27 Kasım 2009 Cuma

kız olmak

orkid "kız olmanın nesi güzel?" diye sormuş, yaklaşık 200.000 cevap gelmiş. bunun sonucunda elemanın tekine etek ve topuklu ayakkabı giydirmişler.

bu bize neyi kanıtlıyor?

erkek olmanın daha güzel olduğunu. çünkü erkeklere hiçbir zaman böyle gerzekçe bir soru sorulmuyor, hiçbiri aptal aptal cevaplar verip "ne süperiz lan" demeye zahmet etmiyor. reklamlarda adamlara iki meme gösteriyorsun, bir futbol oynatıyorsun, yeterli oluyor. buna rağmen kadınlar gibi delicesine alışveriş yapmaya gerek duymuyorlar. hatun tavlamak için güzel görünmeye bile ihtiyaçları yok.

aptal orkid kızları da cevaben "biz makyaj yapabiliyoruz, çok şanslıyız" diye cevap verip kendilerini kanıtlamaya çalışıyorlar. acınası değil de nedir bu?

güzel ürün ama orkid'den ve p&g kadınlarından sık sık nefret ediyorum. kampanyalarıyla ve durmaksızın geliştirdikleri ürünleriyle reklamcılık hayatımı bitirecekler.

20 Kasım 2009 Cuma

açılım

saat 20.00. kadın bağdaş kurarak yere oturuyor ve elindeki kartları karıştırıyor. böyle şeylere inanmıyor elbette. sadece yalnız geçirdiği akşamlardan biri daha. yemekten sonra yapacak bir şey bulamamış. televizyon izlemekten hoşlanmıyor. bu aralar kafası biraz dağınık gibi. kitap okurken veya film izlerken hemen uykusunun geldiğini farkediyor. bu akşam öyle denemelere hiç bulaşmayacak. geçmişini, şimdisini ve geleceğini bir deste kağıttan dinleyecek, bir şişe kırmızı şaraba anlatacak. inanmıyor ama duyacağı ve kuracağı cümlelerden korkmuyor da değil. insan tuhaf yaratık ne de olsa. bilmediği şeylerden korkar, varolmayanlardan etkilenir.

yeteri kadar karıştırdıktan sonra desteyi kesiyor, kelt haçı şeklinde diziyor kadın. ilk kart, şu anda içinde bulunduğu durumu anlatıyor. hem yalnız hem de tek başına, alkolizme sadece birkaç adım uzakta, huysuz, hafif nevrotik, hayli işkolik. içinde acılı spagetti sosu kıvamında bir öfke, kurum bağlamış ciğerlerini sıkıştıran bir heyecan, "carpe diem"i unuttuğu anda büyüyen bir endişe. bilgisayar oyunlarına sarmış bu aralar, adam dövmek iyi geliyor. yine de kendini hiçbir zaman süper kahraman gibi hissedemeyeceğini biliyor. düşman saydığı insanlar o kadar çok ki, her yerde bir tehdit görüyor, hangisiyle savaşacağını bilemiyor.

ikinci kart, yolunu kapatan engeli gösteriyor. yumruk büyüklüğünde, kızıl bir kütle çıkarıyor karşısına yol. odacıkları, kapakçıkları, kırıkçıkları olan bir kütle. çizik çizik olmuş üstü, deliklerle, çürüklerle, eziklerle dolmuş. 26 yıldır durmadan çalışıyor, üstelik kötü şartlarda. bu kadar hasar az bile. ama bir de gri kütle taşıyor üstünde. kıvrım kıvrım, hareketli, yaşam dolu bir kütle. o kadar korkuyor ki durmaktan, unutulmaktan, işe yaramaz sayılmaktan; sürekli sinyal gönderiyor diğerine. sürekli bir endişe, bir an takdir edilmese patlayan bir öfke. zavallı kalp nasıl dayansın bu heyecana? sıkışıyor, yoruluyor ve bir gün kendini bırakıyor. işte o zaman doktor "ani heyecanlardan ve stresten kaçınmalısın," diyor, "tekrarlarsa bu kadar şanslı olmayabilirsin."

üçüncü kart hedefi gösteriyor. veya durumda önemli bir değişiklik olmazsa elde edebileceklerini. kart diyor ki, "böyle devam edersen genel müdür de olursun, başbakan da. ama olduğun gün de hakkın rahmetine kavuşursun, söylemedi deme sonra."

kadın düşünüyor içinden, "o kadar da hırslı değilim aslında. ama öyle çok çalışıyorum ki, kesinlikle hakediyorum yükselmeyi! hem de herkesten fazla!" kalbinin hızlandığını farkediyor, yere uzanıyor birkaç dakika. işi düşünürken bile böyle heyecanlanıyorsa hayatı pek kolay geçmeyecek, belli. kalbinin ritmini toparladığında kalkıyor. sıra bir sonraki kartta.

sorunun kaynağına geliyor kadın. bir sigara yakıyor. ilk işini hatırlıyor. başka bir şehirde, ailesinden uzakta geçirdiği ilk yılları. deli gibi çalışmıyor ama işini zamanında ve hatasız bitiriyor. çok para kazanmıyor, çalışmaya da bayılmıyor aslında. yine de yarım günlük bir iş için fena sayılmaz. okuldan çıkıp gidiyor oraya, herkese gülümseyerek selam veriyor. sevimli buluyorlar onu, karşılaştıklarında havadan sudan konuşuyorlar. hepsi normal insanlar, şeker bile denilebilir. daha doğrusu, öyle sanılabilir.

muhasebeci elinde kağıtlarla kadının odasına geliyor bir gün, imzalaması gereken belgeler olduğunu söylüyor. kağıtları ve koca kıçını masaya bırakıyor, "eee," diyor, "aşk meşk işleri nasıl gidiyor?" kadın bir şey anlamıyor, adamı terslemeye gerek duymuyor. hayatında biri olmadığını söylüyor sadece. muhasebeci masadan kalkıyor, "senin gibi güzel bir kız..." diye başlayan cümleler kuruyor. yağlı, kıllı, sürekli terleyen vücuduyla kadının arkasına geçiyor. kebap kokulu parmakları kadının omuzlarına değiyor. suratında yılış yılış bir gülümseme, yapış yapış bir dokunuşla, kadının kulağına iyice yaklaşarak, pis nefesini boynunda bırakarak, bir akşam rakı içmeye davet ediyor. imzaladığı kağıtları uzatıyor kadın cevaben, kıpkırmızı bir yüzle çıkıyor odadan ve soluğu müdürün yanında alıyor.

"takma," diyor müdür, "iş yerinde olur böyle şeyler. hem sen neler yaptın adama kim bilir?"

o babacan adamın bir sırtlana dönüştüğünü görüyor kadın. yüzünde muhasebecinin gülümsemesinin aynısı, hızla tükürük salgılayan bir ağız, kısılmış gözlerinde tekinsiz bir parlama... kadının aklına önce adamı boğmak geliyor, sonra şikayet etmek. patron bunu bir tehdit olarak görüyor, oracıkta kesiyor kadının hesabını. tazminat ödememenin de bir yolunu buluyor, şikayeti engellemenin de. ne de olsa kadının elinde beynini kemiren öfke dışında bir kanıt yok ki.

beşinci karta göre bunların hepsi geçmiş gitmiş birer anı. kadına göreyse pek çok sorunun başlangıcı. yeni bir iş bulması kolay olmuyor ama kısa süre sonra işin yerini bir sevgili alıyor. pek tanımıyorlar birbirlerini aslında. sınıftan bir arkadaşın arkadaşı, bir içki masası, hoş bir yüz, tatlı sözler ve sarhoş bir akşamın sonrası. masada konuşulanlardan biri de kadının neden işten atıldığı. ilgiyle dinliyor adam olanları, kadına hak veriyor. aradan daha iki hafta geçmiyor, adam kıskançlık krizine giriyor. ortada bir neden olmadığı için muhasebeciye ve patrona sarıyor. tartışma büyüyor ve kadının suratına bir tokat iniyor. bu darbe beşinci kartın sonu oluyor.

altıncı karta gelene kadar aradan beş yıl geçiyor. kadın hırslı, hafif nevrotik, biraz alkolik, hayli işkolik. kariyerinde hızla yükseliyor, kimseye de pabuç bırakmıyor. sürekli çalıştığı için pek fazla arkadaşı yok. beş yıldır hayatına da bacaklarının arasına da bir erkek girmiş değil. ama sanki bu aralar kitapçıya daha sık gidiyor, oradaki görevli çocuğa daha fazla soru soruyor, edebi tartışmalara ha girdiler ha girecekler. kadın sanki bu minik flörtten zevk alıyor. belki bu gece kartları dizmesinin nedeni de o, kim bilir?

yedinci kart kadına her şeyin yolunda olduğunu söylüyor. beş yıl kısa süre mi? bu kadar duygusal boşluk yetmez mi? yalnız bir macera da olsa denemeye değmez mi?

sekizinci karta göre bunu arkadaşlarıyla paylaşmalı. onlar hem böyle durumlarda nasıl davranılacağını bilirler hem de daha gerçekçi bir bakış açısı getirebilirler. evet evet. en kısa zamanda kızlar toplanmalı, biralar açılmalı, dedikodular dökülmeli. tez zamanda hafta sonu için plan yapılmalı.

kadın yerden kalkıyor. bağdaş kurmaktan bacakları uyuşmuş. bir sigara daha yakıyor, şarabından bir yudum alıyor. dokuzuncu kart için pencereye doğru ilerliyor. hava yağmurlu, muhtemelen dışarıda fırtına var. kitapçı henüz kapanmamış. içeridekileri göremiyor ama adam hala orada olsa gerek. bir uğrasa mı oraya? evde sıkılıp sohbet etmek için kitapçıya uğramak çok mu garip? nefesindeki şarabı da bir çırpıda söküp atamaz ki... yanlış anlaşılabilir. daha kötüsü, doğru anlaşılabilir! aslında bu da ne kadar kötü olabilir ki? belki birlikte kapatırlar dükkanı, birlikte çıkarlar. kadın adamı bir kahve içmeye davet eder. biraz müzik dinler, biraz kitaplardan bahsederler. kalan şarabı birlikte içerler, yeni bir şişeye geçerler. belki adam da sarhoş olur, hem de eve dönemeyecek kadar. belki kadının saçlarını koklar, gözlerinin içine bakar konuşurken. belki kadının düşmüş kirpiğini görür, almak için eğilir. kadın adamın yüzüne bakarken dudakları birleşir, elleri saçlarının arasında ve sırtına dolaşmaya başlar. dengelerini kaybederler ve... bu kadar hayal dokuzuncu karta yeter!

tarotta onuncu kart noktayı koyar, sonucu belirler. ama kadın yerinden kalkmış, kartlara bakıp düşünmekten sıkılmış. her şeyi gözden geçirip kafasını da biraz toparlamış. dizlerinin üstüne çöküp hiç açmadığı tarot kartlarını topluyor, bir yandan da falda gerçekte neler çıkmış olabileceğini merak ediyor. aman, ne fark eder? fala zaten inanmıyor!

etrafa biraz çeki düzen verdikten sonra boşalmış kadehini tekrar dolduruyor, bir sigara yakıyor. pencere kenarına gidip kitapçıya son kez bakıyor. ışıklar kapanmış, kepenkler indirilmiş, adam gitmiş.

kadın kendi kendine gülümsüyor, eski bir şarkı mırıldanıyor.

"belki de en güzeli böyle..."

19 Kasım 2009 Perşembe

hayata dair, kısa kısa.

- geçen gece çılgınca öksürerek uyandığımda aklımda yine saçma bir şey vardı. "arama motoru" ve "vizyon"u aynı başlık içinde kullanmıştım, müşteri temsilcim sametime'dan "yıllardır beni şımartan bir arama motoru bekliyordum" diye yorum yapmıştı.

- yeni bir iş fikrim var. anti maddeyi düşünürken aklıma geldi. oyun hamuru gibi şekilsiz bir şeyi "antin kuntin madde" olarak satmak. olmağ mı?

- iki gündür gördüğüm tüm sarışınları aynı kadın sanıyorum.

- doğum günü manyağı olduk. dün patron kutlamadan kaçtı, biz gıyabında kutladık. bugün metroda karşılaştığım biri doğmuş, akşam metroda kutlayalım dedim. sürekli plan üretiliyor, çılgınlar gibi.

- bu akşam "diğer" işverenlerimle tanışacağım. aynı cümleyi d.'e kurdum, ağzı gözü kaydı bir anda. freelance işleri unutmuş, iş değiştireceğimi böyle haber veriyorum sanmış.

- bu aralar daha genç görünüyorum sanırım. son bir hafta içinde iki kez "okuyor musun" sorusuna maruz kaldım. veri nays.

- müşterilerimizin hepsini çok seviyoruz. özellikle aptal olduklarının farkına varmadıklarında. normalde insanlara aptal demem bu arada, sadece iq 100 civarında dolaşınca böyle tanımlıyorum.

- yaklaşık bir haftadır pek çok durumda e.'in "nihayetinde hepimiz hala kaka yapıyoruz" sözü geliyor aklıma, sakinleşiyorum.

- güzel veya faydalı bir şeyler yazdığımı söylemiyorum, hatta büyük büyük konuşamıyorum da yazdıklarım hakkında. ama "boktan" ve "mikindirik" demekten en ufak bir beis duymadığım blogların nasıl yüzlerce izleyicisi oluyor, inanın anlamıyorum.

8 Kasım 2009 Pazar

geçmiş

hepimizin hayatında vazgeçilemeyecek şehirler ve insanlar vardır.
onlar kimi zaman kaderimiz, kimi zaman da kendimize saklamak istediğimiz isyanlarımızdır.

kimi zaman gerçeklerimiz, kimi zaman da yalanlarımız.
hikayelerimizi de hep bu yüzden yaşatmak ve birilerine duyurmak, anlatmak isteriz zaten.
tabii aşklarımızı ve tutkularımızı da.
dillerimizi ve dilsizliklerimizi de.
birileri bizlere bir yerlerden seslenir.
bu sesi siz de duymadınız mı?

mario levi'nin "bir şehre gidememek" kitabının arka kapağında yazıyor bunlar. b. bununla birlikte iki kitap daha vermişti bana. biri çocuk, biri genç, biri bugünkü inci için. hangisinin hangi zamana ait olduğunu söylememişti, kendisi de emin olamamıştı. bugün bir şehre gidememek bitti. kitabın genç inci'ye ait olduğunu gördüm.

kitabın 11. baskısını tutuyordum elimde. hem çok samimi hem de ustalıkla yazılmış. cümleler ne kadar uzarlarsa uzasınlar, içtenliklerini kaybetmiyorlar. öyle de güzel kurulmuşlar ki, insan sırf o basit kelimelerin bir araya geldiklerinde ne kadar şık olabildiklerini görmek için okuyabilir. kapak yazısında bahsedilen sesi duymuş olanlar ve hatırlayanlar için başucu kitabı bile olabilir bu kitap. ama benim için değil. artık değil.

artık sanıyorum "kış ikindisinin evinde" eskisi kadar etkilemez beni. tutunamayanlar bazı yönlerden muhtemelen yine hayran bırakır ama bir şeyden kesinlikle eminim, o kitap eskisi gibi bir haftada bitemez. tezer özlü okumayalı yıllar oluyor. edip cansever'i hiçbir zaman b.'ın okuduğu gibi okumadım. bazı çok etkileyici, onlarca kez basılmış ve hala da bir kısım insan tarafından neredeyse "kutsanan" kitapları ise bitiremedim. belki bir zamanlar o sesi ucundan kıyısından duydum ama sanırım hiçbir zaman kulaklarımı sonuna kadar açıp dinleyemedim.

hayatımın herhangi bir döneminde vazgeçilmez saydığım insanlar olsa, unutulmaz anılar biriktirsem, bazı şeyleri o yazarlar gibi derinden hissedebilsem belki bu kitabı çok sevecektim. anlamadığımdan sevemedim. ya da şöyle diyelim; bir zamanlar hissettiğim anlamı kaybetmiş olduğum için sevemedim.

en son halide edib bastı damarıma, beni paramparça etti. işte bugünkü inci'nin kitabı o. çünkü ben anılarımla yaşayamıyorum. sanıyorum ki, büyük bir duygusal travma bile geçiremem ben. hafızamda olayla ilgili bir boşluk oluşacağından, bir şeyler katlanılmaz olduğu için unutulacağından değil. hem egosantrik hem de empatik yapımla olan biteni mantıklı hale getireceğim, tüm duygusal gücünden uzaklaştıracağım, içini boşaltıp küçülteceğim için.

b. "ne zaman böyle materyalist oldun?" diye sormuştu. gözümün önünde canlanan sahne, mecidiyeköy'de ışıklarda durduğumuz, benim ona sorumluluklar hakkında ateşli ateşli demeç verdiğim zamanlardan biriydi. en az beş yılı var bu sahnenin. titreyip kendime gelmem herhalde ondan da 1-2 yıl önceye dayanıyordur. oysa hatırlıyorum, daha 17-18 yaşlarındayken, sadece kendi şımarıklığım yüzünden s.'i terkettiğim zaman nasıl da dağılmıştım. neler neler yazıyordum, resmen acı çekiyordum. kafamın ergen karışıklığından doğan bu durum yıllarca etkilemişti beni. ne istediğimi bilmiyordum ki hiç. her olay, her ilişki, her sıkıntı tripten tribe sokuyordu beni. ama onların ne acıları, ne ağrıları ne de yeniden kanatılabilir kabukları kaldı geride. anıları bile hayli silik. şimdi anlıyorum ki, kendimi tanıdığım zaman bu kadar materyalist oldum. iyi de oldum.

ben geçmişte yaşayamıyorum. bu yüzden belki de hiçbir zaman bir kitabım olmayacak, olsa da çok satanlar arasında yer almayacak. herkesin duyduğu bir sesi yeniden karşılarına çıkarmayı istemiyorum.

2 Kasım 2009 Pazartesi

yarım saat

haftaya pek iyi başladığımı söyleyemem. biraz iş kaynaklı, biraz başka şeyler. ama bir tanesi var ki...

trafiğe girmediği için eve dönüşlerimde metrobüs kullanıyorum sık sık. zincirlikuyu'dan biniyorum, yani ilk duraktan. yani metrobüslerin 30 saniyede bir bomboş gelip dolduğu durak. bu akşam da o durakta en az yarım saatimi geçirdim. bu süre boyunca içimden şöyle dedim:

ben hayvan değilim.
orman kanunlarının işlediği yerde bile insanlığımı koruyabilirim.
eve gitmek için kendime saygımı kaybedecek değilim.
ben onlardan biri değilim, olmayacağım.
bu hayvanlarla aynı araca binmem.
bunların neden dövülüp aşağılandıklarını anlayabiliyorum. başka bir dilden anlamıyorlar. dayaktan bile anlamaz bunlar.

biraz duraktan bahsedeyim. on sıra insanın sığabileceği kadar büyük bir peron var. peronun, yani kaldırımın önüne sarı çizgi çekmişler. araçların duracakları noktaları belirlemek için dubalarla işaret koymuşlar. onun önünde de araçların geçtiği iki şeritli yol bulunuyor. normal değil mi?

insanlar işaretli yerde beklemek yerine dubaları kaldırıp çimenlere attıkları için işaretçileri 1-2 hafta önce yere yapıştırdılar. şu anda dubalar itiliyor, tekmeleniyor ve sökülmeye çalışılıyorlar. ama bunun bir önemi yok. çünkü peron dediğim geniş kaldırımda bekleyen bir veya iki sıra insan var. kalan beş sıra hayvan araçlara ait olan bir şeritlik alanı işgal ediyorlar. bu yüzden işaretler veya çizgiler zaten görünmüyorlar. metrobüs sürücüleri olası en uç noktada, yani çimenlerin peronla birleştiği yerde duruyorlar. hayvan sürüsü itişip kakışarak hareket ediyor ve aracı dolduruyorlar.

bu ilk durak. sonrası zaten balık istifi, yorum yapmaya gerek yok. inenleri beklemeden binmeye çalışanlar falan... alıştığımız görüntüler. yine de ağzına kadar dolu bir araca sığmaya çalıştıkları için fazla kızamıyorum.

ama ilk duraktaki hayvanlar... bunlar var ya, sopayla kovalarsan korkup kaldırıma çıkarlar. bu sadece bir dakika sürer. arkanı döner dönmez veya diğer taraftakileri dövmeye gider gitmez yine yola inerler. oysa yapmaları gereken tek şey sıraya girmek, sırayı bozmadan araca binmek ve oturmak.

hümanizmle, eşitlikle falan alakam yok; bunun gayet bilincindeyim. istanbul'u bu hayvanlardan temizleyecek diktatör olmak istiyorum. aslı bu konuda hep haklıydı zaten. insan dostları örgütü'nü kurup kendisini başkan yapmak lazım.