26 Temmuz 2008 Cumartesi

let's put a smile on that face

bu hafta oldukça can sıkıcı şeyler oldu. ben de gerektiği gibi sıkıldım ve haftayı uyuyarak geçirdim. işe abandım desem yalan olmaz. birkaç kez, ayşegül'ün deyimiyle "ıslak köpek bakışları"yla yakalandım.

ama sorarım...



bugün çok iyi bir şey yaptım. dark knight'ı izledim. jack nicholson'dan daha iyi bir joker var mı? var. batman müziklerini danny elfman'dan daha iyi yapan biri çıkar mı? çıkar.

and... what doesn't kill you, simply makes you stranger.

izlediğim en iyi batman'di. tim burton'ın bu konuda ne düşündüğünü merak ediyorum.

reklamlar

sabahın dokuzunda "bu fikri sevdim ama daha heyecan verici bir şey istiyorum" temalı bir mesaj aldım. sonra sevdiğim reklamları düşündüm. ilk aklıma gelenler aşağıda. genellikle gerçek yaşamı anlatıyor bunlar. (elbette dangerous liaisons da. mesela ben soyunurken hep böyle yaparım. kıyafetlerimin altında muhakkak gelecek yılın modasına ait parçalar bulunur. manyağım ben, evet.) dolayısıyla güzel müzikli, izleyenin kendine dair bir şeyler bulabileceği, karizmatik reklamlar yapmak istiyorum. yapamıyorum. sonra çok farklı oluyor her şey. hayat tuhaf. uzaylılar falan... neyse. şimdi reklamlar.








üç numara, 26. uluslararası istanbul film festivali'nin akbank reklam filmiydi. ne var ki youtube hala ölü. dailymotion'da olmadığı için ekleyemiyorum. gün olur, devran döner, tüp açılır umuduyla koydum şuraya. kısmet.

15 Temmuz 2008 Salı

Wristcutters: A Love Story



Bu filmi çok önce yazmalıydım. Sanırım tekrar izlemem gerekiyormuş. İki yıl önceki festival biletleri satılmaya başladığında resmen saldırmıştım. Çok kısa bir sürede biletler tükendi. İzleyemeyenler vizyona girmesini bekledi. Bir türlü olmayınca indirmeye çalıştılar ama dünyanın hiçbir yerinde DVD’si de çıkmadığı için başaramadılar. Wristcutters Türkiye’de hiç vizyona girmedi ama bir süredir raflarda.

Ana karakterin intiharıyla başlayan bir film düşünün. Sevgilisi tarafından terk edilen genç adam evini temizler, çiçeklerini sular ve bileklerini keser. Sonraki sahnede çocuğun bir pizzacıda çalıştığını görürüz. Sürekli şikayet eden biriyle aynı evi paylaşmakta, işinden nefret etmekte ve çılgınca sıkılmaktadır. Gittiği yer cehennem ya da araf değil, intihar eden herkesin gittiği yerdir. Yaşadığı dünyanın daha kötü bir kopyası. Hangi Tanrı daha iyi bir cezalandırma yöntemi düşünebilir ki?

Esas oğlan Zia, sevgilisinin de intihar ettiğini öğrenince, onu bulmak için yola çıkar. Kendisine son derece eğlenceli bir arkadaşı eşlik etmektedir. Ayrıca oldukça hoş bir kız da kısa süre sonra onlara katılır. Gogol Bordello eşliğinde şeker gibi bir yol hikayesi başlar; başlıktan anlaşılacağı üzere, bir aşk hikayesine dönüşür.

Filmde çok komik ayrıntılarla birlikte Tom Waits’i de görüyoruz. Hayata ve sonrasına dair harika dersler alıyoruz. Örneğin, mucizelerin sadece önem vermediğimiz zaman gerçekleşeceğini; “birazdan geliyorum” diyen bir kızı bir daha göremeyeceğimizi ve önemli insanlar tanımanın hayati önem taşıdığını öğreniyoruz. Belki de bunları sadece ayrıntı olarak görüyoruz. Hiçbir şey öğrenmiyoruz ama bir buçuk saatimizi çok güzel geçiriyoruz.

Bir de, ne tuhaftır ki, Ekşi Sözlük’te kimse Wristcutters için kötü bir şey yazmamış.

14 Temmuz 2008 Pazartesi

may the force be with me

periyodik sızlanmalarımdan biriyle karşı karşıyayız. bu yüzden ya şimdi çök ve bu yazı yayınlanmasın ya da alay eder gibi suratıma parlamayı kes.

çok mu taktım bu kısa saçlara bilmiyorum. ama sanki onları kestirmek zorunda hissettiğimde başlayan şey bir türlü gitmedi. ya da çok önce başlayan şey yakamı hiç bırakmamıştı, sadece kendimi kandırıyordum.

içim çürüyor benim. duygusal kanser vakasıyım. yakın geçmişte tatile takmıştım. tahmin edeceğin üzere sorun hiçbir zaman tatil olmadı. hangi salak bir yere gitme endişesi taşır ki? emin ol, o salak ben değilim. gerektiği zaman ne kadar kolay sosyalleşebildiğim de bilinen bir gerçek. çok tuhaf bir şey olmazsa sıkılmayacağım ve kimseyi de sıkmayacağım.

peki bu göz yuvarlaklarının arkasından taşmaya çalışan şeyler ne? hayır, ağlamıyorum. böyle bir şey için bugün de fazla mantıklıyım. ağlayacak neden olmadıkça yapmıyoruz öyle şeyler di mi? icat etmek her zaman mümkün. sadece şimdi gereksiz.

kadın familyasına mensup organizmalar patlamadan önceki birkaç gün mutsuz, asabi, ağrılı falan oluyorlar. pek hoş. cidden hoş çünkü benim metabolizmam hiçbir uyarıda bulunmamasına rağmen hayatımın büyük bölümünü pms'e çeviriyor. serotonin desen veriyorum, dopamin desen gani gani... ne var o zaman ulan?!

şu anda bir kişi, kim olursa olsun, sevgili bulmam gerektiğini söylerse dişlerini eline veririm. doktora gitmemi söyleyecek kişinin burnunu beynine gömerim. spiritüel açıklamalar getirmeye çalışanların dilini keserim, bundan sonra telepatik iletişim kurmak zorunda kalırlar.

uf... arıza mısın evladım? neden böyle şeyler düşünüyorsun? insanlar sana yardımcı olmaya çalışıyorlar. yazık değil mi? hem bu öfke niye?

iyi de ablacım, you don't know the power of the dark side.

bak, şöyle bir şey var. içimin çürüdüğünü söylüyorum ya, bunun farkında olan başka insanlar da var. eve kapanıp insanlarla iletişimi kesmemi, kafamı ota boka takmamı onlar da doğru bulmuyorlar. mutabığız aslında. hatta evin dışında ilginç bir şey olmadığının da farkındalar. ama çürümeyi engellemenin en mantıklı yolu evden çıkıp kafayı dağıtmak gibi görünüyor. bana da öyle gibi geliyor. tek sorun, deneyip yamulmuş olmam. hatta mütemadiyen deneyip yamuluyor olmam. çok sıkılıyorum.

tamam, anladım aslında. meşe odunu lazım bana. yapabilecek birini bulayım, kafamı kırsın. yoksa duvara geçirmem yakındır.

gidiyorum yarın. yenilenmiş ve mutlu olarak dönebilirim. belki bir daha böyle boktan yazılar yazmam. bu cümleyi neredeyse dilek gibi düşünüyordum. parmaklarımı ya da beynimi kaybedebileceğim geldi aklıma. vazgeçtim.

tamam ya, iyiyim işte. bi sus artık.