28 Şubat 2011 Pazartesi

olan... biten!

yaklaşık bir ay aradan sonra merhaba size minnoşlar, sanatın ve sanatçının dostları, sevgi pıtırcıkları. merak etmiyorsunuzdur ama söyleyeyim: neden bir aydır yazmıyordum? çünkü işim vardı. neden şimdi yazıyorum? çünkü işim yok.

evet sayın seyirciler, dört aylık neşeli macera sona erdi ve ben yine işsizim. eski ajansım hakkında kötü bir şey de yazmayacağım zira şimdi ismini belirtmeyeceğim bu mekan, çalıştığım ikinci en güzel yerdi. ortaya çıkan işler açısından da açık ara birinci. hatta minik bir araştırmayla ajansın ismini öğrenebilir, "çok kral bir dijital reklam yazarıyım" derseniz başvurabilirsiniz. çok kral dediğime bakmayın, ardımda doldurulması imkansız bir boşluk bırakmış değilim. ama acele edin derim. o koltuk bugün var, yarın yok.

neyse. sonra ne oldu? sonra ben çalışmadığım bir hafta sonu geçirdim. önümdeki en az iki haftayı da öyle bir yayarak geçireceğim ki, gören beni yüz yıllık ev kedisi sanacak diyordum. yapamadım. çünkü biraz salağım ben. birileri bana iş vermek isteyince kıçımda bir kaşıntı hissediyorum. salak olmakla birlikte şikayet de etmiyorum, tüm işverenlerime ve vermek isteyenlerime son derece müteşekkir olduğumu, hiçbirinin okumadığı bu blogdan duyurmak isterim.

o güzelim bomboş hafta sonunu verimlilikten çatlayacak şekilde geçirmedim. yine de bu mal mal tavanı izlediğim anlamına gelmemeli. nick and nora's infinite playlist'i izledim. bir süre michael cera'lı film izlemesem iyi olur diye düşünüyorum, çocuğun kız peşinde koşmasından sıkıldım. galip tekin'in tuhaf öykülerini okudum, yeniden resim yapmaya başlayabilirim bu aralar. öyküler ayrı, çizimler ayrı güzel. oyun hamurlarımı da yine elime alabileceğim kadar gaza geldim.

ayrı başlıklarda değinmek istediğim bir şeyler de var:

elif şafak - firarperest
büyük beklentilere girmeden kitaba başladım, beklediğimi buldum, bitirmeden kitaplığa yerleştirebilirim. elif şafak'ı sevmeyeniniz de çoktur sanırım. şahsen bu popülist ablayı pinhan münasebetiyle çok sevmiştim ben. o zamandan beri yazdığı tüm kitapları da okudum. (okura bir alkış.) ne var ki, seyahat etmeyi bu kadar seven bir insanın böylesine körelmesini (ve buna rağmen çok satmasını) hala aklım almıyor. yıllardır aynı şeyleri yazıyor elif şafak. yolun onu nasıl çağırdığından, kendisini bulmak için sürekli bavulunu kapıp gittiğinden, tamamlanmaya çalışmasından, gizemli arayışlarından, sufi yanından falan bahsediyor. yoldan, gitmeye çalıştığı veya vardığı yerden, bütün bu süreçte yaşadığı ya da yarattığı hikayelerden eser yok. varsa yoksa gitme motivasyonu. bir kere tamam, iki kere kabul edilebilir ama sürekli "bir yol var benden içeri" yazınca kabak tadının alasını veriyor. ben kabaktan hiç hazetmem. bir kitap daha yazarsa koleksiyonu bozmayı umursamayabilirim.

seren yüce - çoğunluk
"olmuş" diyerek bırakabilirim, yine de biraz bahsetmeyi kendime borç bilirim. fransız sinemasının neredeyse sıkıcıya varan gerçekçiliğinden hoşlanıyorsanız izleyin. karakterleri tanıyın. bir şeyleri değiştirmek gibi bir dürtüye sahipseniz benim gibi mal mal elitist takılmayın, o filmdeki insanları anlayın. onlar gerçekten "çoğunluk" tanımına uyan kişiler. görüyoruz ki, mahalle baskısı dediğimiz şey yalnız azınlıklar üzerinde kurulmuyor; bizzat çoğunluk içinde doğanlar, herhangi bir kaçış noktası bulamayacak şekilde bu baskıyla yontuluyor ve bir noktadan sonra gelişimlerini tamamlayıp kitleye dahil oluyorlar. üstelik gayet uyumlu bir şekilde. bu süreçte yaşadıkları iç sıkıntıları, bocalamalar, acabalar da bartu küçükçağlayan tarafından son derece iyi yansıtılmış. filmdeki vanlı kızda yanlış bir şeyler vardı ama bu göze çok batan bir ayrıntı değil.

şebnem işigüzel
bu yazardan bahsetmiş miydim hatırlamıyorum. bu aralar onu da koleksiyon yaparcasına okuyorum. güzel hikayeler anlatıyor ve kısa yazdığı sürece ortaya "tamam, olmuş bu" denecek şeyler çıkarabiliyor. ama hikayeleri, doğal olarak, romanları kadar sürükleyici değil. romanları hayli enteresan. özellikle "çöplük" kesinlikle tavsiye ettiğim bir kitap. okuma sürecinin büyük bölümü harika geçiyor. güzel bir dil, harika tasvirler, kıvrak ve ardından gelecekleri merak ettiren cümleler... ta ki kitabın sonuna gelene kadar. henüz iki romanını okumuş olmakla birlikte, şebnem işigüzel'in sonları bağlamakla ilgili bir sorunu olduğunu söyleyebilirim. "bir şeyler yapıp okuyucuyu öyle bir ters köşeye yatırayım ki, kitap bitti sandığı anda bile bittiğinden emin olamasın, anlattıklarımın gerçek olup olmadığını bilemesin, son sayfaya kadar, hatta sonrasında da şüphesi devam etsin" tavrı var. bunu bir teknik olarak kullanıyor olabilir, yazardır, yapar. ne var ki ben bu teknikten pek hoşlanmıyorum. yine de okuyun. zevklerimiz biraz bile örtüşüyorsa, kendisini bir masalcı olarak çok başarılı bulabilirsiniz. (bu arada çöplük beni gerçekten dehşete düşürmeyi, hatta gerçek hayatta da ürkmemi sağlamayı başardı - ki kendisi bir ürkü romanı değil.)

şimdilik bu kadar. biraz çalışmam lazım. hihi!

4 Şubat 2011 Cuma

alkol ve ötesi

aynı dili konuşmadığın insanlarla nasıl tartışabilirsin?
yapamazsın. ama dilini de tutamazsın.
sinirlenirsin, cevap verirsin, karşındaki insan öfkeni görüp güler.
yine de tutamazsın. laf anlatamayacağını bilerek yazarsın. zaten cevap verdiğin kişi de sana bir şey anlatamayacağını, fikrini değiştiremeyeceğini bilir. yine de yazar.

peki ne yazar? sen nasıl cevap verirsin?
yorumlara bakmayanlar için gelsin.

Adsız dedi ki...

Ne kadar özgür,mesela evli ve çocuklu sabaha karşı tanımadığın bi adamın evinde ölü bulunacak kadar olur mu? 


sadece bir yayayı öldürecek kadar?


belki gecenin sonunda bir elektrik direğine saplanıp kalmış olmak yeterlidir.


Şuna ne dersin fren yerine gaza basıp yanında oturduğun arkadaşını denizde boğacak kadar özgürlük.


En yakın arkadaşını bıçaklayacak kadar,erkek arkadaşını aldatacak kadar,alkolik olacak kadar,tüm paranı rehabilitasyon merkezlerinde harcayacak kadar özgürlük,olur mu?


''İçmeden sosyalleşemiyorum abi''
E ne yapalım o da senin ezikliğin arkadaşım.


Ha sosyalleşmekten neyi anladığımıza da bağlı,kastettiğim kolej grup faaliyetleri diil tabi.Onun da hiç ayık kafayla yapıldığını göreniniz var mı?


Siz 24 yaş altı aklı on karış havada olan veletler için daha çok kanun çıkacak ve ben ve benim gibi çoğunluklar da sizi yönetmeye devam edeceğiz.


İnci Vardar dedi ki...

öncelikle, ben 30 yaşındayım. kısıtlanan doğrudan benim içme özgürlüğüm değil, genel bir özgürlük durumu. ama yazdıklarınızdan sonra buna anlam vermenizi beklemiyorum.



ardından, saydıklarınıza teker teker cevap vereyim. 



ilk sorunuza yanıtım evet. kimse, kimin yanında ne şekilde ölüneceğini sizden öğrenecek değil. yaşamından sorumlu olmadığınız birinin ölümü de sizi ilgilendirmez. 



bir yayayı öldürecek kadar değil. zaten kimse alkollü araç kullanmanın yasallaşmasını istemiyor. başkasının yaşam hakkına saygı duymak zaten özgürlük tanımına dahil.



erkek arkadaşını aldatmak, alkolik olmak, rehabilitasyon merkezine servet yatırmak da bireyi ilgilendiren durumlar, sizi değil. arkadaşını bıçaklayan insan da (alkollü olsa da olmasa da) özgürlükle ilgili bir durum değil. kaldı ki bana cinayetlerin, tecavüzlerin, kavgaların sorumlusu olarak alkolü gösteremezsiniz. bunu yaparsanız düpedüz yalan söylemiş olacaksınız.



18 yaşında oy kullanabilen, evlenip çocuk yapmak gibi inanılmaz bir sorumluluğa yasal olarak sahip olabilen, silah alabilen, şirket kurabilen insanlar alkol alacak kadar da aklı başındadır, hiç şüpheniz olmasın. 



diğer yandan, alkol kullanan pek çok kişinin lafını bilerek konuştuğu bir dünyam var benim. onlar sizin gibi değiller. neye karışıp nerede susmaları gerektiğini bilecek kadar olgun ve saygılılar.



gün olur devran döner, azınlıklar çoğunluk olur. son 8 yılda böyle olabildiğini gördük, yine görürüz. hayat insana çok ilginç şeyler gösteriyor.