitmekteydi. O zamana kadar "Elhamdülillah müslümanım" diye kurumdan ihraç edilmekten kurtulan bir kısım bilim insanı açık açık zombi araştırmaları yapmaya başlamıştı. Diğer kesimin halkın tepkisini çekmemek için gizlice düzenlediği sabotajlar sonucunda araştırmalar laboratuarlardan merdiven altlarına kadar inmişti.

Bunlar sorun değildi, çünkü bilim adamlarının hayal gücü de filmlerden gördükleriyle sınırlıydı. Ancak bir kişi vardı ki, bu işe gerçekten gönül vermiş, tüm zombi filmlerini ve dizilerini izledikten sonra, kendi yaratıcılığını da kullanmayı akıl ederek "üstün zombi" teorisi üzerinde çalışmaya başlamıştı. TÜBİTAK'tan sıradışı çalışmaları ve istikrarlı görüşleri nedeniyle ihraç edilen Yelda Şipşirin, evindeki laboratuarda yaptığı deneylerin meyvelerini yemek ve ardından insanların gerdanlarına yumulmak üzereydi.

Bu deneylerin içinde genler, elektrik akımları, GDO'lar, radyoaktifler, termodinamikler, paralel evrenler, yeniden canlandırmalar, motorlar ve sıradan insanın ismini bile duymadığı bir sürü bilimsel kavram yer almaktaydı. Hayvanat bahçesi ve İsmet Usta'nın tamirhanesi arasında bir nokta sayılabilecek ev laboratuarı komşuların da tepkisini çekmekte, ancak Yelda'nın kapıya gelenlere yönelttiği aksi davranışlar sonucunda ayakta kalabilmekteydi. Tabii dedikodular ayyuka çıkmıştı. Bir kısım mahalleli Yelda'nın çöp evde yaşadığını düşünüyor, diğerleri "çılgın bilimciymiş, akıl hastanesinde doğmuş, geceleri sadece bir saat uyuyormuş" şeklinde çeşitli iddialar öne sürüyordu. Tüm mahallenin fikir birliğine vardığı nokta, Yelda'nın akıl hastası olduğu, er ya da geç toplumsal değerlere zarar vereceğiydi. Kendileri yaklaşamadıkları için belediyeyi ve çeşitli hastaneleri arayarak destek istediler.

Belediyenin yol yapımından insan sağlığına vakit ayıramaması, hastanelerin de form doldurup onaylatmak gibi bürokratik engellerle karşılaşması sonucunda 7 ay geçti. Bu süre içinde Yelda çalışmalarını tamamlamış, kendi üzerinde deneyler yapmış ve zombiye dönüşmüştü. Ölüm ve yeniden canlanma arasında geçen sürede beyin hücrelerinin bir kısmını kaybetmişti, bu nedenle kapı kolunun ne işe yaradığını bir türlü hatırlayamıyordu. Sıkıntılı bir şekilde kapının kırılmasını ve eve kurbanların doluşmasını beklerken, diğer deneylerin artıklarıyla beslenmeye ve güçlenmeye devam etti. Sonunda kapıda bir tıkırtı duyuldu. Beklenen an gelmişti.

"Beklenen an" dediğimiz kişi, mahallenin piçlerinden İbrahim Tatlı dışında biri değildi. Arkadaşlarıyla iddiaya girmiş, Yelda Şipşirin'in evine gizlice girip neler olduğunu öğrenecek cengaver olmayı kendi seçmişti. Geçimini hırsızlıkla sağlayan yeğeninden öğrendiği kapı açma yöntemlerinin onu bir dizi kesici ve öğütücü dişle karşılaştıracağını da elbette bilemezdi.

Yelda ve İbrahim mahalleliye saldırmaya başladığında silahlar çekildi, kafa travmaları için harekete geçildi ama filmlerden öğrenilen her şey nafileydi. Yelda Şipşirin imzalı üstün zombiyi yenilmez yapan element, modifiye edilmiş uçucu gazlardı. Omurilik soğanına tava indirildiğinde gazlar diz kapağının güvenli bölgelerine kaçıyor, beyne giren kurşun sonucunda midenin ücra köşelerine saklanıyorlardı. İşin tuhafı, zombiler filmlerdeki gibi aptal da değildi. İnsan etine duydukları açlık olmasa hayatlarına gayet devam edebilirler, hatta milletvekili bile olabilirlerdi. Bu nedenle alnından vurulan İbrahim Tatlı'nın Dom Dom Kurşunu'nu söylemeye başlaması Yelda'ya hiç tuhaf gelmemişti. İbrahim vurulduktan sonra sadece biraz yavaşladı, ah dedi ağladı, yaresini bağladı, bir de üstüne "Gel gel gümle gel böğrüme dom dom kurşunu" diyerek meydan okudu.

Mahalleli şaşkındı. Hemen marketi yağmalayıp evlerine döndüler ve uzun süre kapıyı kimseye açmadılar. Tabii bu arada birkaç kurban da vermiş bulundular. Zombiler diğer mahallelere ve semtlere akın ederken, Yelda Şipşirin eseriyle gurur duymaktan kendini alamıyordu.

Kısa sürede İstanbul ve hatta Türkiye sınırlarını aşan zombi sorununa ilk çözüm A.B.D Savunma Bakanlığı'ndan değil, lokantacı Rasim Usta'dan geldi. Besini tükenen halk açlıktan kırılırken, Rasim Usta kepenklerini indirdiği lokantasının et dolu buzluğuyla uzun süre yaşayabilirdi. Ancak insanlar mahalleyi üç öğün saran taze et kokusuna daha fazla karşı koyamayacaktı. Bir yandan zombiler, diğer yandan canlılar saldırınca kepenkler de fazla dayanamadı. Tek kişiye hizmet eden lokanta bir anda eski, tıka basa günlerine dönüverdi. Et stokları hızla tükeniyordu ve insan hala insandı. Müşteriler kalabalıktan ve servis kalitesinden şikayet etmeye başlamıştı bile. Tüm emeğine rağmen mızmızlanan müşteriye sinirlenen Rasim Usta, "yok öyle üç liraya beş köfte" anlayışıyla ocağa bir iki tane de zombi attı. Sonuç mükemmeldi. Hem uçucu gazların ateşle teması zombilik etkilerini ortadan kaldırıyor hem de çürümüş et yiyen müşteriler basit gıda zehirlenmesi nedeniyle ölüyorlardı. Rasim Usta elbette yakında dükkanı kapatmak zorunda kalacaktı ama olsundu. En azından bunca yıllık lokantacılık hayatında biriktirdiği öfkeyi, hep hayalini kurduğu zehirli et sayesinde dışa vurmuştu. Birkaç mıymıntı müşteri öldükten sonra lokum gibi bir adam olmaması için neden kalmamıştı. Ayrıca başka semtte dükkan açardı, zombi pişirdiğini kim bilecekti? Sağlık Bakanlığı mı kalmıştı allasen?

Zombilerin yakılarak öldürülebildiği haberi kısa sürede tüm dünyaya yayıldı. Karantinaya alınan şehirler, Napalm stoklarının ilk kez etkin bir şekilde kullanılması derken, zombi sorunu Asya ve Avrupa kıtalarındaki nüfusun 3'te 1'inin imha edilmesiyle çözüldü. Ne var ki, hükümetlerce verilen ortak karar bir kere bozulmuştu. Üstelik kimse hangi bilim adamını cezalandıracağını da bilemiyordu. Olayın Türkiye'de patlak verdiği belliydi ama TÜBİTAK sorumluluğu üstlenmek istese de "ya yapma hocam, saçma sapan konuşma" diyerek susturulmuştu.

Hükümetler yeniden bir araya gelip nerede yanlış yaptıklarını tartıştılar. İnsanların kendi hallerine bırakıldıkları zaman dizilerle ve filmlerle yetindiklerini göz önünde bulundurarak zombi araştırmaları yasağını kaldırdılar. Karar işe yaramıştı. Hiçbir bilim insanı zombi yapmakla ilgilenmiyordu; mevcut hastalıklara çare bulmak, uzay araştırmaları yapmak ve diş macunu geliştirmek hem daha ilginçti hem de daha çok kazandırıyordu.

Her şey normale dönmüştü. Ta ki hükümetler bir araya gelip ortak bir kararla vampir araştırmalarını yasaklayana kadar...

sofi

sevgili yavrumuz sofi (kendisi aslen bir kedi olmakla birlikte ara sıra tavşan veya sincaba da dönüşebiliyor) 3-4 hafta kadar süren ve bizi umutsuzluklara gark eden sokak maceralarının ardından yuvasına döndü. geldiğinde tek tek basaraktan, sek sek sekerekten yürüyordu ki, kısa sürede bunun kalça kırığı olduğunu öğrendik. tek bacağın sağından girip solundan çıkan köpek dişi iziyle birlikte hayli şenlikli zamanlar geçireceğimizi de çoktan anlamıştık.

veteriner bu arkadaşın fazla hareket etmemesi, hatta kutusundan çıkmaması gerektiğini söyledi. ardından sofi "the space cat" dünyanın kalan kısmından izole edilmiş, günlerini bir odada tek başına geçirir olmuştu. ancak kapu "the big brother" odada neler olduğunu ziyadesiyle merak etmekte, kapı önü turlarında miyavlama kanonları bestelemekteydi. ayrıca odadaki yatak sofi'nin hareketini kısıtlamak bir yana, hayvancağızı adeta hoplayıp zıplamaya teşvik ediyordu.

bu nedenle sofi mekan değiştirerek banyoma taşındı. onunla birlikte ben de zamanımın büyük bölümünü oturma odası yerine banyoda geçirmeye başladım. turuncu polar battaniye veya banyo paspası üzerinde insanın bütün elektriğini alabilecek zamanlar geçiriyoruz. çünkü bebekliğinden beri insanlardan sevgi dışında bir tepki görmemiş olan bu tavşan kılıklı, kendisini okşayan ele patisiyle dokunmak, uzanan kolu kucaklamak, banu alkan pozlarında gerinmek, karnını sevdirmek gibi hoş temassal özelliklere sahip.

dün akşama kadar banyo dışında bir dünyadan habersizdi ve nedense keşfe çıkmak için hiçbir hamle yapmamıştı. ne var ki, sevdiceğim gelince kedimizin oidipus kompleksi ortaya çıktı. birbirimize sarıldığımızda bacaklarımıza sürünüp miyavlamalar, evren'in ardından banyodan çıkmaya çalışmalar... daha bebekken annesinin kucağından alınıp evren'in şefkatli kucağına bırakılınca böyle oluyor. o gidince yine bana kaldı tabii zibidi. şimdi oyuncağı falan da yok, küçücük bir yerde yiyip içip yatıyor zavallım. sıkılmasın diye yanına bir kitap bırakacağım ve okumayı öğreteceğim galiba. sonuçta isminin uzun hali "sophisticat", neden olmasın?

13 Ekim 2012 Cumartesi

sesler, yüzler

acilen kat etmem gereken kısa bir mesafe için taksiye bindim. yolcuğumuz 5 dakika kadar sürdü. taksici amca oldukça paylaşımcıydı.

nereli olduğumu sordu. kendisi "güller şehri ısparta'dan" geliyormuş. bilir miydim ısparta'nın gülleriyle ünlü olduğunu? evet, biliyordum.

sonra müzik başladı. radyo değil, cd'ymiş. sanatçımız sibel can. bilir miydim sibel can'ı? evet. sever miydim? hayır.

peki orhan gencebay?
yok. çocukluğumdan bilirim ama dinlemem.
ceylan?
ı-ıh. aslına bakarsanız ben metal dinliyorum.
kısa bir duraklama... ferdi tayfur?
hayır.

ama taksiciye göre ferdi tayfur dinlemeliydim yine de. şarkıyı değiştirdi, sesini iyice açtı. şu anda sözlerini hatırlamıyorum. genizden gelen hafif bayık ses hala aklımda. sanırım hayatı boyunca çektiği acıları sembolize ediyor. aşk acısı, fakirlik, kadere isyan... hepsi zor bunların.

rahatsız edici sesler aklıma sürekli karşı apartmanda oturan bir çift komşuyu getiriyor. onların sesini her duyduğumda merakla cama çıksam da henüz nasıl bir yüze ve gırtlak yapısına sahip olduklarını görebilmiş değilim. anne ve ergen çocuğu olabilir bunlar. anne karakteri sinirlenip bağırmaya başladığında gırtlağı parçalanacak gibi hissediyorum. nasıl çatallı, nasıl bet bir ses... black metal vokalistleri yanında halt etmiş. oğlu ise o ses ve tonlamayla tam bir çirkef gay. henüz bir erkekle beraber olmamışsa bile ilk adımı sesiyle atmış, belki öfkesi bundan. gırtlağın arka tarafından, buruna yakın bir yerlerden çıkan yağ gibi kaygan bir ses bu. vurgular hep kelimenin sonunda, sürekli bir şikayet havasında. çok bağırdığı zaman detone oluyor, cümle sonlarında (yaağĞIIIII!) çatallanan bir sopranoyla karşılaşıyoruz. iki ses de o kadar kötü ki, kadın gözlerimin önüne paçavralar giymiş, saçları doğal rastalı bir kağıtçıyı getiriyor. erkeğin ise saçları açık kumral ve dalgalı, yanakları göbeği kadar etli. gözlerinde fatih ürek baygınlığı var. belki biraz da nicholas cage.

lisedeyken tuvalette sigara içen kızlardan çok rahatsız olduğumu hatırlıyorum. en köşedeki tuvalete dört kız doluşur, macera ihtiyaçlarını tek bir sigarayla giderirlerdi. tuvaletin duman altı olmasını sorun etmezdim. ama bazen tüm tuvaletler dolu olurdu ve çişini bile yapmayan insanları beklemek zorunda kalırdım. ayrıca o kabin doluyken sürekli kapıyı çalarak sakin sakin işeyen kızları rahatsız etmelerine de sinir olurdum. sonra bir gün onlara en azından bir kez sigara içirmemeye karar verdim.

ders bittiğinde neredeyse koşarak tuvalete gittim ve bu kızların kullandığı kabine çöreklendim. birkaç dakika sonra gelip kapıyı çalmaya başladılar. önce sakin bir sesle "dolu" dedim. devam edince sesimi biraz yükseltip "doluuuu" diye cevap verdim. ama durmadılar.

and i released the kraken...

boğazımdan "KES LAN!" kelimeleriyle çıkan ses beni bile şaşırtmıştı. o sesten sonra travestiliğe kadar yolum vardı diyeyim, dışarıdakilerin "bu kim ya?" deme nedeni anlaşılsın. tenefüsün bitmesine 2-3 dakika kala, artık sessizleşmiş olan tuvaletten çıktım. tabii kimse oradan kısa boylu, zayıf, pis bakışları dışında neredeyse sevimli sayılabilecek birinin çıkmasını beklemiyordu. ağzıma sıçacaklarını söylediler, psah yapıp devam ettim.

aynı gün bahçede servise doğru yürürken bu kızlar ve ekürilerinin sınıf penceresinden beni gösterdiklerini fark ettim. ne de olsa güvenli uzaklıktaydım, hemen bir orta parmak çıkardım. yine küfürler, tehditler... ciddi ciddi bir ara toplanıp dalacaklarını düşünüyordum ama hiç bulaşmadılar. belki önemsememişlerdir. belki de okulda beni tanıyan birkaç kişinin "psikopat o" demesi etkili olmuştur. eğer öyleyse, haksız sayılmazlar. havlayan köpeğin nadiren ısırdığı doğru. ama ben o kadar sessiz ve o kadar metalciydim ki, birileri "ailesini pişirip yemiş" diye dedikodu çıkarsa inanmamak için bir neden bulamazlardı. oysa ne kadar da zararsızdım.

o gün bugündür sessiz savunma mekanizmalarına saygım büyüktür. hürmetler.

9 Ekim 2012 Salı

bu aralar

bir tarafını yayıp paso kitap okumak, arada da bir şeyler yazmak çok kebap iş. iyi ki yıllardır bunu yapıyormuşum. bugün mesela bir değişiklik olsun diye birkaç spor hareketi yaptım (sonucunda hareketin kralını gördüm) ve yaklaşık dört aydır ertelediğim toz alma merasimini gerçekleştirdim (mobilyalarım beyazmış meğer).

insanlar bir süredir kilo aldığımı ve normal göründüğümü söylüyordu. ben sadece dizlerime kadar inen selülitleri fark etmiştim. yine de ısrarlara dayanamayarak (bazı durumlarda "kilo aldın" cümlesi ısrar anlamı taşır) yıllar sonra tartıya çıkmış bulundum. evet, son dört yılda 7 kilo kadar almışım. hatta bunu dört yıla yaymaya gerek yok, muhtemelen ilk adımı yemek yapmaya başladığım zaman attım. o tartı bana şimdiye kadar hiç 45 üstü bir rakam göstermemişti. ne var ki pilleri bitesice, devreleri yanasıca gibi şeyler söyleyemiyorum. kendim ettim, kendim buttum.

işte selülit kısmı biraz canımı sıkıyordu. ben de uzman tv'den evde nasıl spor yapılacağını öğrendim, bugün uyguladım. bacaklarım ağrıyor şu anda. eğilip doğrulurken guns n' roses dinliyordum. axl rose'un jungle king'den burger king'e dönüşmesi, o sahnelerde at gibi koşturan cillop gibi adamın bile dobiş olabilmesi bana ne kadar boş işlerle uğraştığımı gösteriyordu. yarın aynı hareketleri yine yapabilirim, emin değilim. ama yaşlanıyoruz vesselam. 32'ye girmeye kaç gün kaldı şunun şurasında.

toz alma konusundaki hislerimi ise tarif etmem zor. tozun büyük bölümünün insan derisi artıkları olduğunu düşünürsek, kendimi evden temizlemenin hafif bir ürküntü verdiğini söyleyebilirim. tabii sadece felsefi bir dokunuş için, yoksa kim korkar iki parmak tozdan? ama çok sıkıcı iş valla. hem birkaç gün sonra bir de bakıyorsun, aldığın tozun hayrını görememişsin bile.

ekim ve kasım doğum günü overdose ayları. hediye almak konusunda hiçbir zaman başarılı olamadım. enteresandır, biriyle iki saat oturup konuşsam ne kadar süre emzirildiğine kadar tahmin edebilecek kadar empatik (yoksa analitik mi demeliyim?) biriyim ama konu hediye almaya gelince elim kolum bağlanıyor. aklım alınıp satılabilecek şeyler değil de bir pişmanlığıyla yüzleşme fırsatı vermeye falan gidiyor. öyle hediye mi olur lan? oysa insan sami gibi olmalı. her özel günde, kim olursa olsun, bir çeyrek altın alacaksın. mis.

dün gece babama hediye almak yerine hikaye yazmak geldi aklıma. henüz kayda değer bir şey bile yazmamışken gözlerim doldu. bu adama karşı neden böyleyim bilmiyorum. ne zaman içten bir şeyler söyleyecek olsak, ikimizin de aklına bunca zaman birbirimizi ne kadar kırdığımız geliyor sanırım. o baba olduğu için ağlamıyor. on yıldan uzun süredir gayet iyi anlaşıyoruz aslında, sadece mazi gönlümüzde yaredir.

babama aldığım en fiyasko hediyelerden biri gömlekti sanırım. kardeşimin giyebileceği kadar küçükmüş meğer. adama o göbeği yakıştıramadım mı, şekli şemali gözüme çarpmadı mı bilemiyorum. en son bir şort almıştım. onu da sözde değiştirecekti ama üşengeçlikten sadece giymemeye karar verdi galiba.

bir de tüm bunların yanı sıra "keşke bilim adamı olsaydım" diyorum. matematiği beceremeyince fizik, kimya, biyoloji de yalan oldu. böyle şeyler biliyor olsaydım dizimdeki döküntüyü kendi kendime tedavi edebilirdim. bazı durumlarda doğru ilacı bulabiliyorum ama dizim konusunda şimdiye kadar yaptıklarım kızarıklığı büyütmek ve üzerinde kırmızı noktalar çıkarmak dışında bir işe yaramadı. doktorun da söyleyeceği şey "egzama olmuşsunuz, ilacı bir hafta kullanıp kontrole gelin" olacak. sırf doğru ilacı bulamadığı için insanın doktora gitmesi çok sıkıcı. ama adam matematik biliyor işte, yapacak bir şey yok.

savaş üzerine bir bahis sitesi açmak istiyorum bu aralar. zamanını, ilk olarak hangi ülkeler arasında başlayacağını ve olası ittifakları sorasım var. doğru tahmin eden kişiye sığınağa koyması için 20 kutu konserve (büyük boy) vermeyi planlıyorum, benim de maddi gücümün bir sınırı var. hşş, illuminati! beni de aranıza alın lan! bahis sitesini açtıktan sonra parayı toparlarım, dernek aidatlarımı düzenli öderim, valla bak.

20 Eylül 2012 Perşembe

Sigortalı


Bir insan neden hayvanat bahçesinden ağzıyla burnu yer değiştirmiş olarak çıkar? Anlatayım.

Birine bir şey getirmeye söz verirsiniz. Çeşitli nedenlerle sözünüzde duramazsınız. Hayvanat bahçesinde buluşursunuz. Siz söz verdiğiniz şeyi getiremezken, o, söz konusu bile olmayan ağabeylerini getirmiştir. Olay bundan ibaret.

Anlaşılmıyor mu? O halde baştan başlayayım.

Üniversiteden endüstri mühendisi olarak mezun olduğumda büyük bir şey başardığımı hissetmiştim. Bu his iki yıl boyunca yaptığım her iş görüşmesiyle azaldı ve sonunda, bir sigortacılık şirketinde çalışmaya başlamamla tamamen ortadan kayboldu. Sen onca yıl oku, aklına gelen en kıytırık tasarımla milyon dolarlar kazanacaksın diye hayal kur, sonunda geldiğin yer "Allah korusun, bir kazayla karşılaşmanız durumunda şirketimiz zararınızı karşılayacak" olsun. İnsanı hayata küstüren şeyler bunlar.

Yaptığım işin beni çileden çıkaran pek çok yönü var ama iki tanesi daha ilk günden bu mesleğe uygun olmadığımı düşünmeme neden oldu. Öncelikle, ben Allah'a inanmam. Ama aldığımız eğitimde, genellikle müslümanlara hitap ettiğimiz ve kaza olasılığından bahsederken "Allah korusun" demezsek tepki göreceğimiz uzun uzun anlatıldı. Şahsen kimseyi batıl inançlara teşvik etmemeyi tercih ederim. Ne var ki, sigortacılık batıl inançlar üzerine kurulu bir meslek. Hem insanları normal bir günün kabusa dönebileceğine ikna etmeye çalışıyorsun hem de zor zamanlarında onlara yardım edeceğini söylüyorsun. Külliyen yalan. Normal şartlarda, normal bir gün, sadece normal geçer. Ve anormal bir şey olursa, bir sigortacı sana yardım etmemek için elinden gelen her şeyi yapar.

İşe uygun olmamamın ikinci nedeni, insanlarla konuşmayı sevmemem. Düzgün cümleler kurarak havlayan köpeğe susmasını söyleyebilir, ağlayan çocuğa aslında canının acımadığını açıklayabilir veya çarptığım masaya ana avrat küfür edebilirim. Ama cümlelerime anlam verebilecek kişilerle konuşmakta zorlanıyorum. Çünkü cevap veriyorlar. Diyalog kuruluyor. Konuşma uzuyor. Sıkılıyorum.

Neyse ki aradığım kişilerin %90'ı sigorta satmaya çalıştığımı anladıkları anda telefonu yüzüme kapatıyorlar. Alacağım primi tehlikeye atsa da işin tek katlanılır yönü bu.

Bir de işi cazip kılan şeyler var. Bunlardan biri Buse. Kendisiyle iki yıl önce tanıştım. Tabii keşke tanışmasaydım ama o kısma birazdan geleceğim.

Buse o gün aradığım 57. kişiydi. Söyleyeceklerimi sonuna kadar dinleyen 12. kişi olacaktı. Aradığım 54 kişi gibi ona da sigorta satamayacaktım. Ama diğer 56 kişinin aksine, onunla iletişimimiz telefon kablolarının sınırlarını aşacaktı. Ve ben tanıştığımız günün tek bir ayrıntısını bile unutmayacaktım.

Standart prosedür gereği kendimi tanıtıp, başına Allah korusun gelebilecek korkunç şeylerden bahsedip ürünlerimizi ve sunduğumuz benzersiz fırsatları anlattıktan sonra Buse'nin soruları başladı. Kaç yaşındaydım? Ne kadar zamandır sigortacıydım? Sadece sağlık sigortası mı satıyordum? Başka alanlara geçmeyi düşünüyor muydum? Terfi etmem mümkün müydü? Gözlerim ne renkti? Üzerimde ne vardı? Bu akşam için bir planım var mıydı? Nerede buluşacaktık?

Sağlık sigortasıyla başlayan konuşmamız yaklaşık yarım saat sürdü. Telefonu kapadığımda mutluydum. Dışarı çıkıp bir sigara yaktım. O sırada aklıma Buse'nin Godzilla gibi bir şey olabileceği geldi. 120 kilo ağırlığında, bıyıklı, en iyi arkadaşı bir somun ekmek olan biri olabilirdi. Belki de ölümcül bir hastalığı vardı ve onu tanıyanlar geleceğe dair cümleler kurmaktan çekiniyordu. Ya da belki sesinin aksine oldukça yaşlıydı, cinsel hayatının son kozlarını oynamak için ancak telefondaki bir fikirsizden yararlanabilecek durumdaydı. Daha kötüsü, sesini gayet iyi kullanan bir erkek bile olabilirdi. Veya adem elmalı bir kadın.

Bunları düşünürken sigaram bitmiş, masama dönme vaktim gelmişti. Mesai bitimine kadar ne yaptığımı hatırlamıyorum bile. Telefonda sigorta satarken hatırlamaya değer çok fazla olay gerçekleşmiyor. Olabilecek en ilginç şey, birilerinin sağlık sigortası yaptırmaya karar vermesi.

Buse'yle buluşmama hazırlanmak üzere eve gittiğimde ikilemde kalmıştım. Görücü usulü bile o anki durumumdan daha güvenilir bir seçenekti. Karşıma ne çıkacağı hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Buse'yi haber vermeyip ektiğimi düşünmek bile suçlu hissetmeme yetiyordu. Yani mümkün değildi. Arayıp gelemeyeceğimi söyleseydim telefon numaramı öğrenecekti, daha sonra sorun çıkarabilirdi. Başka birini de gönderemezdim. Hem kimseyi ateşe atamazdım hem de zaten benim yerime geçmeyi kabul edebilecek tek bir arkadaşım bile yoktu. Bu kadar yalnız olmak insana gerçekten tuhaf şeyler yaptırabiliyor. Buse’nin de benim gibi biri olabileceğini düşündüm o an. Umutlandım. Tıraş oldum. Duş aldım. Giyindim. Aynaya son bir kez baktım. Pişman oldum. Ama bunu büyütmedim. Evden çıktım.

20 dakika sonra buluşma yerindeydim. Benim gibi üç adam daha bekliyordu. Çaktırmadan etrafta kamera aramaya başladım. Yarın kendimi Facebook'ta "mallar sürüsü" başlıklı bir fotoğrafta görebilirdim. Fotoğraf başlığını düşünmemle, ne kadar mal olduğumu fark etmem bir oldu. Çiçek almamıştım. Koşarak karşı kaldırıma geçerken neredeyse eziliyordum.

Yerime döndüğümde hala dört kişiydik. Diğer adamlar gözlerini elimdeki çiçeklere dikmişti. Biri oflayarak karşı kaldırıma yürüdü. Diğerleri de onu takip ettiler. Arkalarından pis pis gülerken, hafif bir öksürükle kendime geldim. Gayet alımlı, bakımlı, iyi giyimli, 25 yaşlarında bir kadın, nazik bir sesle "Çağdaş Bey?" dedi.

Tüm kötü senaryolarımın boşa çıkmasıyla yüzüme bir gülümseme yayılırken "Evet," dedim. Buse gülümsemiyordu. Tek kaşı kalkmıştı.

"Adımı söyler misiniz lütfen Çağdaş Bey?"
"B-buse Hanım?"
"Evet, doğru. Doğru Çağdaş Bey olduğunuzdan emin olmak istedim. Yani, olur olur..."

Yüzümdeki salak ifadeden kurtulmak için tekrar gülümseyerek "Haklısınız," dedim, "tanıştığımıza memnun oldum."

Buse uzattığım eli hafif bir gülümseme eşliğinde sıktı, gözlerime baktı ve hiçbir şey demedi. Belki çok yakışıklı birini hayal etmişti. Belki daha zekice bir tanışma bekliyordu. Bilmiyorum. Ama hayal kırıklığına uğradığı belliydi. Yine de insan en azından nezaketen tanıştığına sevindiğini söyler. Elini tutarak biraz daha bekledim. Söylemedi. Güzel görünüşünün altında Buse düpedüz öküz çıkmıştı. İşte bunu gerçekten beklemiyordum.

Elini çekerken "Haydi bir şeyler yemeye gidelim, açlıktan ölüyorum" diyerek döndü ve arkasına bile bakmadan yürümeye başladı. Orada dönüp gitsem belki fark etmeyecekti bile. Yine de yapmadım. Büyüklük bende kalsın dedim. İki adımda yetişip yanında yürümeye başladım. Yetiştiğimi fark edince yüzüme bakıp "Nereye gitsek?" diye sordu. Biriyle yemeğe çıktığı halde yemeği hiç düşünmemiş insanların şapşallığıyla "Bilmem?" dedim.

Buse durdu. Yere bakıp kaşlarını çattı. Saniyeler sessizce geçerken bu kadar seri bir şekilde hayal kırıklığına uğrattığım tek kadının annem olabileceğini düşündüm. Çatık kaşlarını hiç düzeltmeden bakışlarını gözlerime kaydırdığında çok fena fırça yiyeceğimi sandım ama o sadece "Rakı balıkla aran nasıl?" diye sordu. Ne dese kabul edecektim zaten. Yüzündeki ifade yeniden sakin bir gülümsemeye dönüştüğünde yürümeye başladık.

I think I'm paranoid...
And complicated...

Sonraki saatlerde Buse'nin bir şeyler düşünürken kaşlarını çatıp yere baktığını, sağlam içtiğini, beklenmedik cümlelerle şaşırttığını, şaşırttığına şaşırdığını, kolayca iletişim kurabildiğini, esprileri daha tamamlanmadan anladığını, rahatlığıyla rahat hissettirdiğini, konuşmayanları bile konuşturabildiğini ve nefis bir gülümsemeye sahip olduğunu öğrendim. Harika bir gece geçirmiştim. Ayrılırken Buse "Tanıştığımıza memnun oldum" dedi. Bu sayede aslında öküz olmadığını da öğrenmiş bulundum. Bir de sanırım aşık olmuştum.

Bend me, break me anyway you need me
All I want is you...

Birkaç gün sonra yine buluştuk. Sonra yine. Sonra bir de bakmışız, sevgili olmuşuz. Bir de bakmışım, mutluymuşum.

Buse her anlamda iyi hissetmemi sağlıyordu. Dış görünüşümle ilgili kaygılarımı iltifata gerek duymadan, sanki yoklarmış gibi davranarak ortadan kaldırmıştı. Öyle ki, daha fit görünüyor ve daha iyi giyiniyor olduğum için neredeyse kısmetim açılmıştı. Kişiliğimle ilgili zayıf bulduğum yönler onun yanındayken üzerinde hiç konuşmadan, kendiliğinden düzeliyordu. Güçlü hissediyordum. Onun da yardımıyla kendime yeni hedefler koymuştum. O kadar güzel gülüyordu ki, esprili bir adam olduğumu bile düşünmeye başlamıştım. Onun için değişiyor değildim. Sadece o hayatıma girmişti ve ben potansiyelimi kullanmaya başlamıştım.

Bu farkındalıkla birlikte işimde de yükselmeye başladım. Bu mesleğe saygı duymam hiçbir zaman mümkün olmasa da yeni yeni gelişmeye başlayan özgüvenim onu bile iyi yapmamı gerektiriyordu. Bu sayede birkaç ay içinde departman değiştirdim, takım elbise giyip insanlarla yüz yüze görüşmeye başladım ve sağlık sigortacılığından nakliye sigortacılığına geçiş yaptım. Bu alanda da sıradan taşınmalarla değil, müze envanteri ve antikalar gibi değerli, hatta yer yer paha biçilmez eşyalarla ilgilenmeye başladım.

Şimdi dönüp geriye baktığımda Buse'nin beni bu konuda nasıl ustaca yönlendirdiğini daha iyi görüyorum. O olmasa, 4 milyon dolarlık bir tablo çalmak aklımın ucundan geçmezdi.

İki yıllık beraberliğimiz süresince beni hipnotize mi etti, rüyalarıma girip beynime bir düşünce mi yerleştirdi, Jedi mind trick mi yaptı, hiçbir fikrim yok. Sadece bir gün çok zengin olsak ne yapardık diye konuştuğumuzu, ardından soygun planlamaya başladığımızı biliyorum. Tabii planı yapan Buse'ydi, ben sadece taşınma sürecinin detaylarında yardımcı oldum. Şimdi o detayları bile çoktan planlamış olduğunu düşünüyorum. Tek ihtiyacı, planı uygulayacak bir dangalaktı. Onu kıvamına getirmesi de iki yıl sürmüştü.

Bend me, break me, breaking down is easy
All I want is you...

Plana göre, tek yapmam gereken orijinal tabloyu sahtesiyle değiştirmekti. Paketleme işleminde bizzat yer alacaktım. Değerli eşyaların yerleştirileceği kutuları bizzat hazırlatacaktım. Kutulardan birine iki bölme yaptıracak, tablonun mükemmel bir kopyasını bu bölmelerden birine koyacaktım. Taşıma elemanlarından birine sağlam para yedirecek, eşyalar yeni eve götürüldüğünde kutudan sahte tablonun çıkarılacağından emin olacaktım. Oldum da. Üzerime düşen her şeyi yaptım. Ne var ki, taşıma elemanının bir gece önce karısıyla kavga edip kafasına yediği çelik tava sonucunda beyin sarsıntısı geçirmesine engel olamadım. Nakliyatın yapılacağı gün onu hastaneden çıkaramadım, onun yerine gelen elemana da güvenip planı anlatamadım. Sonuçta tek yapabildiğim, delili yok etmek ve eksik kutu götürdüğüm için fırça yemek oldu.

Tabii gerçekleşemeyen bu planın bir de devamı var.

Buse tablonun satışını ayarlamış bile. Alıcı, şehirdeki tek hayvanat bahçesinin müdürü. Sanki etrafında yeteri kadar hayvan yokmuş gibi, hala atlı matlı bir tabloya bir sürü para bayılacak adam. Tabii şüpheci de. Buse'yle anlaşmış ve onun dışında kimsenin bu alışverişe bulaşmasını istemiyor. Biz de bunun için hayvanat bahçesinin en az ziyaret edilen noktasında, en dipte yer alan yaban domuzlarının kafesinin önünde buluşacağız. Ben bir sanat öğrencisi gibi elimde şövale ve boyalarla gideceğim. Buse geldiğinde kağıtlarımın arasına sakladığım tabloyu vereceğim. O alışverişi tamamlayıp hayvanat bahçesinden ayrılacak, ben biraz daha postmodern domuz çizeceğim, üç gün sonra evimde buluşacağız.

Tabii ortada tablo olmayınca planın bu kısmı da gerçekleşmedi. Ama soygundan önceki ve sonraki üç gün boyunca birbirimizi hiç aramamaya karar verdiğimiz için, hayvanat bahçesine gidip haber vermem gerekiyordu. Yerimi almış, yaban domuzlarını izlerken, Buse yanında zebellah gibi iki adamla geldi. Bir an oyuna geldiğini, yakalanmış olduğunu, işimizin bittiğini düşündüm. Ama Buse'nin çatık kaşlarını görünce yanıldığımı anladım. İki yılda öğrendiğim kadarıyla bunlar düşünceli ya da çaresiz değil, düpedüz sinirli bakışlardı. İyice yaklaştıklarında, biraz da sevimli görünmeye çalışarak, ellerimi iki yana kaldırıp omuz silktim. Buse etkilenmedi.

"Tablo nerede lan?!"

Bu tavır, iki yıl boyunca karşılaşmadığım, dolayısıyla öğrenemediğim bir şeydi. Anlam veremedim. Sevimli görünme çabam yerini önce şaşkınlığa, ardından paniğe bırakırken, "Ulan gerizekalı! Bir bok beceremedin di mi?! Alın bunu n'aparsanız yapın!" cümlesi ve elmacık kemiğime inen ilk yumruk kafamdaki anlayış hücrelerini çalıştırmaya başladı. Sevgilimin devasa ağabeylerinden hayatımın dayağını yedim.

Just a perfect day
You made me forget myself
I thought I was someone else...

Sonrası, siz deyin Picasso, ben diyeyim Pollock.

Hastaneye nasıl gittiğimi hatırlamıyorum. Çıkışım ise hayli acı vericiydi, muhtemelen uzun süre unutmayacağım. Polise gitmem tabii ki mümkün olmadı. Sigortamın bu durumu kaza kapsamına almadığı için hastane masraflarımı karşılamaması da cabası. İş yerindekiler gasp edildiğimi sanıyor. Aslında bir yerde, ben de gasp edildiğimi düşünmüyor değilim. Keşke çaldıkları şey para olsaydı.

13 Eylül 2012 Perşembe

retweet

sosyal medya "uzmanları"nın twitter kurgusu dediği bir şey var. genellikle yarım saat - bir saat kadar sürüyor bu kurguyu hazırlamak. nedense bu hazırlığın ardından ortaya çıkan kurgu genellikle şöyle bir şey oluyor:

"x cümlesini retweet eden her 25. kişiye y veriyoruz."

müşteri buna olumlu cevap veriyor, hatta bazen süper bir fikir olduğunu söylüyor.

peki neden? herkes sadece retweet edilecek cümleyi ve kaçıncı kişiye ne hediye vereceklerini değiştirip aynı şeyi tekrar tekrar satarken, bu kurguyu (!) yapmak neden sadece 2 dakika sürmüyor? haydi cümle zorladı diyelim, neden 15 dakikadan fazla zaman harcanıyor buna?

elalem twitter'ı retweet'le sınırlamayıp şöyle şeyler yapabiliyor:


böyle fikir bulacaklarsa günlerce düşünsünler, sunumlarında havalarından geçilmesin, çok para kazansınlar, helali hoş olsun.

ammaaaa, gün gelir müşteri olursam, bana retweet'i uzun uzun düşünüp kurguladık diye yutturmaya çalışırlarsa... söylemedi demeyin, kan çıkar.

24 Ağustos 2012 Cuma

bugünü bir yerlere "hayatımın sıradandan kötüye doğru gitme ihtimalinin başladığı gün" olarak işaretlemem gerekiyordu.

done.

17 Ağustos 2012 Cuma

bayram sabahı

galiba ilk kez bayramı gerçekten bayram gibi görüyorum. bu sefer bayram sabahında yanımda yalnız kardeşim olacak. annem ve babamla aynı evde uyanıp kahvaltı etmeyeceğiz. ne davulcu, ne çocuk ne de misafir karşılayacağız. kimseye çay ve tatlı ikram edip yılda bir kez görüşenlerin boş sohbetlerine biblo olmayacağız.

bu yıl annemi ve babamı görmek için yazlığa gideceğim. onlar dahil, oradaki herkes tatil yapıyor olacak. ben ütülenmiş elbisemle yanlarına gidip bayramlarını kutlayacağım. ritüel muhtemelen bir dakika bile sürmeyecek. ama onlara bu kez alışkanlıktan değil, bayram sabahını birlikte geçirme özlemiyle sarılacağım.

her şeyin ilki, eğer ilk olduğunu fark edebiliyorsan, biraz duygusallık içeriyor.

14 Ağustos 2012 Salı

halk için eziyet, adalet için cinayet

her polis gördüğünde içinden "orospu çocuğu" diyen biri değilim ama adamları haberlerde görünce saydırmadan edemiyorum. ulan şerefsizler, öküz möküz ama sizi biraz olsun sempatik gösterebildiği için behzat ç.'ye yatıp kalkıp şükredin.

bu yıl çıkan polis şiddeti haberlerini saysak, dünya turu attıracak duble yol olur. biz son habere bakalım:


özetle, ehliyetsiz bir genç polis aracına çarpıyor, pazarlık yapmaya çalışıyor. iş biraz ciddileşince kavga ediliyor, adam polisin üzerine sandalyeyle yürüyor. polis adamın önce bacağına, sonra göğsüne ateş ediyor ve öldürüyor.

tabii biz bu yaratığın silahı sandalyeyle orantılı görmesine şaşırmıyoruz. ne de olsa puşi takanın 11 yıl hapis cezası aldığı, red hack takipçisinin terörist sayıldığı, pankart açanın biber gazıyla öldürüldüğü; kızını, bekaretini bozmadan hamile bıraktığı için indirimli ceza alan bamya pipili babaların olduğu bir ülkede yaşıyoruz. işin özü, adaletimiz şahken polisimizin şahbaz olmaması mümkün değil.

bu, işin katil tarafı. bir de şakşakçı tarafı var ki (tek örnek var şimdilik ama böyle düşünen tek kişi olmadığından eminim) insanlığa umudu öldürüp bir de cesedine tükürüyor.

http://etha.com.tr/Haber/2012/08/14/guncel/emniyet-mudurunden-skandal-aciklama/

polisten korkmamız için mi yapıyorsunuz bunları, yoksa genellemeye vurup gördüğümüz yerde yüzünüze tükürelim diye mi bilmiyorum ama... ulan gerizekalılar, bunların yanlış olduğunu biz mi söylemeliyiz şimdi? bu kadar mı sağduyu fakirisiniz?

seyrek de olsa bazı zamanlar geliyor, silahlarınız kalabalığın gücüne yetmiyor. sağduyu o günlerde bile sizleri meydanlarda sallandırmamayı öğütlüyor, biliyor musunuz? tek şansınız bu.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

diyaloglar

çarşamba:

- iyi günler. beşiktaş lütfen.
(birkaç dakika git git git git git...)
- beşiktaş'ın neresine gidecektik?
- şair nedim tarafına. ilerideki cepten döneceğiz.
- müşterilerin bana yol tarif etmesinden nefret ederim. ehehe...
- eee... ehi... (amanin! çattık manyağa!)
- durak taksisiyim ben. nişantaşı'na giden bir müşterim var, her gün duraktan binip aynı yolu tarif ediyor. ben ondan bıktım, o bıkmadı.
- ben tarif etmediğim zaman kendimi çok tuhaf yerlerde bulabiliyorum. sizin yolu bildiğinizden emin olamadım.
- şuradaki taksiciler yolları bilmez. bir de bilmem neredekiler. kürt zaten onlar. onlar zaten vıdı vıdı vik vik.
- hmm... (koduumunun faşosu. ama tartışma. cümleni tamamlamadan evde olacaksın.)
- aslında farklı bir yoldan da gelebilirdik buraya.
- peki. iyi günler.

cuma:

- ben kadınların evde oturmaları, erkeklerin onlara prensesler gibi bakmaları gerektiğini düşünüyorum.
- niye ya?!
- bu kadar çalışmak bir kadına uygun değil.
- (dokuz yıl tatil yapmayıp sürekli mesaiye kalınca böyle oluyor demek) öğrenilmiş bir şey olsa gerek ama şahsen çalışmadan yaşamayı hayal edemiyorum. gerekmese bile çalışılır bir şekilde ya.
- ben yapardım valla. şimdi bu kadar çalışmaya devam etmemin tek nedeni hayvanlara ve fakirlere yardım etmek. tekne sahibi olmak falan hep israf gibi geliyor bana. bence yasaklanmalı.
- tekne benim de ilgimi çeken bir şey değil ama insanlar çalışıp alıyorlar işte. ben istemiyorum diye neden zevklerinden vazgeçsinler ki?
- ben var ya, komünizmin geri gelmesini istiyorum.
- (nereye geri gelsin? rusya'ya mı?) komünizm hep çok kısıtlı kalmış bir sistem. hala sürdüren ülkeler olsa da küreselleşmekten çok uzak. bir de ben toplum için bireysellikten feragat etmekten hoşlanmıyorum. gıda, eğitim, sağlık gibi temel konulardan kimse mahrum bırakılmamalı ama isteyen çalışması karşılığında daha fazlasına da sahip olabilmeli.
... otopark ücreti ödenir, 3 tl olduğu için sevinilir ...
- bak ne güzel işte ya, sadece 3 tl. geçenlerde nişantaşı'nda bir otopark'a girmem gerekti. ne kadar verdim biliyor musun?
- 20 lira?
- 30!
- yuh!
- bak bundan bahsediyorum işte. bu adam 3 lira alırken o neden 30 alıyormuş?
- onun eşitlikle alakası yok, düpedüz orospu çocukluğu.

... gün içinde bir ara ...

- alo?
- merhaba, ben x.
- merhaba?
- telefon numaranı [eski patron]undan aldım. biz bir şirket kurduk, proje hazırladık, şimdi içerik için yazara ihtiyacımız var.
- hmm?
- [eski patron]un da senin için "çok iyidir. fikir boktan olsa bile o yazınca yine güzel görünür. keşke ayrılmasaydı." dedi, ben de freelance çalışıyor musun diye sormak için aradım.
- eheh... dedi mi ya?.. ehehe... (EALLLAAAEEEH! COŞKU! SEVİNÇ! GÖT KALKMASI! AY LAV YU ÇALIŞTIĞIM EN GÜZEL İKİNCİ YERİN PATRONU!)

cumartesi:

- biz şimdi sinemaya gideceğiz ama doğru düzgün film yok. batman'e gitsek bir şey anlar mıyım?
(önemli not: bunu soran kişi, dünya üzerinde, ilk iki filmi izlememiş olan sekiz kişiden biri.)
- anlarsın ama istersen sana bir özet geçeyim.
- yok ya, uğraşma.
- dur dur, kısa anlatacağım. batman diye biri var, ışıkla havaya yarasa yapıyorlar falan, geliyor bu.
- joker ölmüştü zaten di mi?
- he, bak biliyormuşsun işte. sonra o filmde bir de harvey twoface diye bir kötü adam vardı, öldü, suçu batman'in üstüne attılar. çünkü adam önceden iyi bir savcıydı, gotham'ın da onun hala iyi olduğuna inanıp umutlanması gerekiyordu. sonra işte batman'den nefret etmeler, adamın yıllarca ortalıkta görünmemesi falan... bu kadar.
- iyiymiş, anladım ben filmi.

pazar:

- saçımı boyatmaya gideceğim ben.
- niye ki?
- çalışmam gerekiyor çünkü. işe baktıkça gözlerim kapanıyor. biraz kafamı dağıtayım, sonra belki o kadar sıkılmam.
- nereye gideceksin?
- şu sokağın başındakine giderim herhalde.
- hiç kuaförde saç boyattın mı ki?
- yoo... beyazları benden daha iyi kapatır ama herhalde. hadi, görüşürüz. (parmağı kapının kenarına çarp!) ARGH!
- n'oldu?
- sıkıntım geçti şimdilik.

... birkaç saat sonra ...

- merhaba, saçımı boyatacaktım.
- ne renk olacak?
- rengini açmadan ne kadar kırmızı yapabilirseniz.
- şuraya kadar olur da bundan sonrası koyu renk. sadece ışıkta parlar.
- köpük boyayla boyadığımda rengi değişiyor ama?
- çünkü onlar çok güçlü ve saçı çok kurutuyor. sakın onlarla boyamayın. eczaneden boya alın bence. diğer boyalar gibi kapatmaz ama daha az zararlı.
- hmm... peki sizce kesilmesi gerekiyor mu bu saçın?
- uzatacaksanız arkaları düzelteyim ama pek gerek yok.
- peki madem. kolay gelsin.

... birkaç dakika sonra ...

- n'oldu?
- kuaför hiçbir şey yapmadı saçıma. köpük boyayla da boyamamamı söyledi.
- e iyi.
- ama ben sürekli burnumun dikine gittiğim için hemen köpük boya aldım. eşlik etmek ister misin?
- temiz saç boyanmaz, kafa derini yakarsın.
- hadi ya? üfff... çalışayım o zaman ben.

... daha sonra ...

- anne ya, ben ya tutarsa dışında hiçbir nasreddin hoca fıkrasını hatırlamıyorum.
(önemsiz not: sonradan ipe un sermek ve doğuran kazanı hatırladığımı fark ettim.)
- nasıl hatırlamıyorsun?
- hepsinin bir mesajı vardı ama sonunu getiremiyorum işte. mesela sen bu adamın neden eşeğe ters bindiğini hatırlıyor musun?
- ...
- ya da neden bindiği dalı kestiğini?
- evladım sen niye böylesin?

30 Temmuz 2012 Pazartesi

bu dinler var ya...

kesinlikle terbiyesizlik etmek gibi bir amacım yok, kimseye girmesinler. cümle aslen şöyle devam ediyor: boşuna gönderilmişler hacı. insanın dinle minle doğru yolu bulacağı yok.

üç büyüklerden zaten bir umudum yok da tontiş inanç sistemlerinden biri saydığım budizm fena coşmuş. bunlar eskiden depresyona girince kendilerini yakarlardı, şimdi müslüman azınlık yakmaya başlamışlar. olay myanmar diye bir yerde geçiyor. ismi duyduğumda thor'un yeni çekici herhalde diye düşündüm ve fakat burma'nın diğer adıymış. burma'nın da bir tatlı ismi, rambo'nun takıldığı mekan, the dark knight'ta ismi geçen yer şeklindeki üç anlamı dışında bir çağrışımı yok. düpedüz cahilim yani. bizzat bu nedenle, olayın ne kadar doğru yansıtıldığını da bilemiyorum, iki satır okuyup fazla celallenemeyeceğim.

neyse efendim, myanmar budistleri mayıs-haziran gibi "etnisite diye bir şey var la!" demiş, güvenlik güçleriyle kanka olmuş ve müslüman rohingya isimli azınlıkları linç etmeye başlamışlar. tarih olmuş neredeyse ağustos, bizim dünyanın bir ucunda yaşanan soykırımdan yeni haberimiz olmuş. muhtemelen fazla bir ekonomik önemi yok bölgenin. haberi geç almamız bir yana, hala kimse oraya özgürlük götürmek için harekete geçmedi.

gerek cihatları, gerekse "ırak'a özgürlük götürmek lazım reyiz" diye bush'un kulağına fısıldayan tanrıyı düşününce, ekonominin mızrağı olmakla görevlendirilen dine karşı çıkmamak mümkün değil. sakin sakin inananlar, siz alınmayın. neye inanırsanız inanın, ben sizin olayınıza hakikaten saygı duyuyorum.

ama budistler, size n'oluyo lan? hadi bunların kitabında hali hazırda "yayılın yayılabildiğiniz kadar, gerekirse savaşın" gibi bölümler var. sizin karınca ezmemek için şekilden şekle giren tipler olmanız gerekmiyor muydu? neyin gazına geldiniz de bu kadar vahşileştiniz?

inanç bahanesiyle savaş çıkarmayan bir scientology kaldı anasını satayım. son umudumuzun tom cruise olmasıyla sadece filmlerde karşılaşabiliriz sanıyordum.

27 Temmuz 2012 Cuma

"ne olursa olsun, her zaman umut var. devrim hala bir ihtimal ve çoğguzel!" filmlerine sinir olurum ben. kötü filmler oldukları için değil. her gencin başını döndüren "parasız da yaşanır be abi, sevgimiz bize yeter, fak dı sistım!" düşüncesini gerçekleştirilebilir bir umut olarak öne sürdükleri için. bayağı götleklik yapıyorlar yani.

dün gece izlediğim the edukators bu filmlerden biriydi ve güzeldi. kendilerine "the edukators" diyen birkaç genç "zengin.000.000.000.000$" insanların evlerine giriyorlar, hiçbir şey çalmıyorlar ama eşyaları üst üste dizip enteresan bir dekorasyon oluşturarak "gereğinden fazla paranız var" mesajı bırakıyorlar. işin içine manita durumları girince beklenmedik problemler çıkıyor. bir karmaşalar, bir heyecanlar derken, insanlar eriyor muradına, bir çıkıyoruz sosyal mesaj yüklü kerevetine.

filmde genç adım yavaştan aşık olmaya başladığı genç kıza "ne istiyorsun?" diye soruyor. fakir, borçlu, işe yarayacağına inanmadığı eylemlerde ön saflarda yer alan genç kız "i just want to live wild and free" diye cevap veriyor. ben gözlerimi devirip ters ters bakarak "yarrrrğğğğm!" diyorum ve devam ediyorum.

bu yapılamayacak bir şey değil. masafumi nagasaki 20 yıldır bir adada tek başına takılıyormuş mesela. böyle bir adaya yerleşmek, komün kurmak, kendi yaşam kaynaklarını üretip sistemden bağımsız olmak pekala mümkün. ama burada yol, su, internet istiyorsan, konformist şehir yaşamının nimetlerinden faydalanırken sistemden uzak yaşamayı hayal ediyorsan, bekle bi, sabit dur öyle, geliyor şaplak.

rent de aynı konsepti işleyen bir müzikaldi. toplumun fakir kesimi sevgi yumaklarından aldıkları güçle kira ödemeden yaşamayı daha uygun görüyor ve bunun için savaşıyordu. ama nedense "bu zenginler nasıl olmuşsa olmuş, voliyi vurmayı başarmışlar. peki paralarını neden kendi aileleri ve sevdikleriyle paylaşmak, kendi istedikleri gibi yaşamak yerine bizi seçsinler?" sorusunu sormuyorlardı. sanki sana bakmakla yükümlü adam anasını satayım.

ben de bayılmıyorum a'nın yılda 10 milyon dolar kazanırken b'nin günü 10 lirayla geçirmesine ama b'nin a'dan hak talep etmesine sinir oluyorum. b çalışmak istemiyor değil, verdiği emeğin karşılığını arıyor, eyvallah. ama demiyor ki, a'nın kafası benim kaslarımdan daha az bulunan bir materyal ve bu nedenle o daha değerli. eşit olmadığınız için üzgünüm ama doğruya doğru; adam bulaşık yıkayan karısına bakıp "hmm, makine yapılır bundan" diye düşünürken sen ancak "hanıııım çay nerdeeee?" diyebiliyorsan...

ayn rand'ın aksine sadece bir konuda "vergi haraçtır" diyemiyorum. eğitim, sağlık, güvenlik ve yeri geldiğinde gıda gibi temel ihtiyaçların herkes için eşit şekilde karşılanması devletin esas ve belki de biricik görevi. insan topluluklarının bir arada yaşayıp birilerine yetki vermesinin tek nedeni temel ihtiyaçların eksiksiz ve herkes için karşılanması. bunu bile yapmıyorsan, ya da topladığın vergilerle gerekli hizmeti vermek yerine duble yol yaptırıyorsan sıkıntı var.

ayn rand bu konuda "devlet her şeyden elini eteğini çekip tamamen laissez faire bir tutum sergilerse, insanlar ihtiyaçları doğrultusunda zaten gerekeni yaparlar" diyor. misal, bir yere hastane gerekiyorsa, girişimci insan oraya hastaneyi yapar, fiyatlarını istediği gibi belirler, onun tekelleştiğini ve insanları sömürdüğünü gören başka bir girişimci gelip rekabeti sağlar ve denge bulunur.  toplumun tüm katmanlarının birbiriyle etkileşimini tam olarak gözümde canlandıramadığım için bu görüşe balıklama atlamıyorum, hatta dediğim gibi, pek katılmıyorum da. çünkü onun aksine, insanların eşit olduğunu düşünmüyorum. herkese aynı fırsatların verildiğini söyleyenler düpedüz saçmalıyor. eğitimini, sağlığını geçtim, benim brad pitt'i tavlamam mümkün değilken kime eşit fırsatlı diyorsun?

yani, bu kadar dolandırdıktan sonra demek istediğim, kimsenin kimseye selam borcu bile yok. robin hood'u tekrar tekrar filme çekip gençleri boş umutlarla gaza getirmeyin.

iki adet sözlü özle bitirelim:

"i swear by my life and my love of it, that i will never live for the sake of another man, nor ask another man to live for mine."
ayn rand

"if you are good at something, never do it for free."
joker

25 Temmuz 2012 Çarşamba

şiddetin normalleşmesi

a. geldi bu akşam. yaptığım deneysel noodle'la aklını çeliverdim, güzel de oldu. yemekten sonra buzlu çaylarımızı yudumlarken sanırım okuduğumuz kitaplar, sanat gibi entel dantel şeylerden bahsediyorduk. konuşmanın o kısmı çok entelektüel olduğu için hatırlamıyorum. rahatsız olup yarım bıraktığım bir kitaptaki anlamsız şiddeti anlatıyordum. aslında oradaki şiddet muhtemelen anlamsız değil, yazar bize bir şeyler söylemeye çalışıyor mutlaka. okuduğum film eleştirisine göre srpski film'i yapanlar da sırbistan'da insanların doğdukları andan itibaren zitilmeye başlandığını, bunun öldükten sonra bile devam ettiğini anlatıyormuş. fazlasıyla aslına uygun anlatıldığı için (newborn porn gibi bir olay var yahu!) film yasaklanmış.

gore ve aynı kafadaki iğrençliklerden ikimiz de rahatsız oluyoruz. işkence izlemeye anlam veremiyoruz. bu nedenle izlemiyoruz. şimdiye kadar izleyene karıştığımızı hatırlamıyorum ama bir yandan da sormak istiyorum: insanların iğrençliğe tahammül eşiğini neden yükseltiyorsunuz lağn?! çarpıcı mesaj vermek için hayli akıllıca yöntemler varken, beyin hücrelerinizi bu yönde zorlamak neden?

bunu ekşi sözlükte az önce gördüğüm iki başlık nedeniyle soruyorum: biri evsizleri öldüren ruslar, diğeri okul arkadaşlarına mezarlıkta işkence eden kızlar. belki bunların psikopatlıkları maruz kaldıkları normalleştirilmiş şiddetten kaynaklanmıyordur, gayet mümkün. ama aynı gün içinde ultra-violence içerikli iki haberle karşılaşınca sorasım geldi.

şiddetin çok enteresan bir gelişimi var aslında. mesela sinemada şiddet ilk kez potemkin zırhlısı'nda görülmüş. boş bebek arabasının merdivenlerden tıkır tıkır inerek düşme sahnesi insanları şoke etmiş, sinemayı terk edenler falan olmuş. şimdi elimizde hostel ve benzeri şiddet görüntüleri var. otomatik portakal'ı gözlerimi kapamaya gerek duymadan izleyebilirken (alex'e karşı en ufak bir acıma duymadığımı da belirtmeliyim burada) i saw the devil için "niye abi?!" diyorum.

gerçek yaşamda ise, çocuk pornosunu geçtim, 1,5-2 yaşındaki bebeğe tecavüz etmeyi akıl edebilen insanlar var. ekşi sözlük'te bu ve benzeri konularda yapılan yorumlar "insanın kanını donduruyor"dan "bir tarafına kızgın demir sokacaksın..." ile başlayan işkence fantezilerine kadar uzanabiliyor.

(not: good omens'da hastur ve ligur diye iki karakter var, cehennemin önde gelenlerinden. iblis crowley onlar için "yaptıkları işten o kadar büyük zevk alıyorlardı ki, onları insanla karıştırabilirdiniz" diyor.)

neyse işte, biz a. ile konuşurken konu böyle uzadı, gerçek yaşamdan örneklere geldi. "bir çocuğu nasıl cinsel obje olarak görebilirsin ki?" diyor a., "bunu yapabilen insanı öldürmek dışında ne yapabilirsin?"

ben başka bir şey yapılamayacağını, onların düzeltilemeyecek zararlılar olduğunu düşünenlerdenim. daha doğrusu, öyleydim, çünkü daha iyisini düşünenlerin olduğunu öğrendim. deneylerde hayvanlar yerine bu insanları kullanmayı akıl etmiş a.'nın bir tanıdığı. "buna da insan hakları ik bik diyenler çıkacaktır mutlaka ama çok mantıklı" dedim. hayvanlar ve gönüllü denekler yerine, yeni bir suç düzenlemesi yapıp "olağanüstü suçlar" işlemiş denekler kullanmak hiç de fena fikir değil bence.

josef mengele'nin tek iğrençliği, deneylerini aslında iğrenç olmayan insanlar üzerinde yapmasıydı diye düşünüyorum.

24 Temmuz 2012 Salı

bir an


gün ortasında içmeye başlamak ve arkadaşlarla eğlenmeye devam etmek güzel bir şey.

gün ortasında, hatta ramazan başında içmeye başlamak ve olan biten her şeyi tek başına, biri hikaye anlatırmış gibi algılamak bambaşka. ne kadar ateist olursam olayım, ailem beni bir müslüman olarak yetiştirdi ve tüm mantıksızlığına rağmen iliklerime işlemiş bir şeyler var. suçluluk gibi. temel eğitim gibi. alkol kötüdür, herkes oruç tutarken daha kötüdür gibi.

az önce, ikinci biramın sonlarına gelirken tuvalete gittim ve gözüm bir an aynaya takıldı. suratımın halini görünce kaşlarımı kaldırıp “whoaaa” dedim. çünkü tuvalete doğru yürürken aklımdan geçen satırlar şöyleydi:

"inci mesanesinde ufak bir baskı hissetti ve zaten çok ilginç bir şey yapmadığı için kalkıp tuvalete gitmekte sakınca görmedi. birasına tekrar bakıp bu kadar sarhoş olmaması gerektiğini düşündü. sonuçta henüz iki bira bile içmemişti. ama üçüncü kez tuvalete gitmesi gerekiyordu. bilgisayarının başından kalktığında başı dönmeye başlamıştı bile. tuvalete on adım. teşekkürler vantilatör. aynaya bakmam şart değil. whoaaaa!"

bir yandan da ingilizce düşünüyorum. çok dilli yazmak, en azından sarhoşken yazanlar için iyi bir teknik olmalı. sarhoşken yazmak hoş bir şey değil. çünkü insan derin bir nefes alıp kafasını yana yatırarak “ne yapıyorum ben?” diye düşünürken, araya akşam yemeği için yapmayı planladığı alışveriş giriyor.

a. olsa "sıkıntı var" derdi. yazarak iletişim kurduğumuz zaman söylüyor bunu. konuşurken galiba ses tonumdan kurtarıyorum.

asıl sıkıntı midemdeydi. sanırım bir haftadır bakkaldan almak yerine sardığım sigaralardan çıktı. muhtemelen mide ve bağırsak kısımlarına yerleşmiş bir bakteri var ve boş anımı bulduğunda karın ağrısı olarak saldırıyor. bakterisel ağrıların birinci en iyi ilacı alkol, ikincisi kola. ilaç şirketleri kusura bakmasınlar, antibiyotikleri iki buzlu jack yanında ılık süt gibi kalır. ılık sütün bakteriler için nefis bir aile ortamı oluşturduğunu biliyor muydunuz? bilmiyorduysanız, faranjit gibi bir şey olduğunuzda asla ılık süt içmemenizi öneririm.

her neyse. evde kola yok ama bira var. ben de karın ağrımdan hoşnut değilim. bir tane içtiğimde (limonlu. normal biradan hiç hoşlanmam) karın ağrısı gayet geçti. ama diğer yanda 1500 derece sıcak var. güneşli ama esintili bir bahçede, karizmanın tavanını delmiş ama top peşinde koşturmaktan vazgeçmemiş bir doberman eşliğinde naneli limonata içme isteği var. bu sırada, evde sadece vantilatör çalışırken, etraftaki tek yeşil üzerimdeki elbiseyken ve perdeler dışarıdaki hafif esinti nedeniyle yalnız hafif hafif oynarken ve muhtemelen üçüncü kez good omens’a hayran kalırken, limonlu bira insanı oldukça hoş bir havaya sokuyor.

dolayısıyla bir tane daha açtım. akşam yemeği hazırlama planlarımı -şimdilik- çöpe attım. tuvalete giderken sarhoş olduğumu fark edip şaşırdım. yazmaya başladım.

ve sonra, ne yazık ki, ayıldım.