21 Kasım 2012 Çarşamba

indiana jones - the taksim crusade

taksim'de gönül rahatlığıyla yürümemizi sağlayacak inşaat başladığında, türk halkından indiana jones klonları yaratmaya çalıştıklarını fark etmemiştim. oysa işin içinde akrobatik saltolarla bezeli maceralar, kayıp şehirlere ilerleyen kazılar ve kutsal boru hatları varmış. zannedersem tek eksiğimiz hazineydi.

iki hafta önce florya dolmuşlarının yeri değişti. çok büyük bir değişiklik sayılmaz, sadece karşı kaldırıma alındı. ama ben bu cümlenin 5-10 metre yerine 25 kilometreyi kapsadığını henüz bilmiyordum.

geçen sefer karşı kaldırıma geçmek için araç yolunu kullanmam gerekmişti. tek şeride indiği için zaten zar zor ilerleyen trafiği daha fazla engellemek istemiyordum. ayrıca iyice daralmış araç yolunun kenarından yürümek, diğer kenardaki vadilerden uzak durmaya çalışan bir sürücünün sağ koluma yan ayna dövmesi yapmasına sebep olabilirdi. velhasıl kelam, farklı bir yol denemeye karar verdim.

beşiktaş dolmuşundan indikten sonra meydana gitmek yerine gezi parkına, nam-ı diğer talimhane'ye doğru dümdüz ilerledim. otobüslerin gittiği yol uçsuz bucaksız paravanlarla çevrelenmişti. meydana yakın bir yerlere ulaşmak için sola doğru yürüdükçe sağda uzanan parkın içine çekiliyordum. fizik kuralları alt üst olmuş gibiydi. paravanları izlemek dışında bir şansım yoktu. 5 dakika sonra, diğer deneklerle birlikte labirentte kaybolmuştum.

mekanı daha önceden de pek bilmezdim ama sanırım eskiden adım başı köfteciyle karşılaşılmıyordu. daha sonradan anladığım üzere, köftecilerin ve kestanecilerin bir kısmı labirentte 1-2 hafta önce yollarını kaybetmiş ve park içinde kendilerine yeni bir hayat kurmak zorunda kalmış talihsizlerdi. başlangıçta parkta yaşayan kedi ve köpekleri hammadde olarak kullanmış, sağlık problemleri baş gösterince helikopterle aşağı bırakılan et ve sebzelere dönüş yapmışlardı. kestanecilerin ise hala at kestanesi kızarttıklarından şüpheleniyorum.

parkta yolunu bulmaya çalışan onlarca denek birbirine çıkış yolunu soruyordu. en acıklısı da ellerinde bavullarıyla dolaşan turistlerdi. zavallıların "how can i go to sultanahmet?" diye soracak kadar bile halleri kalmamıştı. her adımda yüzlerimizdeki umutsuzluk artıyor, gözlerimizin feri bir parça daha sönüyordu.

sadece karşı kaldırıma geçmek amacıyla çıktığım yol, giderek bir hayatta kalma mücadelesine dönüşmekteydi. allah hepimizin sonunu hayır etsindi. amin.

ağaçların oluşturduğu serin gölge, içinden çıkılamadığı için post-apokaliptik bir tehdit unsuru gibi görünüyordu. çalıların arasından fırlayıp saldıracak mutasyona uğramış hayvancıklar beklentisi içindeydim. neredeyse annemi arayıp beni beklememesini söyleyecektim. dudaklarım titrerken hayata, diğer deneklere ve aileme elveda dememek için kendimi zor tutuyordum.

ilerledikçe artan laboratuar faresi hissiyatı, harbiye sınırlarına ulaşıp ufak bir açıklık görmemle yerini özgürlük neşesine bıraktı. ama yolculuğum henüz bitmemişti ve beni yeni tehlikeler bekliyordu.

sonunda yine araç yolundan geçerek de olsa karşı kaldırıma ulaşmıştım. çok gerekmediği halde bazı yerlere "yayalar için mecburi istikamet" tabelaları yerleştirilmişti. anladığım kadarıyla bu tabelalar ara sokakları gösteriyor, yayalara "buradan yürüyeceğinize paralel yolu kullanın, daha oraya girmedik" demeye çalışıyorlardı. bulunduğum sokakta yürüyen ve deneyimli görünen birkaç insanı takibe aldım. fakat o da nesi? etrafa bakarken onları kaybetmeyeyim mi?! gördüğüm ilk mecburi istikamet tabelasını izleyerek dar bir aralıktan girdim.

oysa hislerimi dinlemeliydim. eğer bir aralık sadece göbeği 100 kilo olan bir bireyin geçebileceği kadar geniş değilse, geçmek için yapılmamıştır. bunu bilmeliydim işte.

bilinçsizliğim beni inşaat alanı isimli yepyeni bir dünyaya ulaştırmıştı. karşımda bir buldozer vardı. kaybettiğim insanlar ise sol tarafımda, araç yolunda yürümekteydiler. kaygan kumlar, tıkırdayan çakıllar, fantastik renklere bürünmüş perukçular ve buldozer arasında kalmıştım. geri dönemezdim. fazla renkli olduğu için hiçbir perukçuya sığınamazdım. tek tek basarak, yeri geldiğinde sek sek sekerek ilerlemeye devam etmek zorundaydım. kaldırımdan geriye kalan parçalar üzerinde akrobasi yeteneklerimi sergilerken, "bir kamçı gerçekten işime yarayabilirdi" diye düşünüyordum.

ufukta sarı dolmuşları gördüğümde kurtuluşun yakın olduğunu anlamıştım. dönüşte neler olacağını düşünmeden, umutla gülümsedim.

her şey taksim'de rahat yürümemiz içindi. öyle bir talebimiz olmamıştı ama sonuçta biz ne bilirdik ki?

19 Kasım 2012 Pazartesi

bir tiksinti filmi: kuşlar

şu hayatta kuşlar (ya da bir diğer deyimle “evrimini dürttüğümün kanatlı sıçanları”) kadar tiksindiğim çok az hayvan var. kanadını yolduğumun çocukları hayatta nefret ettiğim her şeyin vücut bulmuş hali gibiler anasını satayım. bir gün cehenneme gittiğimde alevlerle, kaynar sularla değil, alfred hitchcock filmiyle karşılaşacağım, artık eminim bundan.

ben küçükken bu götleklerden biri pencere ve panjur arasına yuva yapmıştı. yavruları doğup pişirmelik kapasiteye ulaştıkları zaman hep beraber siktir olup gittiler. annem önce arkalarında bıraktıkları iğrenç kalıntıları süpürgeyle toplayacak, yapışıp kalmış bokunu püsürünü de çamaşır suyuyla etkisiz hale getirecekti. süpürgeyi çalı çırpı ve toksik kuş bokuna değdirdiği anda beklenmedik bir şey oldu. siyah noktacıklar kuş yuvasından süpürgeye ve oradan da annemin koluna doğru hareket etmeye başladı. kuş bitiyle bu sayede tanışmış olduk. annemin bir çamaşır akibeti olan 90 derece ile tensel münasebeti bu aşağılık hayvanların eseriydi.

montumun üstüne sıçmaları, sabahın köründe lak lak edip uyandırmaları, gün içinde cikcikleyerek çıldırtmaları, kırılası çenelerinin bir türlü kapanmak bilmemesi, yazın taksim meydanı’nı leş gibi kokutup yolumu uzattırmaları, bir parça simit için selpak satan çocuk arsızlığı yapmaları, kedileri tahrik edip camdan atlatmaları hep nefret sebebi.

sonra sen tut, bu kadar tiksindiğim bir hayvan kombimin üstüne yuva yapsın, bütün pisliğini sandalyeye çıksam da erişemediğim noktada bıraksın. kurulum aşamasında yuvayı bozamadım, tam bir sinsi çakal gibi kenarlardan köşelerden başladığı için fark etmedim herhalde. bir gün balkona çıktığımda çoktan yerleşmiş olduklarını gördüm. sonra da bitlerinden korktuğum için süpürge bile uzatamadım. muhtemelen servis çağırmak zorunda kalmamın nedeni bu götlekler oldu. çıldırmak işten değil.

bu şerefsizlerin belli başlı özellikleri şöyle:

pişkinlik: kuşlar bana özgürlüğü falan değil, haneye tecavüzü çağrıştırıyor. sorgusuz sualsiz yerleşiyor, yiyip içip sıçıyor, bitini piresini bırakıp gidiyor pezevenkler. haneke filmlerinde evlere dalıp terör estiren psikopatlar var ya, onlar gibiler resmen. sinsilik kanlarında var.

gevezelik: muhabbet kuşu denen şerefsizin muhabbetini mikiym. susmuyor piç kurusu. adada kaldığım zaman da martı sesinden uyuyamazdım. evde olduklarında sürekli karanlıkta kalmalarına acıyıp örtüsünü kaldırıyorsun, hemen vit vit şikayet etmeye başlıyorlar. hele o papağanlar... aslı’nın bir arkadaşını inşaat makinesi sesleri çıkararak uyutmamış bu yavşaklardan biri. zeki diyorlar bir de. çinliler’in en düşük iq’lusunu getir, taklidin kralını yapsın. hem de sessiz sedasız.

pislik: bu hayvanoğlu hayvanların yapış yapış sıçmak dışında yaptığı çok az şey var. uçarken sıçıyor, yerken sıçıyor, dururken sıçıyor, yürürken sıçıyor... hakikaten yazın taksim meydanı’ndan geçilmiyor yahu! yemin ederim kedi kumu kokusu bile midemi bunların boku kadar kaldırmıyor – ki o da katlanılmazlık konusunda üst sıralara oynar. bunlar üstüne sıçınca piyango bileti alıyor ya insanlar, o biletlerin sadece amorti bile çıkmamışlarını bir taraflarına tıpa yapsam şehir temizlenir. pisliklerinin yanı sıra boş umutlar da veriyorlar. düpedüz şerefsizlik.


taşıyıcılık: kanatlı sıçan olduğunu daha önce de belirttiğim bu sağlık skandalları en az fareler kadar taşıyıcı olmakla birlikte, uçtuklarından ve göçtüklerinden kelli çok daha geniş bir kapsama alanına sahipler. kuş gribi dışında kim bilir ne çok hastalık taşıyorlardır da haberimiz yoktur. house'un bir bölümünde hava yoluyla bulaşan gayet ölümcül bir hastalıkta da payları vardı, foreman ölüyordu neredeyse bunlar yüzünden. bunun haricinde laf taşıma gibi kötü bir özelliğe de sahipler. bunca insan bilmemeleri gereken bir sürü şeyi kuşlardan öğrendiklerini söylüyorlarsa, bu işte bir bit yeniği aramak lazım.

arsızlık: bu yavşakların özellikle martı türü bulduğu her boku yiyor. bu yetmiyormuş gibi, o vapur senin bu vapur benim gezip elalemin simitlerine de göz dikiyorlar. bazı iyi niyetli insanlar bunu sempatik bulup bir parça atıyorlar ama düşünmüyorlar ki, bu piçlerin sokaktaki dilenciden farkları yok. üstelik en azından dilenci paranı aldıktan sonra martı şerefisizi gibi direkt uzamıyor, arkandan bir dua bir şey ediyor. ama bu hayvanlarda sürekli bir duygu sömürüsü, açlıktan uçacak halim kalmadı tavırları. ben senin neden uçamadığını biliyorum kötü annenin evladı! sabahtan beri millete göz süzüp bir tabla simit götürdün, göbeğini kaldıramıyorsun. ama bak hala...

yalancılık: senin kanadına ayrı, özgürlük çağrışıma ayrı saydırıyorum haberin olsun. çok pis laflar hazırladım.

tek doğru özelliğiniz doğanın dengesinde rol oynamanız a.q. buna rağmen insanlar nasıl kuş seviyor bir türlü anlamıyorum.

14 Kasım 2012 Çarşamba

perfect sense

- külliyen spoiler - 

önce müthiş bir keder çöküyor insanların üstüne. birer anı olarak geride bıraktıklarını, pişmanlıklarını, kırdıklarını ve kırgınlıklarını hatırlıyorlar.
hemen ardından koku alma duyuları kayboluyor.

sonra büyük bir panik yaşıyorlar. bir anda her şeyin ellerinden kayıp gittiğini, yalnız öleceklerini, o anda bile ne kadar yalnız olduklarını anlıyorlar. mahşerin dört atlısından biri dokunmuş gibi acıkıyorlar.
ellerine geçen her şeyi yedikten sonra tat alma duyusu gidiyor.

ardından, aniden öfkeleniyorlar. her şeye ve hiçbir şeye. öyle kırıcı, öyle yıkıcı ki, hastalık bile olsa insanı paramparça ediyor.
ve herkes sağır oluyor.

son olarak, bir pırıltı yakalıyorlar. ani bir mutluluk, huzur ve aydınlanma hali. birbirlerine verdikleri değeri görüyor, affediyor ve seviyorlar.
sonrası karanlık.

bir de duyular kayboldukça güçlenen bir aşk var. sevgililer dünyanın en cillop gibi insanlarından eva green ve genel takdir unsuru ewan mcgregor.

bu arada abuk subuk şeyler yiyip zehirlenmemelerini, bazı şeyleri "hasta psikolojisi işte eheh" deyip geçmemelerini ve aşk kısmının biraz derinliksiz kalmasını önemsemiyorum. valla mühim değil ya. sıradışı bir olay anlatılırken aşk sıradan kalsın, izleyicinin tutkusal beklentilerini karşılamasın. zaten sıradan aşk en güzeli. çoğu zaman en anlatılmazı.

ekşi sözlük'e de baktım. biri perfect sense için felaket senaryolu filmler arasında sanırım en kötüsü demiş, the happening'in yanında berbat kaldığını söylemiş. götümü yesin o benim. zaten happening'i bu kadar beğenen insanın film zevkine güvenmemek lazım.

"ben ne yapardım?" diye düşünmeden edemedim. bir de o öfke anında evren'le birbirimize neler söylerdik diye düşündüm. sevgililer aslında birbirinin canını acıtmasını en iyi bilebilecek kişiler. düşünürken üzüldüm. son duyu kaybından önce gözlerim doldu. sade mutluluklar, çok yoğun bir doyum yaratan sevgiler benim gözlerimi doldurur.

götlek senaristler ve yönetmenler hep böyle öforik aşıkların başına bir şeyler getiriyorlar. yavşaklar.

13 Kasım 2012 Salı

bambolerrooo bambolerra!

gün geçmiyor ki bir enteresanlık peşinde koşmayayım. öyle ki, artık şaşırtıcılık işim, obsesiflik gücüm olmuş durumda. bir de içimdeki sanat aşkını hesaba katınca, hiçbir şey beni durduramazmış, enginlere sığamayıp taşacakmışım gibi hissediyorum bazen. hani iş görüşmesine gitsem, "beni işe enteresan olarak alın" diyeceğim; öyle bir marjinalling, öyle bir interesting...

bu hissiyatın son gelişi iki paket abur cubur, üç fincan kahve, -20 civarında sigara (ellerim meşgul olduğu için) ve 2,5 yumak yün iplikle sonuçlandı. ortaya çıkan şey kısa kahverengi bir hırka, modadan az çok anlayanların deyimiyle bolero, oynak parçaların müptelaları içinse başlıkta geçen şarkı.

vakti zamanında depresyonlara girer, kilometrelerce atkı örerdim. kendini oyalamaya çalışan insan dikkatsizliğiyle giriştiğim bu işlemde ilmekler kaçar, şişler kovalar, düğümler desenleri tıngır mıngır sallar iken, ortaya çıkan sonuç en fazla "iyi niyetli" olarak tanımlanabilirdi. ne var ki bu kez bir ihtiyaçtan yola çıktım ve teorik hırka ismini verdiğim eserin yapımına giriştim.

örme süreci bana tam bir obsesif olduğumu göstermekle kalmadı (kısa bile olsa hırkayı üç günde örmek kolay değil) hikaye yazımı konusunda bir teoriye de önayak oldu. şöyle ki, örgü dediğimiz şey de aynen hikayeler gibi serim, düğüm ve çözümden oluşur. serim, "sırım" kelimesiyle uzaktan kuzen olduğundan kelli yün iplik yerine de kullanılabilir. siz de çekinmeyip kullanabilirsiniz, ne de olsa gelişine sallamak bedava. sonrasında gelen düğümü açıklamak çok gereksiz. çözüm ise hem "mnskym yanlış olmuş bu sıra" diyerek örgüyü sökmeyi hem de her şeyin çözüldüğü ve hırkanın ortaya çıktığı noktayı anlatıyor. buraya kadar tamam mıyız? evet.

ben bu örgü teorisiyle çözüme ulaştıktan sonra aleti giydim üstüme, pek de gözümde canlandırdığım gibi görünmediğini esefle fark ettim. sağına soluna farklı düğümler atarak denemeler yaptım, yok anasını satayım, sağı solu ayrı yere kayıyor. biraz inceleyip çenemi kaşıdıktan sonra "peki ya bunu ters giysem?" dedim... ve evreka! şimdi bel düşündüğümden kısa, yaka beklediğimden uzun ama sonuç adeta muhteşem!

buradan hikaye teorisine dönersek: serip düğümleyip çözmemek de mümkün, tersini yapınca daha iyi sonuç verebiliyormuş. çözümden serime nasıl ulaşırsınız, o da sizin bileceğiniz iş, her şeyi teorisyenden beklememek lazım.

hırkamın fotoğrafını prensip gereği buraya koymuyorum. pasta gibi, teorik olarak giriştiğim ve beklenmedik şekilde başarısız olduğum konuları belgelemeye karar verdim. yeter ki bana ders olsun, bir işe "yaparız yeaa" diye girişenleri ürkütsün, insanlığa fayda sağlasın.

6 Kasım 2012 Salı

Deneme 1-2

Kısa bir şimdiyi, uzun ve güvenliği bir geleceğe tercih ederim. Muhakkak bunu söyleyen pek çok kişi olmuştur. Eminim, en az yüzde doksanı karşıdan karşıya geçerken etrafa bir göz atıyordur. Bu devirde gerçek fatalist bulmak zor.

Oysa ben öyle değilim. Sürekli ölmeye çalışıyorum, her an. Şimdiye kadar hayatta kalmış olmam, üstelik vücudumun hala sapasağlam olması beni her gün şaşırtıyor. Bu şaşkınlığıma kolayca son verebileceğimi düşünebilirsiniz. Ama ne yazık ki intihar benim için bir çözüm değil. Denedim, biliyorum.

Muhtemelen kendi başıma açmaya çalıştığım belalar intihar sayıldığı için şimdiye kadar başarıya ulaşamadım. Mesela siz Beşiktaş Fenerbahçe maçında, Fenerbahçe formasıyla Kazan'a gitseniz, orada dayak yemeyince Fenerbahçe tezahuratlarıyla bütün Beşiktaş'ı dolaşsanız muhtemelen kırılmamış kemiğiniz kalmazdı. Eşşoğlueşşekler bana sadece güldüler. Onlar güldükçe ağıza alınmayacak küfürler ettim, deli deyip geçtiler. Belki de birilerini özellikle tahrik etmeye çalıştığınız zaman böyle oluyordur, bilmiyorum. Yine de denemek lanetli olmayan insanlar için sakıncalı.

Evet, lanetli olduğum için, ölümü istediğim sürece ölemeyeceğim. Bunu bana ölümden kurtardığım biri yaptı. Özür diledim, bilseydim vallahi yapmazdım dedim, sesimi bir tek onun inatçı kulaklarına duyuramadım.

Belki sözlerinin bir lanet olduğunu bile bilmiyordu. Benim onu kurtarırken sandığım gibi, iyi bir şey yaptığını sanıyordu. "Bundan böyle, istesen de istemesen de senin kurtarıcın olacağım" demişti. Aylar geçti, sözünden hiç çıkmadı.

Bir gece eve giderken, ormanın yanıda uzanan, aydınlık, bir yanı sıra sıra dizili evlerle sarılmış, nispeten güvenli yoldan yürüyordum. O öyle yapmamış. Gecenin tüm tehlikelerini sık dallarının arasında gizleyen karanlık ormana girmiş. Orman çocukları iblisler, ifritler, ecinniler ve karakoncoloslarla korkutadursun, onun karşısına yetişkinleri ürkütebilecek türde canavarlar çıkarmış. Çığlığı duyup karanlıktaki hışırtılara yöneldiğimde bu canavarlardan üç tanesi kadıncağızın üstüne abanmış, vücutlarındaki tüm uzuvlarla sağlam bir dayak çekmekteydi. Ses çıkarsam, bağırsam, adamlar pılını pırtını toplayıp kaçacak, o göz gözü görmeyen ortamda anında kaybolacaktı. Sonra yakalayabilene, teşhis edebilene aşkolsun. İlk işim, telefonumun flaşlı makinesiyle bir fotoğraf çekmek oldu. İlk ışıkta adamların biri kafasını kaldırıp etrafa baktı. Deklanşöre tekrar bastım. Yüzü kabak gibi ortaya çıktığı zaman fotoğrafının çekildiğini değil, birilerinin yaklaşmakta olduğunu anlamıştı. Tahmin ettiğim gibi arkadaşlarını uyarıp kadını bıraktı. Göz açıp kapayana kadar uzaklaştılar. Kadına yaklaşırken polisin numarasını çevirdim, bir ambulansla birlikte gelmelerini söyledim. Onları beklerken, güçlükle nefes alan kadının yüzüne ışık tuttum. Tutmaz olaydım. Yumruklardan, tırmıklardan şişip patlayarak yarım kilo kıymaya dönmüştü. Gözler küçük birer yarıkla ayrılan iki patlıcan, dudaklar beceriksiz bir kasabın rastgele bıçak salladığı bir parça ciğer gibiydi. Uzun lafın kısası, bu surata kadın yüzü demeye bin şahit isterdi. Biraz daha dayanmasını, ambulansın çok yakında burada olacağını söylerken karanlıktan kanlı, uzun parmaklı bir pençe uzanıp yakamı mengene gibi kavradı. Nefes alabildiğinden bile emin olamadığım kadın güçlü, net bir sesle, bundan böyle istemesem de kurtarıcım olacağını söyledi.

O sırada teşekkür ettiğini düşünüyordum. Yanıldığımı, polis kadının cebinden bir intihar mektubu çıktığını söylediğinde anladım. Gece geç vakitlerde, ıssız yerlerden geçen kadınların arandığını söyler, onlara yapılabilecek her şeyi mübah bulurlar. Bu kadın gerçekten aranıyormuş meğer. Bulabileceği en tehlikeli yeri seçmiş, arayıp da ulaştığını benim yüzümden kaybetmiş. Beni kurtaracak olması iyiliğinden değil, kaybının öfkesindenmiş. Koskoca bir lanetmiş.

Ben de normalde ölmek için can atan biri değilim. Aklıma bile gelmez desem yeridir. Ama artık iş inada bindi. Ölümle ilk karşılaştığımda da aklımda öyle bir şey yoktu, basit bir kazaya kurban gidecektim. Acelem vardı, yeşil ışık yeni kırmızıya dönmüştü, bir iki koşar adımla karşıya geçmem kimse için sorun çıkarmayacaktı. Ama sağımdan gelmekte olan dolmuş şoförü böyle düşünmüyordu. Ne yola ne de kendisi için yanan kırmızı ışığa bakıyordu. Yayaların ışığına gözlerini dikmiş, kırmızı yanar yanmaz gazı köklemek için tüm kaslarını germişti. Benim yolun ortasında olduğumu fark etmemişti bile. Farkına varmadığı bir diğer şey, benim gibi düşünen, ışık kırmızıya dönerken frene basmak yerine gaza biraz daha abanan ikinci bir sürücüydü. Sağımdan harekete geçen dolmuş, kendi sağından hızla gelmekte olan Hummer'la gürültülü bir kucaklaşma yaşadı. Yol ortasında kırmızı bir paspasa dönmeme saniyeler kala, dolmuş şoförü, 38 yıldır başrol oyuncusu olduğu, müziklerini Kral FM'in yaptığı bir filmin son karelerini yaşıyordu. Son rolü, boynu kırılmış bir adamı oynamaktı. Bende ise bir çizik bile yoktu. Tabii Hummer'da da.

Bu arada, hayatını kurtardığım kadın pek de kurtulmuş sayılmazdı. Hastaneye getirildiğinde komaya girmişti. Son üç gündür lahana bebekten farksız yatıyordu. Polise verdiğim fotoğraf sayesinde zanlılar da yakalanmış, kadından çaldıkları cüzdanı polise teslim etmişlerdi. Ancak bu da kimlik tespitine yardımcı olmamıştı. Ortada kadının kim olduğunu belirten hiçbir şey yoktu. İntihar mektubu imzalanmamıştı. Kadın mektupta hiç kimsesinin olmadığını, öldükten sonra tüm mal varlığının çocuk esirgeme kurumuna bağışlanmasını istediğini yazmıştı. Hastane kadını bu yüzden hayatta tutmaya çalışıyordu. Eğer bir mal varlığı varsa, kim olduğunu söylemeli ve hastaneye borcunu ödemeliydi. Ondan sonra kendine yeni bir ölüm şekli seçebilir, tedavi için hastanede daha uzun süre tutulabilir, hatta psikolojik destek için farklı bir bölüme nakledilebilirdi. Bunların hepsi, bahsedilen mal varlığının boyutlarına bağlıydı. Gizem çözülene kadar kadın, polisin kayıp şahıslar veri tabanından kimliği belirsiz cesetler albümüne aktarılmamalıydı.

Ölmediğim ilk gün, acil işlerimi hallettikten sonra hastaneye gittim. Bana ne yaptığını sordum. Bunun ne kadar süreceğini öğrenmeye çalıştım. Özür diledim. Bir cevap vermesini istedim. Laneti kaldırması için yalvardım. Beni duymadı. Duyduysa bile, umursamadı.

O gün bugündür, maddi olanaklarım el verdiğince tehlikeli işler yapıyorum. Bu olay sayesinde yaya geçitleri yenilendi ve trafik denetimleri sıklaştırıldı. Park, bahçe ve ormanlara her yeri stadyum gibi aydınlatan ışıklandırmalar, her hareketi kaydeden kameralar ve saat başı devriye gezen bekçiler yerleştirildi. Mahallelerdeki aile doktorları her hanenin psikolojik profilini çıkararak hem intihar hem de aile içi şiddet oranını azaltacak adımlar attı. Adrenalin yüklü sporlarda güvenlik önlemleri akıl almaz derecede artırıldı, bazı kuruluşlar ölüm ve yaralanma cezalarının yüksekliği karşısında kepenk kapatmak zorunda kaldı. Madencilik ve yeraltı inşaat çalışmalarına azami özen gösterilmeye başlandı, o tarihten sonra metro inşaatında kuyuya düşen bir kişiye bile rastlanmadı. Pek çok virüs ve bulaşıcı hastalığa kalıcı ve ucuz çözümler üretildi, Hepatit aşısı bile tarih oldu. Doğal afetler için son hızla özel önlemler alındı. Deprem ve sel gibi durumlarda can ve mal kaybının bu kadar azalması gözlerimi yaşartıyor. Ufak bir sarsıntıda sekizinci kattan atlayıp yara almamam da gözlerimi yaşartan bir diğer olay olmuştu.

Velhasıl kelam, ben ölmeyi denedikçe, memleket daha güvenli bir hale geliyor. Saçma gelecek ama terör sorununun çözülmesinde bile benim parmağım var. Dağ başında bile ölmeyi denedim, kurtarıcım yakamı bırakmıyor.

Bazen komadan çıkmak yerine ölse lanet de kalkar mı diye merak ediyorum. O zaman ölümün beni sonsuza kadar listesinden çıkarabileceğini düşünerek vazgeçiyorum. Ve bir kez daha, kendimi öldürmek için yeni yöntemlere kafa patlatmaya başlıyorum.