30 Ocak 2008 Çarşamba

obsession

bu kadar yazıdan sonra ölüm hakkında takıntılarımın olduğu bellidir sanırım. bugün eve ölümü getirdim, hayırlı olsun.

2-3 yıl önce ilke'nin aldığı puzzle'ı birkaç ay önce gaza gelip bitirdim. bugün de çok güzel olduğu için başka bir puzzle almış bulundum. az önce isminin "angel of death" olduğunu öğrendim. çekiyor işte bir yerden.

29 Ocak 2008 Salı

Anjio

Dün babamın içinde balon şişirdiler. Atar damarın doğum günüymüş. Büyük bir parti verildi. Bütün alyuvarlar ve akyuvarlar katıldılar. Birleşip stent almışlar. Ben göremedim ama çok yakıştığını söylediler.

22 Ocak 2008 Salı

fikşın

yaklaşık bir hafta önce pankreas kanseri olduğumu öğrendim. annem ağlıyor, babamsa susuyor. kardeşimle çok az konuştuk. galiba benimle göz göze gelmekten çekindiği için eve pek uğramıyor. kemoterapiye de yeni başladık.

vücuduma giren her damla zırhımı güçlendiriyor. en azından ben öyle hissetmeye çalışıyorum. ilk birkaç saat "kabul etmesem?" dedim. çekip gider mi acaba vücudumdan? yok, bu iş böyle yürümüyor. şimdi "hasta değilim" yerine "hastayım ve güçlüyüm" diyorum. ne yazık ki saçlarım benimle aynı fikirde değil.

kemoterapi öyle tuhaf bir şey ki, sağlam olan ve olmayan tüm hücreleri yeniliyor. yıllardır severek ilgilendiğim saçlarımın dökülmesi aslında hiç de gerekli değildi. gidiyorlar işte. elimden bir şey gelmiyor. dökülmeleri moralimi feci şekilde bozduğu için artık 3 numaralar.

kuaföre gidip saçlarımı kazımasını istedim. nedenini sordu. "istediğimden değil, onlar beni bırakıyorlar" dedim. sustu kuaför. sonra bir şey söyleme gereği duydu, geçmiş olsun dedi. adı her neyse, o aleti getirdiğinde izin istedim, saçlarımı kendim kestim. bir tutam kaldırdım, alnımla birleştikleri yerden başladım. gözlerim yanıyordu. ağladığımı daha sonra anladım.

nasıl bir ikilem... "onu yalnız bırakma ama senin de ağladığını görmesin." ya kaçtılar yanımdan ya da sırtlarını döndüler çaktırmamaya çalışarak. bir an onları üzdüğüm için üzüldüm.

bittikten sonra sanki çok rahatlamış gibi "bunları kırmızıya boyasak ya" dedim. kuaför yarı afallamış, yarı dehşete düşmüştü. "şimdi saçını boyamamız uygun mu? sağlık açısından yani?"

"niye? kanser mi olurum? hahaha!"

sonra boya işine giriştik. bu kez parmaklarımda iz kalmasın diye karışmadım.

eve dönerken annem saçlarımın böyle de hiç fena olmadığını söyledi. "güzele ne yakışmaz" dedim, şıllık makamında bir kahkaha savurdum. o da güldü. sonra sustu. aklıma açacak konu gelmiyordu. bir ara gözlerinin dolduğunu gördüm.

gece odamdaydım. konuşmadık hiç. insan değer verdiklerinin kalbinin kırıldığını görmeye dayanamıyor.

sonraki gün kalktım, her zamanki gibi kahvaltı etmeden çıkıp işe gittim. kimse bir şey söylemeden saçımla ilgili ilk yorumları yaptım. ne pankreas dedik ne de kanser. hemen patrona gittim. mantıksız bir hamleydi ama ihtiyacım vardı.

patron tuhaf tepkiler veren biri. ölüm kalım meselelerinde bile "tamam, onu siktiret de yemek yedin mi?" gibi bir soru sorar. sorunu bir an unutturur. ambole olmuş şekilde normalliğe uyum sağlarsın.

bu kez onun da boşluğuna vurdum sanırım. doğru cümleyi bulamadı.

"aaa! n'aptın kız saçlarına?"
"nasıl? yakışmış mı?"
"eski hali daha iyiydi aslında. ama artık eskisi gibi..."

durdu. eskisinden ciddi şekilde farklı bir durumda olduğum geldi aklına. bu kadarını söylemişken...

"tedavi başladı di mi?"
"evet evet. ilk kokteylim de gayet lezzetliydi. pi'dekiler gibi değil ama gayet başarılı."
"iyi iyi. ne yapacaksın bugün?"

biraz işten bahsettik. en başarılı kafa dağıtma yöntemi. yeni fikir bulmak üzere yerime döndüm. her zamanki gibi geyik yapıyordum. belki her zamankinden biraz fazla. ama çok fazla değil.

neyse. matbaacı gelene kadar her şey normaldi. saçımı sordu. biraz ileri gidip neden kestirdiğimi sordu. fazla ileri gidip daha iyi hissetmek için ne gibi bir nedenimin olabileceğini sordu. ben de söyledim. "yediği önünde, yemediği ardında" başlıklı planını bozduğum için bozuldu sanırım. ne kadar kötü olduğunu sordu. beş yıl yaşamamın bile ancak %1 ihtimal dahilinde olduğunu söyledim. allahı işe karıştırmaya gerek duydu. durumumun allahlık olmadığını, onu bile karşıma aldığımı söyledim. anlamadı. benim gibisinin çok kolay bulunmadığını söyledim. dünyanın hayatta kalmama ihtiyacı var dedim. muhabbeti dünyayı kurtaran adam'a döndürebildik sonunda.

tuvalete kapanıp katıla katıla ağlamamak için kendimi zor tuttum. gerçekten. gözlerimin dolmaması için dünyanın geyiğini çevirdim yine. ağlarsam ölürüm. moralim bozulursa ölürüm. mutlu olursam yaşarım. ne kadar gülersem o kadar iyi. aklıma kötü kötü şeyler getirmemeliyim. bunları tekrarlamak işe yaramaz ki!

kararlıyım ve uğraşıyorum. ölmeyeceğim. beş yıl sonra da yaşıyor olacağım. uzun saçlı ve sağlıklı olarak. o %1 ben olacağım. çünkü ailem ve önemli 1-2 kişi de o zaman hala yaşıyor olacak. onları hayal kırıklığına uğratmayı göze alamam. biliyorum ki, şu an hayatımdan çıksalar bırakırım. o kadar iyi yaşadım ki, kalanını görmek için kendimi yormam gereksiz. kendi ölümümden değil korkum, kalanların iç çekişi oturur göğsüme. bana kalsa, ne kadar yaşayacaksam yaşarım, sonra da paşa paşa ölürüm gıkımı çıkarmadan. ama şimdi olmaz. ben zamanımın geldiğini kabul ederim de, onlar henüz kabullenebilecek durumda değiller. önce onları gömmem gerek. yoksa kimden isteyeceğim sabır vermesini? bilmiyor muyum sanki bir şekilde dayanacaklarını, devam edeceklerini? peki ya o boşluk ne olacak? ne yaşar, ne yaşamaz yapan boşluk nasıl dolacak?

günlük iş bitti. bu akşam da kimseyle kahve veya bira içmedim. zaten şimdi bira içmem çok sakıncalı. sarılığımı da fondötenle kapatmakta zorlanıyorum, bu şekilde dışarı çıkmak istemiyorum pek. belki yarın. alkolsüz zor ama yaşamayı bu kadar kafaya koyduysam gerekeni yapmalıyım. ne kadar yorucu olursa olsun.

annem iyice işkillenmiş. babamı da tutmuş kulağından, soluğu hastanede almış. bir sürü test yaptırmışlar. babam tahmin ettiğimiz gibi hipertansif. ben de hık dediği zaman burnundan düştüm. dolayısıyla hastalığını kabullenmediğini, elinden geldiğince tedavi olmayacağını biliyorum.

nasıl olduğunu bile sormadım. "babacım," dedim olabildiğimce sevimli, "şu ilaçlarını düzenli alsan olur mu? evde senin sağlığını senden çok önemseyen insanlar var, biliyorsun."

maç izliyordu. evet derken de gözünü ekrandan ayırmadı. belki de doğru olan onun yaptığı. bilemiyorum.

öğrenmeye çalışıyorum.

17 Ocak 2008 Perşembe

16 Ocak 2008 Çarşamba

istiyorum ki... (2)

nefis metaforlar bulayım. bir bölümünde ne dediğimi sadece ben anlayayım, bir bölümünden çok akıllı reklamlar çıksın.

metaforlarım metamorfoz geçirsin, kelebeklere dönüşsün. insanlar kelebeklerin sadece flifili uçtuğunu düşünmekten vazgeçsinler. bir zamanlar jilet kanatlı kelebeklerden bahsetmiştim. şimdi kim bilir ne oldu onlara.

biraz gaza geleyim. uyumaktan vazgeçeyim. daha çok okuyayım, daha güzel yazayım. az uyku delirtmesin.

rüyalarım ve düşüncelerim uçup gitmesin. geride sadece küçük bir parçalarını bırakmasınlar. ya da ruhlar görülebilir olsun.

tehlikeli bir şeyler olsun. biri elime bir silah tutuştursun. ben silahın barutunu tutuşturayım. bir yanlışlık olsun. kimse ölmesin.

hala canım acıyabiliyor mu acaba?

mesela giden biri olursa affetmeyeyim. geri döndüğünde "siktir git" bile demeyeyim. sadece dönüp gideyim. göt olup kalsın ortada.

moulin rouge o kadar güzel bir film ki. how wonderful life is, now you're in the world. kötü bitiyor olabilir. tamamına bakarsak, o kadar güzel ki. dangalak konusuna rağmen. müzikler, renkler, danslar. tiyatrocu olayım mesela, ilk oyunum bu olsun. son da olabilir. sahnede ölebilirim de. her an, her yerde ölebilirim. hemen, şimdi. fark etmez.

annem dün gece neden beni çok sevdiğini söyledi ki?

sadece bir fantezi olarak ortalıkta dolaşırken ölmek kolay. kanser ölümü de ölüm fikrini de zorlaştırıyor. ölümcül bir hastalığı olanlar intihar etmiyor galiba. ölümcül derecede yaşlı olanlar da. son anlar daha kıymetli olsa gerek. o zaman fark ediyor.

26-27.

nostaljik retikulum oldum. eski mailleri karıştırıyorum. onlar da beni karıştırsalar. harflerin arasına karışsam mesela. sağ elimde 1'leri, sol elimde 0'ları biriktirsem. rengarenk ilüzyonlar yaratsam. kimse bunların 1 ve 0 olduğunu anlamasa.

yatağım beni içine çekse. trainspotting'deki gibi olsa. çok şahane bir spot olsa, parmağımı tam üstüne bassam.

yalan söylüyorum. yazı uzasa da istediğim çok az şey var. çok az.

al, bununla oyna biraz.


by the way, you will be the death of me. muse öyle diyor da, yazayım dedim. time is running out.

bazı şeyler için ne kadar geç. tam da zamanı gelmişken. insanların ortak zamanları olmalı. biri erken, biri geç; olmuyor böyle.

dude...

i have some real fucked up friends.

14 Ocak 2008 Pazartesi

istiyorum ki...

bahar gelsin. şöyle mayıs falan. iki kişi pikniğe çıkalım. çimenlerin üzerine sereceğimiz bir örtümüz, içine ıvır zıvır koyacağımız bir sepetimiz olsun. alabildiğine ağaçlı, çimenli, güneşli bir alan. tişört giymeye uygun bir hava.

ben örtünün bir köşesine bağdaş kurup oturayım. bacaklarımın arasında bir şişe dark olsun. elimde de yuvarlak bir şeyler, fındık gibi. bir yandan onları yiyeyim, diğer yandan bana fizik anlatmanı dinleyeyim. ya da kimya. ya da biyoloji. matematik bile olabilir ama tercih etmem. siyasi altyapısıyla birlikte 20. yüzyıl sanat anlayışını da anlatabilirsin.

öne arkaya sallanarak, arada ağzıma bir fındık atarak ve bazen "ama, zaten, elbette, peki, ve sonrasında" içeren cümleler kurarak seni dinlemek istiyorum.

az önce aklıma gelen sahne buydu. bu kadarını gördüm, çok sevdim. senin kim olduğunu bilmiyorum. öğrenmek için baharı bekleyeceğim.

lütfen orada ol.