26 Eylül 2011 Pazartesi

yavrulamalar

bir hafta önce yeni bebeğimiz oldu bizim. kendisi bir kedi. simsiyah gibi ama beyaz bikinisi var. bazen yemek istiyoruz.



ilk iki gün kapu bol bol tısladı. bu salak da çok korkaktı, sürekli dolapların altına saklanıyordu. sonra alıştılar birbirlerine. kapu'nun kuyruğu miniğin en sevdiği oyuncak oldu. kapu da onu feci şekilde korumaya başladı. bazen bize bile diş gösteriyor.


anneler yavrularının fotoğraflarını hemen facebook'ta paylaşıyor ya, ben de öyle hisseder miyim diye düşünüp bunu yazdım. hala annesel durumları anlamıyormuşum, buna karar verdim.

24 Eylül 2011 Cumartesi

ve inci televizyonu keşfetti.

birkaç gündür babaannem bizde misafir. genellikle evlilik ve benim beslenmem üzerine konuşuyoruz. kahvaltı ettim mi, hala evlenmiyor muyum, gün içinde yemek yedim mi, neden evlenmiyorum? kurban bayramını da atlattıktan sonra evlilik muhabbetini bir süre hayatımdan çıkarmış olacağım. şimdilik babaannemi evliliğin mantıksızlığına ikna etmeye çalışıyorum. benim evlenmemin saçmalığını kendi sözleriyle de kabul etmiş durumda ama gerekliliğine inancını henüz sarsamadım.

dün gece ailem evde değildi. babaannemi yalnız bırakmak istemedim. birlikte gerçekleştirebileceğimiz en zararsız aktivite televizyon izlemek olacaktı, nitekim, adını feriha koydum isimli gudik diziyi izledik. kardeşim eve geldiğinde dizinin ismi put the feriha on the table'a varan bir çeşitliliğe ulaşmıştı. ama konu hala aynıydı ve ben her nasılsa bir bölüm izleyerek dizinin geçmişini, mevcut durumunu ve geleceğini çözmüştüm bile. kafamda samimiyet üzerine yorumlar yapar, feriha'yı farklı senaryolara yerleştirirken reklamlar başladı.

oh bebek... ben görmeyeli mavi jeans'in reklamcıları yine kendilerini aşmış, kıvanç tatlıtuğ antipatikliğini ikiye katlamıştı. reklamda marangozluğun vahşi cazibesinden, bir hapşırığın doğurduğu çılgın hislenmelere kadar her şey vardı. ve ben, birkaç yıldır reklam yazarlığı yapan ben, inci vardar, hiçbir zaman bu kadar yaratıcı olamayacağımı bir kez daha fark edip kıvanç tatlıtuğ'u levyeyle dövmek istedim. dövmek ve dönüp arkama bile bakmamak...

ama dün geceden aklımda sadece feriha ve mavi jeans reklamı kaldığına göre tamam dedim, bu işler böyle yürüyor. bu reklam mavi'nin gözümdeki imajına "ay çok leşosunuz" dışında bir katkı sağlamamış olabilir, yıllarca hatırlanacak bir yaratıcılık barındırmıyor olabilir, alışveriş alışkanlıklarını bile değiştirmeyebilir. ama amacı birilerinin bu reklam hakkında konuşmasıysa (ki sosyal medya çıktı çıkalı ne kadar satış olduğuna değil, reklamdan ne kadar bahsedildiğine, facebook sayfasını kaç kişinin beğendiğine falan bakıyorlar) mission accomplished diyebilirim. gün olur birkaç zirzop "çok yaşa" yerine "çok sev" demeye de başlar, belki mavi jeans'le bağlantısını bile kuramaz ama olsun. o reklamın yazarı memlekete yeni bir değer kazandırdığını düşünüp önemli hissedecek, bu bile yeter.

sonra reklamlar bitti. feriha manitaya yalan söylemeye, feriha'nın abisi gerzekliğe, feriha'nın abisinin sevgilisi içten pazarlıklılığa, feriha'nın sevgilisine aşık olan kızlar komplo kurmaya, feriha'nın sevgilisine aşık olan bipolar kızın üvey annesi yellozluk yapmaya, feriha'nın annesi yemek yapıp bozuk atmaya, feriha'nın sevgilisi dünyadan habersiz yaşamaya devam etti. ta ki en büyük yalan ortaya çıkıp dananın kuyruğu elimizde kalana kadar...


22 Eylül 2011 Perşembe

ananız babanız yok mu olm sizin?

gerim gerim gerilmeyi seven, korku filmlerinden hazzeden bir insanım. çünkü "halka" gibi bilinçaltımı oyan, verdiği rahatsızlıkla altıma sıçırtan, "evil" kategorisine soktuğum bir şey olmadığı sürece çok korkmuyorum.

bugün de kalemsuare'de fransız (nam-ı diğer filansız) filmleriyle ilgili bir yazı okudum. demişler ki, ils (them) the strangers'ı döver. gece karanlıkta izleyecekseniz altınıza bez bağlayın. hemen gaza gelip indirdim. (korku filmlerine olan sevgim, korsan filmlere olan bağlılığımın yanında hiç kalır.)

(külliyen spoiler, haberiniz olsun.)

şimdi bu film cinayetle başlayıp hemmen geriyor. sonra bükreş'te fransızca örtmanı olan güzel kadın ve evinin yazarı olan sevdiceğiyle tanışıyoruz. güzel bir çift. allah bozmasın diyoruz. tabii gerilim filmi olduğu için allah'ın konumuzla pek alakası yok. bildiğiniz üzere allah germez, çarpar. ama şimdi o konuya dalmanın alemi yok. neyse işte bunlar yatıyorlar, sonra davşan uykulu kadın uyanıp "hşş bey, evde bişi var ve korkarım kedi değil" diyor. sonra ışıkların sönmesi, telefon hattının kesilmesi, ev içinde gerilimli arayışlar, koşuşturmacalar, yaralanmalar ve netameli kaynana zırıltısı sesleri derkeeeen... bunlar evden çıkıyorlar bir şekilde. adam bacağından yaralı olduğu için "sen git yardım çağır, ben böyle seni yavaşlatıyorum" diyor ve saklanıyor. ama o da nesi? pisikopat kağtiller kadını yakalamasın mı? bağırta bağırta bir yerlere kaçırmasın mı? adam da o yaralı haliyle bunların peşinden koşmasın mı? haldır huldur hatunu bulmaya çalışırken çocuklardan birini beline odunla vura vura öldürmesin mi?

evet cin fikirli okur, "çocuklardan biri" dediğimi hemen fark ettin. mutlu çifti gecenin bir yarısı terörize eden orspu çocukları (ana bacı yok!) gerçekten tinerci piçlermiş meğersem. bunların birkaç tanesi bir araya gelince cidden sıçan sürüsü kadar korkutucu oluyorlar, bilirsin. ama bu filmdeki çocuklar beni pek tırstırmadı. sokakta ekip halinde görsem daha fazla korkarım.

korkmamı engelleyen etkenlerden biri de varyap meridian oldu. bu aralar iş gereği boğazıma kadar inşaatlara ve konut projelerine battığım için kafamın bir köşesinde nil karaibrahimgil beş yaşındaki korku filmi çocuğu sesiyle şu şarkıyı söylüyordu:

orda bişiy var
çok acayip bişiy var
korkunçlu gibi bişiy vaaar

evet ya, işin içinde fırat etkisi de var.

oysa the strangers öyle miydi? fragmanında bile "seni ses efektlerimle döverim" diye bağıran bu filmin asıl "hay alnına koyayım ya!" diye tırstıran yönü psikopat katillerin maskeli olmasıydı. michael myers'tan alışmış olmam gereken maskeler beni hala ürkütür. yani, slipknot'tan da tedirgin oluyorum, öyle bir şey. filmde bile karşıma çıkınca cüzdanı verip kaçasım gelmişti. bir de liv tyler vardı filmde, korkuyordu. başka da bir şey hatırlamıyorum.

son olarak, karanlıkta aniden karşınıza çıkabilecek korkunçluklarla ilgili bilgi vermek istiyorum. yıllar önce, evde elektriklerin kesildiği bir gece kapının arkasına saklanıp kardeşimi korkuttum. kardeşim akıllı bir tavırla korktuğu için hemen saldırıya geçip beni görmediği halde tekmeli yumruklu girişti. çünkü çocuğun genlerinde en başarılı savunmanın saldırı olduğu bilinci var, aferin ona. ama bu girişimi onu kesmemiş olacak ki, intikam aldı. o karanlıkta önünden geçtiğim dolabın içinden derin bir sesle "bukowski" diyerek çıktı. aklım gitti ulan! gerzek gibi donup kaldım. ilk şoku atlatana kadar altımı ıslatmak bile aklıma gelmedi, o kadar kasıldım. sonra geçti tabii, odanın hijyenini bozmadan bir macerayı daha atlattık.

yani demek istiyorum ki, siz siz olun, kendinizi korkunca saldırmaya alıştırın. karşınıza değil maskeli katil, recep ivedik çıksa o korkuyla indirirsiniz.

21 Eylül 2011 Çarşamba

sürme

insanın dikkatini toplayamadığı için sıkılması tehlikeli sonuçlar doğurabiliyor. bugün öyle bir haldeydim, az önce aklımı başıma getirdim. şu yazı bittikten sonra gönül rahatlığıyla kitabıma dönüp insan gibi okuyabileceğim.

ama az önce gözümü çıkarıyordum.

kitaba konsantre olamadım bir türlü. yakın zamanda american gods'ı tekrar okudum ve yine büyük keyif aldım. ardından bir de bilimkurgu çakayım dedim, do androids dream of electric sheep'e yeniden başladım. halihazırda bildiğim bir şeyler okursam daha kolay ilerleyeceğimi düşünüyordum, çünkü yeni kitaplar nedense uykumu getiriyor bu aralar.

her neyse. kafamı yine toparlayamıyordum. ben okumaya devam ederken 2-3 yeni hikaye parçacığı aklımın bir yerinden giriyor, ilgi bekliyor ama kısa sürede yerini başka şeylere bırakıyordu. bunlardan biri de siyah ojeydi. (nedense?) yıllardır oje falan sürmüyorum. eskiden siyah ojelerim vardı ama ya kullanılmamaktan bozuldular ya da birilerine verdim. yine de belki bir tane kalmıştır diyerek -yine yıllardır kullanılmayan ve muhtemelen artık miadını doldurmuş ve kanserojenleşme ihtimali yüksek ve atılması gereken- makyaj malzemelerimin durduğu kutuya yöneldim. oje falan yoktu tabii, son temizlikte gitmişti hepsi. onun yerine, aslı'nın birkaç yıl önce verdiği ve hiç kullanamadığım sürmeler vardı. onları görünce şeytan dürttü.

kaptım birini, ayna karşısına geçtim. şahsen, sürmenin nasıl kullanıldığını sadece teorik olarak biliyorum. işin kötüsü, teorik bilgim bile yarım yamalak. toz halindeki malzemenin sulandırılması falan gerekir mi, göz kalemi gibi içe mi sürülür yoksa sadece göz kapağının üstüne, kirpiklerin olduğu yere mi çekilir, hiçbir fikrim yok. ben bunu sulandırmadan, göz kalemi gibi kullanayım dedim. yapılacak işlem basit gibi. çubuğu şişeye daldırıyorsun, normalde göz kalemiyle boyanan yere yerleştiriyorsun ve çekiyorsun. ama kazın ayağı öyle değilmiş tabii.

çubuğu şişeye sokmaya çalışırken tozları etrafa dağıtarak başladım işe ama bu akıllanmama yetmedi. yeteri kadar toza bulandıktan sonra çubuğu iki göz kapağımın arasına sokup çektim, ne var ki düz bir hat oluşturmak yerine tüm tozlar başlangıç noktasında birikti ve siyah çizgi olması gereken bölümler yine bembeyaz kaldı. siyah ve çirkin bir başlangıç noktasını izleyen beyaz alt göz kapağı çizgisi... rezalet! ama yılmadım. çubuğun ucuyla onu yaymayı başardım. bok gibi görünmesini engelleyemesem de yeteri kadar yayıldı. aynı yöntemi diğer gözümde denerken deeee...

göze bir şey sürmeye çalışırken malzeme dağılırsa, yanlış durumlarla karşılaşırsanız ani hareketler yapmayın. ufak bir kayma kullanmaya çalıştığınız aletin gözünüze girmesine neden olabilir. bende oldu.

kısa süreli olsa da acıdı ve daha da kötüsü, orta boylu bir panik yarattı. çünkü neden? çünkü ben gözüme bir şey girmesinden çok korkarım. hatırlarım, kuzenimin düğününe insan gibi gitmem için bir makyöz gözüme bir şey sürmeye çalışmıştı da kuaförden koşarak kaçayazmıştım. yani kaçmamıştım tabii ama kadını da gözlerime yaklaştırmamıştım, kendi zamazingolarımı usturuplu ellerimle kendim sürmüştüm.

velhasıl kelam, daha fazla samara gibi görünmemek için yüzümü güzzeeelce yıkadım ama bu anımı da anlatmadan geçemedim. siz siz olun, sıkıldığınız zaman tehlikesinden haberdar olduğunuz konulara el atmayın. çıkın bir tur atın, komikli video falan izleyin.

14 Eylül 2011 Çarşamba

leaks

wikileaks'le başlayan, genelkurmay'a ve şimdi de mit'e uzanan gizli kayıtların ortaya çıkması şeffaflık açısından iyi oldu. eskiden sadece güvensizdik, şimdi gönül rahatlığıyla "vay şerefsizler" veya "e normal yani" diyebiliyoruz. iki kayıt gördük de dünyayı mı değiştireceğiz anasını satayım diye düşünüyorum bir yandan ama bir yerde de halkların devletlere karşı eli güçleniyor, bir tavır alacaksa karar vermesi kolaylaşıyor. iyi bu işte.

bir tek siyasilerin seks videolarını doğru bulmuyorum. cinsel performans siyasi duruşu etkilememeli.

yalnız çok tuhaf bir şey. adamlar gizlilikle eşanlamlıyken nasıl oluyor da bunca belge ve bilgi sızıyor; ajanlığın kitabını yazanlar nasıl böyle tufaya geliyor anlamıyorum. bunun da mı altını kazımak gerek şimdi? gizliden daha gizli bir şeyler mi var ortada?

daha ne kadar paranoyaklaşabiliriz?

7 Eylül 2011 Çarşamba

bravo ersin karabulut

ersin karabulut aklımdan geçen şeyleri benden yüz kat daha güzel yazmış. alkışlıyorum.

Sen Çok Değiştin

Selam. normalde böyle şeyler yazıp çizmeye de utanırım ama bu hafta içimden seninle konuşmak geldi. bi ihtimal kulağına gelirse diye. “bu ne lan duyarlı mısın nesin” diye dalga geçenler olucaktır, ama naapalım, bu hafta böyle.

geçen gün gidip can yücel’in mezarını kırıp yıkmışsın. kendisinin toplasan iki üç şiirini yarım yamalak biliyorum, öyle manyak bir okuru olmadım hiç yani. ölüm yıldönümünde mezarına şarap döktüklerini duyunca aklıma sen geldin. ulan dedim bizimki uyuz olacak bu olaya. ama gidip mezarı kıracağını da düşünmemiştim. gerçek bi ayıya dönüşmüşsün, ne diyim.

peki acaba dönüşmedin de eskiden de böyle miydin?

bak ben mesela eskiden izlediğimiz filmlerin daha güzel, eskiden içtiğimiz suyun daha lezzetli, bakkal amcanın daha iyi kalpli olduğuna inanmamı, o yıllarda çocuk oluşuma bağlıyorum. yaşamın aslında kötüleşmediğini, aynı kaldığını, sadece büyüdükçe benim için zorlaştığını düşünmek istiyorum. bi yandan mantıklı olan da bu zaten. ama böyle düşünmeme rağmen, bazen yine de emin olamıyorum. sanki bakkal amca hakkaten de ben küçükken daha “iyiydi”. otobüsteki amcalar teyzeler daha yumuşaktı böyle. sen de daha sakindin. belki çok saçmadır ama elimde değil, öyle gibi geliyo. 

geçenlerde voleybolcu bir kıza otobüse şortla bindiği için önce bağırıp sonra da yumruk atmışsın. gerçekten bak, sen eskiden böyle bu kadar sinirli değildin. iyi hatırlıyorum. yumruk attığında sesini çıkartmayan amcalar teyzeler de böyle değildi. sana bi şey oldu. mezar yıkıyosun lan, bi düşüm bak, çok acayip bi şey bu. adamlar dev gibi insanlık anıtına ucube deyip sonra da kafasını kestirdiler. koca heykeli yıktırttılar. onlardan mı cesaret alıyosun, olay bu mu yani?

o heykeli yapan da aha senin kırdığın mezarı yapan kişiymiş zaten. yoksa sen de heykeli yıktıranla aynı kişi olmayasın?

zaten her işi yapıyosun, her an her yerdesin. bi kaç sene önce karaköy iskelesinde kız arkadaşımı uğurlarken de ordaydın. vedalaşıyoduk, sarılmıştık böyle, vapurun iskeleye yanaşmasını bekliyoduk. “dışarı çıkın nerde ne yapıyosanız yapın” diye bi ses duyduk, bi baktık o jeton kabinleri var ya ordan bize bakıyosun. önce bize seslendiğini anlamadık. şimdi tam hatırlamıyorum ama “lan yürüyün burda o işler yapılmaz! yürü!” gibi bi cümle daha kurdun. ben o zamanlar henüz senden bu kadar korkmadığım için “ne diyo lan bu lavuk” diye bi kabarıcak gibi oldum da hadi neyse diye indik iskeleden.

geçenlerde de duydum ki otobüs şöförü olmuşsun, sürdüğün otobüste bir çift öpüştü diye benzer şeyler söyleyip aşağı indirmişsin çocukları. lan oğlum bi şey sorucam, sen insanların birbirine sarılmasına öpmesine neden bu kadar kızıyosun? açık konuş, o sırada arzuluyo musun yoksa o kızları? günahını almıyım ama kıskançsın sanırım hafiften. tamam bak mesela bi yerde sap sap otururken yanımda bi çift öpüşünce ben de bi kıskanıyorum, bi yutkunuyorum böyle gulp diye. ama çok bakmıyorum, öpsün yani çocuk kızı ne güzel işte. benim rahatsız olmam o anki saplığımla ilgili çünkü. seninki de bana öyle gibi geldi. o kızı o çocuğa yedirmek istemiyosun. o ahlaksız diye bağırdığın kız sana gelse, azcık gülümsese, iki tatlı söz söylese heyecanlanıp boncuk boncuk terler, bayan mayan eheh meheh diyerek tavlamaya çalışırsın gibime geliyo. neyse dediğim gibi günahını almıyım, öyle olur gibi geldi bi an.

geçenlerde kızarkadaşımla vapura bindiğimizde de arkamızda oturuyodun. kolumu kızın omzuna attım, gülüşüyoruz ediyoruz, ama sessiz sakiniz, rahatsız etmiyoruz kimseyi. çıt çıkartmıyoruz, öpüşme filan da yok zaten. bi baktım arkadan bizi kesiyosun. hemen anladım, kolumun yerini beğenmedin. kızla fazla samimi buldun beni. korktum lan bakışlarından. çünkü biliyorum, gelip bi şey söylesen, ne biliyim “ramazanda utanmıyo musunuz sarmaş dolaş oturmaya?” desen, etrafımızdaki insanlar da artık çok sesini çıkartmıycak. bi çoğu da seni haklı bulucak. cevap versem “uzatma” diycekler. kavga çıksa, ağzını burnunu bi güzel kırsam ben suçlu olucam. karakolluk olsak zaten bitmişim. her şekilde haklısın yani.

yanlış anlama, sadece ramazanla öpüşmeyle bilmemneyle ilgili şeyler söylemiyorum. ben genel olarak senin tavırlarının değişmesine üzülüyorum. sevgisiz bi insana dönüştün sen. herhangi bir şeyi sevmeyi zayıflık gibi görür oldun sanırım. sürekli laf söylüyosun her şeye. senin için her şey bok gibi. bazen internet gazetelerinde haber altındaki yorumlarını okuyorum. adam bi şeyden övgüyle bahsetmişse anında “popülist ibne, ayak yapıyo” diyosun. biri bi film mi çekmiş, “olmamış” deyiveriyosun. sana yaranmak mümkün değil. hiç bi şeyi sevmiyosun. başka insanları hiç sevmiyosun. sokakta karşıma çıktığında kötü kötü bakıyosun. sana selam vermeye korkuyorum. karşılaştığımızda günaydın derim ben sana normalde. ama yüzüne baktığımda her an “ne bakıyosun lan” diycek gibi davranıyosun. çekiniyorum, kaçırıyorum gözlerimi. beni yendiğimi hissettiğin için sen bundan da hoşnut oluyosun. 

geçenlerde yuutub’da eski siyasilerin bi tartışmasını izledim. demireli, mesut yılmaz, ecevit, inönü, erbakan filan hepsi bir masada oturuyolar ve biri konuşurken diğerinin çıtı çıkmıyo. bu adamların ülkeyi yönettiği yılları övücek değilim şimdi tabii. ama ne biçim saygılılarmış lan. hiç bağırıp çağırmıyolar. en fazla iğneleyici konuşuyolar. şimdiki adamları aynı masaya oturtmayı başarsalar da biri silahını çekicek gibi bakar, biri kollarını sıvayıp dövücekmiş gibi yapar, hatta “yok öyle lagaluga”, “lölö yapma” filan derler. acaba sen de bu adamları göre göre mi böyle oldun? bu devirde öyle olmak daha mı doğru, daha mı geçerli geliyo? “artık böyle… yerse” filan mı diyosun? daha mı iyi hissediyosun?

yıllar evvel mısır’a gitmiş bir tanıdığımız “mısır’da yalan söylemek normal bi şey. kimse utanmıyo yalancı durumuna düşmekten” demişti de aklım çıkmıştı, inanamamıştım. hani iki gün avrupa gezmiş insanlar hemen başlarlar ya “abi almanya’da insanlar çok nazik, gülümseyerek selam veriyolar, burda herkes ayı gibi” diye memleketi kötülemeye. ben yakına kadar “yav olur mu öyle şey, kötü bir millet olur mu? biri ne kadar kötüyse diğerleri de o kadar kötüdür ya da iyidir” diye düşünürdüm.

şimdiyse kusuruma bakma ama, senin ciddi ciddi kötüleştiğine inanmaya başladım. hani bu topraklarda yetişenler bambaşka hoşgörülü oluyodu lan, yıllarca öyle bilmedik mi? nooldu da bu kadar sinirli bi insana dönüştün peki? sana uygun gelmeyen hiç bi şeye tahammül etmek istemiyosun. isterse ülke ekonomisi süper olsun, dev alışveriş merkezleri açılsın, duble yollarda istediğin kadar bas git arabanla, sen böyle olduktan sonra neye yatıycak? cebinde parası olan sinirli insanlar mı olalım hep birlikte yani? koca heykel niye yıkıldı lan? kusura bakma aklım hep ona gidiyo. nasıl bi mantıkla gaza gelindi de yıkıldı?

bak o olayın olduğu günlerde bi taksiciyle muhabbet ediyoruz, “yıkılsın kardeşim!” dedi. böyle bi cevap karşısında aslında susmak lazım ama ağzımı tutamadım,”ya niye yıkılsın abi? heykelin kendisi güzel de olmayabilir, ama ifade ettiği bişey var, bi de dikilmiş işte oraya. neden şimdi ucube diyip yıkıyolar? normal mi bu sence?” dedim. mantıklı bi cevap bekledim, hani “şu yüzden yıkılsın” desin ki diyalog ilerlesin diye. adam sadece “yıkılsın yaa boşver yıkılsın!” dedi zevk alır gibi. sanki heykeller toplaşıp küçükken bununla dalga geçmiş de şimdi intikan alıyo gibi. bu tavır sana da garip gelmiyo mu? o taksici de sen miydin lan yoksa? sen de her işi yapmışsın mna koyiyim, otobüs şöförü müsün taksi şöförü müsün belli değil. arada vapura da biniyosun filan, ilginç adamsın. (kötü espri gücümle seni pis döverim)

yakına kadar “bu sadece bi dönem. bu adam da değişicek. sadece kötü günler geçiriyo, ondan sevmiyo beni” diyodum ama sen galiba artık eskiye dönmiyceksin. hayatında yurtdışında yaşamaya özenmemiş olan bana bile “eyvah ya, bizim dergilere de bi şeyler olucak, bu işi yaptırmıycaklar bana. kız arkadaşımın omzuna da kolumu atamıycak mıyım artık? başka ülkeye mi gitmek lazım? gitsek naapıcaz, ne bok yiycez” dedirttin.

çünkü sen ilerde etek giydiği için otobüste kızıma yumruk atıcaksın gibi geliyo bana. oysa kızımla ben, senin kızına hayatta karışmazdık. yemin ediyorum karışmazdık. herkesin istediği gibi giyindiği, istediği gibi yaşayabileceği bir memlekette yaşamaya hazır ve istekli olurduk. işin kötüsü, sen bunları okuduğunda azıcık düşünmek yerine “beğenmeyen defolsun gitsin lan!” diyosun, biliyorum ben seni. zaten burda yaşamamı istemiyo gibisin. vapurdan dışardaki süper boğaz manzarasını izlemek yerine beni ve kızarkadaşımı kontrol ediyosun, ordan belli. aynı şekilde bunları yazdığım için neler hissettiğimi, beni ciddi ciddi endişelendirdiğini anlamak yerine “tribünlere oynuyosun” diyceksin.

bütün bunlara rağmen, çok umutlu olmasam da, belki, bi ihtimal, bu günler de geçer. çünkü birbirimizi anlamıyo olabiliriz cidden. ama tek ricam, sinirli olma. ne biliyim mezar kırma, heykel kırma, yumruk atma diyorum, çok bi şey de değil yani. kurban olıyım “burdan gitmek lazım” geyiği yapanlarla dalga geçen beni bile bu otobüslerden bu vapurlardan bu sokaklardan soğutma işte. elin fransızına bonjur diyemem ben, sana selamünaleyküm derim, bin kat da tercih ederim. hem ben bişeyci ya da başka bişeyci de değilim. çocukken aynı mahallelerde oynardık, yabancı değilim tanıyosun beni. bakarsın bi gün karşılıklı otururuz, iki çay söyleriz, anlatırsın derdini. yemin ederim ne dersen dinlerim. dersin ki “bak kardeşim ben sana dargınım çünkü şöyle şöyle yapmıştın”. ben de sana derdimi anlatırım, gülüşürüz ederiz. işte o günün gelebileceğini umarak, sana mezarını kırıp yıktığın can yücel’in meşhur bi şiirini hediye ediyim hadi. tamamını da bilmiyodum internetten baktım idare et.

en uzak mesafe ne afrika’dır,
ne çin,
ne hindistan,
ne seyyareler,
ne de yıldızlar geceleri ışıldayan.
en uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir,
birbirini anlamayan.

geçmiş zaman olur ki

geçen gün aslı'yla konuşurken, konu nereden açıldı hatırlamıyorum, okul yıllığına yazdığım bir yazıdan bahsettim. sonra merak edip tam olarak ne yazdığıma baktım, anlatırken fazla yanılma payı bırakmamışım. şöyleydi:
"yazmayacağım demiştim ama... sürpriiiiz! düşündüm, düşündüm, ne yazabilirim sana... hala da bilmiyorum. bıraktım öyle, devamı geliyor. orta 1'de oldukça yakın olduğumuzu hatırlıyorum da nasıl yakın olduğumuz gelmiyor aklıma. tek hatırladığım kütüphane merdivenlerinde oturup geyik yapmamız. sanırım hoş günlerdi! sıra iyi dileklerde. umarım hayatın iyi geçer ve istediklerini elde edersin. kendine iyi bak..."
bunu sınıf arkadaşıma yazmıştım. rezalet. (ama hala "ohaaaa! hayvaaan!" diyerek gülmemi engelleyemiyorum.)

öğrencilere karşı ne kadar uyuzsam, bazı öğretmenlerle de o kadar iyi anlaşırdım. hiç görüşmesem de hala sevgiyle andığım kişiler var aralarında. bunlardan biri avustralyalı ingilizce öğretmenimdi. yıllığa bakarken bir de facebook'ta aramaya karar verdim. oradaydı. beni hatırladı, hatta hatırlamakla kalmadı, "very young" olduğum zamanlardaki bazı kişilik özelliklerime değindi.

ve bugün, avustralya'da yaşıyor olmasına rağmen, türkiye'de ileri demokrasinin dur durak bilmeden gelişiyor olmasından endişeli. gelir düzeyi görece yükselirken, ileri demokrasi adına özgürlüklerin kısıtlanmasından; komşularla sıfır problem politikasının adım başı savaş tehdidiyle tökezlemesinden; hala düşüncelerini açıklamaya cesaret edebilen insanların yaşayabileceği olası zorluklardan benim kadar endişe duyuyor. dikkatli olmamı, eleştirilerimin bir gün başıma dert olabileceğini söylüyor. ben de kayda değer bir şey yazmadığımı, benden bir cacık olmayacağını söylüyorum. gerçekten olmuyor.

tüm konuşmalarımızdan sonra bugün, insanları barış ve hoşgörü için dünya çapında bir devrim yapmaya davet etmiş. davete cevap verdim:
‎"'you can not buy the revolution. you can not make the revolution. you can only be the revolution.'
we all know nothing changes overnight and even a march of millions never ends up as expected. so we might as well live and let our voices be heard whenever possible. we can't change the thought patterns of the adults but at least we can educate the new generations to be sceptic about what they are taught.
actually i believe in self, and i think organized people are doomed to fail in democratic communities, since they all have different thoughts on collective actions. with no leaders or communities, only with our own actions we can stand as an example. i know it's only survival but someone needs to survive in order to prove that a different view of life is possible."
lisede yazdıklarımla alakası olmayan cümleler. ama hala bir arpa boyu yol alabilmiş değilim. bir de araya o kadar çok şey girdi ki, yazmaya iki saat önce başlamıştım sanırım, şu anda bunları neden yazdığımı hatırlamıyorum. hatırlayınca belki bir şeyler eklerim. ingilizce bildiğimi söylemiş miydim? öpt kib bye.

2 Eylül 2011 Cuma

gece kahvesi

belki kahve isteğimi bastırır diye bir sigara içtim. çok işe yaramadı. biraz uykum var ama okumak, düşünmek ve yazmak istiyorum. kahve içme isteğim de bu yüzden kabardı. ama elimde kahveyle okurken muhtemelen göz kapaklarım ağırlaşacak, esnemekten çenem düşecek duruma gelecek ve uyuyacağım. sonra dört civarında durup dururken uyanacağım ama yataktan kalkmaya üşeneceğim. zaten ışığı açsam gözlerimi rahatsız edecek. hiçbir şey yapmadan yine uyumayı bekleyeceğim. bir süre sonra başaracağım da. sonra bölünmüş uykum nedeniyle öğlene kadar kendime gelmekte zorlanacağım. geceyi kurtarmaya çalışırken günüm piç olacak.

belki de en doğrusu ilk esnemenin ardından, daha fazla geciktirmeden uyumak. belki sabah aynı istekle uyanırım ve beklenen kahveyi erkenden içerim. çalışırım. ara verdiğim işi yaparım. haftaya buna zamanım olmayacak.

ana kuzusu bir erkeğin nasıl olacağını düşünüyorum şimdi. evlenince nasıl biri olur? eşine nasıl davranır? her fırsatta annesinden bahsedecek olsa, o fırsatları nasıl yaratır? evlenmedi diyelim, kız arkadaşıyla ilişkisi nasıl olur? kız arkadaşı olur mu? yoksa annesi düzenini kursun diye onu hemen evlendirir mi? gelinine nasıl davranır? düğünde sorun çıkarır mı? hatta çocuk bir şekilde kuralı bozdu diyelim, düğüne katılır mı? sonra ne olur?

düşünüyorum düşünüyorum, hiç ana kuzusu olarak büyütülmüş yetişkin erkek görmedim ben. iki tane çocuk versiyonuyla karşılaştım. önce gerizekalı olduklarını düşündüm. gelecekleri hakkındaysa gerçekçi bir fikir yürütemiyorum. biraz daha düşünsem bir yaşam öyküsü az çok oluşur gibi geliyor. öyle bir karakter olmalı ki, oedipus kompleksinden kurtulamamalı. kompleksini annesi beslemeli ve adamın yakasını bırakmamalı. norman bates gibi psikopatlaşmasına gerek yok, toplum tarafından daha kabul edilebilir ölçülerde kalmalı. annesine benzeyen bir kız arkadaşı olmalı ama aralarındaki farklar ona batmalı. peki kız bu durumda ne yapmalı?

esnedim az önce. belki de düşünmeyi sabaha bırakmalı.