24 Eylül 2009 Perşembe

bekleyiş

cadı gergindi. sanki sandalyede değil, diken üstünde oturuyordu. üstüste attığı bacaklarından birini sürekli sallıyor, bu hareketi nedeniyle titriyor gibi görünüyordu. külü iyice uzamış sigarasını tuttuğu elinin başparmağı ağzında durmaktan hamurlaşmış, tırnakları kemirilmekten iğrenç bir hal almıştı. masanın üzerindeki dirseği aynı noktada durmaktan düzleşmiş gibiydi.

cadı bir telefon bekliyordu. cadı beklemekten nefret ediyordu.

çalan telefonla yerinden sıçradı. panik içinde telefonu aramaya başladı. masanın üzerinde, gözünün önünde durduğunu farkettiğinde okkalı bir küfür savurdu ve telefonu açtı.

"buldun mu?"
"neyi buldum mu?"
"sen... ahh, tatlım, boşver. şu anda bir telefon bekliyorum, sonra konuşalım."
"tamam, hoşç..."
"görüşürüz."

evet, elbette kaba bir davranıştı ama şu anda cadının kibarlıkla harcayacak vakti yoktu. kurbağanın kırılan kalbini daha sonra da onarabilirdi.

kendisi mi arasaydı? ne diyecekti ki? yine de odanın içinde dört dönmekten daha iyi değil miydi? düşünmekten, kafasında olasılıkları hesaplamaktan başı ağrımaya başlamıştı. dikkatini bir şekilde dağıtmalıydı. aklı başka yerde olduğu için kitap okuyamıyordu. denemiş ve bir paragraf bile anlamamıştı. televizyon izleme denemesi kumandayı duvara fırlatmasıyla sonuçlanmıştı. hiçbir şeye odaklanamıyor, giderek daha fazla sinirleniyordu. kendini bıkkınlıkla yatağa bıraktı. tavanı izlerken kendi kendine konuşuyordu.

"bak ben sana söyleyeyim, insanlar böyle böyle deliriyorlar beklerken. işi gücü olan insan kendi kendine konuşur mu hiç? konuşmaz. ben ne yapıyorum? kendi kendime konuşuyorum. demek ki neymiş? beklemenin de beklentinin de taaa bir tarafına koyayımmış. çalmayacak mı lan bu telefon?!"

telefon çaldı. kurbağa "cevap geldi mi?" diye soruyordu. cadı "cevap gelmedi de işin yoksa sen gelsene," dedi, "çok gerginim ve pek iyi davranamayabilirim, hatta olmayan bir şeyden kavga bile çıkarabilirim ama yanımda olman iyi gelecek herhalde." kurbağa mırın kırın etmeye başladığı zaman cadı sinirlenip "gelmeyeceksen telefonu niye meşgul ediyorsun?!" diye çıkıştı ve öfkesi yüzünden kısa bir özür dileyip kapattı.

ding dong!

"hah! şimdi sıçtık!" dedi cadı. ayakları geri geri giderek kapıya yaklaştı. biraz bekledi. kedi adımlarıyla biraz daha yaklaştı. durdu. belki yeteri kadar oyalanırsa kapıyı açması gerekmeyecekti. bir cadının süpürgesine atlayıp dolaşmaya çıkmasından doğal ne vardı ki? kapı yerine arka taraftaki pencereyi de kullanmış olabilirdi pekala.

ding dong!

beklemeliydi. bekleme kavramından bir kez daha nefret etti. endişeyle nefes alıp veriyordu. minik adımlarla kapıya biraz daha yaklaştı, sessizce kulağını dayadı. kapının diğer tarafında da benzer bir sahnenin yaşandığından şüpheleniyordu. çıt çıkarmamalıydı.

uzaklaşan adımları duydu. kapıya dayanan ev sahibi cadıya daha fazla bekleyemeyeceğini söyleyecekti muhakkak. cadı da aramayı beklememeli, yapmalıydı.

"alo! sabahtan beri aramanızı bekliyorum! beni ilgilendirmez! ne demek vaktimiz olmadı?! prenses elmayı yedi mi? yedi. uyudu mu? uyudu. benim işim burada biter. siz artık tabuta mı koyarsınız, üstüne çıkıp kendisine mi koyarsınız beni ilgilendirmez! paramı hemen istiyorum! ev sahibi kapıya dayandı, sizin yüzünüzden kirayı ödeyemedim! sizin ödeme alamamış olmanız beni ilgilendirmez! ya on dakikaya kadar paramı getirirsiniz ya da sizden sote yapıp ev sahibine ziyafet çekerim, kıç kadar evinizi de karıncalara satarım!"

telefonu öfkeyle kapadı. yeni bir bekleyiş başlamıştı.

22 Eylül 2009 Salı

askere mektup

Merhaba güzel insan,

Günlerdir sana mektup yazmayı düşünüyor ama yazacak bir şey bulamıyordum. Bu sabah rüyamda seni gördüm. Yanımızda olmanı çok istediğimi düşünerek uyandım. Aynı evde yaşadığımız halde pek sık görüşmesek de varlığının ne kadar önemli bir yer kapladığını ve seni ne kadar özlediğimi yeniden farkettim.

Bulunduğun yer ve koşullarda böyle duygusal cümleler belki de en son ihtiyaç duyacağın şey. Ama bugün seni çok sevdiğimi söylemek istiyorum. Seni sadece ailemin bir üyesi olarak değil, karakteri ve duruşuyla, kimseye bedava vermediğim sevgimi kazanmış bir insan olarak seviyorum. Belki her eve değil ama bu eve lazımsın sen.

Şimdi burada olsan, bilgisayarın başında oturup zaman geçiriyor olacaktın. "Babaanneme gidiyor muyuz?" diye sorana kadar belki tek kelime konuşmayacaktık. Bütün bu süreçte evde bulunmak dışında bir varlık belirtisi göstermeyecektik. Pek çok kişiye tuhaf gelebilir ama bu bizim için yeterli olacaktı. Çünkü kıç kıça olsak da kendimize ait alanlarımızda, kendi hayatlarımızı yaşıyor olacaktık. Olması gerektiğini düşündüğüm gibi.

Ben hep yalnızdım. Senin aileye katılman bunu değiştirmemişti. Tek başıma kalmam her zaman mümkün olmasa da içimde kendime ait bir oda hep vardı. Anlayacağın, kendi uyumsuzluğumda kavruluyordum. Seni hiç kıskanmamış olmam belki de bu yüzden. En çok kavga ettiğimiz zamanlar, hormonlarımdan ileri gelen tahammülsüzlüğüm ve büyük ölçüde de yalnız kalma ihtiyacımı karşılayamamamla gelişiyordu. Sonra kavgalarımız bitti. Birbirimize müdahale etmediğimiz ama gerektiğinde birbirimizin yanında olabildiğimiz günlere geçtik. Senin ne kadar değerli olduğunu o zaman gördüm ben. Kesinlikle kaybedince anlamak değil bu. Ben o dönemde insan olarak değer verdiğim bir kardeş kazandım ve seni sevmeye başladım. Şimdiyse yokluğunu derinden hissediyorum.

Bunu kimseye, annem ve babama bile anlatmak beni rahatlatmayacak. Daha doğrusu, hiç işime yaramayacak. Hepimiz seni kendimize göre özlüyoruz. Bazı şeyler var ki, sadece özne ve nesne arasında gerçek anlamını kazanıyor. Bu da onlardan biri.

Şimdi sen orada, hiçbir alakanın olmadığı bilmem kaç tane adamla 7/24 birliktesin. Herkesle aynı kıyafetleri giyiyor, aynı kurallara uyuyor, hemen hemen aynı emirlere itaat ediyorsun. Birey olmanın güzelliğini büyük ölçüde kaybettiğin bir penguenler dünyasında gibisin. Ben hiçbir zaman, öğrenciyken bile, şu anda içinde bulunduğun durumu bu şiddette yaşamadım. Ama inan bana nasıl olduğunu biliyorum. Bireyselliğine saygı duyulmayan, isteklerinin ve ideallerinin ya saçma bulunduğu ya da önemsenmediği, tek tip insanların yaratılmaya çalışıldığı bir toplumda yaklaşık 30 yıldır yaşıyorum. (Babam duysa hemen muhalefet ederdi buna da.) Benim gibi üşengeç birinin konuşmayarak, odasına kapanarak, genel tabirle "yabani" olarak bu duruma tepki vermesi hiç tuhaf değil. Ne var ki, sen benim gibi değilsin. Kendine göre yaşama, uyum sağlama ve keyif alma yöntemlerin var.

Bunu bildiğim ve öyle bir ortamda bile karakterini gerektiği gibi ortaya koyacağına inandığımdan senin için hiç endişelenmedim ben. Yine de bir asosyal abla tavsiyesinde bulunmak istiyorum: Olur da çok sıkılırsan, direnme. Bu deveyi ya güdüyorsun ya da güdüyorsun. Hepsi geçici. İhtiyaç duyduğun zaman saklanıp dinleneceğin odan askeriyede değil ama içinde. Kalabalıktan bunaldığın zaman direnme ve o odayı kullan.

Sen Emre, en çok değer verdiğim insanlardan birisin. Buna "sen de benim için öylesin" gibi bir cevap vermen gerekmiyor. Hiçbir cevap veya karşılık vermen gerekmiyor. Sadece benim için ne ifade ettiğini bilmeni istiyorum. Çok değerli olduğunu bil, bu kadarı benim için yeterli.

Seni uzaktan da olsa, kollarımı kocaman açarak ve kemiklerini kıracak kadar sıkarak kucaklıyorum. Önümüzdeki günler için sabır ve kolaylık dilerim.

Hoşça kal kardeş.

18 Eylül 2009 Cuma

kapan

çaresizliğin gülümsemesi diye bir şey var. tanır mısın?
son zamanlarda kiminle ciddi bir diyaloga girsem yüzümde beliriyor.
başkalarının sorunları karşısında kapana kısılıyorum.

12 Eylül 2009 Cumartesi

görüyorum ki...

göz görmeyince gönül gerçekten katlanabiliyor. bir zorunluluk olarak ele alıyorsun yaşanan durumu. "bir gün bitecek ne de olsa" gibi bir düşüncen bile olmuyor. sadece olan bitenin varlığını, olduğu gibi kabul ediyor ve üzüntü, özlem gibi negatif hisleri yokediyorsun. ya da öyle olduğuna kendini inandırmaya çalışıyor, anlamsız heyecanlarına, gereksiz öfke patlamalarına anlam veremiyorsun.

sonra göz görüyor. bir şey oluyor ve yokluğunun seni etkilemediğini sandığın varlık karşına çıkıyor. işte o zaman yokluğunun etkisini gerçekten hissediyorsun. kucaklarken gözlerin doluyor, "ah" dışında bir şey çıkamıyor ağzından. yeniden bir araya gelmenin sevincini mi, kaybolan zamanın acısını mı hissettiğini karıştırıyorsun.

kardeşimi öyle çok özlemişim ki...

4 Eylül 2009 Cuma

sabah olmadan

uşak sebastian kusursuz eğitimine uygun sessiz adımlarla verandaya çıktı. yazın son güneşi, ılık esinti, kuş sesleri ve çimenle karışık toprak kokusu sayesinde burası dünyanın en huzurlu yerlerinden biri sayılabilirdi. ta ki prensin hafifçe çatılmış kaşlarını ve düşünceli bakışlarını görene kadar. prens sabahtan beri aynı yerde oturuyordu ve görünüşe bakılırsa, içini titreten elektriğini atabilmesi için birkaç hafta burada kalması gerekecekti.

sebastian elindeki tepsiyi yavaşça masaya bıraktı. prens kibarca gülümseyerek teşekkür etti. sarayda kendisine teşekkür eden tek kişi olduğu için sebastian'ın gözünde prensin her zaman ayrı bir yeri vardı. şimdi de onun için endişeleniyordu.

- başka bir isteğiniz var mı efendim?
- hayır sebastian. sağol.

uşak sakin adımlarla verandadan ayrılırken içi içini yiyordu. prense sorunların neye benzediğiyle ilgili akıllıca bir şey söylemek istiyordu ama ufkunu açacak benzetmeyi bir türlü bulamamıştı. neye benzerdi ki sorunlar? aradan bir tanesi çekilince tamamı devrilen bir kütük yığınına mı? sürekli yakan ama günün birinde mutlaka sönecek olan bir ateşe mi? çırpındıkça dibe battığın ama kendini bırakınca seni yüzeye çıkaran bir denize mi? sorunun gelecekte bir şekilde çözüleceğini bilmek, prensin mevcut ağrısını hafifletmeyecekti.

sebastian düşünmeye devam etti. belki bir sonraki kahve servisinde söyleyecek güzel bir cümle bulurdu.

-----

prens yorgun, bıkkın ve umutsuzdu. kendisine biçilen görevler başta basit bir memnuniyetsizlik yaratsa da artık boğucu olmaya başlamışlardı. saf prensesleri kurtarmak, cadılara, büyücülere ve ejderhalara savaş açmak dışında bir şeyler yapması gerekiyordu. devlet meseleleriyle ilgilenmek istiyor ancak kral tarafından kısa sürede engelleniyordu. çünkü babasına göre şu sıralar kahramanlık yapmalı ve masallarda adını duyurmalıydı. kral olduğu zaman zaten sürekli devleti yönetecekti, şimdi daha önemli görevleri vardı. ve kral sürekli yeni prensesler veya ejderhalar buluyordu. tüm bunlar prensi daha çok öfkelendiriyordu. tükendiğini hissediyor ama çıkış yolunu bir türlü bulamıyordu.

düşündükçe canı sıkılan prens, dünyanın en huzurlu verandasında, ılık yaz esintisiyle hışırdayan ağaçların ve kuşların sesini dinleyerek uyudu.

-----

- hey! afedersiniz! huu huuu!

prens gözlerini açtığında irkildi. karşısında duran beyaz elbiseli kız karanlıkta hayalet gibi parlıyordu. korkutmadan uyandırmak için fısıltıyla konuşuyor, prensin omzuna dokunmak yerine nedense kapalı gözlerine doğru el sallıyordu. elbisesi kirlenmiş, yer yer yırtılmıştı. çok güzel sayılmazdı ama tuhaf tavırları hemen dikkat çekiyordu. incecikti, çok kırılgan görünüyordu ama bu saatte ormanda dolaşabildiğine göre pek de savunmasız olamazdı.

- uyandırdığım için özür dilerim. ama kayboldum ve burada yol sorabileceğim kimse yoktu. siz yedi cücelerin kulübesinin nerede olduğunu biliyor musunuz?
- hayır. belki sarayda bilen birileri vardır ama onlar da bu saatte uyumuşlardır. siz bu saatte ormanda ne arıyorsunuz?
- uzun bir hikaye. teşekkür ederim ve uyandırdığım için tekrar özür dilerim. iyi geceler.
- durun! nereye gideceğinizi bile bilmiyorsunuz. üstelik orman geceleri çok tehlikeli oluyor. en azından güneş doğana kadar burada kalın. hem... tahmin edeceğiniz üzere ben bir prensim ve sizin gibi genç bayanları kurtarmak da görevlerim arasında.

genç kız çok saçma bir şey duymuş gibi başını eğerek gülümsedi ve prensin gözlerinin içine baktı. bu bakışta tuhaf bir şey vardı. biraz alaycı ve vahşi bir şey. ama beyaz dişlerini çevreleyen gülümsemesi öyle içten ve sevimliydi ki, prens bu tezat karşısında korkuyla karışık bir yakınlık hissetti. ve o anda en çok istediği şeyin kızı biraz daha yakından tanımak olduğunu farketti.

- bakın, çok naziksiniz ama az önce hapsedildiğim kuleden kaçtım. sanırım başımın çaresine bakabilirim.
- kuleye neden hapsedildiniz?
- uzu...
- anladım, uzun bir hikaye. dinlemek için sabırsızlanıyorum. ayrıca kuleden kaçtığınıza göre en azından bir fincan kahveyi haketmişsiniz. oturun lütfen. şimdi anlatın bakalım, neden kuleye kapatıldınız?
- çünkü üvey annem babamı öldürdü ve ülkenin yönetimini devraldı. halka olağanüstü vergiler yükledi, ülkenin tüm varlıklarını satışa çıkarmaya başladı ve korkunç yaptırımlarla uygulanan yasaklar getirdi. küçük bir grup toplayarak ayaklanma başlattım. ancak ordu da kraliçenin yanında olduğu için ayaklanma bastırıldı, kaçamayanlar öldürüldü, ben de kuleye kapatıldım.
- bir prenses olduğunuzu farketmemiştim.
- öyleyim.
- kendini kurtaran bir prenses...
- kulenin ne kadar sıkıcı bir yer olduğunu tahmin bile edemezsiniz. bir prens tarafından kurtarılmayı bekleyemezdim. üstelik yapacak çok işim var. bu yüzden en kısa zamanda yedi cüceleri bulmalıyım.
- sonra ne olacak?
- evim yeniden bana ait olacak ve yaşanabilir bir yer haline gelecek.

-----

prens ve prenses sabaha kadar konuştular. hayatlarından, hedeflerinden, hayallerinden, huzursuzluklarından ve hüzünlerinden bahsettiler. sohbetleri o kadar akıcı, aydınlatıcı, açıklayıcı, öyle apayrı bir şeydi ki güneşin doğuşunu geciktirmek istediler. nasıl olduğunu bile anlamadan o gece aşık oldular, birbirlerinin içine akıp karıştılar. o gece prens ve prenses belki de hayatlarında ilk kez bu kadar mutlu oldular.

ne var ki, bunlar güneşin hiç umurunda değildi.

-----

- gideceğini biliyordum ama keşke bu kadar çabuk olmasaydı.
- bir yere gitmiyorum ki, buralardayım ben. yapmamız gereken işler var. benim ülkemi kurtarmam gerekiyor, senin de kral olana kadar aşman gereken zorluklar var. çok uzun sürebilir, çok zorlayıcı olabilir ama sen hep benimle olacaksın.
- kral olduktan sonra da hiçbir şey düzelmeyecek ki, yine yerine getirmem gereken görevlerim olacak. kurtardığım son prenses ben işlerimle ilgilenirken delirip kurbağaları öpmeye başlamıştı. sen de öyle olacaksın.
- bir şeyi açıklığa kavuşturalım; ben senin kurtardığın bir prenses değilim. seninle geçirmek istesem de kendime ait bir hayatım ve kendi sorumluluklarım var. birbirimizin yaşam alanlarına saygı duyduğumuz ve dün gece hissettiğimiz şeyi kaybetmediğimiz sürece ne ben delireceğim ne de sen yalnız kalacaksın.
- söz mü?
- hayır.
- ama?!
- geleceğe dair kesin yargılarda bulunamam. bekleyip göreceğiz, yaşayıp öğreneceğiz.

-----

prenses uzaklaşırken, prens, harika bir gece geçirdiğinin ama hiçbir sorununun çözülmediğinin bilinciyle yeniden verandadaki koltuğa gömüldü. sebastian kahvaltısını masanın üzerine özenle yerleştirirken "kral yeni bir ejderha bulmuş efendim, gerekli bilgileri vermek için kahvaltıdan sonra sizinle görüşmek istiyor" dedi.

- bir süre ejderha kovalamayacağımı söyle lütfen sebastian. yorgunum ve ara vermeye ihtiyacım var.
- efendim, cüretimi mazur görürseniz size söylemek istediğim bir şey var. günlerdir sizi rahatlatmak için sorunlarla ilgili bir benzetme bulmaya çalışıyorum ama hala kesin bir sonuca ulaşamadım. galiba sorunlar hayat gibidir. bir gün biteceğini bildiğiniz halde sonsuza kadar sürecekmiş gibi gelir. bittiğindeyse ne kadar zaman kaybetmişim dersiniz. elinizde bir tek aldığınız dersler kalmıştır. aslında bu da yeterli olmalıdır.
- o halde sorunlar aşk gibidir de diyebilir miyiz sebastian?
- hayır efendim. aşkta zaman kaybetmezsiniz.

3 Eylül 2009 Perşembe

sadece benim için

sevgili inci,

lütfen bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirme, değiştiremeyeceklerimi ise kabullenme gücü ver. bunu senden başka kimseden isteyemeyeceğimi biliyorsun. bu yüzden elini korkak alıştırmamanı da rica ederim.

saygılarımla,
inci

1 Eylül 2009 Salı

when you're strange

hiçbir zaman wicca'yla çok içli dışlı olmadım ama hava değişimleriyle yakinen bağlantılı olduğumu söyleyebilirim. bugün yağmur yağması inanın hiç şaşırtıcı değil.

bugün "estranged" dinlemeye uygun bir gün.

dün gece uykum kabuslarla bölündü. ilginç bilinçaltı kabusları da değil, tamamen bilinç düzeyinde bir şeyler. anlatsam kimse tınmaz yani. ne var ki beni beynimi parmaklayarak uyandıran, sonra da ağlatan türden. gece gece zihnimin her yerine psikolojik simgelerimi yerleştirdim. insanın kendini oldukça iyi tanıyıp böyle şeyleri hayra yoramaması... iyi değil diyemedim, kötü değil diyemedim. gayet nötr bir durum, sadece var. cehaletin de mutluluk olduğunu düşünmüyorum sonuçta.

bugün "the day we are both fucked up". daha fazla yayılmamasını umuyorum.

çaresizliğim kendime yönelik yıkıcı bir öfkeye dönüşüyor. kimseyi hiçbir şey için suçlayamam. sadece bana yakışmaz diye değil. suçlayamayacak kadar empatik bir yapıya sahibim. ama empati daha iyi hissettirmiyor. daha ziyade, çaresizliği daha derinden hissettiriyor.

hayat bu. di mi?