27 Aralık 2010 Pazartesi

kertenkele

hatırlar mısınız bilmem, eskiden "vay eski dostum kertenkele! vur götünü yerden yere!" şeklinde bir nida vardı. bu beni hep güldürürdü çünkü böyle abuk subuk şeyleri gözümde canlandırmaktan kendimi alıkoyamıyorum. o tuhaf, çirkin sürüngenin kuyruğunu ve arka bacaklarını zıplama hareketi yaparcasına kaldırıp popo nahiyesini şap şap sağa sola vurması düşüncesi çok eğlendiriyor beni. geri zekalıyım galiba.

kertenkelenin bir diğer komik yönü de isminin bazı bölgelerde süleymancık olması. size o kadar komik gelmeyebilir ama süleyman isminin ancak devasa (en azından kelli felli, o da olmadı sert mizaçlı) insanlara ait olabileceğine duyduğum salakça inançtan dolayı çok gülüyorum. o inanç da kim bilir kaç kere sarsılmıştır. inanç yerine algıda tuhaflaşma diyebiliriz buna. sultan süleyman'dan gelen bir bilinçaltı şeysi de olabilir elbette. bilemedim şimdi.

bir zamanlar süleyman diye bir arkadaşım vardı. hiç de devasa değildi. uzun boylu sayılabilirdi ama özellikle o dönemde hemen herkes bana göre uzun boyluydu. yani eleman olsa olsa 1.80 civarındadır. bir erkeğe, özellikle de bir süleyman'a göre hiç de büyütülecek bir boy değil. bir de babamın bir akrabası vardı galiba süleyman diye, dayısı olabilir. o da ufak tefek bir adamdı, güleç tavırları da oluyordu ama muhtemelen önyargımdan dolayı adamı hep sert ve aksi buldum. şimdi de bir an "yaşıyor mudur acaba?" diye düşündüm. babaannem en son neye ağlamıştı kim bilir?

bir de milli kertenkelemiz güven erkin erkal var ama onu herhangi bir şekilde düşünmek gülünç gelmiyor. belki ismi süleymancık olsaydı gülerdim, bilemiyorum. ya da jim morrison "süleymancık kral" olsaydı? böyle aydın'da falan bir yeniyetme doors dinlerken gaza gelseydi, "ben süleymancık kralım, herbişeyi yaparım!" diye bağırıp arabaların üstünde tepinseydi. istanbullular olarak çok gülerdik.

şimdi aklıma geldi. işim vardı benim. siyuleytır.

12 Aralık 2010 Pazar

dışarıdan

ece temelkuran'ın dışarıdan kitabını okuyordum. bazı şeyleri içimi buracak şekilde analiz ediyor bu kadın. bağdat'ın bombalanması ve sonrasında olanlar üzerine bol bol yazmış, kitabın bir bölümünü savaşla ilgili yazılarına ayırmış. minicik bir kısım alıntılıyorum.

"neden her şey bu kadar iğrençti? arap atları niye boynunu bu kadar uysalca cellada uzatıverdi? bağdat küstah istilacılarını nasıl sevebildi?

biz, bunu anlarız. biz, bunu anlayacak halklardan biriyiz. çünkü biz de onlar gibi ülkesini sevmesine izin verilmeyen kişileriz.

böyle yapılıyor bu iş. önce insanlıktan, halk olmaktan, kardeş olmaktan çıkarıyorlar kitleleri. tıpkı afganistan'a, sonra da ırak'a yaptıkları gibi. afganistan'ın başına taliban'ı, ırak'ın başına saddam'ı dolayan "imparator" değil miydi? önce kendi ülkelerinden nefret ettiriyorlar çocukları, adamları, kadınları.

öyle bir hale getiriyorlar ki ülkeleri, insanlar havari diye kucaklıyor istilacı cellatları!

sıra bize de gelir mi? krizler, "ecnebi memleketlere" koşa koşa kaçmak isteyenler, üniversite önlerinde barış istiyor diye dövülen kızlar, tümen tümen işsiz bırakılan işçiler, işkenceden geçen gazeteciler, kafası biraz çalışanın kafasına vuranlar, bir türlü yenilenmeyen liderlere alternatif gösterilen kabus gibi "uzanlar", pastadan çok yiyenlere bakan hiç yemeyenler, bunları anlattığında dalga geçenler... bizi bu ülkeden nefret ettirecekler! onlar bir halkın önce içini, gönlünü, kalbini, aklını oyup sonra kolayca yerler..."


bu kısmı yorumsuz bırakmak istiyorum.

konuşmak, şikayet etmek, kaçacağını söylemek, yazmak... hepsi bir yere kadar. aslolan, bir yaşam tarzı oturtmak. hakkında konuştuğun, hayalini kurduğun, "böyle böyle olmalı" dediğin şeyi yapabilmek önemli olan. bir şeyi savunduğun zaman onun örneği olmalısın. tek örneği olsan bile. doğru bildiğini uygulamalısın. kafana sopa yesen, yalnız bırakılsan, aileni elalemin karşısında suspus bırakacak olsan bile.

tabii yine, konuşmak ve yazmak bir yere kadar. önemli olan uygulayabilmek. yerse.

8 Aralık 2010 Çarşamba

düşük

geçen gün insanlar YİNE polisten dayak yedi. itiraf etmeliyim, bebeğini düşüren kız haberinin bu kadar göze sokulması, neredeyse magazin haberi haline getirilmesi bu yazıyı yazmama sebep. çünkü artık kimseye içinde ölüm olmayan bir dayak haberi tuhaf gelmiyor. ben de bu haberlere kendi çapımda tepki göstermeme rağmen yazıya dökme gereği duymamıştım. ayıp ettim, kabul.

araya sıkıştırılmış bir not olarak belirteyim, ben her zaman güçsüzün yanında olanlardan değilim. bazen güçlü de haklı olabiliyor. bazen güçlü insanlar, sahip oldukları gücü kullanmamayı tercih ediyor. bazen de o güç, bu şekilde vahşice kullanılmıyor. nihayetinde, haklı olana hakkını vermek gerektiğini düşünüyorum. orospu çocuklarını da aslında sadece ölümlü haberlerde değil, her fırsatta itin götüne sokmak gerek.

mavi marmara'da çok yaygara koptu, biliyorsunuz. bu olayların da aslında mavi marmara cinayetlerinden hiçbir farkı yok. o zaman israil hükümetine ve ordusuna nasıl küfür ettiysem, şimdi de aynı nefreti türkiye cumhuriyeti hükümeti ve polis güçlerine karşı besliyorum. madem durum güç sahibinin iktidarını vahşice, gereksizce kullanması, ikisini aynı sınıfa sokmakta hiçbir beis görmüyorum. başbakanı eleştirdikleri için 1 yıldan uzun süre hapis cezası alan gençler de, polis dayağıyla bebeğini düşüren kız da, anlamsız bir savaşta ölenler de, açlık sınırında yaşamaya çalışanlar da benim için bir.

milliyetçiliğine sokayım türkiye cumhuriyeti. vatandaşını iç ve dış mihraklara karşı koruma anlayışına ve devlet yapına da.

ödev

bugün s. facebook'tan hatırladığı ve hatırlamayabileceği herkese bir ödev vermiş.
"bu hikayeyi okuyun" demiş. siz de okuyun. ödev değil ama öneri.

30 Kasım 2010 Salı

mim / atlas bile vazgeçmişken...

görünen o ki, blog dünyası yeni ve bir o kadar da edebi bir saadet zinciriyle çalkalanmakta. zamanında blog yazarlarının birbirinin reklamını yaptığı bir zincir de oluşmuştu, bilmem hatırlar mısınız? ben anarşik tabiatlı, böyle bir ezber bozan, bir mikine takmayan insan olduğum için o zinciri kırdım. bundan da hiçbir beis duymadım. ama bu kez mim serap çakır'dan geldi, başım üstüne dedim. aslında bir de böyle edebiyatlı medebiyatlı bir şey olunca, rasgele sayfa açmacalar işin içine karışınca çekici de geldi, doğruya doğru. ben de gittim kütüphane nahiyesine, göz hizasında, en önde duran kitaplardan birine elimi atıverdim. ayn rand çıktı tabii, daha ne olacağıdı? atlas vazgeçti'nin ikinci kitabı. yazmam gereken şey, açtığım sayfadan gözüme çarpan ilk paragraf. paragrafı görünce dedim, "anam o da nesi?!" kadın bir paragraf yazmış, oku oku bitmiyor! zaten üç kitaplık seriden insan gibi paragraf beklersem olacağı da buydu. kolaya kaçıp başka sayfa çevirmiyorum (çünkü bu kez karşıma john galt'ın hayvani uzunluktaki savunmasının çıkması da olası), 425 ve 426. sayfalardan aynen alıntılıyorum.

"ben aslında neyim, biliyor musunuz? ben polisim, bay rearden. insanları suçlulardan korumak polisin görevidir. suçlular da, serveti zorbalıkla çalanlar. polisin görevi, çalınan malı bulup sahibine geri vermektir. ama eğer soygun, yasanın amacı haline gelmişse, polisin görevi de malı yağmalamak olmuşsa, o zaman polislik etmek de yasa dışı birine düşecektir. ele geçirdiğim kargoları bu ülkedeki bazı özel müşterilerime satıp durdum, onlar da bana bedelini altınla ödediler. ayrıca kargolarımı avrupa halk devletlerinin karaborsacılarına da satıyorum. halk devletlerinde varoluş koşulları nasıldır, biliyor musunuz? üretim ve ticaret - şiddet demiyorum, ticaret diyorum - suç olarak ilan edildiğinden beri, avrupa'nın en iyi adamlarının da suç işlemekten başka çaresi kalmadı. o ülkelerin köle güdücülerini iktidarda tutan, henüz sıfırı tüketmemiş ülkelerin, yani burası gibi ülkelerin sadakaları. o sadakaların oraya varmasına izin vermiyorum. malları avrupa'nın yasa dışılarına, mümkün olan en yüksek fiyata satıyorum, bedelini altın olarak alıyorum. altın nesnel bir değer. insanın servetini ve geleceğini korumasını sağlar. avrupa'da kimsenin altın bulundurmaya hakkı yok, yalnız kırbaç şaklatan insaniyet dostlarının hakkı var, onlar da altını, kurbanlarının refahı için harcadıklarını iddia ediyorlar. kaçakçı müşterilerim altını oralardan buluyor da bana verebiliyor. nasıl mı? benim malları ele geçirmek için bulduğum yöntemle. sonra ben de altını, kimden çalındıysa ona geri veriyorum, size bay rearden... ve sizin gibi başka insanlara."

okuduysanız bilirsiniz, bu paragrafta adı geçen rearden bir sanayici. kaymak tabakasından. işini falan da çok iyi yapıyor bu arada, ortaya faydalı bir şeyler çıkarıyor. devlet de faydalı malı gördüğü anda el koymaya, diğer tüm sanayicilerin aynı şeyi üretebilmesi için kamulaştırmaya çalışıyor. adamı iyi bir şey ürettiği için suçlu çıkarmaya ve kıskaca almaya çalıştıklarından kelli, böyle zenginden çalıp zengine verme şeklinde vuku bulan bir robin hood'culuk durumu ortaya çıkıyor. eleştirmek size kalmış.

zinciri baştan kırmadım ama şimdi kimseye görev vermeyerek yine kıllığımı ortaya koyuyorum. ve uzaklara bakarak diyorum ki, "klavye gibi, mouse gibi, mimimi tamamlar giderim."

öberim.

22 Kasım 2010 Pazartesi

kıro

inanılmaz bir gerçekle karşınızdayım sayın seyirciler. "kıro" kelimesi köken olarak, öfkeli antropolog numan ve her gördüğü kadına laf atan kıro arkadaşı selami'den geliyor.

hormonları burnunda gezen selami kendini kontrol edememekte, bu nedenle dişi sineğe bile bıyık burmaktadır. belki arada manita yaparım diye sürekli numan'ın çalışmalarını bölmekte, adamcağızı o parti senin, bu bar benim sokak süpürgesi etmektedir. gittikleri yerde de rahat durmamakta, gelen geçene "du yu seks" diye asılmaktadır. günlerden bir gün, yine kafasına çantayı yediğinde numan dayanamaz, "resmen bir cromagnon gibi davranıyorsun selami!" diyerek eğitimine ve nezaketine uygun bir hakarette bulunur. bu hakaret, normalde etliye sütlüye karışmayan, ağzından iki cümleyi zor çıkaran numan'ın o kadar hoşuna gitmiştir ki, artık kapıcıya sinirlendiğinde bile cromagnon demeye başlamıştır. gel zaman git zaman, kelime küçülür, daha kolay söylenebilir boyutlara indirgenir ve günümüzdeki kullanımına kavuşur.

gayet ciddiyim şu anda. adeta bilimsel.

bir bayramın ardından

bu aralar bir laklak edesim var ki şekerparelerim, sormayın. ama elbette bu insanlarla neşeli sohbetlere girmek, arkadaşlarla toplaşmak şeklinde vuku bulmuyor, sadece yazmak istiyorum. yazacak bir şeyim de olmadığından kelli sıklıkla kendi kendime konuşuyorum. ya da bir kitapta okuduğum cümle kendimle sohbet konusu açmama yarıyor ki, bu da ya hayali yazarla ya da yine kendimle konuşmamla sonuçlanıyor. kaldı ki, ikisinin arasında yedi fark bile yok.

şu güzelim dokuz tatil günü boyunca ne yaptın diye sorsanız, önce çalıştığımı, kalan zamanımda da karpuz gibi yattığımı söylerim. geç yatmak ve geç kalkmak şahane bir şey. yarın itibariyle (elbette yarın artık bugündür) normal çalışma saatlerine dönecek olmanın tek kötü yanı da sabahın şeysinde kalkma zorunluluğu. benim de bir tembellik hakkım olmayacak mı diye düşünüyorum bazen. sonra da beterin beteri var diyerek çevre muhitlerdeki tahtaları tıngırdatıyorum.

onur'a gitmeyi ve bebeğini görmeyi çok istedim mesela. bunun için uygun zaman tatil olmayacaksa ne zaman olacak? olamadı, olduramadım. diğer yandan da daha bir aylık bile olmamış bebiş için internetlerde giyilecek bir şeyler araştırdım. bu bebişin henüz minimal bir insan olması bir gün "rocker chick" olacağı gerçeğini değiştirmiyor. mutteşem tulumlar buldum kendisine, gören karşısında kafa sallamaya başlar. sonra da hiçbirini alamadım çünkü hepsi ecnebi memleketlerde. sipariş versem gelmesi bir ayı bulur, bebek o zamana kadar dana gibi olur. çok çabuk büyüyor bu insanlar. tulum bile olsa alıp hemen iki kere giydirmek gerekiyor, fırsatı kaçırınca üstüne olmuyor. belki benzer ciciler bulurum diye türkiye semalarında da sörf eyledim ve fakat memleketçe bebek modasında ancak winnie the pooh'ya kadar evrilebildiğimizi esefle gördüm. ziyaret edebilecek gibi olduğumda tekrar bakacağım. hiç olmazsa iki koli bez alayım diyorum, şimdi bunlara bez almaktan fenalık gelmiştir.

(dip not: sevgili onur, "bir şey almana gerek yok, senin gelmen yeterli" diye düşünüyor olabilirsin. istersen düşünmeye devam et ama olmaz öyle şey. inci teyze olmak sorumluluk gerektiren bir müessese.)

bayram normalleri gereği çeşitli akrabaları ziyaret ettim. bunlardan birinde, akrabasal bağlamda yılın olayı gerçekleşti. kardeşimle birlikte, amca, yenge, onların çocuğu ve babaanne dörtlüsü arasındaydık ve konuşacak hiçbir şeyimizin olmaması bünyemde gerginliğe neden oluyordu. çünkü otuz yaşına gelip de evlenmemiş her genç bağyan gibi benim de evlilik muhabbetine maruz kalmam kaçınılmazdı. olayı geciktirmek için benim işimden, çocuğun okulundan, babaannemin ilaçlarından falan bahsederken soru meraklı yengeden geldi: "eee inci, evlenmiyor musun artık?"

şimdilik öyle bir planımın olmadığını söyleyip konuyu kapatmamın mümkün olmasını diliyordum. çünkü daha birkaç ay önce aynı soruları yanıtlamıştım ve her yıl iki kere aynı işkenceden geçiyordum. ne var ki karşımda çocuk merakıyla "neden? peki neden? neden?" diye soran, arada da yaşlı ısrarcılığıyla evliliğin şahane bir şey olduğunu savunan, orta yaş olgunluğundan pek nasibini almamış bir kadın vardı. daha beş dakika bile geçmemişti ama sıkıldım. belki biraz sabretsem, başka şeyler düşünüp kafamı sallasam vazgeçerdi ama dayanamadım. "ya bak," dedim, " evlenmeyi düşünmüyorum ve evlenmek için bir neden de göremiyorum."

konuyu sertçe kapatmasını beklediğim, hatta tonlamasını bile buna göre ayarladığım cümle işe yaramamıştı. yenge çetin cevizdi ve son kozunu henüz oynamamıştı. "nasıl nedeni yok incicim? evlilik çok güzel bir şey, hem cinselliği yaşayacaksınız" dedi. bir an nefesim kesildi, içsel bir karmaşa yaşadım. o kadar beklenmedik bir yerden vurmuştu ki, sadece tek kaşım kalktı ve aklımdan geçen cümlelerden birini seçene kadar cevap verme süremi doldurdum. en mantıklısı sanırım "yılda sadece iki kez görüşen kişiler olarak aramızda cinsellik gibi bir konunun geçmesi patavatsızlıktır" cümlesiydi. aklımdan ilk geçen ise "30 yaşındayım olm ben, saçma sapan konuşma" şeklindeydi. söylemediysem de kalkan alaycı kaş bunu yeteri kadar anlatmış olabilir.

kan bağımız olmasa da o da bir akraba. amcamla evli olduğuna göre, çekirdek sülalemde aynı özellikleri taşıyan bir insan evladı var. dolayısıyla amcam hakkında da istediğim gibi kötü düşünebilirim. benim görüşümü önemsiyorsa evlenmeseydi, hayret bir şey. benim için kabullenilmesi zor durumlar bunlar. anlam veremiyorum. yetiştirilme şeklimden olsa gerek, tabularla aram bir tuhaf. daha doğrusu, kavramsal olarak her şeyi açıkça tartışabilirim ama kişiselleştiğinde yakın arkadaşlarımla bile konuşamam. örneğin, ideal bir toplumda evlilik gereksiz bir kurumdur ama benim evlenip evlenmemem kimseyi ilgilendirmez. böyle bir şey.

böyle evlilik üzerine kendi kendime ahkam keserken başka bir şey geldi aklıma. mevcut sistemin ideal insanı diye bir şey var ve ben ya onu ya da o tanıma çok yakın birini tanıyorum. aynı yaşlardayız ama onun yıllardır, oldukça iyi işleyen bir şirketi var. muhtemelen ne olacağına daha üniversiteye başlamadan karar vermiş, eğitimini bu yönde almış ve mezun olur olmaz da planlarını gerçekleştirmek için kolları sıvamış. çoğu ortamda tanınıyor ve saygıyla karşılanıyor. gayet fit görünüyor, vücudunda fazlalık yok denecek kadar hiç. hem aileden hem de kendi kazancından gelen bir zenginliği, kendisi gibi bir eşi, bir de mükemmel büyümesi planlanan çocuğu var. eşiyle lisenin son yıllarında veya üniversitede tanışmış olduklarını sanıyorum, çıkmaya başlamaları ve evlilik planları yapmaları aynı döneme denk gelmiş olmalı. kanca takmak şeklinde değil ama. el ele tutuşmak ve aynı yöne bakmak, doğan güneşi görmek gibi. her şeyin planlı ve ileriye dönük olduğu bir yaşam.

(ve hayır canım, tabii ki bu sevgilim değil. bizim sevdicekle ileri bakma gibi bir alışkanlığımız yok. birbirimize bakıyoruz biz. sonra gözlerimizi kapatıp iflah olmaz romantikler şeklinde öpüşüyoruz. uuu beybi... güzel bir hareketlenme oldu bende.)

bu kişi benim arkadaşım değil. hayatımda hiç böyle bir arkadaşım olmadı, bundan sonra da olacağını sanmıyorum. ben de hiçbir zaman böyle olmayacağım. çok tuhaf değil mi? "sistemin ideal insanı" kanlı canlı karşımda dururken onda örnek alınacak ya da gıpta edilecek bir şey göremiyor, hatta onu hayli sıkıcı buluyorum.

işte bu yüzden ben hayatımı hiçbir başarıya imza atmamış, ismi hatırlanmayacak, son derece sıradan bir insan olarak geçireceğim ve bundan memnun olacağım.

20 Kasım 2010 Cumartesi

balon

zamanında yaptığım uçarılık ve enteresanlıklarımın günün birinde "ne salakça lan" diyeceğim şekilde karşıma çıkacağını biliyordum. bu tip şeylerin işle öyle ya da böyle ilgili olacağıysa hiç aklıma gelmemişti.

üniversitede küçük bir grubum vardı, sürekli okulu kırıp içmeye giderdik. böyle zamanlardan birinde, asmalımescit'te bir yerde oturmuş bira içiyorduk. hava güzeldi, sokaktaki masalardan birindeydik. kim bilir ne konuşuyorduk. muhtemelen sıkıcıydı. belki de değildi ama o sırada yanımızdan geçmekte olan uçan baloncu dikkatimi sohbetten daha fazla çekmişti. konuşmayı bölüp birkaç balon aldım ve masaya döndüm. bir kalem çıkarıp herkesten balonunun üstüne bir şey yazmasını istedim. kimse ne yazacağını bilmiyordu. umutlarını ya da kurtulmak istedikleri bir şeyi yazmalarını söyledim. sonra balonları bıraktık. birlikte uçup gözden kayboldular. oldukça güzel bir görüntüydü. milyonlarca balonla muhteşem bile olabilirdi. sonra yazdığımız şeyler üzerine konuşmaya başladık. ne ruhumuzda bir hafifleme oldu ne de bir umudu kozmosa göndermenin heyecanı. açıkçası ben bile yaptığımız işte en ufak bir anlam bulamamıştım.

üniversite tayfasından kimse bunu hatırlamıyor olsa gerek. ve fakat sevgili alice, millet benim "gençlik işte" diyerek bir kenara attığım bu tip gudikliklerden proje yapıyor. yılbaşı projesi telaşı içinde her tür ıvır zıvırı düşünürken bir balon konusu da geçmişti, aklıma bu anım geldi. salakça ama keşke yapmasaydım dediğim bir şey değil neyse ki.

o kadar iş bazlı düşünüyorum ki aklıma doğru düzgün fikir gelmiyor. oysa şimdi gaipten sesler'e bir şeyler yazmayı isterdim. bir de öyle hikayeler hem daha hızlı düşünmemi hem de daha akıcı yazmamı sağlıyor. müthiş bir egzersiz. şimdiki durum tam olarak zaman bulamamak değil, kafam tek yönlü çalışıp körelmeye başladı. zamanım eskisine oranla çok daha az elbette. dokuz günlük bayram tatilinin dört gününü işe gitmeden ama yine bilgisayar başında ve düşünceler içinde geçirdiğimi belirtmek isterim. buna rağmen gözlerimi yaşartacak kadar güzel fikirlerin çıkmaması ise içler acısı. bu aralar işle ilgili yazdıklarımı da sevmiyorum, biraz farklı hikayelerle pratik yapmalıyım.

eskiden yazdığım bir şeyle karşılaştım. şimdi o geyikleri bile yapmıyor olmamı çok yadırgadım. şöyle bir şey:

mustafa mahallemizde dünyaya gelen ilk sakallı bebekti. galiba son birkaç yüzyılda ilk olma özelliği de taşıyordu. çok tantana yaptılar, tüm haberlerde çıktı ibne. kıskandığımdan değil, gerçekten homoseksüel oldu sonra. ama elbete kıskanmak için tüm mahalle çocuklarının geçerli nedeni vardı. çünkü ilk sakallı o olduğu için tüm parsayı topladı. bir yıl içinde 16 çocuk çıkardı mahalle, hepsi sakallı. hele ayla'nın (evet, kız) sakalları dedemi bile kıskandıracak kadar gürdü. kestikçe daha da gürleşiyordu. daha yedi yaşındayken intihar etti. kendini asmak için sakallarını kullanmıştı. nihan daha akıllıydı. şimdi şehrin en büyük peruk dükkanının sahibi.

bir de özellikle yeni tanıştığım insanlara işkence etmek için şahane bir yöntemim vardı. onlara masal anlattırırdım. amaç işkence değildi tabii. uydurdukları masallar kişilikleri hakkında gayet işe yarar bilgiler verirdi. sonra sıkıldım galiba ya da masalların ne işe yaradığını unuttum. buna bazı durumlarda "büyümek" de diyebiliriz. bu durumlar, unutulmadığı takdirde, günün birinde detaylı olarak açıklanacaktır.

masal anlattırma mevzuu da yine işle ilgili bir şeyden aklıma geldi. komikli masal yazmam gerekiyor bu aralar. ogilvy'deyken, david'le projeleri konuşurduk. bazen "ama metinlerinin çok komik olması gerekiyor" derdi. yeteri kadar yakın olduğumuz için rahatlıkla "o zaman komik bir metin yazarı bulman gerekiyor" derdim. şimdi yemiyor tabii. david bunu okusa "yan bastın di mi tarraaam" derdi. evet, bastım gibi geliyor bana, yoksa şüphem mi var?!

3 Kasım 2010 Çarşamba

ya ben başka bir şey yazmak için açmıştım!

bak görümıssın yorumu, nasıl da kafamı dağıtmış... tabii ki yine kendimden bahsedecektim, ne sandınız? gün geçmiyor ki kendimle ilgili bir şeyler söylemeyeyim, ağzımdan "ben" kelimesi çıkmasın. egoizmim yine doruk noktasında, megalomanim adeta bir derya.

neyse, bugünkü konumuz yine ben ve yapamadığım, hatta yazamadığım üç şey (kitap hariç): tebrik, davet ve başsağlığı konularında cümle kuramıyorum. ve yine yılın o neşeli, kımıl kımıl zamanlarına yaklaştık. yeni yıl projeleri yumurta misali kapıda. bir çam ağacı çakayım, olsun bitsin de olmuyor.

yine panik halindeyim.

birinin kuyruğuna basmışım sanırım

bugün ismini vermek istemeyen bir izleyicimizden aşağıdaki yorumu almışım, benim için şaşırtıcı oldu.

"Sinir bozucusun , ilginç ya da uçarı ya da kendine özgü ya da hippie yada herne isen değilsin sinir bozucusun. Eğer kitap yazıyosanda yaz bahsedip durma pastasını yapma, yaz ve kapa çeneni. Sadece yaz, yazdığın zaman görürüz, if you have what it takes. kısacası şu populer olan tiplemelerdesin özgün olmak istiyorsan gerçekten biraz , neyse bu ağır olacak, kendinden kurtul. özetle sinir bozucusun. Ama bu şahsi bir durum değil, siz demeliyim sanırım."

sinir bozucu olmama pek şaşırmadım. hayattaki tek amacım tanıdığım ve tanımadığım herkes tarafından sevgiyle kucaklanmak olsa da bazen muhteşem şirinliğimi yanlış anlayanlar çıkabiliyor. şaşırtıcı olan kısım, kendi çöplüğümde yazdıklarıma müdahale etmeye çalışan birinin olması. anlam veremedim. sinir bozucu birini neden okur, üstüne de yorum yapar ki insan?

çok aptalca olduğunun farkındayım, elbette bu tip yorumların mike sürülecek değeri yok. ama öyle tuhaf hissettim ki, her cümleyi sorgulama ihtiyacı duydum.

ilginç ya da uçarı görünmeye mi çalışıyorum, böyle bir şey mi yazdım? bu hippi olma durumu nereden çıktı, yorumu yapan kişi çiçekli, boncuklu yaşadığım zamanlardan tanıdığım biri mi? beceremediğim için yazamadığım bir şeyden bahsetmem neden birilerini bu kadar germiş olabilir? nasıl popüler oldum ya da nasıl öyle hissettirdim? neden bu insan evladı özgün olmam için seferberlik ilan etti? söylemediği ağır şey neydi? kendimi bu kadar kabullenmişken neden kendimden kurtulmalıydım ki? biz kimiz, kaç kişiyiz? adsız kişi neden bana bir şey söyleme gereği duyuyor?

bu soruların cevabı var mı, bilmiyorum. ama benim, keyfimin kahyası olmaya soyunmuş bu kişiye bir cevabım var:

tanısan çok seversin.

28 Ekim 2010 Perşembe

özet geç lan p.ç!

bir haftanın ardından yeniden meleba sayın seyirciler. bilmiyorum beni merak ettiniz mi ama ben etmişsiniz gibi davranacak, biraz kendi kendime gelin güvey, biraz senli benli, biraz da konu komşu şeklinde özet geçeceğim. başlıktaki küfürlü kısımda kendimden bahsediyorum, evet.

şimdi efendiler, çalıştığım yer beni hayli memnun etti. benden pek beklenen bir davranış olmamakla birlikte, ortamı da insanları da sevdim. buna kendim de çok şaşırdım. böyle vit vit konuşmaya ve gülüşmeye başladık hemen, tık tık tık maşallah. velhasıl kelam, yabancılık çekmedim, hatta "eneee negzel yermiş la" dedim. kazın bir de diğer ayağı var tabii ama ilk haftam olduğundan kelli büyük bir rahatsızlık yaratmadı. çalıştığım hiçbir yerde ilk haftam bu kadar dolu geçmemişti. bir haftadır ilk kez bugün eve sekiz buçukta mı ne geldim, hemen peynir dükkanına düşmüş fare gibi iş dışı hayata saldırdım. film izledim, şimdi bunu yazıyorum, birazdan kitap okuyacağım. sonra yarın ve cumartesi yine iş. ama diyorum ya, sanırım yeni olduğum için rahatsız etmiyor. sevdicek de hındırı hındırı şeklinde çalışıyor zaten, aklım birlikte yapabileceğimiz muuuteçem şeylerde çok fazla kalmıyor.

rahatsız eden bir şey var ama bu da ajans için çok olumlu olan bir durumun bendeki olumsuz yansıması. gördüğüm kadarıyla ajanstaki herkes akıllı, fikirli, yetenekli, böyle zehir gibi insanlar. ne var ki, ben kendimi öyle hissetmemeye başladım. bir anda çok işle karşılaşıp panik mi yaptım yoksa bulduğum fikirler hep kıytırık mıydı bilemiyorum şu anda. belki brief'e uygun bir şeyler yapmaya çalışırken kendimi engelliyorumdur diye düşündüm geçen gün ama dün akşam doğru düzgün brief'i bile olmayan bir işe öyle ahım şahım bir fikir bulamadım. daha doğrusu, sınırsızlığım içinde bir şey patlattıysam da ona ne müşteri ne de türkiye hazırdı galiba. dolayısıyla çöp oldu. hem uygulanabilir hem de çok cin işler reklamcıları her gün bulmuyor, bunun farkındayım. yine de kendimden daha iyi bir performans beklerdim. bilmiyorum, belki de çalışma şekline zırt diye uyum sağlayamamışımdır. bir sürü mantıklı açıklaması olabilir. bunların hiçbiri kendimi daha iyi hissetmemi sağlamıyor. bildiğiniz, aptal gibi hissediyorum.

belki şimdiye kadar çalıştığım yerlerde düşündüğüm kadar iyi değildim. beni geri istemelerinin nedeni de çok iyi olmam değil, sadece kötü olmamamdı belki. incilik yapmama alıştıkları için "gel yine bizimle çalış" diyorlardı. benim az çok yeterli olmam onlar için de yeterliydi. bilmiyorum ki hiç. çevremdeki hemen herkes egomu pompalasa da biraz özgüven problemim var. aman neyse, bu konuyu kapatalım.

iyiyim ben. biraz zaman geçsin, şahane bile olabilirim.

22 Ekim 2010 Cuma

yeniden!

sayın seyirciler, bir aylık işsizlik sürecimi tamamlamama ramak kalmıştı ki, bugün gelen neşeli bir haber üzerine yarın yeni işime başlıyorum! önümdeki bir aylık deneme süresi kıçıma kaçmazsa heyecan verici durumlar olabilir.

kitap falan yazamadım ama ağzım kulaklarımda şu anda.

21 Ekim 2010 Perşembe

hayat hep canım cicimle geçmez.

yeri gelir, kendi aramızda politik parodiler de yaparız.


e: wooohoooo! basın özgürlüğünde etiyopya nın üstündeymişiz! 138 ülkenin de altındaymışız...


i: aaa ama dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden de biriyiz, new york times övmüş bizi. öyle her yerden kazanmak olmaz, ya özgürlük olacak ya huzur. ikisi bir arada olursa ölürüz.


e: evet evet bence de. en iyisi biz sesimizi hiç çıkartmayalım, uslu uslu oturup kızların başını örtme özgürlüğü üzerinden eşsiz bir demokrasi savaşı veren özgürlükçü, samimi, bilinçli, benzersiz, inanılmaz, muhteşem hükümetimizi destekleyelim...



i: ve bu arada dünyanın en naif video paylaşım sitesi kapatılsın, gazeteciler işten çıkarılsın, hükümet ve yalakaları medyaya gönüllerince saldırsın, büyüyen ekonomimiz satacak bir karış toprak kalmayana kadar büyüsün, türban velev ki siyasal simge olsun... ne gam! zenginiz ya, anamızı da alır gideriz şekerim! yeter ki padişahımız çok yaşasın, yeter ki kifayetsiz siyasilerimiz istedikleri gibi at koştursun.


e: ‎"amaaan! açalım yemekteyiz seyredelim, dizi seyredelim, kendimizi alışverişe verelim, kaç kere gelioruz şu hayata şekerim?!" çıt çıt çıt

20 Ekim 2010 Çarşamba

az önce okuduğum şeyi aynen alıntılıyorum:

"April’in bu ay yayınlayacağı kitaplardan bir tanesi de Elizabeth Kübler-Ross’un, Ölüm ve Ölmek Üzerine adlı yapıtı. Ross’a göre ölüme verilen tepki 5 aşamalı, bu model günümüzde bir insanın yaşadığı her türlü değişiklik için temel model kabul ediliyor."

afilifilifili'de yazılmış.

şimdi de küfür ediyorum: hay mnkym.

ağzıma sıçtın kübler ross

şöyle bir yazmaya yeltendikçe, hatta aklımın ucundan kitabı geçirdikçe yeni yeni türbülanslara giriyorum sayın okurlar. bugünkü suçlama ve yazamama nedenim de bizzat çıkış kaynağım olan kübler-ross modelidir.

şöyle ki sayın okur, içten içe hüzünlü ve umutsuz bir birey olsam da genellikle neşeli, hatta bir akıl hastasıymışçasına düpedüz mutlu bir kişiliğim ben. kaptırıyorum bir anda, yazarken dalga geçmeye başlıyorum. ama kübler ross modeli öyle bir şey değil. kayıpla başlıyor, eğer mümkünse hayatın bir şekilde devam etmesiyle sonuçlanıyor. baştan aşağı hüzün kokuyor koskoca model. onunla bununla alay ederken kendime bir "höt!" diyorum, "lan kayıp nerede?! başka bir şey anlatıyordun sen olm, bir derdin vardı hani içinde tutamadığın?" sonra başlıyorum gözümden akan bir damla yaşla konuşmaya. söyleyecek çok şeyi var garibimin. gel gör ki sıkıcı! ben gelemem böyle paso hüzünmüş, vahşetmiş, yok karı dayak yemiş, yok okulda çıkıntılık yapmış falan. aman be! bir umutsuzluk deryasında debelenirken kıçımın aklına gelmiş böyle bir şey yazmak, ben de çok akıllıca bulmuşum. ama olmuyor a dostlar, olmuyor heyhat! içimde mıngıldayan neşe, alay edip kahkaha atmak için fingirdeyen pıtırcıklar bana izin vermiyor. kendimi ciddiyete davet etsem de sürdüremiyorum. anlatacak milyon tane derdim var belki ama yanlarımdan dürten mutluluk nedeniyle toparlayamıyorum.

şimdi ben var ya, şu kitabı kübler ross'tan şaşmadan yazabilirsem gerçekten tebrik etmelik bir iş yapmış, kendimi aşmış olacağım. benden söylemesi.

yemişim kitabı




sevgilimin bana yaşam ve üretim için sürekli enerji veren, çok güzel bir insan olduğunu söylemiş miydim?


18 Ekim 2010 Pazartesi

pffff

işsizlikte dördüncü haftama hayli depresif girdim. hala iş aramaya başlamamakla birlikte, insan kaymaklarımın ekmek kadayıfı konumundaki b. beni iki görüşmeye gönderdi. biri olur gibi görünüyordu ama maslak nahiyesinde olması tüylerimi ürpertti. zamanında maslak günlerim olmuştu ve trafikte yaşadığım akıl almaz zaman kaybı kafamda soru işaretleri ve yer yer ünlemler doğuruyordu. bugün gelen telefona "maslak benim gözümde büyüyor" diye cevap verdim ve neşeli olabilecek bir işi teptim. pişman mıyım, henüz bilmiyorum.

perşembe mi, cuma mı, hatırlamıyorum, aniden geldi bu haller. eve adım atar atmaz depresyondaydım ve yatağa saklanmak istiyordum. belki yine sabah 9.30 akşam 18.00 çalışma düzeninin yüksek bir ihtimal haline gelmesi neden oldu buna. belki alakası yok, doğru düzgün güneş görmeyen bünye dopamin stoklarını tüketti. ya da belki bambaşka bir şeydir de ismini koyamıyorumdur, bilmiyorum. velhasıl kelam, o gün bugündür hiçbir şey yazmıyorum. şimdiye kadar yazdıklarımın tümüne yabancılaştım. şöyle bir açıp baksam "bu ne be bok gibi" diyeceğim, onu bile yapmak istemiyorum.

sırf yazmak da değil, neredeyse hiçbir şey yapmıyorum. stop motion bir şeyler yapmak var aklımda, yapmıyorum. kitap bile okumuyorum. yakında hiçbir şey yapmamaktan da sıkılırım, geçer. yazmaktan sıkıldım mesela şimdi.

böyle bir neşeli, enerjik hallerim vardı benim, nereye koydum acaba?

12 Ekim 2010 Salı

yeniden

ilk taslağı okuyanlar biliyor, çok farklı bir başlangıç yapmıştım. aşağıda ise başka bir başlangıç var, bu kez "şunu anlatmak için böyle bir olay uydursam kurtarırım"la değil, kendi cümlelerimle.

Bir ergeni nasıl bilirsiniz?
Aklı karışıktır, değil mi? Düşüncelidir, kafasında bin tilki döner durur. Ama hiçbirinin gittiği bir yön yoktur. Ergen de kafasının içinde döner, beyin kıvrımları arasında kaybolur. Yolunu kaybettikçe umutsuzluğa kapılır, bir çıkış bulmak onun için zordur. Bir umut, bir ışık vardır hayalinde; onu da sık sık yaklaşan bir trenle karıştırır. Giderek öfkelenir, giderek umutsuzlaşır. Gerçekten umursadığını göstermek istemez, istese de gösteremez. Biz sadece öfkesini, ön yargılarını, inatçılığını görürüz ama içinden geçenleri kendisi dahil, kimse bilmez.
O gözle okuyun bu bölümü.
Yargılamak yerine, bir yetişkin olarak, bilinçle.

---------

Ece nazik bir kızdı, adeta bir prenses. Herkese teşekkür eder, her zaman sempati kazanırdı. Onu ideal çocuk olarak görürlerdi. Hiç yaramazlık yapmaz, kendisiyle konuşulduğunda cevap verir, büyüklerinin sözlerini bölmez, büyümüş de küçülmüşlerin aksine, burnunu her şeye sokmazdı. Parlak kahverengi gözleri merakla bakardı. Ufacıktı Ece. Zayıflığı neredeyse sağlıksızdı. Yine de sık hastalanmaz, hastalansa bile ses çıkarmazdı. Sanki başkalarının canını sıkmamak için kendini feda edecek, kimse üzülmesin diye, herkes yerine ağlayabilecek bir havası vardı. Daha küçücükken bile onunla konuşmak, çocuk bilgeliğiyle kurduğu cümleleri duymak, insanı rahatlatırdı.

Türkiye’nin utancı sayılan Darbe’den kısa süre sonra doğmuştu Ece. Gözlerini değişen, kuralları sertleşen bir ülkeye açmıştı. Neslinin hemen her üyesi gibi, politikadan uzak büyüyecekti. Kendi küçük dünyası ve ailesinin mal varlığı içinde yoksulluğu, açlığı, eğitimsizliği, sömürüyü, isyanı yıllarca görmeyecekti. O da nüfus kağıdında yazan “İslam” maddesini sorgusuz kabullenecek, okulda, din derslerinde ezberletilen Arapça dualardan ibaret zannedecekti. Atatürk onun için de Tanrı’yla eş anlamlı olacak, her Pazartesi ve Cuma Andımız’ı okurken, ona ibadet edecekti. Darbe’nin ardından “sorgulanmaz” addedilen hiçbir şeyi sorgulamayacak, iyi bir öğrenci, sigortalı bir çalışan, sevgi dolu bir eş ve tonton bir ihtiyar olarak hayatını geçirecekti. Şu ergenlik meselesi olmasaydı, kanı fıkır fıkır kaynamasaydı, ailesine ve ülkesine hayırlı bir evlat, nüfus sayımlarındaki istatistiklerden biri olacaktı.

Olamadı. Çünkü bir gün, apartmandaki komşularından biri, kocası tarafından eşek sudan gelinceye kadar dövüldü, ezildi, aşağılandı. Kırılan kemikleri aylarca alçıda kaldı, halıyı kirleten kanını alçılı kollarıyla temizlemek zorunda bırakıldı. Çok ağladı kadın, çok beddua etti de bir yere kaçamadı. Evlenirken ellerine kına yakılmıştı kadının, kocasına kurban olsun diye. Kocası da eline geçen her fırsatta kesiyordu kurbanının boynunu, gözlerini bile bağlamadan, acısına, yalvarışına aldırmadan. Her gün yükseliyordu kadının çığlıkları apartman boşluğundan. Kaç kere polis çağırılmıştı, kadın şikayetçi olmamıştı, olamamıştı. Bu yaştan sonra, bir kez kocasına vardıktan sonra şikayet etse ne olacaktı? Sokaklarda mı kalacaktı, kötü yola mı düşecekti, bedenini yabancılara mı satacaktı? Ele güne karşı rezil olmamak, boşanıp da ortada kalmamak için her gece giriyordu kocasının koynuna. Başını sokacak bir ev karşılığında satıyordu bedenini, ruhunu, benliğini, neşesini o adama. Yaşadığı her gün, bir parça kopuyordu ruhundan. Duaları işe yaramıyor, inancı bu zulme kendi elleriyle son vermesini engelliyordu. Yaşamı Tanrı’nın kitabında kutsaldı. Oysa Tanrı dışında kimsenin gözünde de bir değeri kalmamıştı.

Ece’nin minik, ilkokul çocuğu kalbi dayanamıyordu buna. Apartman boşluğundan yükseldikçe çığlıklar, kaskatı kesiliyordu vücudu. Dolan gözleri, yaşları dışarı bırakana kadar için için ağlıyordu. İçine akan göz yaşları, kalbinde kapkara bir göl oluşturdu. Gün geldi, Ece komşusu için daha fazla ağlayamadı, onu “kocasından dayak yiyen kadın” olarak kanıksadı. Bir daha kadının yüzüne bile bakmadı. Sesini, yüzünü, çığlığını, konuşmasını, kocasını, acısını sildi aklından, kalbindeki kara deliğe hapsetti. Ece daha ilkokulda ezilen kadınları bilincinden aforoz etti. Öyle canı yanmıştı ki, acıya kapattı kalbini, beynini.

11 Ekim 2010 Pazartesi

şimdiye kadar yazdıklarım üzerine

ilk bölümü 18 a4'le "kotarmış", ikinci bölümden de 5 sayfa yazmış biri olarak söyleyebilirim ki; çok yanlış, bir o kadar da romantik bir başlangıç yaptım. yazdıklarımın romantizmle ilgisi yok, bizzat benim var. öylesine düşünürken bulduğum beş bölüm fikrine o kadar kaptırdım ki, bölüm içeriklerinin ne olacağını etraflıca düşünmeden klavyeye saldırdım. düşüncelerim "şöyle bir olayla pekala anlatılabilir" şeklinde dökülmeye başladı. dökülenler sadece belirli konular üzerine sahip olduğum, çok net fikirlerdi, kör göze parmak misali yazıldılar. ama bu arada tatlarını kaybettiler. bir tarzım varsa, ki olduğuna inanıyorum, başladığım romanda onu tutturamadığımı gördüm. reklam yazar gibi, konuya odaklanarak, okurun herhangi bir soru sormasına, hatta düşünmesine bile izin vermeden yazdım. bu bakımdan kendimi başarısız buluyorum.

şimdi izleyebileceğim iki yol var. aynı şekilde yazmaya devam edip düşüncelerimi kusmam, birkaç ay sonra tüm yazdıklarımı okuyup bu kez kendi dilime göre şekillendirmem mümkün. ikinci seçenek ise iyice odaklanmam, her bölümün başını, sonunu ve içeriğini planlamam, ondan sonra yeniden, bu kez plan dahilinde yazmaya başlamam. ikinci yöntem daha doğru. ne var ki, bazı sorunlar içeriyor.

işsizlikte üçüncü haftama giriş yaptım ve hala keyfime bakıyorum. yeni bir portfolyo hazırladığım halde hiçbir yere başvurmadım, işsizlikten de henüz sıkılmış değilim. maddi durumum da hiç fena değil, herhangi bir girdi olmasa da beni bir süre daha idare edebilecek düzeyde. yine de bir ara iş bulmam ve yeniden çalışmaya başlamam gerekecek. önümde rahat geçirebileceğim en az bir ay olduğunu düşünsem de sabah 9.30, akşam 18.00 arası zamanımı birilerine satacağım günler çok uzakta değil. kafama sorarsak, çok yakında. bu kısa süre içinde ne kadar yazsam kardır, sonra ilgilenecek zamanım olmayacak diye düşünüyor, ortada ne fol, ne yumurta varken panik yapıyorum. bu panik içinde her şeyi ayrıntılı düşünerek, sindirerek yazmam çok kolay değil. dolayısıyla ağzıma ve aklıma geldiği gibi sıralıyorum cümleleri ve düşünceleri. bir gün onları yazacak zaman bulamayacağımı düşünerek kendimi telaşa sokuyorum.

bir diğer korkum da düşüncelerin bir süre sonra kaybolacak olması. düşündüğüm her şeyi içselleştirdiğim, kafamın çekmecelerine düzgünce yerleştirip yaşamıma, karakterime kattığım için kaybolacaklar gibi geliyor. örneğin, iki hafta önce yazdığım "maaşıma zam, işime son" yazısını bugün, aynı şekilde yazamazdım. konu hakkındaki düşüncelerim sabit kalırdı ama onlardan bahsetmek aklıma gelmezdi. not almış olsam bile hissettirdikleriyle, şekliyle, unutulup giderdi.

bu iki panik halinden kurtulmadıkça içime sinen, olgun bir şey yazamayacağım, haberiniz olsun. olur da şimdiki gibi devam edersem, roman herhalde birkaç aya tamamlanır. onun da kapağına ismimi hevesle yazar mıyım, emin değilim.

5 Ekim 2010 Salı

kitaptan

Sevgili okur, az sonra yazacağım şeyi bir kıyak olarak ele alabilirsin. Eğer zeki olduğundan şüphelendiğin, Ece gibi biri, üzgün bakışlarla, gözlerinin içine bakarak, hatta elini tutarak sana “Kendini suçlamana gerek yok, ebeveynler bazen hata yaparlar ve bu çocuklarının hayatlarını akıl almaz şekilde etkileyebilir” derse hiç çekinme, onun ağzını burnunu kır. Kurduğu cümlenin anlamı, şekerle kaplanmış olsa bile, ya orospu çocuğu ya da piçtir.

Bu paragrafı sevdim. Ne dersiniz?

4 Ekim 2010 Pazartesi

çekilme sendromu

bugün 11.30 itibariyle işsizlikte ikinci haftama başarılı bir giriş yaptım. hala reklam yazarlığı dışında ne yapacağımı bilememekle birlikte, yola tersinden çıktığımı da gördüm. eski solcu yazarlar ve şairler mevcut işlerinde pek ekmek olmadığını anlayınca reklam yazarlığına başlıyorlardı, ben tersini yaptım. and i am doomed for eternity!

dikkatim feci şekilde dağınık. kitabı yazmaya devam edemiyorum. içimden bir ses giderek daha sikko bir şeye dönüştüğünü söylüyor ama belki yanılıyorumdur. aslında yazsam da ne olacak bilmiyorum. belki kendi kendime farklı bir bakış açısı kazandırırım. umutsuz olsam ve yeteneksiz hissetsem de yazmam gerek, çok kişiye yapacağımı söyledim. galiba bu da kendimi gaza getirme yöntemim. haydi madem, yelkenler fora.

oturduğum yerde heyecanlanıyorum. nabzım normalden biraz daha yüksek. solunumum hafif düzensiz. göğsümdeki deriyi şöyle bir tırnaklarımı geçirip parçalayasım var. çıkıp bir hava almak, sevgiliye gitmek, mutfağa dalıp bir şeyler atıştırmak dikkatimi daha da dağıtacak, mutfak kısmını denediğimden biliyorum. ama günlük sistem kaydığı için böyle de odaklanamıyorum. sanırım bu akşam düzgün bir çalışma planı yapıp yarın erken kalkmalıyım. hiç de canım istemiyor oysa. yine de ufacık bir istek bulursam yapmalıyım yoksa bitkiye dönüşmem yakındır.

vücudum cold turkey sinyalleri veriyor sanırım. son derece paradoksal. bir hafta tatil yapsam muhtemelen yeterli bulmam, daha hafta başında yeniden işe döneceğimi düşünerek salak gbi tatilimin içine ederim. şimdi döneceğim bir iş yok, başka şeyler yapmak için yeterli kaynağa sahibim ve sabah erken kalkmamı sağlayacak bir sisteme ihtiyaç duyuyorum. aslında şu anda bir stop motion film denemesi yapmamam için hiçbir sebep yok. isteksizlik dışında.

yarını bugün gibi yaşamamaya çalışacağım.

29 Eylül 2010 Çarşamba

genç reklamcılar rahatsız

ibret hikayesi olmuşum, benim konuyla ilgili posterler internetlerde dolaşıyor. merak ediyorum, bundan yöneticiler mi yoksa çalışanlar mı ders alacak? büyük bir sessizlik mi çökecek ortama yoksa yeri geldiğinde sesini çıkarabilecek biri olacak mı?





25 Eylül 2010 Cumartesi

maaşıma zam, işime son

yıllarca bu cümleye anlam veremedim ben. işinden memnun olduğun çalışanlarına zam yaparsın, memnun olmadıklarını işten çıkarırsın ama ikisini bir arada yapamazsın şeklinde çok düz bir mantığım vardı.

insan her gün yeni bir şey öğreniyor.

geçen ay zam aldım. dün işten çıkarıldım. bu iş konusunda sıçtığım için olmadı.

sebep geçen hafta buraya yazdığım "the gentle art of making enemies" başlıklı yazıydı.

çok şaşırdım, blog beklediğimden daha fazla kişi tarafından okunuyormuş. okuyanlardan biri de patronmuş. yazı onu çok kırmış, böyle mutsuz biriyle çalışamayacağını söyledi. yazıyı ricası üzerine sildim. arkasında durmadığım için değil, nezaket zayıf noktam olduğu için. insanlar kibarca rica edip isteklerinin nedenini söyleyince "saçma sapan konuşma" diyemiyorum. empatim kurusun.

patrona hala kızamıyorum, kötü niyetli olduğunu hiç düşünmedim. bunun nedeni hiçbir zaman işçi psikolojisine girememem olabilir. öfkeli bir solcu olsaydım patronların işçiyi nasıl bastırdığından, kurbana bile kendini suçlu hissettirebildiğinden bahsederdim. sorunlar karşısında ülkeyi / şirketi terk etmeye gerek yok, bir şey değiştirmeye çalıştığında, yeteri kadar sivrildiğinde zaten gönderiliyorsun derdim. "ya sev, ya terk et" mantığıyla yaşadığımızı, düşünce özgürlüğü diye bir şeyin olmadığını, bunun yansımalarını küçük bir şirkette bile görebildiğimizi söylerdim.

sonuncusu dışında hepsi öfkeli bir dramatizasyon. sonuncusu gerçek. çünkü kelimeler güçlüdür. çoğu zaman okunmazlar ama okuyanları harekete geçirebilir, önce büyük bir huzursuzluk, ardından büyük bir ayaklanma başlatabilirler. o yazıda böyle bir gücün yattığını düşünmüyordum açıkçası. hiçbir şeyin değişmeyeceğine dair inancımı ortaya koyduğum, umutsuz bir anımda yazdığım, basit bir iç dökme yazısıydı. ama kelimeleri bir kez yazdığında artık senin olmaktan çıkarlar. okuyanın gözünde farklı bir değer kazanabilir, düşündüklerinden farklı anlamlar taşıyabilirler.

bu da bizi başka bir bakış açısına götürür. yöneticinin bakış açısına.

işçi tulumumuzu çıkarıp gömleğimizi ve ceketimizi giyelim, bir de - yapabildiğimiz kadarıyla - bu yönden inceleyelim. bununla birlikte aklımızdan çıkarmayalım; patronumuz şerefsizin teki değil, çalışanlarının mutsuzluğuna teşhis koymakta en az onlar kadar zorlanan, hata yapabilen sıradan bir insan. ben o yönetici olsaydım sayılarla uğraşır, kendi çabamla kurduğum işletmemin kar sağlaması ve işlerin olabildiğince sorunsuz yürümesi için çalışırdım. her çalışanımın vazgeçilebilir olduğunu bilir, bana iş bazında en yüksek faydayı sağlayacak olanları yanımda tutardım. amacım kar sağlamak olduğu için, ya çok para verip muhteşem işler çıkaracak adamlarla çalışır ya da daha düşük ücretle çalışacak adamlardan bir çeşit fabrika oluşturup duygusal motivasyon sağlar ve gelir akışımı dengelerdim.

şimdi cümlemizi kuralım: duygusal motivasyonu denediğim halde sağlayamıyorum. yanımda çalışanların motive zamanlarında bile muhteşem işler çıkardıklarını görmedim, dolayısıyla daha fazla para vermemin anlamı yok, mal bu. daha yüksek ücretle yetenek skalalarının dışına çıkamazlar, boşa kürek çekmeyelim. bir de başıma mutsuzluğunu açık açık dile getiren, zaten huzursuz olan çalışanları daha da gaza getirebilecek biri çıktı. sorun büyümeden bir adım atmalıyım. kendisi mutsuz olduğu halde gitmiyorsa, onu gönderme kararını verebilmeliyim. çünkü yöneticilik, iyi sonuçlar için insanları memnun etmeyebilecek kararları vermeyi gerektirir.

işçi ve yönetici açısından yaptığımız incelemede hala eksik kalan iki faktörümüz var. ben ve eski patronum. uzaktan bakıldığında her şey formülize edilebilir ama işin içine insan faktörünün, kişiliklerin, tepkilerin, duyguların, hatta çoğu zaman göz ardı ettiğimiz hormonların girmesi süreci çok farklı yerlere götürür.

ben mesela, sosyalizm ve kapitalizm arasında kalmış, ikisine de tam anlamıyla dahil olamamış biri olarak ne işçiyim ne de yönetici. hem akıl yorarak hem de üşenmeyerek bir oluşumu meydana getirmiş, buna sermaye sağlamış yöneticiye (türk filmi ve edebiyatı dilinde fabrikatör sami bey) saygı duyarım. o, önemli bir adamdır, üretimi başlatmış kişidir. diğer yanda ise işçi (bu da nihat usta oluyor) "bu fabrikayı ben kurmadım ama işleten benim. ben ve benim gibiler olmasak burası boş bir bina olarak kalır, üretim yapılmaz" diye düşünür ve bir yere kadar haklıdır. mevcut sistemi düşünürsek o kadar da haklı değildir, çünkü o değil ama onun gibiler (hatta onun kadar yetenekli olmasa bile daha az sorun çıkaranlar) her zaman bulunur. bunun tek istisnası doktor house. o da zaten insan değil, bir dizi karakteri.

buna bazı insanlar "devrim", bazılarıysa "yemek yediğin kaba sıçmak" derler sayın bayanlar, baylar. bahsettiğim her iki bakış açısı için de geçerlidir. çalışan bir şeyleri eleştirerek, diğer çalışanları motive veya demotive ederek iyi yönde bir değişim sağlayabileceğini düşünür, terk etmek yerine kurcalar. yönetici kurduğu ve sürdürmeye çalıştığı "iyi" düzenin tehlikeye girdiğinin farkındadır. elindeki tek yazarı "derdin ne senin, bahsettiğin insanların derdi ne, sizce ne yapmak gerek" diye sormadan, yeni birini bile bulmadan gönderir. ikisi de bazı noktalarda hatalıdır ama herhangi birine "sen haksızsın" demek zordur.

ben "bu ajansa sağlayabileceğim tek fayda yaptığım iş değil, burada hala yapabileceğim bir şeyler, düzeltebileceğim sorunlar var" diye düşünebilirim. böyle bakınca ben özel biriyim, binlerce çalışandan farkım bu. patron ise "ben sana sadece çalışman için para veriyorum, işime burnunu sokman için değil" diye düşünebilir. bu da kontrolü elinde tutmak isteyen herkesin hakkıdır.

herkesin görev tanımının belli olduğu, herkesin işini mükemmel yaptığı, kimsenin şikayet etmeyip makine dişlileri gibi uyum içinde çalıştığı, işleyişte hiçbir sorunun çıkmadığı bir dünya hayal ediyorum. bu hayal tüm çağlarda, tüm sistemlerde vardı. ancak teori ve pratik hiçbir zaman birbirini tutmaz. bir yerlerde sorun çıkar, biri diğerinin görevine müdahale eder, bir yerde bir hareket örgütlenir, bundan bir isyan doğar. ancak ondan sonra yepyeni bir sistem hayal edilir, oluşturulur, işleyeceği umulur. elbette bu sadece teoride işleyen bir hayaldir ve tarih tekerrürden ibarettir.

24 Eylül 2010 Cuma

öfke ve iletişimsizlik

var böyle bir şey. az önce gördüm. üzücüydü de.

malumunuz, sansürsüz internet mail grubuna üyeyim, ya noğlacağıdım? grupta her çeşit insan var elbette. böyle ateşli fikir savunucuları, etliye sütlüye bulaşmayanlar, cevap arayanlar, fikir yürütenler, öfkeliler, umutsuzlar, neşeliler... hemen herkes var yani. bir tek "saçmalama yeaa, sansür süper bişidir ve çok da gereklidir benca" diyenler yok. ama öfke var işte. hem de büyük miktarda, paranoya oluşturacak şekilde. nasıl bir negatiflik, nasıl bir atışmaya davet ortamı...

bir insan evladı gruba yeni girmiş sanırım, "internet dediğin öyle tamamen sansürsüz olmaz, çoluk çocuk da giriyor buraya, ben de bu yüzden çıkmak istiyorum bu gruptan ama nasıl yapacağımı bilemedim" demiş. sonra buna karşılıklar gelmeye başladı. yok efendim çocuğuna kendin terbiye verirsin, senin çocuğun ayıp şeyler görmesin diye benim internetimi kesmeye ne hakkı var bu devletin falan. tamam, doğru bu söylenenler ama kadın da "bence devlet kafasına göre sansürlesin" demiyor ki, öyle demediği için bu gruba üye olmuş.

ben de araya kaynayıp bir şey yazdım, olduğu gibi yapıştırıyorum buraya:
"Burada bahsedilen sansür konusu pek de çocuklarla ilgili sayılmaz. Muhtemelen aylar, hatta yıllar önce bu konuları konuşmaya başladığımızda aramızda değildiniz, bu nedenle kısa bir özet geçmek ve derdimizi minik bir örnekle olabildiğince açıklamak istiyorum.

Kanunen yasaklı olan, örneğin çocuk pornosu içeren, uyuşturucu maddelere özendiren, intihara yönlendiren sitelere sansür uygulanmasın demiyoruz. Ama yıllardır kapalı olan web sitelerinden biri evrimci biyolog ve yazar Richard Dawkins'in sitesi. Neden kapandı? Çünkü adam evrimin varlığından ve tanrının yokluğundan bahsediyor. Okyanus ötesinden birileri de benim inançsızlığıma saygı duymadan, Silivri'deki bir mahkemede oldu bittiye getirerek, tamamen sorgusuz sualsiz bu siteyi kapattırabiliyor.

Bunun gibi birçok örnek var. Sansürden kastımız da çocuklara zararlı olan bir içerik değil. Özgür bireylerin tercihlerine saygı gösterilmeyen, bilgi alma ve yayma hakkının engellendiği faşizan bir oluşum.

Elbette siz de istediğiniz zaman grubu terk etmekte özgürsünüz. İstediğiniz bilgiyi almanıza, istemediğinizi ise yok saymanıza bir itirazımız yok. Ancak yazınız asıl sorunumuzu pek anlamadığınızı hissettirdi, bu nedenle açıklama yapma gereği duydum."

kadın yazmaya makul bir şekilde devam etti, hiç de öyle negatif olmayan bir tonda. "birbirimizi anlamalıyız" dedi, "eleştirmeden, saldırmadan, eylemlere girişmeden önce birbirimizi dinlemeliyiz." verilen cevapların negatifliğinden hiçbir şey eksilmedi. kadın bir mesajdan sonra "defol git diyorsun yani?" diye cevap verdi birine ve ne acıdır ki haklıydı. bir araya gelip bir şeyler yapabileceğimize inanan, bu nedenle grup kuranlar öfkelerine yenilip insanları kolayca kaçırabiliyor. oluyor bu gerçekten. olmuyor mu?

kadına özel bir mail gönderdim, yine açıklama yaptım. onu gruba göndersem daha büyük yaygara kopacaktı diye düşündüm.

geçen gün soruyordum ya, "ev ev dolaşıp mı anlatmalıyız derdimizi?" diye. sanırım gerektiğinde bunu yapabilmeliyiz. insanları bir yere toplayıp gruplara hitap etmek yerine, yeri geldiğinde bir kişiye kendimizi tamamen anlatabilmeli, en azından bir kişi tarafından "gerçekten" anlaşılabilmeliyiz. ece temelkuran biz burada devrim yapıyoruz sinyorita'da yazmıştı "dünya artık büyük sözlerle değil, küçük insanlarla değişiyor."

birilerinin değişim için elini taşın altına koyması, öfkesini kaybetmeden ama ona yenilmeden, derdini gerekiyorsa teker teker herkese anlatması gerekiyor.

bir gün sonra gelen ek: bahsettiğim kadın gün boyunca devam eden mail trafiğinde bir ara gemi azıya aldı, sadece provokasyon amaçlı yazmaya ve haklı olduğu dışında elle tutulur hiçbir şey söylememeye başladı. fazla üzerinde durulmasa kendiliğinden yatışacak bir durum ilerleyen saatlerde kadının kötü niyetli birine dönüşmesiyle sonuçlandı. enteresandır, konuşmaya "ben bu gruptan ayrılmak istiyorum" diye başlayan kadın, birkaç saat sonra "beni gruptan atamazsınız, resmen sansürcüsünüz" diye ağzından salyalar fışkırarak bağırıyordu.

22 Eylül 2010 Çarşamba

en son annenannem öldüğünden böyle olmuştum. üstünden bir yıl geçmiş. cenaze namazı kılındı, yıkandı, toprağa verildi, bir sürü ağlayan, üzülen insan. eve bir sürü kişi geldi, bir sürü baş sağlığı. sonra mevlit, yine bir sürü insan. ağlayanlar, sinir krizleri. bende öyle çok da aşırı bir tepki yok, hatta neredeyse tık yok. mevlit bitince ve saat yeteri kadar geç olunca gitmeye başladılar. onlar selamlaşıp kucaklaşıp giderken çöpü çıkarmaya gittim. ağlamaya başlamışım. ağlıyormuşum ve farkına varmamışım.

bugün de öyle işte. bir baş ağrısı, bir dengesizlik. sanki bir ara fark etmeden, monitöre bakarken ağlamaya başlayacağım, biri omzuma dokunacak, gözlerimin ıslandığını o zaman anlayacağım.

yıllar önce, daha lisedeyken, türkiye'de demokrasiyi mi tartışıyorduk, başka bir konu muydu hatırlamıyorum. "bu ülkede ramazan'da üniversite kantinleri, yemekhaneler basılıyorsa bu ülke demokratiktir diyemezsiniz" demiştim. felsefe öğretmenim arka çıkmıştı yanlış hatırlamıyorsam. bir şeylerin farkında değil değildim. üniversiteye gittiğimde de birileri konuşmadan muhalefete girişmezdim ama ortaya bir konu atıldığında münazara mantığında fikir çürütürdüm. pek çok konuda pek çok fikrim vardı, sadece durup dururken ağzımı açmazdım. şimdi de olan bitenin farkındayım, konuşuyorum, yazıyorum ama... çok mu geç kalındı, yoksa zaten su yolunu bulmuştu ve bugünün gelmesi engellenemez miydi? engellenebilirdiyse nasıl olacaktı, ne yapacaktık? alperen ocakları topkapı sarayı'nın önünde tekbir getirirken sokak sokak, ev ev dolaşıp bildiri mi dağıtmalıydık? bir çayınızı içelim diye evlere girip derdimizi mi anlatmalıydık? anlatabilir miydik?

illa birileri mi ölmeli?

ölmek yeter mi?

20 yılı aşkın süredir türkiye'de bir iç savaş yaşanıyor. dağlarda, şehirlerde insanlar ölüyor. senin benim gibi insanlar. ya eğitimsiz, ya yanlış eğitilmiş, ya yanlış anlaşılmış, ya sabit fikirli, ya fikirsiz. bu insanlar istatistik dışında bir değer taşımıyor mu? ölmek de mi yetmiyor farklı bakış açılarını gösterebilmek için? insanların birbirini rahat bırakması, konfor alanını kendisiyle sınırlandırması için ne yapmak gerekiyor? ben istanbul'un fatih ilçesini ateistleştirmeye çalışmıyorsam, camide namaz kılan adamların sırtında birdirbir oynamıyorsam, onlar bana neden saldırıyor? içki içiliyor diye değil. o insanlar da über dinciler olmadıkları gibi içki içiyorlar, benim atmadığım hapları atıyorlar, uçan dişi sineğe mikilir bu diye bakıyor ve ellerine fırsat geçtiğinde mikiyorlar. içkimden sana ne diyemiyorum, onun derdi içki değil. peki derdin ne be adam? derdin ne?

bireysel faşizmimizi toplumsallaştırıyoruz, tüm aptallığımızla fikirlerimizi kitlelere yaymaya çalışıyoruz. almayanı dövüyoruz. bunu biz yapıyoruz. sorun sadece fakirlik değil, bastırılmışlık, kandırılmışlık değil. insanları tuhaf türlere dönüştüren o kadar çok etken var ki neresinden tutsan elinde kalıyor. ben yazıyorum ve birilerine düşüncemi empoze etmeye çalışıyorum. ama ben soruyorum da. neden diye soruyorum. sabit çünkülerimle birilerinin başını ezmiyorum.

benim bugün hormonlarım çıldırdı sanırım, annenanne ölümü moduna girdim. bugün çalışmak istemiyorum, baş ağrılı ve yorgunum. sessiz ama normalden de uyuzum. uyumak istiyorum. bütün bunları da depresif olduğum için yazıyorum. nihayetinde "neden" diye sormayanlar okumayacaklar. kendi kendimeyim. belki bir avuç insanla birlikte.

peki ben o kitabı yazarsam kime yazacağım?

21 Eylül 2010 Salı

(a)normal

her şey normalleştiriliyor. toplumlar sistemli olarak aptallaştırılıyor, sapkınlaştırılıyor, kayıtsızlaştırılıyor. televizyonda bir tecavüz sahnesini tekrar tekrar, salyaları akarak izleyen kaç kişi vardı acaba? kaç kişi günlerdir bunu konuşuyor? kaç kişi dalga geçiyor? kaç kişi akşam ezanından sonra eve girince eşek sudan gelinceye kadar dövülen, bir erkeğin elini tutunca kafasına kurşun yiyen kızları düşündü? eşcinsel bir çift televizyonda aynı yatakta görüldüğünde kaç kişi "siktiğiminin ibneleri" diyerek kanalı değiştiriyor, ne dediğinin bile farkında olmadan? kaç kişi bunu tedavi edilebilir bir hastalık olarak görüyor? normal ve anormal arasındaki ortak nokta ikisine de yanlış tepkinin verilmesi mi?

sizleri anlamaya çalışıyorum, bu yüzden nefret edemiyorum. bu bakış açısı size kazandırıldı. yanlış bir yaşam formu olmayı siz seçmediniz, böyle eğitildiniz, bastırıldınız, kapana kıstırıldınız. korkmamanız gerekenlerden korktunuz, olmaması gereken konularda cesaretlendirildiniz. siz tuhaflaştırıldınız. allah belanızı versin diyemiyorum, sizi suçlayamıyorum. sadece ölmenizi istiyorum. acısız. tık diye.

ölün ki bu toplum temizlensin. içindeki irin aksın ve yok olsun. ölün ki kadınları, eşcinselleri ve güçsüzleri daha fazla acıtmayın. ölün ki toplumumuz normal kadın ve erkeklere kavuşsun, çocuklar sizin çarpık, sapkın bakış açınızla zehirlenmesin.


19 Eylül 2010 Pazar

5 adımda ölüm

bugün aslı ve evren'le konuşmalarım sonucunda bir kitap yazabileceğimi fark ettim. onur, buradan sana sesleniyorum, seninle de bir araya gelip bu konuyu biraz konuşmalıyız. şu yukarıda gördüğünüz başlık, takriben on yıl sonra okuyacağınız, inci vardar imzalı bir kitabın ismi olabilir.

konuyu kısaca şöyle özetleyebilirim:

insan öleceğini öğrendikten sonra beş aşamadan geçer. bunlar;
1. "yeaaa yok öyle bir şey" denilen reddetme,
2. "sizin yüzünüzden oldu hayvan herifler" denilen öfke,
3. "allaaaam sigarayı bırakayım, sen de bana 4 yıl daha ömür ver" denilen pazarlık,
4. "resmen tarrağa yan bastım hacı, bundan sonra yemek yemenin de anlamı yok" denilen depresyon,
5. ve son olarak "ölüyorum, evet, vasiyet falan yazayım bari" denilen, artık yumurtanın da kapıya dayandığı kabullenme aşamaları oluyor.

ben de bunları birey, türkiye gibi bir ülke ve dünya gezegeni şeklinde üç bakış açısıyla inceleyebilirim. böylece kişisel bakış açısı, fiktif siyaset ve bilim kurgunun iç içe geçeceği, gerçek olmayan ama gerçekçi olabilecek bir kitap yazabilirim.

hatta belki siz sayın okurlar, bu kitabın gelişimine tanıklık edebilir, bazen katkıda bulunabilirsiniz. kitapçılarda aynı konuda benim yazmadığım bir kitap görürseniz de söyleyin, yazarını bulup ağzını burnunu kırayım.

artık burada belgelediğime göre yazmam gerekiyor yoksa kaypaklık olur, değil mi?

16 Eylül 2010 Perşembe

kürt sorunu

türkiye'de "kürt sorunu" diye bir şey yoktur. politika, çıkar çatışmaları, iç ve dış mihraklar, açılım safsatası vardır. ama kürt öcü değildir, öyle göstermeye çalışanlar da şerefsizdir, dombilidir.

diyarbakırlı iş adamı raif türk'le ilgili bir haberde şunu okudum, unutulmasın diye buraya da alıyorum:
“Çift bayraklı bir ülkede yaşamak istemiyorum. Eşitlik olduktan sonra tek bayrak hepimize yeter! Halkın ayrılmak gibi bir talebi yok, ikinci bayrak da istemiyor kimse. Bu talepler Kürt siyasetçileri tarafından yaratılıyor. Bakın Habur’dan gelenlerin istekleriyle bugünkü taleplere... Arada dağlar kadar fark var. Diyarbakır’da ağırlıklı olarak oylar ‘evet’ çıkar. Çünkü boykotun yararına inanmıyor vatandaş. ‘Evet’in de, ‘hayır’ın da anlamı var ama boykotun anlamı yok çünkü. Bence de boykot barışa hizmet etmez. Bugün burada bir ekonomik faaliyeti sürdürebiliyoruz, ama yarın sürdüremez hale gelebiliriz. Yarın burada bir sanayi kuruluşumuz olamayabilir. Çatışmalar gelişir, çatışmalar büyürse, tabii ki herkes bir yere kaçar. Kim burada durabilir ki!”

böyle insanları seviyorum ben.

11 Eylül 2010 Cumartesi

alice in referandum

referandumda vereceğim oy başından beri belli ama buraya "hayır" resmi koymak dışında hiçbir şey yazmadım. şimdi de kayda değer bir şey yazmayı düşünmüyorum aslında. ortalama 30 kişinin okuduğu, pek fazla karşıt görüşe ev sahipliği yapmayan bloga yazsan ne olur, yazmasan ne olur. yalnız bu süreçte facebook'ta hiç yazmadığım kadar yazdım diyebilirim. bir sürü yorum, uzun süredir konuşmadığım kişilere verilen cevaplar, yine uzun süredir konuşmadığım kişilerin yorumlarımı beğenmesi, vs.

peki ya sonra?

verdiğim cevaplar sonucunda evet cephesinden kimse "ya dur bir de şu yönden bakayım" demedi, demez. açıkçası bana "evet demelisin çünkü" şeklinde yanıt veren de olmadı, neden bilmiyorum. hemen her şeye cevabım vardı, bu doğru. ama evet cephesinin de cevapları olmalıydı. bir cümle kurup noktayı koyma özelliğim uzun süredir var, bunun farkındayım. ama tartışabilmeliydik. hayır cephesi "hayır, çünkü" dedikten sonra evet cephesi de "sen haksızsın, çünkü" diyebilmeliydi. olmadı. yine körlerle sağırların birbirini ağırladığı, yorumların çarpışmadığı, fikirlerin sabit kaldığı bir ortamdaydık. buraya herhangi bir şey yazsaydım büyük ihtimalle aynısı olacaktı. bırakın kayda değeri, muhtemelen olumsuz bir yorum bile gelmeyecekti.

zaten her yerde herkes bangır bangır konuşup yazarken ne anlamı var ki?

bana kalırsa bloglardan, köşe yazarlarından, yorumlardan önce değişen anayasa maddeleri okunmalı, bir zahmet üzerine düşünülmeli, karar böyle verilmeliydi. ama olay saçma bir şekilde akp'yi sevenler ve sevmeyenler olarak algılandı, algılatıldı.

yarın ak göt kara göt ortaya çıkacak ama asıl yanlış düzelmeyecek. yarın bu üke vatandaşlarının en az %70'i kendilerinin değil, başkalarının kararıyla oy verecek.

9 Eylül 2010 Perşembe

hamur ailesi büyüyor

evde, ajansta ve evren'de bir sürü saçma sapan şey oluşmaya başladı. saçmalar, çünkü bunları genellikle ne yazacağımı düşünürken veya ekrana bakmamı gerektirmeyen tırt filmler izlerken yapıyorum. fotoğraflarını çekiyorum, çünkü yaptığım şeyleri giderek daha fazla sevmeye başladım.


tabi hala fotoğraf makinesi kullanmayı bilmiyorum. otomatik bir çekimde bile asıl almam gereken görüntüyü bulanık çıkarabiliyorum. bu arada bu atın daha büyük, üzerinde daha çok çalışılmış ve siyah olanı evren'in evinde.


humpty dumpty'nin ayrıntıları zumi'yle kesinlikle görünmüyordu. şimdi daha iyi.


sıradaki parçamız ise çolak sevgililer için geliyor: ben seni ellerin olsun diye mi sevdim?



31 Ağustos 2010 Salı

tek kaşım kalktı yine

az önce bir haber okudum. çok üzücü. dört çocuk, içinde oyun oynadıkları kullanılmayan derin dondurucuda ölü bulunmuş. ayrıntılara girmeye gerek yok, cidden çok üzücü.

sonra o haberin devamı geliyor. facianın ardından dram çıktığını belirtmişler. baba çocuklarına bakabilmek için sekiz yıldır ayakkabı alamıyormuş. 12 yıl önce imam nikahıyla birleştiği eşiyle, imkanı olmadığı için resmi nikah yaptıramamış. adamın cebinde 1 lira olsa harcamaz, çocuklarına verirmiş. o kadar fakirlermiş ki, çocukların oyuncakları bile tahtadanmış.

bence bu ne biliyor musunuz? yapacak haber bulamadıkları için ajitasyona başvuran muhabirlerin işgüzarlığı. anne ve babanın ajitasyon yaptıklarını söylemek istemiyorum bile, onların şimdi ciğerleri yanıyor, ne yardım isteyebilir ne de fukaralığın reklamını yapabilirler. haber yapanlara da kızmıyorum pek, nihayetinde yoruma açık bir iş yapıyorlar ve s.ke s.ke haber bulmaları gerekiyor.

ne var ki, belki pek zamanı değil ama o anne ve babaya kızıyorum. 12 yıl önce imkansızlıklar nedeniyle resmi nikah kıydıramayan bu iki yetişkin, nasıl bakacaklarını bilmedikleri 4 çocuk yapıyor. 4 çocuk ulan! biz sahip olmadığımız bir çocuğun bakım masraflarını hesaplayıp "vay anasını sayın seyirciler! çok para la bu!" derken, kıçına don alamayan aile 12 yılda 4 çocuk sahibi oluyor. var ya, ne çocukların tahta oyuncakları ne de adamın sekiz yıldır alamadığı ayakkabı umrumda oldu, fakirlikleri de zerre kadar acıtmadı canımı.

büyük konuşmak istemiyorum ama bile bile de lades demeyelim lütfen.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

bu lafım sana!

yeni oyuncağımı beğenmiş olabilirsiniz sevgili okular ama hepinizi töhmet altında bırakmak istemiyorum. ama bu komplo topluca kurulduysa da hepinize buradan "ulan götler!" diye bağırırım.

dün gece iki buçuk sularında bir gümbürtüyle uyandım ve bir de ne göreyim? güzelim lucidique kütüphanemin üzerindeki, yaklaşık bir haftadır sakin sakin durduğu yerinden aşağı uçmuş, yerde yatıyor. "n'oluyo lağn?!" tepkimden sonra gördüğüm sahne içimi parçaladı, gözümden bir damla yaş süzüldü. ta ki kızın ayağının da kırıldığını görene kadar! milleti uyandırmamak için içimden "nnnnööooooo!" diye bağırdım. sonra da "ulan kim baktı bu saatte bloga, hangi ipne nazar değdirdi" diye düşündüm. sonra uyumuşum.

bakın kızacağım kadar kızdım zaten, daha fazlası ancak basit bir küfür olarak çıkar. bir kişi yüzünden herkese posta koymak istemiyorum. efendi olun, söyleyin, kimin gözü kaldı lan oyuncağımda?!

17 Ağustos 2010 Salı

reklam

bu sabah artık reklamcılığa kızmadığımı farkettim. günlerce kafa patlatıp oluşturduğumuz kurgular, bulamadığımızda kendimizi gerizekalı hissettiğimiz fikirler, dahiyane sayılan projeler aslında o kadar anlamsız ki. en iyi reklamlar bile bir ay sonra hatırlanmıyor. reklam, üretilen ve diğerlerinden hiçbir farkı olmayan bir objeyi veya hizmeti birazcık parlatıyor ve tanıtıyor. sonrası tüketiciye kalmış. üreticinin boktan ürününü alıyorsa, bu kendi zayıflığı. reklam yalanını söyleyip aradan çekilmekten başka bir şey yapmıyor.

hatırlanan reklamlar var elbette. çakar çakmaz çakan çakmak bizim nesil tarafından unutulmayacak bir slogan. ama tokai öyle herkesin cebinde olan, satış rekorları kıran bir çakmak değil. absürd shubuo reklamları da görevini ziyadesiyle yerine getirmişti. ne var ki, sonraki yıl artık shubuo diye bir ürün yoktu.

bununla birlikte, marka kimliği ve pazarlama gibi kavramlar elbette var, olmaya da devam edecek. adidas bu kadar para kazanıyor olmasını yalnız çin'de 1 dolar'a adam çalıştırıyor olmasına değil, reklamlarına, oluşturduğu marka kimliğine ve tasarımlarına da borçlu. ama o bile "asla adidas dışında bir ayakkabı giymem" dedirtecek kadar muhteşem değil. insanlar markalara güvenmiyor. güven olmayınca da bağlılık neşeli bir hayal olarak kalıyor.

dijitalde durum daha da içler acısı. sözde reklam yapıyoruz. ama diğer yandan, reklamımızın da reklamını yapmak durumundayız. "lütfen reklamımızı görün, reklam için yaptığımız bu oyunu oynayın" demek için insanlara rüşvet veriyoruz. dijital reklamcıların dillerinden düşürmedikleri, mümkün mertebe tiksindikleri bir "havuç" kavramı var ya, o havuç yapılan hemen her işte markanın bir tarafına giriyor. boktan sitelerine adam çekmek, saçma sapan fotoğraflar yüklemelerini sağlamak için yüzlerce ürün dağıtıyorlar. reklamın amacı bu ürünü satmak değil mi? bedava vermek, sana böyle saçma bir hizmet sunan reklam ajansını azarlamamak neden? özellikle de sonrasında ürünün peynir ekmek gibi satılmıyorken?

bir araba markası için oyun yaptık. türkiye'ye bu araçlardan yılda 3-4 tane geliyor. en iyi ihtimalle bunlar satılıyor, ortalama satışı yılda 2 tane sanırım. yaptığımız oyun ikinci haftasında 40.000'den fazla kişiye ulaşmış, insanlar hala deli gibi oynuyorlar. kampanya ödülü dört kişiye tatil çeki. bu oyun sonucunda insanlar bayilere doluşup o arabayı almak için sıraya dizilecek mi? mümkün değil, zaten sokaktan geçen adamın alamayacağı kadar pahalı bir araç. yani müşteri en iyi ihtimalle 5 tane araba satmak için hem oyuna, hem ödüle hem de oyunun tanıtımına para verdi. kampanyanın üzerinden bir ay geçtiğinde belki ödülü kazananlar bile arabayı ve oyunu bir an bile düşünmeyecekler. hepsi unutulacak.

marka algısı her marka için önemlidir, hatta vazgeçilmezdir. bazılarının o algıyı oluşturmak için daha fazla parası vardır. bazı ürünlerin diğerlerinden daha iyi ve kaliteli olduğu su götürmez bir gerçek. ama zara'daki bir elbise ve aynısının pazardaki muadili arasındaki tek fark aslında etiketi. bir reklamcı tek atımlık dahiyane fikirleriyle ne dünyayı değiştirebilir ne de bir markayı ihya edebilir. örneğin, hiç reklam yapmayan (ama adbusters'ın "corporate" düşmanları arasında her daim ilk onda yer alan) starbucks canavarını oluşturan, onu bir marka haline getirenlerin reklamcılar olduğunu hiç sanmıyorum.

13 Ağustos 2010 Cuma

sıcak vs.

dün gece sıkılınca kendi kendime çok güldüm. burak bir kitap verdi, esneye esneye onu okuyordum. kitapta ne onaylayacağım ne de muhalif olacağım bir şey buldum, hiçbir şey de öğrenmedim. dolayısıyla bitse de gitsek diye okuyorum. neyse işte, o canımı sıktı. zaten hava çok sıcak.

sonra balkona çıktım, belki meteor görürüm diye. ama koskoca şehirleşme diye bir şey var, meteor yağmurundan dilek bile tutturmuyor. ona da sıkıldım. zaten sıcak. of...

bir de gezegenlerin saygı duruşu var tabi. evren'le melike'yi aradım. evren'e "bak canım, kıyamet koptu kopacak, seni çok sevdiğimi bil" dedim. melike'yle yeni zelanda kıyamete girmiş midir, şimdi kopuyorlar mıdır diye konuştuk. ulan biz bir meteor göremiyoruz... sıkıldım işte. sıcak ulan!

yattım sonra, biraz uyudum. kaşınarak uyandım. şişmanlamış sivri sinekler üstümden pike yaparak geçiyor. saat 4 gibi. dört saat daha çekilmez bu dedim, ışığı açtım. gözlerim çipil çipil. ama sinek hayvanları o kadar çok kanımı emmişler ki dana gibiler. aldım elime tişörtümü, başladım kafalarına kafalarına indirmeye. üzerimde iki litre off var bu arada, hayvanlar hiçbir şeyden etkilenmiyorlar artık. vurduğumda ölebilmelerine şaşırdım desem yeridir. sonra duvarlar leş gibi oldu tabi. temizlemedim, yattım. ama yine sıcak...

rüyamda john connor tipinde bir terminator üretildiğini gördüm. john da hapsedilmiş, revolution tarafından kurtarılmış ve uçağa bindirilip güvenli bir yere götürülecek. terminator john'u uçağa binerken görüyor, kapı kapanırken koşmaya başlıyor. uçak da nasıl teknolocik, nasıl inovatif... rüyamda hikayeyi anlattığımı duyuyorum: "tabi terminatör de giden uçağı durdurmaya çalışacak değil, belli bir karizması var onun da. efendi gibi uçağın kanadına atlıyor, kanadın şeklini alarak (vay anasını, teknolojiye bak be! valla süper kanat oldu elemandan, çok şık!) gizlice takip ediyor." uyandım. güldüm. sinekleri duydum, canım sıkıldı. çok sıcak anasını satayım.

birkaç sinek daha katlettikten sonra, hele uçamayacak kadar şişmanlamış bir tanenin işini bitirdikten sonra dedim ki; bunlar büyüyünce bit, sonra da yarasa oluyor herhalde. daha fazla büyürlerse vampir bile olabilirler. bit ve sinek ısırıp kan emince kaşındırıyorsa belki vampirler de ısırdıkları yerde sadece enfeksiyona neden olup kaşındırıyorlardır. daha büyük olduğu için kaşıntısı da daha fazla oluyordur. kendi kendime gülerken uyumuşum. yine de çok sıcak.

sabah uyandığımda leş gibiydim. aklımda ceylan ertem'in söylediği fikrimin ince gülü vardı. şöööyle bir hüzünlendim. üstüme giydiğim elbise üşengeçlikten buruş buruştu, annemin kızacağını düşündüm. çöp atmak için masamın altına eğildim. iki sivri sinek baş aşağı duruyorlardı. annem ütüsüz elbise giydiğim için kızdı. güne ne kadar haklı başlamıştım. korkarım bugün de çok sıcak geçecekti. ne yapalımdı.

29 Temmuz 2010 Perşembe

gerçekler ve hakikatler*

bazen diyorum ki kendime, "ah be inci, el attığın bir şeyden de mükemmele çok yakın sonuçlar alma be kızım!" cüccük yapıp çekiştirmekten kulaklarım sarktı, tahtaya tıngırdatmaktan parmak eklemlerim aşındı, yine de bir yerime nazar değecek diye uykularım kaçıyor. bu kadarla kalsa iyi. uyku kaçınca aklıma işlerim geliyor, fikir üretmeye başlıyorum. onlar da nasıl muhteşem, nasıl orijinal, nasıl ödüllük... hemen not alıyorum, ertesi gün toplantılardan toplantı beğenip anlatıyorum cümle aleme. onlar benim muhteşem dehamı anlamaya çalışırken de çekiyorum not defterimi önüme, veriyorum kendimi resime. her çizgim bir şaheser, her figürüm adeta bir picasso çatlatan! başka neye el atsam diyorum, aklıma müzik geliyor. fazıl say'a rakip olurum da twitter'da adamı zeka fışkıran cümlelerimle bozmak zorunda kalırım diye bulaşmıyorum. medyatikliğe hiç gelemem!

bazen de gerçeklere dönüyorum.

o gerçeklerden biri, her ne kadar ismimin altına "skimsonik projeler müdürü" yazmış olsam da pek yetenek fakiri olmadığım yönünde.

ajansa aldığım kıytırık oyun hamuru bir iki mıncırmadan sonra elimde dağılmaya ve bir türlü şekil almamaya başlayınca ilişkimizi ahtapot ve balık gibi minör karakterlerle sınırlandırdım. bu arada jovi diye bir oyun hamuruyla tanıştım. yumuşak, elleri vıcık vıcık etmeyen bir şey. bu akşam biraz zaman bulunca onu şekillendirmeye başladım ve ilk figür denememi yaptım. ortaya aşağıda bulunan 8 cm. boyundaki tip çıktı.




aslında minik kulaklar yapmanın meşakkatli olduğunu fark edene kadar bunun bir kadın olacağından benim de haberim yoktu. böyle mıncık ağızlı, sert bakışlı bir şey olmasını da beklemiyordum ama parmaklarım öyle uygun görmüş. hem önemli olan sağlıklı olması, gerisi teferruat. herkes güzellik kraliçesi olacak değil ya canım... bu da büyüyünce varoluşçu akademisyen falan olur, kaknem görünümünü karizmasıyla dengeler. (tipe baktıkça, iyice kendime benzetiyorum. dehşet verici. resmen sinirlenip karşımdakini ciddiyetle dinlerken takındığım tavır. rezalet.)

bunun dışında da az çok ilk paragrafta yazdığım gibi durumlar. tabi onların gerçekçi olanları. öyle deha veya üstün yetenek sayılabilecek bir şey yok ortada ama ortalamanın üstünde gibiyim bu aralar. en azından bu düzeyin altına düşmeyeyim işalla yareppim dinimiz amin demekteyim. daha iyiye gidersem ne ala. ama cidden, lütfen bunun altına düşmeyeyim, sonra kendimi geri zekalı gibi hissediyorum.

şimdi gayet iyiyim. (cüccük, tok tok tok!) bir de konu bulsam, gaipten sesler'e hikaye yazsam diyorum. çok ihmal ettik yine orayı. (kendime söylüyorum ama sen de anla aslı.)

* başlık oğullar ve rencide ruhlar'dan bir bölüm adı. okuyun onu, çok güzel kitap.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

doğal seleksiyon vs. unicef

bu akşam da tünel'den taksim'e yürürken yolum yardımsever aktivistler tarafından kesildi. unicef çocuklara yardım etmemi istiyordu. (şu anda aklıma david ogilvy'nin "you can't bore people into buying" sözü geldi.) çocukları sevmediğimi söyledim. elbette bu kadarla kurtulamayacaktım, nedenini öğrenmek ve beni sevmesem de yardımcı olmaya ikna etmek isteyeceklerdi. hem belki o çocuklar açlıktan ölmek yerine sevebileceğim yetişkinlere de dönüşebilirlerdi. yani beni illa konuşturacaklardı.

çoğalmalarından hoşlanmadığımı söyledim.
biz de hoşlanmıyoruz ama hazır doğmuşken de ölmesinler dediler.
ölmelerinin benim için bir sakıncasının olmadığını, doğal seleksiyonu desteklediğimi söyledim.
yani şimdi buradaki herkes ölse... dediler.
yer açılırdı, fena olmazdı, diye cevap verdim.
öldürebilir miydin onları diye sordular.
saçmalamayın, dedim, ama yaşamaları için de bir şey yapacak değilim.

birbirimize veda ettik, yürümeye devam ettim. daha on adım atmıştım ki, başka bir unicef gönüllüsü elindeki kağıtları burnuma soktu.
az önce arkadaşlarıyla konuşup doğal seleksiyonu savunduğumu söyledim.

yemek yemem için somalili aç çocuklarla duygu sömürüsü yapılan bir evde büyüdüm. çok üzülüyordum onlar için. tabağımdaki yemeği seve seve onlarla paylaşırdım. sonra, kilom pek değişmediyse de büyüdüm. hayatlarını sürdürebilecek kadar yiyecek veya su bulamayan, sefaletten kırılan insanların çoğalmaya devam ettiklerini gördüm. bu sadece sefil ülkelerde değil, benim ülkemin doğusunda, benim yaşadığım şehirde, benim sokağımda da oluyordu. ne de olsa allah onun da rızkını verirdi, unicef ona da yardım ederdi.

dünya yardımseverlerle ve vicdanı sömüren dilencilerle ve açlıktan ölen milyonlarca insanla dolu sefil bir yerdi. ama herkesin bulunduğu durum için mutlaka geçerli bir nedeni vardı.

aslında çocukları sevmiyor değilim. onlar için çoğu zaman o kadar endişeleniyorum ki, içimdeki tüm anaç duyguları bu yüzden öldürmüş olma ihtimalim bile var. kimse çocuk yapmasın da demiyorum, bir felaketle karşılaşmadıkça o çocuğu kendilerince büyütüp yetiştirebilecek kişiler var. refah içinde yaşamayanlara bile çocuk yapmasınlar diyemem. nüfus artışı işsizliğiyle, suç oranıyla, doğal kaynakların hızla azalmasıyla ve hatta küresel ısınmayla bana dokunuyor elbette. ama yine de yapmayın diyemem.

tabi kimse de bana "yardım edin, bu çocuklar yaşasın" diyemez.

mutlaka soran olacaktır; zengin ailelerin çocuklarının yaşamaya hakkı var da fakirlerin yok mu? yaşamaya haklarının olması için önce doğmaya haklarının olması gerekir. hele ki fakir bir ailenin beşinci çocuğu olarak doğmaya hazırlanıyorlarsa. ailesi onu dünyaya getirecek cesareti gösterebiliyorsa, ölümü karşısında aynı oranda sabır gösterebilmeli.

elim oynaşta

ajansta sıkılmak için hiç nedenim yok. boya kalemlerimi getirdim, oyun hamuru aldım, bir kısım oyuncağım da hala masamda ikamet ediyor. yeni oyuncaklarım oldu ama masa biraz kalabalık olduğundan kelli eve götürdüm. tanıştırayım.





boyaları gaz odasının duvarlarında kullandım. ilk olarak sarı nah yaptım (kanatları neslin çizdi) (hatta diyor ki; tünel'e sarı yumruk çizen adam gece kapıyı açık bulup ajansa girmiş, nah yapıp kaçmış) daha sonra diğerleri geldi. şimdi duvarlar diğer ajans sakinlerinin de resimleri ve yazılarıyla pek şenlikli. hatta, ayıptır söylemesi, "inci siker" de yazıyor duvarda. ben görünce utandım.







oyun hamuruyla da (elbette!) harikalar yaratıyorum ama sadece bir fotoğraf var. (bu arada ayfon şaane fotoğraf çekiyormuş ha!)


cumartesi yürüyüşe gittim. aslında ben yürüyüşlere inanmam. sivil toplum örgütlerine de pek güvenmem, yaptırım gücü yok denecek kadar az. yürüyüşler, basın açıklamaları, itirazlar, imza toplamalar genellikle bir baskı yaratmıyor bana kalırsa. ama katıldım, çünkü sadece ağzı laf yapan ama elini hiçbir taşın altına sokmayan biri olmak istemedim. çok kişi olduğumuzu göstereceksek +1 olarak o çoğunluğa katkıda bulunmam gerekiyordu. dolayısıyla oradaydım. oradaydık.

meydanda beklerken bir teyze "ne istiyorsunuz türkiye'den?!" diye çıkıştı. açıklama yaptım, dinlemedi, biraz daha vik vik edip gitti. çünkü meydanın diğer yanında da yürüyüşlerine başlamayı bekleyen islamcı kürtler vardı. her gün en az bir yürüyüşün düzenlendiği istiklal caddesi'nde yapılacak herhangi bir eylemin sonuca ulaşmasını olası bulmuyorum.

ertesi gün sun.day.sky'daydım. şöyle bir şeydi:


çocuklar, köpekler ve çimenler de vardı. oli bastiani de oradaydı. gözüme birkaç tişört kestirdim.





ve nah yapan bir güzel de buldum. eline yakışıyor.


bir saat falan oturduk. ilk dakikalarında sıkılmaya başladık. sonra sıkıntı büyüdü. apartman çocuğu olan ben, çimen görünce hemen yayıldım ama kısa süre sonra kaşınmaya başladım. mekandan ayrılmadan santral'e de baktık. seviyorum orayı. hatta düşünüyorum da yaşardım ben o binada. orası benim evim olsunmuş meğersem.






elbette türk'ün teknolojiyle imtihanını yaşadık.




şimdi sanırım biraz elim işte gibi görünmeliyim.