27 Aralık 2012 Perşembe

mesela...

keşke "sezercik küçük burjuva" diye bir film yapsalarmış zamanında. işte ondan sonra biz bir gül, bir gül... aaaayh! karnım ağrıdı vallahi.

(karın ağrısı ondan değil. yeniden gaza gelip egzersiz yapmaya başladım. üçüncü gün.)

ve bazen düşünüyorum da (pek sık yapmam, kıymetini bilmek lazım) hayatımın bir soundtrack'i olsaydı malt şarkılarından oluşurdu.

25 Aralık 2012 Salı

odtü'ye destek

madem bezmialem vakıf üniversitesi ve muş alparslan üniversitesi de kınama yarışına dahil olmuş, işler ciddiye bindi demektir. şu anda evdeki kitaplıktan odtü'yü destekliyorum, en kısa zamanda basın bildirimi de yayınlayacağım. herkes elinden geldiği kadar artık.

bir de ezkaza bu sayfaya yolu düşen ve "odtü bilimi protesto ediyor" safsatalarına inanan biri olursa, o gün protestoda bulunan bir odtü öğrencisinin yazdığı şu mektubu okusun bir zahmet:

Başbakan;

Bu tür mektuplar genelde “Sayın” hitabıyla başlar, “Saygılarımla” veya “En iyi dileklerimle” gibi sözcüklerle biter. O kadar öfkeli ve o kadar haklıyım ki, bugün bunu milyon kere yapmayacağım.

“Memleket bunlara kaldıysa bitmiş”, “Derslere girmezlerse girmesinler, bunların yetiştireceği öğrenciler de ancak bu kadar olur” dediğiniz hocalardan ders alan bir ODTÜ öğrencisiyim. ODTÜ öğrencisi olmaya özel bir sıfat, bambaşka bir anlam yükleyecek değilim. Ama röportajınızı izledikten sonra anladım ki, onur duyulacak iki madalyayı arkadaşlarımla birlikte şimdiden göğsüme takmışım bile: üniversiteli ve bilhassa ODTÜ öğrencisi. Şimdi de, o günün başından itibaren polis saldırısına maruz kalmış birisi olarak, kampüsümde “çıkarttığınız olayları” özetleyerek anlatacağım.

Polisinizin kullandığı gaz meşhurdur. 31 Mayıs 2011 günü Metin Lokumcu’yu öldüren, bakanınızın “doğaldır, zararı yoktur”, emniyet müdürünüzün “gerektiği kadar alındı, gerektiği kadar kullanıldı” dediği biber gazıdır. Bu gazdan korunamazsınız, kaçamazsınız. Sadece etkisini azaltmak için yüzünüze ve burnunuza atkı sarar, vücudunuzu doğrudan temastan korumaya çalışırsınız. Gazın gelişinin ardından da limon ve sirke sürer, acınızı dindirmeye çalışırsınız. Ciğerlerinizden kaynaklı bir rahatsızlığınız varsa, bu gaz ölümcüldür. Hastalığınız yoksa, bu gaz o hastalıklardan birisini yaratabilecek kadar tehlikelidir. Özetle, bu bir kimyasal silahtır, faşizmin simgelerinden birisidir.

18 Aralık günü de kampüsümüze geleceğinizi haber almış, sermayeye peşkeş çektiğiniz bilimi, Suriye’ye yapacağınız emperyalist müdahaleye karşı barışı ve halkların kardeşliğini savunmak için TÜBİTAK binası önüne gelmek, burada bir basın açıklaması yapmak amacıyla toplanmıştık. En temel haklarımızdan birisi olan protesto hakkımızı kullanıyor, bunun bir aracı olarak ise sloganlar atarak yürüyorduk. Polisinizin kalkanlarına 100 metre bile yaklaşamamışken, tamamen bir formaliteden ibaret “dağılın” uyarıları bile yapılmadan atılan gaz bombalarının 5-6 el patlama sesini duyduk. Gaz bulutunun arasından çıkmaya çalışarak, öksürükler ve nefes daralmaları eşliğinde geriye doğru çekildik. Bu sırada polisiniz durmaksızın gaz bombası atmaya devam ediyordu(bunlara yine polisinizin attığı ses bombalarının eşlik ettiğini sonra öğrenecektik). İşte bunlardan sonrası ise size göre “eşkıyalık” size göre “memleket bitirmek” olan meşru direnişimizdi. Üzerinde “doğrudan atmayınız, yangın tehlikesi yaratır” yazılı olduğu halde üzerimize nişanlanarak atılan binlerce gaz bombası kapladı o gün kampüsümüzü. Polisiniz, arkadaşlarımızı öldüresiye coplayıp, tekmeledikten sonra “şimdi gözaltı yapmayalım, başımıza bela olurlar” deyip bıraktılar.

Panzerler okulumuzun ortasına kadar girdi. Tazyikli sudan, damacana taşıma arabasını kurtarmaya çalışan Fizik kantini çalışanı bile nasibini aldı.

“Çantalarında molotof taşıyorlardı” demişsiniz, başka iftira mı bulamadınız? Keşke daha inandırıcı bir yalan geliştirseydiniz. Boyalı medyadır bu, sizin söylediğiniz onlara kanundur ama halk inanmazdı bunlara. İnanmadı da. Biz de duyduğumuzda kaburgalarımızı tuta tuta güldük. Çok komik olduğundan değil, bir kısmımızın gördüğü polis şiddetinden, bir kısmımızın ise panzer üstlerine doğru sürüldüğünde koştuğundan ötürü kaburgaları fazlaca ağrımaktaydı. Hatta bir kadın arkadaşımız da omzunu tutarak güldü, zira onun da omzunu 18 Aralık günü gaz fişeği sıyırmış geçmişti.

Bir de, o gün çantamın içinde ne olduğunu yazayım hemen: 0,5 litrelik pet şişe içinde içme suyu, kütüphaneden aldığım birisi şiir kitabı olmak üzere üç kitap, o günkü derslerimin notlarının olduğu kağıtlar, kurşunkalemler, bir silgi ve Kızılay’da bir kitapçıdan aldığım edebiyat dergisi.

Size ekranda bolca söz hakkı verildi, yeri geldi sinirlenmiş, yeri geldi duygulanmış numarası yaptınız. Ben ise bu satırları, aslında size değil başkalarına, olanca haklılığım ve samimiyetimle yazıyorum. Sizin söylediklerinizden daha az bilineceğine ise, neredeyse eminim.

Siz "tutuklayın", "canlarına okuyun" emirleri vermeye devam ediyorsunuz. Bense bir koltuk üzerinde uyurken, bir kolumla sağımdaki arkadaşımı korumaya çalışıp, öbür kolumla başımı -gaz bombasının fişeğinden az da olsa korunmak için- kapatırken, bir patlama sesi dolaşıyor kafamın içinde, sıçrayarak uyanıyorum hala. Derken bir başka rüyamda, 20 metre ötemde polisinizin vurduğu Barış’ı görüyorum, bir kaldırımın üzerinde kanlar içinde yığılmış kalmış. Medyanız o kadar etkili ki, yanı başımda vurulmamış olsaydı, arkadaşının “Araba bulun”, “Ambulans çağırın” bağırışlarına birebir şahit olmasaydım, sizin istediğiniz gibi “kokmaz bulaşmaz” bir öğrenci olsaydım, belki de “acaba arkadaşları mı vurdu” deyip, medyanıza inanacaktım. Ama artık bunun yolu yok, çarpıtmalarınız sökmeyecek.

Kötülemelerinize ve iftiralarınıza maruz kalmaktan onur duydum. Bu demektir ki doğru yoldayım. Bu demektir ki, seneler sonra çocuklarımın yüzüne baktığımda, onları ta gözlerinin içinden görebileceğim. “Baba, sen üniversitedeyken ne yaptın?” sorusuna “Okulumu savundum, arkadaşlarımı savundum. Hocalarıma çamur atmaya kalktılar, onları da savundum.” diyebileceğim. Bunları söylerken gözlerimi kaçırmayacağım, sesim zerre tereddüt etmeyecek.

Bu direniş, karşılarındaki profesyonelce donanmış bir orduya karşı bedenlerini gaz bombalarına, panzerlere ve tazyikli sulara siper eden öğrencilerin ODTÜ’de yazdığı bir destandır. ODTÜ’nün bir üniversite olarak sorumluluğunu, tarihsel görevini bilip, bir pankart arkasında görevine gitmesidir. Yıllarca da böyle hatırlanacak.

18 Aralık 2012 günü okulumuza faşizmi yaşattınız. Andımız olsun ki, özgürlüğü de biz yaşatacağız. Arkadaşlarımızı, hocalarımızı, okullarımızı, mahallelerimizi, sokaklarımızı, var gücümüzle biz savunacağız. Halka zulmettiğiniz her yerde, karşınıza biz çıkacağız.

Osmanlı döneminde Sivas Valisi olan Halit Rıfat Paşa “Gidemediğin yer senin değildir.” buyurmuştu.

Sahi, siz hangi memleketten bahsediyordunuz?

İmza: Faşizme Karşı Direnmiş Üniversite Gençliğinden Bir Öğrenci

23 Aralık 2012 Pazar

av mevsimi

evimde televizyon yok, bunun bir ihtiyaç olduğunu hiç düşünmedim. bundan en son apartman yöneticim haberdar oldu (zira kendi yazısı çok kötüymüş ve bana aidatını ödemeyenlerin listesini yazdırmak istemiş), hemen ilginç bulup takdir etti. adeta akşam yemeği için yumurta çırpsa yanında "sovinyon kaberneğ" içen, pijamasını bile bir tasarımcının koleksiyonundan alan, boş zamanlarını sergi gezip şehrin bohem manzaralarını fotoğraf karelerine hapseden bir rafine insanmışım gibi havalara girdim. neredeyse "bir şey içer misiniz?" soruma "şahsen çay olarak sadece earl grey kullanıyorum ama kahve koleksiyonum muhakkak ilginizi çekecektir" artistliğini ekleyecektim.

tabii öyle bir şey olmadı. zaten ben de rafine mafine olmadığım için hiç öyle havalara girmedim. televizyonsuzluğuma enteresan anlamlar yüklemeye gerek yok, genel izleyici kadar boş adamım. hele bu aralar öyle bir ağırlık bastırıyor ki bünyeye, ciddi ciddi kış uykusuna girdiğimi düşünmeye başladım. son uykumda yaklaşık 12 saati gözlerim kapalı geçirmişim ki, hem utandım hem de sinirlendim. bitmemiş rüyalardan oluyor bunlar hep. devamını merak edip alarmı kapatınca bir de bakıyorsun, üç saat geçmiş.

ne var ki, anlatacağım bu değil. daha önceden bahsetmiş miydim bilmiyorum, hafta sonu ailemin yanına gidince televizyon izlemem gerekiyor. annem de babam da zamanlarını televizyon karşısında geçirmekten hoşnut görünüyorlar. iletişim kurmanın en kolay yolu, ekranda cereyan eden olay veya tartışmalardan yola çıkıp bir laf atmak oluyor. özellikle iletişim kurmak şart olduğundan değil tabii. hazır yanlarındayken eskiden yaptığım gibi odama kapanmayayım, birlikte "kaliteli zaman" geçirelim, vur paylaşım çal kaynaşım yapalım diye. böyle moda terimler kullanmaya ne kadar bayılıyorum bir bilseniz. hele bunların uygulamaları...

neyse efendim, babamla televizyon izlerken türkmax diye bir kanal olduğunu ve bu kanalın döndürüp döndürüp aynı filmleri gösterdiğini öğrendim. bu sayede iki hafta önce ilk kez izlediğim (babamla) av mevsimi bugün yeniden karşıma çıktı (annemle).

film eleştirisi yapmak gibi bir niyetim yok. hoş bir film bu. eğlencelik. ekşi sözlük'te itin dötüne sokmuşlar diye söylüyorum, orada anlatıldığı kadar kötü değil kesinlikle. iki hafta arayla ikinci kez seyredebileceğim kadar da iyi değil ama. yalnız bir sahnesi var ki, üst üste birkaç kez izleyebileceğim kadar keyifli buldum. emekli olmuş bir meslektaşa veda ediyorlar burada.


böyle bir şıklık bu. filmin kalanında da isteyen eleştirecek çok şey bulur ama ne gerek var. cem yılmaz'ı da bir bakımdan jim carrey'e benzettim. yok, komiklik veya mimik değil. bu jim carrey başlarda hep komikti ya, ben de pek komedi insanı olmadığım için ciddiye almamıştım bunu. truman show sayesinde hayli izlenesi bir adam olduğuna karar verdim. (garip ama benzer bir durum brad pitt için de geçerliydi. vay anasını be, koca koca aktörler ne çekmiş bilinçsizliğimden ha. zamanında beatles albüm çıkarmak için bana gelse "geleceği yok bunların, bu ne böyle boyband gibi" derdim kesin.) neyse, cem yılmaz komik dışında rol de yapabiliyormuş. ekşiciler ona da çok giydirmişler (bu ne böyle "ekşi sözlük'ün yalanları yazı dizisi" gibi anasını satayım!) ama yüklenmeye gerek yok ya, olmuş işte gayet.

koskoca toplum benim bu iyi niyetli bakış açımdan gelişemiyor, söylemedi demeyin.

12 Aralık 2012 Çarşamba

hırsız

sinirlerimi zıplattı eşşoğlueşşekler, başım ağrıyor. güpgüzel evime hırsız neredeyse girecekmiş, becerememiş. ama kilidimi de sünnet etmiş pij, değiştirmek zorunda kaldım. cüzdanımda üç kuruş nakit vardı, o da gitti. neyse ki bilgisayar gitmemiş. bu aralar beşiktaş'a dadanmış lavuk. dört buçuk gibi çağırdığım anahtarcı o sırada başka bir yerdeydi ve hala öğle yemeğini yemediği için biraz gecikeceğini söylüyordu.

eve giren hırsızdan korkarım ben. bilgisayar dışında çalmaya değer bir şeyim olduğundan değil (belki bir de buzdolabındaki deneysel domates sosu), olay güvende hissettiğim yerde gerçekleştiğinden. sokaktakiler bu kadar tedirgin etmez mesela, çantam çalındığında üzülmüştüm ama başım tutmamıştı. tabii o kadar tedirgin olmamam, gece yarısı karanlık sokaklarda üç buçuk atmamı engellemiyor. tırsağın önde gideniyim aslen.

baş ağrısı salatadan da kaynaklanıyor olabilir. bu akşam dolaptaki domates, marul falan bozulmadan yiyeyim dedim. insan yerken yoruluyor resmen, aldığı kaloriyi ağzını açmaya çalışırken veriyor. sağlıklı beslenmek bana iyi gelmiyor sanırsam.

apartmana da not yapıştırdım otomatiğe basmadan kim o demeleri için. çok nazik yazdıysam da içimden "ulan kaç yaşında insanlarsınız, bu saatten sonra ben mi öğreteceğim kapının herkese açılmayacağını, hayret bir şey! ayrıca üst kattaki teyzenin torunu, sabah sabah zıplamayı kes, gelir kırarım bacaklarını!" demek geliyordu.  hislerimi kalbime gömdüm. eve dönüp biraz daha salata tırtıkladım. apranax'a rağmen başımın ağrısı geçmedi. üstelik hala bütünüyle kuşkudayım.

neyse işte, ben evdeyken de kapıyı kilitleyip mandalını takan bir insan evladıyım. kapı istediği kadar çelik olsun, paranoyak kuvvet engellenemez. siz de öyle yapın. özellikle beşiktaş'ta yaşıyorsanız, bu aralar biraz daha şüpheci olmanın hiçbir zararı yok.

not: şu satırları okuyan reklamcı birileri varsa, haberiniz olsun, iş arıyorum bu aralar. fazla çaktırmıyorum ama beni tanısanız çok seversiniz. tanımak istemiyorsanız freelance de olur.

not 2: ben de bir kadının kendi organına nasıl vajina dediğini anlamıyorum, utançtan bir ter basıyor. insan figen der, öylesi anlaşılmıyorsa sesini alçaltıp yere bakarak "bizim mancınık" falan der... bu toplum nereye gidiyor yareppim.

film hafızası

az önce hatırlamaya çalışmaktan beynim karıncalandı.

çok gereksiz bir filmdi, arşivden de silmişim doğal olarak. kimin oynadığını hatırlamıyordum. hayli tanıdık biriydi. korkmuş bir çift vardı. kızın bacakları falan güzeldi hep. yine mini etek, askılı tişört ve çizme üçlüsünün saçmalığına takılmıştım (ne zaman görsem aklıma güzellikten ziyade terli ayak getirir). bir yol hikayesiydi. tanıdık kişi psikopat katildi. bunlar kaçıyordu, adam kovalıyordu. ve can alıcı sahne olarak, sevgililerin erkek olanı iki adet tırın arasına bağlanmıştı ve çatırt diye ortadan ikiye ayrılıyordu.

bir de buraya yazdığımdan emin gibiydim, sırf onu bulmak için arama kutucuğu ekledim. google'lar, imdb'ler kar etmedi, aramadığım anahtar kelime kalmadı. yarım saattir falan bütün beyin enerjimi buna harcıyorum resmen, salaklığa bak. bir şekilde adamın çifti "stalk" ettiği aklıma geldi, buradan otostopa nasıl ulaştığımı pek çözemedim.

psikopat katil sean bean. görevi "the hitcher" olmak. filmin sonunda yine ölüyor.

7 Aralık 2012 Cuma

inci pastanesi

öyle bir haberlere bakayım derken gözlerim doldu be.

benim ne bu pastaneyle ne de profiterolüyle ilgili bir hikayem var, hepi topu iki kere gitmişimdir. profiterol için tünel'deki lebon'u tercih ederim. hem daha lezzetli hem de çatal yerine kaşık kullanınca çikolata sosunu sömürürcesine yemek mümkün oluyor.

ama inci de benim ilk profiterolümün çok daha öncesinden beri orada duruyordu. emek sineması ve rebul eczanesi gibi bir şey o. hatta atlas pasajı ve st. antuan kilisesi gibi. bunlar starbucks'ların ve topshop'ların aksine, hep beyoğlu'nu beyoğlu yapan şeyler(di). anılarıma asıl ev sahipliği yapan şişe kapandığında böyle üzülmemiştim.

istiklal caddesi'ne çok bayılmam ben. ne kadar kalabalık olduğunu düşündükçe ayaklarım daha da geri gider. ama oraya adım atınca da inci pastanesi'nin vitrinine şöyle bir bakamadan demirören alışveriş merkezi'nin önünden geçiyor olmak koyacak be usta.

şu gitmesek de görmesek de bizim olan yerler var ya... tarih diye bildiğimiz o yerlerin sözde modern şehirciliğe kurban gitmesi içimi buruyor.

3 Aralık 2012 Pazartesi

hiç ileri görüşlü değilmişim

daha birkaç ay önce batmobil konulu hikaye yazdım, gerçekleşme yılı olarak da 2040'ı gösterdim. şimdi hikaye mi batmobil'den çıkar, batmobil mi kaportacıdan, bunu tartışacak değilim. ama görüyoruz ki adam 4+4+4'ün mezun vermesini beklememiş, çamaşır makinesi, buzdolabı, masa, sandalye ve ütü masası vasıtasıyla hayalini gerçekleştirmiş.


şu anda ülkemin insanlarının gösterdiği üstün dirayete güvenmediğim için utanç içindeyim. ister kaportacı olsun, ister diş macunu inceleyen bilim adamı, millet benden 30 yıl ileride anasını satayım. sonra ben hala vay efendim olur muymuş... psah!