29 Eylül 2010 Çarşamba

genç reklamcılar rahatsız

ibret hikayesi olmuşum, benim konuyla ilgili posterler internetlerde dolaşıyor. merak ediyorum, bundan yöneticiler mi yoksa çalışanlar mı ders alacak? büyük bir sessizlik mi çökecek ortama yoksa yeri geldiğinde sesini çıkarabilecek biri olacak mı?





25 Eylül 2010 Cumartesi

maaşıma zam, işime son

yıllarca bu cümleye anlam veremedim ben. işinden memnun olduğun çalışanlarına zam yaparsın, memnun olmadıklarını işten çıkarırsın ama ikisini bir arada yapamazsın şeklinde çok düz bir mantığım vardı.

insan her gün yeni bir şey öğreniyor.

geçen ay zam aldım. dün işten çıkarıldım. bu iş konusunda sıçtığım için olmadı.

sebep geçen hafta buraya yazdığım "the gentle art of making enemies" başlıklı yazıydı.

çok şaşırdım, blog beklediğimden daha fazla kişi tarafından okunuyormuş. okuyanlardan biri de patronmuş. yazı onu çok kırmış, böyle mutsuz biriyle çalışamayacağını söyledi. yazıyı ricası üzerine sildim. arkasında durmadığım için değil, nezaket zayıf noktam olduğu için. insanlar kibarca rica edip isteklerinin nedenini söyleyince "saçma sapan konuşma" diyemiyorum. empatim kurusun.

patrona hala kızamıyorum, kötü niyetli olduğunu hiç düşünmedim. bunun nedeni hiçbir zaman işçi psikolojisine girememem olabilir. öfkeli bir solcu olsaydım patronların işçiyi nasıl bastırdığından, kurbana bile kendini suçlu hissettirebildiğinden bahsederdim. sorunlar karşısında ülkeyi / şirketi terk etmeye gerek yok, bir şey değiştirmeye çalıştığında, yeteri kadar sivrildiğinde zaten gönderiliyorsun derdim. "ya sev, ya terk et" mantığıyla yaşadığımızı, düşünce özgürlüğü diye bir şeyin olmadığını, bunun yansımalarını küçük bir şirkette bile görebildiğimizi söylerdim.

sonuncusu dışında hepsi öfkeli bir dramatizasyon. sonuncusu gerçek. çünkü kelimeler güçlüdür. çoğu zaman okunmazlar ama okuyanları harekete geçirebilir, önce büyük bir huzursuzluk, ardından büyük bir ayaklanma başlatabilirler. o yazıda böyle bir gücün yattığını düşünmüyordum açıkçası. hiçbir şeyin değişmeyeceğine dair inancımı ortaya koyduğum, umutsuz bir anımda yazdığım, basit bir iç dökme yazısıydı. ama kelimeleri bir kez yazdığında artık senin olmaktan çıkarlar. okuyanın gözünde farklı bir değer kazanabilir, düşündüklerinden farklı anlamlar taşıyabilirler.

bu da bizi başka bir bakış açısına götürür. yöneticinin bakış açısına.

işçi tulumumuzu çıkarıp gömleğimizi ve ceketimizi giyelim, bir de - yapabildiğimiz kadarıyla - bu yönden inceleyelim. bununla birlikte aklımızdan çıkarmayalım; patronumuz şerefsizin teki değil, çalışanlarının mutsuzluğuna teşhis koymakta en az onlar kadar zorlanan, hata yapabilen sıradan bir insan. ben o yönetici olsaydım sayılarla uğraşır, kendi çabamla kurduğum işletmemin kar sağlaması ve işlerin olabildiğince sorunsuz yürümesi için çalışırdım. her çalışanımın vazgeçilebilir olduğunu bilir, bana iş bazında en yüksek faydayı sağlayacak olanları yanımda tutardım. amacım kar sağlamak olduğu için, ya çok para verip muhteşem işler çıkaracak adamlarla çalışır ya da daha düşük ücretle çalışacak adamlardan bir çeşit fabrika oluşturup duygusal motivasyon sağlar ve gelir akışımı dengelerdim.

şimdi cümlemizi kuralım: duygusal motivasyonu denediğim halde sağlayamıyorum. yanımda çalışanların motive zamanlarında bile muhteşem işler çıkardıklarını görmedim, dolayısıyla daha fazla para vermemin anlamı yok, mal bu. daha yüksek ücretle yetenek skalalarının dışına çıkamazlar, boşa kürek çekmeyelim. bir de başıma mutsuzluğunu açık açık dile getiren, zaten huzursuz olan çalışanları daha da gaza getirebilecek biri çıktı. sorun büyümeden bir adım atmalıyım. kendisi mutsuz olduğu halde gitmiyorsa, onu gönderme kararını verebilmeliyim. çünkü yöneticilik, iyi sonuçlar için insanları memnun etmeyebilecek kararları vermeyi gerektirir.

işçi ve yönetici açısından yaptığımız incelemede hala eksik kalan iki faktörümüz var. ben ve eski patronum. uzaktan bakıldığında her şey formülize edilebilir ama işin içine insan faktörünün, kişiliklerin, tepkilerin, duyguların, hatta çoğu zaman göz ardı ettiğimiz hormonların girmesi süreci çok farklı yerlere götürür.

ben mesela, sosyalizm ve kapitalizm arasında kalmış, ikisine de tam anlamıyla dahil olamamış biri olarak ne işçiyim ne de yönetici. hem akıl yorarak hem de üşenmeyerek bir oluşumu meydana getirmiş, buna sermaye sağlamış yöneticiye (türk filmi ve edebiyatı dilinde fabrikatör sami bey) saygı duyarım. o, önemli bir adamdır, üretimi başlatmış kişidir. diğer yanda ise işçi (bu da nihat usta oluyor) "bu fabrikayı ben kurmadım ama işleten benim. ben ve benim gibiler olmasak burası boş bir bina olarak kalır, üretim yapılmaz" diye düşünür ve bir yere kadar haklıdır. mevcut sistemi düşünürsek o kadar da haklı değildir, çünkü o değil ama onun gibiler (hatta onun kadar yetenekli olmasa bile daha az sorun çıkaranlar) her zaman bulunur. bunun tek istisnası doktor house. o da zaten insan değil, bir dizi karakteri.

buna bazı insanlar "devrim", bazılarıysa "yemek yediğin kaba sıçmak" derler sayın bayanlar, baylar. bahsettiğim her iki bakış açısı için de geçerlidir. çalışan bir şeyleri eleştirerek, diğer çalışanları motive veya demotive ederek iyi yönde bir değişim sağlayabileceğini düşünür, terk etmek yerine kurcalar. yönetici kurduğu ve sürdürmeye çalıştığı "iyi" düzenin tehlikeye girdiğinin farkındadır. elindeki tek yazarı "derdin ne senin, bahsettiğin insanların derdi ne, sizce ne yapmak gerek" diye sormadan, yeni birini bile bulmadan gönderir. ikisi de bazı noktalarda hatalıdır ama herhangi birine "sen haksızsın" demek zordur.

ben "bu ajansa sağlayabileceğim tek fayda yaptığım iş değil, burada hala yapabileceğim bir şeyler, düzeltebileceğim sorunlar var" diye düşünebilirim. böyle bakınca ben özel biriyim, binlerce çalışandan farkım bu. patron ise "ben sana sadece çalışman için para veriyorum, işime burnunu sokman için değil" diye düşünebilir. bu da kontrolü elinde tutmak isteyen herkesin hakkıdır.

herkesin görev tanımının belli olduğu, herkesin işini mükemmel yaptığı, kimsenin şikayet etmeyip makine dişlileri gibi uyum içinde çalıştığı, işleyişte hiçbir sorunun çıkmadığı bir dünya hayal ediyorum. bu hayal tüm çağlarda, tüm sistemlerde vardı. ancak teori ve pratik hiçbir zaman birbirini tutmaz. bir yerlerde sorun çıkar, biri diğerinin görevine müdahale eder, bir yerde bir hareket örgütlenir, bundan bir isyan doğar. ancak ondan sonra yepyeni bir sistem hayal edilir, oluşturulur, işleyeceği umulur. elbette bu sadece teoride işleyen bir hayaldir ve tarih tekerrürden ibarettir.

24 Eylül 2010 Cuma

öfke ve iletişimsizlik

var böyle bir şey. az önce gördüm. üzücüydü de.

malumunuz, sansürsüz internet mail grubuna üyeyim, ya noğlacağıdım? grupta her çeşit insan var elbette. böyle ateşli fikir savunucuları, etliye sütlüye bulaşmayanlar, cevap arayanlar, fikir yürütenler, öfkeliler, umutsuzlar, neşeliler... hemen herkes var yani. bir tek "saçmalama yeaa, sansür süper bişidir ve çok da gereklidir benca" diyenler yok. ama öfke var işte. hem de büyük miktarda, paranoya oluşturacak şekilde. nasıl bir negatiflik, nasıl bir atışmaya davet ortamı...

bir insan evladı gruba yeni girmiş sanırım, "internet dediğin öyle tamamen sansürsüz olmaz, çoluk çocuk da giriyor buraya, ben de bu yüzden çıkmak istiyorum bu gruptan ama nasıl yapacağımı bilemedim" demiş. sonra buna karşılıklar gelmeye başladı. yok efendim çocuğuna kendin terbiye verirsin, senin çocuğun ayıp şeyler görmesin diye benim internetimi kesmeye ne hakkı var bu devletin falan. tamam, doğru bu söylenenler ama kadın da "bence devlet kafasına göre sansürlesin" demiyor ki, öyle demediği için bu gruba üye olmuş.

ben de araya kaynayıp bir şey yazdım, olduğu gibi yapıştırıyorum buraya:
"Burada bahsedilen sansür konusu pek de çocuklarla ilgili sayılmaz. Muhtemelen aylar, hatta yıllar önce bu konuları konuşmaya başladığımızda aramızda değildiniz, bu nedenle kısa bir özet geçmek ve derdimizi minik bir örnekle olabildiğince açıklamak istiyorum.

Kanunen yasaklı olan, örneğin çocuk pornosu içeren, uyuşturucu maddelere özendiren, intihara yönlendiren sitelere sansür uygulanmasın demiyoruz. Ama yıllardır kapalı olan web sitelerinden biri evrimci biyolog ve yazar Richard Dawkins'in sitesi. Neden kapandı? Çünkü adam evrimin varlığından ve tanrının yokluğundan bahsediyor. Okyanus ötesinden birileri de benim inançsızlığıma saygı duymadan, Silivri'deki bir mahkemede oldu bittiye getirerek, tamamen sorgusuz sualsiz bu siteyi kapattırabiliyor.

Bunun gibi birçok örnek var. Sansürden kastımız da çocuklara zararlı olan bir içerik değil. Özgür bireylerin tercihlerine saygı gösterilmeyen, bilgi alma ve yayma hakkının engellendiği faşizan bir oluşum.

Elbette siz de istediğiniz zaman grubu terk etmekte özgürsünüz. İstediğiniz bilgiyi almanıza, istemediğinizi ise yok saymanıza bir itirazımız yok. Ancak yazınız asıl sorunumuzu pek anlamadığınızı hissettirdi, bu nedenle açıklama yapma gereği duydum."

kadın yazmaya makul bir şekilde devam etti, hiç de öyle negatif olmayan bir tonda. "birbirimizi anlamalıyız" dedi, "eleştirmeden, saldırmadan, eylemlere girişmeden önce birbirimizi dinlemeliyiz." verilen cevapların negatifliğinden hiçbir şey eksilmedi. kadın bir mesajdan sonra "defol git diyorsun yani?" diye cevap verdi birine ve ne acıdır ki haklıydı. bir araya gelip bir şeyler yapabileceğimize inanan, bu nedenle grup kuranlar öfkelerine yenilip insanları kolayca kaçırabiliyor. oluyor bu gerçekten. olmuyor mu?

kadına özel bir mail gönderdim, yine açıklama yaptım. onu gruba göndersem daha büyük yaygara kopacaktı diye düşündüm.

geçen gün soruyordum ya, "ev ev dolaşıp mı anlatmalıyız derdimizi?" diye. sanırım gerektiğinde bunu yapabilmeliyiz. insanları bir yere toplayıp gruplara hitap etmek yerine, yeri geldiğinde bir kişiye kendimizi tamamen anlatabilmeli, en azından bir kişi tarafından "gerçekten" anlaşılabilmeliyiz. ece temelkuran biz burada devrim yapıyoruz sinyorita'da yazmıştı "dünya artık büyük sözlerle değil, küçük insanlarla değişiyor."

birilerinin değişim için elini taşın altına koyması, öfkesini kaybetmeden ama ona yenilmeden, derdini gerekiyorsa teker teker herkese anlatması gerekiyor.

bir gün sonra gelen ek: bahsettiğim kadın gün boyunca devam eden mail trafiğinde bir ara gemi azıya aldı, sadece provokasyon amaçlı yazmaya ve haklı olduğu dışında elle tutulur hiçbir şey söylememeye başladı. fazla üzerinde durulmasa kendiliğinden yatışacak bir durum ilerleyen saatlerde kadının kötü niyetli birine dönüşmesiyle sonuçlandı. enteresandır, konuşmaya "ben bu gruptan ayrılmak istiyorum" diye başlayan kadın, birkaç saat sonra "beni gruptan atamazsınız, resmen sansürcüsünüz" diye ağzından salyalar fışkırarak bağırıyordu.

22 Eylül 2010 Çarşamba

en son annenannem öldüğünden böyle olmuştum. üstünden bir yıl geçmiş. cenaze namazı kılındı, yıkandı, toprağa verildi, bir sürü ağlayan, üzülen insan. eve bir sürü kişi geldi, bir sürü baş sağlığı. sonra mevlit, yine bir sürü insan. ağlayanlar, sinir krizleri. bende öyle çok da aşırı bir tepki yok, hatta neredeyse tık yok. mevlit bitince ve saat yeteri kadar geç olunca gitmeye başladılar. onlar selamlaşıp kucaklaşıp giderken çöpü çıkarmaya gittim. ağlamaya başlamışım. ağlıyormuşum ve farkına varmamışım.

bugün de öyle işte. bir baş ağrısı, bir dengesizlik. sanki bir ara fark etmeden, monitöre bakarken ağlamaya başlayacağım, biri omzuma dokunacak, gözlerimin ıslandığını o zaman anlayacağım.

yıllar önce, daha lisedeyken, türkiye'de demokrasiyi mi tartışıyorduk, başka bir konu muydu hatırlamıyorum. "bu ülkede ramazan'da üniversite kantinleri, yemekhaneler basılıyorsa bu ülke demokratiktir diyemezsiniz" demiştim. felsefe öğretmenim arka çıkmıştı yanlış hatırlamıyorsam. bir şeylerin farkında değil değildim. üniversiteye gittiğimde de birileri konuşmadan muhalefete girişmezdim ama ortaya bir konu atıldığında münazara mantığında fikir çürütürdüm. pek çok konuda pek çok fikrim vardı, sadece durup dururken ağzımı açmazdım. şimdi de olan bitenin farkındayım, konuşuyorum, yazıyorum ama... çok mu geç kalındı, yoksa zaten su yolunu bulmuştu ve bugünün gelmesi engellenemez miydi? engellenebilirdiyse nasıl olacaktı, ne yapacaktık? alperen ocakları topkapı sarayı'nın önünde tekbir getirirken sokak sokak, ev ev dolaşıp bildiri mi dağıtmalıydık? bir çayınızı içelim diye evlere girip derdimizi mi anlatmalıydık? anlatabilir miydik?

illa birileri mi ölmeli?

ölmek yeter mi?

20 yılı aşkın süredir türkiye'de bir iç savaş yaşanıyor. dağlarda, şehirlerde insanlar ölüyor. senin benim gibi insanlar. ya eğitimsiz, ya yanlış eğitilmiş, ya yanlış anlaşılmış, ya sabit fikirli, ya fikirsiz. bu insanlar istatistik dışında bir değer taşımıyor mu? ölmek de mi yetmiyor farklı bakış açılarını gösterebilmek için? insanların birbirini rahat bırakması, konfor alanını kendisiyle sınırlandırması için ne yapmak gerekiyor? ben istanbul'un fatih ilçesini ateistleştirmeye çalışmıyorsam, camide namaz kılan adamların sırtında birdirbir oynamıyorsam, onlar bana neden saldırıyor? içki içiliyor diye değil. o insanlar da über dinciler olmadıkları gibi içki içiyorlar, benim atmadığım hapları atıyorlar, uçan dişi sineğe mikilir bu diye bakıyor ve ellerine fırsat geçtiğinde mikiyorlar. içkimden sana ne diyemiyorum, onun derdi içki değil. peki derdin ne be adam? derdin ne?

bireysel faşizmimizi toplumsallaştırıyoruz, tüm aptallığımızla fikirlerimizi kitlelere yaymaya çalışıyoruz. almayanı dövüyoruz. bunu biz yapıyoruz. sorun sadece fakirlik değil, bastırılmışlık, kandırılmışlık değil. insanları tuhaf türlere dönüştüren o kadar çok etken var ki neresinden tutsan elinde kalıyor. ben yazıyorum ve birilerine düşüncemi empoze etmeye çalışıyorum. ama ben soruyorum da. neden diye soruyorum. sabit çünkülerimle birilerinin başını ezmiyorum.

benim bugün hormonlarım çıldırdı sanırım, annenanne ölümü moduna girdim. bugün çalışmak istemiyorum, baş ağrılı ve yorgunum. sessiz ama normalden de uyuzum. uyumak istiyorum. bütün bunları da depresif olduğum için yazıyorum. nihayetinde "neden" diye sormayanlar okumayacaklar. kendi kendimeyim. belki bir avuç insanla birlikte.

peki ben o kitabı yazarsam kime yazacağım?

21 Eylül 2010 Salı

(a)normal

her şey normalleştiriliyor. toplumlar sistemli olarak aptallaştırılıyor, sapkınlaştırılıyor, kayıtsızlaştırılıyor. televizyonda bir tecavüz sahnesini tekrar tekrar, salyaları akarak izleyen kaç kişi vardı acaba? kaç kişi günlerdir bunu konuşuyor? kaç kişi dalga geçiyor? kaç kişi akşam ezanından sonra eve girince eşek sudan gelinceye kadar dövülen, bir erkeğin elini tutunca kafasına kurşun yiyen kızları düşündü? eşcinsel bir çift televizyonda aynı yatakta görüldüğünde kaç kişi "siktiğiminin ibneleri" diyerek kanalı değiştiriyor, ne dediğinin bile farkında olmadan? kaç kişi bunu tedavi edilebilir bir hastalık olarak görüyor? normal ve anormal arasındaki ortak nokta ikisine de yanlış tepkinin verilmesi mi?

sizleri anlamaya çalışıyorum, bu yüzden nefret edemiyorum. bu bakış açısı size kazandırıldı. yanlış bir yaşam formu olmayı siz seçmediniz, böyle eğitildiniz, bastırıldınız, kapana kıstırıldınız. korkmamanız gerekenlerden korktunuz, olmaması gereken konularda cesaretlendirildiniz. siz tuhaflaştırıldınız. allah belanızı versin diyemiyorum, sizi suçlayamıyorum. sadece ölmenizi istiyorum. acısız. tık diye.

ölün ki bu toplum temizlensin. içindeki irin aksın ve yok olsun. ölün ki kadınları, eşcinselleri ve güçsüzleri daha fazla acıtmayın. ölün ki toplumumuz normal kadın ve erkeklere kavuşsun, çocuklar sizin çarpık, sapkın bakış açınızla zehirlenmesin.


19 Eylül 2010 Pazar

5 adımda ölüm

bugün aslı ve evren'le konuşmalarım sonucunda bir kitap yazabileceğimi fark ettim. onur, buradan sana sesleniyorum, seninle de bir araya gelip bu konuyu biraz konuşmalıyız. şu yukarıda gördüğünüz başlık, takriben on yıl sonra okuyacağınız, inci vardar imzalı bir kitabın ismi olabilir.

konuyu kısaca şöyle özetleyebilirim:

insan öleceğini öğrendikten sonra beş aşamadan geçer. bunlar;
1. "yeaaa yok öyle bir şey" denilen reddetme,
2. "sizin yüzünüzden oldu hayvan herifler" denilen öfke,
3. "allaaaam sigarayı bırakayım, sen de bana 4 yıl daha ömür ver" denilen pazarlık,
4. "resmen tarrağa yan bastım hacı, bundan sonra yemek yemenin de anlamı yok" denilen depresyon,
5. ve son olarak "ölüyorum, evet, vasiyet falan yazayım bari" denilen, artık yumurtanın da kapıya dayandığı kabullenme aşamaları oluyor.

ben de bunları birey, türkiye gibi bir ülke ve dünya gezegeni şeklinde üç bakış açısıyla inceleyebilirim. böylece kişisel bakış açısı, fiktif siyaset ve bilim kurgunun iç içe geçeceği, gerçek olmayan ama gerçekçi olabilecek bir kitap yazabilirim.

hatta belki siz sayın okurlar, bu kitabın gelişimine tanıklık edebilir, bazen katkıda bulunabilirsiniz. kitapçılarda aynı konuda benim yazmadığım bir kitap görürseniz de söyleyin, yazarını bulup ağzını burnunu kırayım.

artık burada belgelediğime göre yazmam gerekiyor yoksa kaypaklık olur, değil mi?

16 Eylül 2010 Perşembe

kürt sorunu

türkiye'de "kürt sorunu" diye bir şey yoktur. politika, çıkar çatışmaları, iç ve dış mihraklar, açılım safsatası vardır. ama kürt öcü değildir, öyle göstermeye çalışanlar da şerefsizdir, dombilidir.

diyarbakırlı iş adamı raif türk'le ilgili bir haberde şunu okudum, unutulmasın diye buraya da alıyorum:
“Çift bayraklı bir ülkede yaşamak istemiyorum. Eşitlik olduktan sonra tek bayrak hepimize yeter! Halkın ayrılmak gibi bir talebi yok, ikinci bayrak da istemiyor kimse. Bu talepler Kürt siyasetçileri tarafından yaratılıyor. Bakın Habur’dan gelenlerin istekleriyle bugünkü taleplere... Arada dağlar kadar fark var. Diyarbakır’da ağırlıklı olarak oylar ‘evet’ çıkar. Çünkü boykotun yararına inanmıyor vatandaş. ‘Evet’in de, ‘hayır’ın da anlamı var ama boykotun anlamı yok çünkü. Bence de boykot barışa hizmet etmez. Bugün burada bir ekonomik faaliyeti sürdürebiliyoruz, ama yarın sürdüremez hale gelebiliriz. Yarın burada bir sanayi kuruluşumuz olamayabilir. Çatışmalar gelişir, çatışmalar büyürse, tabii ki herkes bir yere kaçar. Kim burada durabilir ki!”

böyle insanları seviyorum ben.

11 Eylül 2010 Cumartesi

alice in referandum

referandumda vereceğim oy başından beri belli ama buraya "hayır" resmi koymak dışında hiçbir şey yazmadım. şimdi de kayda değer bir şey yazmayı düşünmüyorum aslında. ortalama 30 kişinin okuduğu, pek fazla karşıt görüşe ev sahipliği yapmayan bloga yazsan ne olur, yazmasan ne olur. yalnız bu süreçte facebook'ta hiç yazmadığım kadar yazdım diyebilirim. bir sürü yorum, uzun süredir konuşmadığım kişilere verilen cevaplar, yine uzun süredir konuşmadığım kişilerin yorumlarımı beğenmesi, vs.

peki ya sonra?

verdiğim cevaplar sonucunda evet cephesinden kimse "ya dur bir de şu yönden bakayım" demedi, demez. açıkçası bana "evet demelisin çünkü" şeklinde yanıt veren de olmadı, neden bilmiyorum. hemen her şeye cevabım vardı, bu doğru. ama evet cephesinin de cevapları olmalıydı. bir cümle kurup noktayı koyma özelliğim uzun süredir var, bunun farkındayım. ama tartışabilmeliydik. hayır cephesi "hayır, çünkü" dedikten sonra evet cephesi de "sen haksızsın, çünkü" diyebilmeliydi. olmadı. yine körlerle sağırların birbirini ağırladığı, yorumların çarpışmadığı, fikirlerin sabit kaldığı bir ortamdaydık. buraya herhangi bir şey yazsaydım büyük ihtimalle aynısı olacaktı. bırakın kayda değeri, muhtemelen olumsuz bir yorum bile gelmeyecekti.

zaten her yerde herkes bangır bangır konuşup yazarken ne anlamı var ki?

bana kalırsa bloglardan, köşe yazarlarından, yorumlardan önce değişen anayasa maddeleri okunmalı, bir zahmet üzerine düşünülmeli, karar böyle verilmeliydi. ama olay saçma bir şekilde akp'yi sevenler ve sevmeyenler olarak algılandı, algılatıldı.

yarın ak göt kara göt ortaya çıkacak ama asıl yanlış düzelmeyecek. yarın bu üke vatandaşlarının en az %70'i kendilerinin değil, başkalarının kararıyla oy verecek.

9 Eylül 2010 Perşembe

hamur ailesi büyüyor

evde, ajansta ve evren'de bir sürü saçma sapan şey oluşmaya başladı. saçmalar, çünkü bunları genellikle ne yazacağımı düşünürken veya ekrana bakmamı gerektirmeyen tırt filmler izlerken yapıyorum. fotoğraflarını çekiyorum, çünkü yaptığım şeyleri giderek daha fazla sevmeye başladım.


tabi hala fotoğraf makinesi kullanmayı bilmiyorum. otomatik bir çekimde bile asıl almam gereken görüntüyü bulanık çıkarabiliyorum. bu arada bu atın daha büyük, üzerinde daha çok çalışılmış ve siyah olanı evren'in evinde.


humpty dumpty'nin ayrıntıları zumi'yle kesinlikle görünmüyordu. şimdi daha iyi.


sıradaki parçamız ise çolak sevgililer için geliyor: ben seni ellerin olsun diye mi sevdim?