30 Kasım 2010 Salı

mim / atlas bile vazgeçmişken...

görünen o ki, blog dünyası yeni ve bir o kadar da edebi bir saadet zinciriyle çalkalanmakta. zamanında blog yazarlarının birbirinin reklamını yaptığı bir zincir de oluşmuştu, bilmem hatırlar mısınız? ben anarşik tabiatlı, böyle bir ezber bozan, bir mikine takmayan insan olduğum için o zinciri kırdım. bundan da hiçbir beis duymadım. ama bu kez mim serap çakır'dan geldi, başım üstüne dedim. aslında bir de böyle edebiyatlı medebiyatlı bir şey olunca, rasgele sayfa açmacalar işin içine karışınca çekici de geldi, doğruya doğru. ben de gittim kütüphane nahiyesine, göz hizasında, en önde duran kitaplardan birine elimi atıverdim. ayn rand çıktı tabii, daha ne olacağıdı? atlas vazgeçti'nin ikinci kitabı. yazmam gereken şey, açtığım sayfadan gözüme çarpan ilk paragraf. paragrafı görünce dedim, "anam o da nesi?!" kadın bir paragraf yazmış, oku oku bitmiyor! zaten üç kitaplık seriden insan gibi paragraf beklersem olacağı da buydu. kolaya kaçıp başka sayfa çevirmiyorum (çünkü bu kez karşıma john galt'ın hayvani uzunluktaki savunmasının çıkması da olası), 425 ve 426. sayfalardan aynen alıntılıyorum.

"ben aslında neyim, biliyor musunuz? ben polisim, bay rearden. insanları suçlulardan korumak polisin görevidir. suçlular da, serveti zorbalıkla çalanlar. polisin görevi, çalınan malı bulup sahibine geri vermektir. ama eğer soygun, yasanın amacı haline gelmişse, polisin görevi de malı yağmalamak olmuşsa, o zaman polislik etmek de yasa dışı birine düşecektir. ele geçirdiğim kargoları bu ülkedeki bazı özel müşterilerime satıp durdum, onlar da bana bedelini altınla ödediler. ayrıca kargolarımı avrupa halk devletlerinin karaborsacılarına da satıyorum. halk devletlerinde varoluş koşulları nasıldır, biliyor musunuz? üretim ve ticaret - şiddet demiyorum, ticaret diyorum - suç olarak ilan edildiğinden beri, avrupa'nın en iyi adamlarının da suç işlemekten başka çaresi kalmadı. o ülkelerin köle güdücülerini iktidarda tutan, henüz sıfırı tüketmemiş ülkelerin, yani burası gibi ülkelerin sadakaları. o sadakaların oraya varmasına izin vermiyorum. malları avrupa'nın yasa dışılarına, mümkün olan en yüksek fiyata satıyorum, bedelini altın olarak alıyorum. altın nesnel bir değer. insanın servetini ve geleceğini korumasını sağlar. avrupa'da kimsenin altın bulundurmaya hakkı yok, yalnız kırbaç şaklatan insaniyet dostlarının hakkı var, onlar da altını, kurbanlarının refahı için harcadıklarını iddia ediyorlar. kaçakçı müşterilerim altını oralardan buluyor da bana verebiliyor. nasıl mı? benim malları ele geçirmek için bulduğum yöntemle. sonra ben de altını, kimden çalındıysa ona geri veriyorum, size bay rearden... ve sizin gibi başka insanlara."

okuduysanız bilirsiniz, bu paragrafta adı geçen rearden bir sanayici. kaymak tabakasından. işini falan da çok iyi yapıyor bu arada, ortaya faydalı bir şeyler çıkarıyor. devlet de faydalı malı gördüğü anda el koymaya, diğer tüm sanayicilerin aynı şeyi üretebilmesi için kamulaştırmaya çalışıyor. adamı iyi bir şey ürettiği için suçlu çıkarmaya ve kıskaca almaya çalıştıklarından kelli, böyle zenginden çalıp zengine verme şeklinde vuku bulan bir robin hood'culuk durumu ortaya çıkıyor. eleştirmek size kalmış.

zinciri baştan kırmadım ama şimdi kimseye görev vermeyerek yine kıllığımı ortaya koyuyorum. ve uzaklara bakarak diyorum ki, "klavye gibi, mouse gibi, mimimi tamamlar giderim."

öberim.

22 Kasım 2010 Pazartesi

kıro

inanılmaz bir gerçekle karşınızdayım sayın seyirciler. "kıro" kelimesi köken olarak, öfkeli antropolog numan ve her gördüğü kadına laf atan kıro arkadaşı selami'den geliyor.

hormonları burnunda gezen selami kendini kontrol edememekte, bu nedenle dişi sineğe bile bıyık burmaktadır. belki arada manita yaparım diye sürekli numan'ın çalışmalarını bölmekte, adamcağızı o parti senin, bu bar benim sokak süpürgesi etmektedir. gittikleri yerde de rahat durmamakta, gelen geçene "du yu seks" diye asılmaktadır. günlerden bir gün, yine kafasına çantayı yediğinde numan dayanamaz, "resmen bir cromagnon gibi davranıyorsun selami!" diyerek eğitimine ve nezaketine uygun bir hakarette bulunur. bu hakaret, normalde etliye sütlüye karışmayan, ağzından iki cümleyi zor çıkaran numan'ın o kadar hoşuna gitmiştir ki, artık kapıcıya sinirlendiğinde bile cromagnon demeye başlamıştır. gel zaman git zaman, kelime küçülür, daha kolay söylenebilir boyutlara indirgenir ve günümüzdeki kullanımına kavuşur.

gayet ciddiyim şu anda. adeta bilimsel.

bir bayramın ardından

bu aralar bir laklak edesim var ki şekerparelerim, sormayın. ama elbette bu insanlarla neşeli sohbetlere girmek, arkadaşlarla toplaşmak şeklinde vuku bulmuyor, sadece yazmak istiyorum. yazacak bir şeyim de olmadığından kelli sıklıkla kendi kendime konuşuyorum. ya da bir kitapta okuduğum cümle kendimle sohbet konusu açmama yarıyor ki, bu da ya hayali yazarla ya da yine kendimle konuşmamla sonuçlanıyor. kaldı ki, ikisinin arasında yedi fark bile yok.

şu güzelim dokuz tatil günü boyunca ne yaptın diye sorsanız, önce çalıştığımı, kalan zamanımda da karpuz gibi yattığımı söylerim. geç yatmak ve geç kalkmak şahane bir şey. yarın itibariyle (elbette yarın artık bugündür) normal çalışma saatlerine dönecek olmanın tek kötü yanı da sabahın şeysinde kalkma zorunluluğu. benim de bir tembellik hakkım olmayacak mı diye düşünüyorum bazen. sonra da beterin beteri var diyerek çevre muhitlerdeki tahtaları tıngırdatıyorum.

onur'a gitmeyi ve bebeğini görmeyi çok istedim mesela. bunun için uygun zaman tatil olmayacaksa ne zaman olacak? olamadı, olduramadım. diğer yandan da daha bir aylık bile olmamış bebiş için internetlerde giyilecek bir şeyler araştırdım. bu bebişin henüz minimal bir insan olması bir gün "rocker chick" olacağı gerçeğini değiştirmiyor. mutteşem tulumlar buldum kendisine, gören karşısında kafa sallamaya başlar. sonra da hiçbirini alamadım çünkü hepsi ecnebi memleketlerde. sipariş versem gelmesi bir ayı bulur, bebek o zamana kadar dana gibi olur. çok çabuk büyüyor bu insanlar. tulum bile olsa alıp hemen iki kere giydirmek gerekiyor, fırsatı kaçırınca üstüne olmuyor. belki benzer ciciler bulurum diye türkiye semalarında da sörf eyledim ve fakat memleketçe bebek modasında ancak winnie the pooh'ya kadar evrilebildiğimizi esefle gördüm. ziyaret edebilecek gibi olduğumda tekrar bakacağım. hiç olmazsa iki koli bez alayım diyorum, şimdi bunlara bez almaktan fenalık gelmiştir.

(dip not: sevgili onur, "bir şey almana gerek yok, senin gelmen yeterli" diye düşünüyor olabilirsin. istersen düşünmeye devam et ama olmaz öyle şey. inci teyze olmak sorumluluk gerektiren bir müessese.)

bayram normalleri gereği çeşitli akrabaları ziyaret ettim. bunlardan birinde, akrabasal bağlamda yılın olayı gerçekleşti. kardeşimle birlikte, amca, yenge, onların çocuğu ve babaanne dörtlüsü arasındaydık ve konuşacak hiçbir şeyimizin olmaması bünyemde gerginliğe neden oluyordu. çünkü otuz yaşına gelip de evlenmemiş her genç bağyan gibi benim de evlilik muhabbetine maruz kalmam kaçınılmazdı. olayı geciktirmek için benim işimden, çocuğun okulundan, babaannemin ilaçlarından falan bahsederken soru meraklı yengeden geldi: "eee inci, evlenmiyor musun artık?"

şimdilik öyle bir planımın olmadığını söyleyip konuyu kapatmamın mümkün olmasını diliyordum. çünkü daha birkaç ay önce aynı soruları yanıtlamıştım ve her yıl iki kere aynı işkenceden geçiyordum. ne var ki karşımda çocuk merakıyla "neden? peki neden? neden?" diye soran, arada da yaşlı ısrarcılığıyla evliliğin şahane bir şey olduğunu savunan, orta yaş olgunluğundan pek nasibini almamış bir kadın vardı. daha beş dakika bile geçmemişti ama sıkıldım. belki biraz sabretsem, başka şeyler düşünüp kafamı sallasam vazgeçerdi ama dayanamadım. "ya bak," dedim, " evlenmeyi düşünmüyorum ve evlenmek için bir neden de göremiyorum."

konuyu sertçe kapatmasını beklediğim, hatta tonlamasını bile buna göre ayarladığım cümle işe yaramamıştı. yenge çetin cevizdi ve son kozunu henüz oynamamıştı. "nasıl nedeni yok incicim? evlilik çok güzel bir şey, hem cinselliği yaşayacaksınız" dedi. bir an nefesim kesildi, içsel bir karmaşa yaşadım. o kadar beklenmedik bir yerden vurmuştu ki, sadece tek kaşım kalktı ve aklımdan geçen cümlelerden birini seçene kadar cevap verme süremi doldurdum. en mantıklısı sanırım "yılda sadece iki kez görüşen kişiler olarak aramızda cinsellik gibi bir konunun geçmesi patavatsızlıktır" cümlesiydi. aklımdan ilk geçen ise "30 yaşındayım olm ben, saçma sapan konuşma" şeklindeydi. söylemediysem de kalkan alaycı kaş bunu yeteri kadar anlatmış olabilir.

kan bağımız olmasa da o da bir akraba. amcamla evli olduğuna göre, çekirdek sülalemde aynı özellikleri taşıyan bir insan evladı var. dolayısıyla amcam hakkında da istediğim gibi kötü düşünebilirim. benim görüşümü önemsiyorsa evlenmeseydi, hayret bir şey. benim için kabullenilmesi zor durumlar bunlar. anlam veremiyorum. yetiştirilme şeklimden olsa gerek, tabularla aram bir tuhaf. daha doğrusu, kavramsal olarak her şeyi açıkça tartışabilirim ama kişiselleştiğinde yakın arkadaşlarımla bile konuşamam. örneğin, ideal bir toplumda evlilik gereksiz bir kurumdur ama benim evlenip evlenmemem kimseyi ilgilendirmez. böyle bir şey.

böyle evlilik üzerine kendi kendime ahkam keserken başka bir şey geldi aklıma. mevcut sistemin ideal insanı diye bir şey var ve ben ya onu ya da o tanıma çok yakın birini tanıyorum. aynı yaşlardayız ama onun yıllardır, oldukça iyi işleyen bir şirketi var. muhtemelen ne olacağına daha üniversiteye başlamadan karar vermiş, eğitimini bu yönde almış ve mezun olur olmaz da planlarını gerçekleştirmek için kolları sıvamış. çoğu ortamda tanınıyor ve saygıyla karşılanıyor. gayet fit görünüyor, vücudunda fazlalık yok denecek kadar hiç. hem aileden hem de kendi kazancından gelen bir zenginliği, kendisi gibi bir eşi, bir de mükemmel büyümesi planlanan çocuğu var. eşiyle lisenin son yıllarında veya üniversitede tanışmış olduklarını sanıyorum, çıkmaya başlamaları ve evlilik planları yapmaları aynı döneme denk gelmiş olmalı. kanca takmak şeklinde değil ama. el ele tutuşmak ve aynı yöne bakmak, doğan güneşi görmek gibi. her şeyin planlı ve ileriye dönük olduğu bir yaşam.

(ve hayır canım, tabii ki bu sevgilim değil. bizim sevdicekle ileri bakma gibi bir alışkanlığımız yok. birbirimize bakıyoruz biz. sonra gözlerimizi kapatıp iflah olmaz romantikler şeklinde öpüşüyoruz. uuu beybi... güzel bir hareketlenme oldu bende.)

bu kişi benim arkadaşım değil. hayatımda hiç böyle bir arkadaşım olmadı, bundan sonra da olacağını sanmıyorum. ben de hiçbir zaman böyle olmayacağım. çok tuhaf değil mi? "sistemin ideal insanı" kanlı canlı karşımda dururken onda örnek alınacak ya da gıpta edilecek bir şey göremiyor, hatta onu hayli sıkıcı buluyorum.

işte bu yüzden ben hayatımı hiçbir başarıya imza atmamış, ismi hatırlanmayacak, son derece sıradan bir insan olarak geçireceğim ve bundan memnun olacağım.

20 Kasım 2010 Cumartesi

balon

zamanında yaptığım uçarılık ve enteresanlıklarımın günün birinde "ne salakça lan" diyeceğim şekilde karşıma çıkacağını biliyordum. bu tip şeylerin işle öyle ya da böyle ilgili olacağıysa hiç aklıma gelmemişti.

üniversitede küçük bir grubum vardı, sürekli okulu kırıp içmeye giderdik. böyle zamanlardan birinde, asmalımescit'te bir yerde oturmuş bira içiyorduk. hava güzeldi, sokaktaki masalardan birindeydik. kim bilir ne konuşuyorduk. muhtemelen sıkıcıydı. belki de değildi ama o sırada yanımızdan geçmekte olan uçan baloncu dikkatimi sohbetten daha fazla çekmişti. konuşmayı bölüp birkaç balon aldım ve masaya döndüm. bir kalem çıkarıp herkesten balonunun üstüne bir şey yazmasını istedim. kimse ne yazacağını bilmiyordu. umutlarını ya da kurtulmak istedikleri bir şeyi yazmalarını söyledim. sonra balonları bıraktık. birlikte uçup gözden kayboldular. oldukça güzel bir görüntüydü. milyonlarca balonla muhteşem bile olabilirdi. sonra yazdığımız şeyler üzerine konuşmaya başladık. ne ruhumuzda bir hafifleme oldu ne de bir umudu kozmosa göndermenin heyecanı. açıkçası ben bile yaptığımız işte en ufak bir anlam bulamamıştım.

üniversite tayfasından kimse bunu hatırlamıyor olsa gerek. ve fakat sevgili alice, millet benim "gençlik işte" diyerek bir kenara attığım bu tip gudikliklerden proje yapıyor. yılbaşı projesi telaşı içinde her tür ıvır zıvırı düşünürken bir balon konusu da geçmişti, aklıma bu anım geldi. salakça ama keşke yapmasaydım dediğim bir şey değil neyse ki.

o kadar iş bazlı düşünüyorum ki aklıma doğru düzgün fikir gelmiyor. oysa şimdi gaipten sesler'e bir şeyler yazmayı isterdim. bir de öyle hikayeler hem daha hızlı düşünmemi hem de daha akıcı yazmamı sağlıyor. müthiş bir egzersiz. şimdiki durum tam olarak zaman bulamamak değil, kafam tek yönlü çalışıp körelmeye başladı. zamanım eskisine oranla çok daha az elbette. dokuz günlük bayram tatilinin dört gününü işe gitmeden ama yine bilgisayar başında ve düşünceler içinde geçirdiğimi belirtmek isterim. buna rağmen gözlerimi yaşartacak kadar güzel fikirlerin çıkmaması ise içler acısı. bu aralar işle ilgili yazdıklarımı da sevmiyorum, biraz farklı hikayelerle pratik yapmalıyım.

eskiden yazdığım bir şeyle karşılaştım. şimdi o geyikleri bile yapmıyor olmamı çok yadırgadım. şöyle bir şey:

mustafa mahallemizde dünyaya gelen ilk sakallı bebekti. galiba son birkaç yüzyılda ilk olma özelliği de taşıyordu. çok tantana yaptılar, tüm haberlerde çıktı ibne. kıskandığımdan değil, gerçekten homoseksüel oldu sonra. ama elbete kıskanmak için tüm mahalle çocuklarının geçerli nedeni vardı. çünkü ilk sakallı o olduğu için tüm parsayı topladı. bir yıl içinde 16 çocuk çıkardı mahalle, hepsi sakallı. hele ayla'nın (evet, kız) sakalları dedemi bile kıskandıracak kadar gürdü. kestikçe daha da gürleşiyordu. daha yedi yaşındayken intihar etti. kendini asmak için sakallarını kullanmıştı. nihan daha akıllıydı. şimdi şehrin en büyük peruk dükkanının sahibi.

bir de özellikle yeni tanıştığım insanlara işkence etmek için şahane bir yöntemim vardı. onlara masal anlattırırdım. amaç işkence değildi tabii. uydurdukları masallar kişilikleri hakkında gayet işe yarar bilgiler verirdi. sonra sıkıldım galiba ya da masalların ne işe yaradığını unuttum. buna bazı durumlarda "büyümek" de diyebiliriz. bu durumlar, unutulmadığı takdirde, günün birinde detaylı olarak açıklanacaktır.

masal anlattırma mevzuu da yine işle ilgili bir şeyden aklıma geldi. komikli masal yazmam gerekiyor bu aralar. ogilvy'deyken, david'le projeleri konuşurduk. bazen "ama metinlerinin çok komik olması gerekiyor" derdi. yeteri kadar yakın olduğumuz için rahatlıkla "o zaman komik bir metin yazarı bulman gerekiyor" derdim. şimdi yemiyor tabii. david bunu okusa "yan bastın di mi tarraaam" derdi. evet, bastım gibi geliyor bana, yoksa şüphem mi var?!

3 Kasım 2010 Çarşamba

ya ben başka bir şey yazmak için açmıştım!

bak görümıssın yorumu, nasıl da kafamı dağıtmış... tabii ki yine kendimden bahsedecektim, ne sandınız? gün geçmiyor ki kendimle ilgili bir şeyler söylemeyeyim, ağzımdan "ben" kelimesi çıkmasın. egoizmim yine doruk noktasında, megalomanim adeta bir derya.

neyse, bugünkü konumuz yine ben ve yapamadığım, hatta yazamadığım üç şey (kitap hariç): tebrik, davet ve başsağlığı konularında cümle kuramıyorum. ve yine yılın o neşeli, kımıl kımıl zamanlarına yaklaştık. yeni yıl projeleri yumurta misali kapıda. bir çam ağacı çakayım, olsun bitsin de olmuyor.

yine panik halindeyim.

birinin kuyruğuna basmışım sanırım

bugün ismini vermek istemeyen bir izleyicimizden aşağıdaki yorumu almışım, benim için şaşırtıcı oldu.

"Sinir bozucusun , ilginç ya da uçarı ya da kendine özgü ya da hippie yada herne isen değilsin sinir bozucusun. Eğer kitap yazıyosanda yaz bahsedip durma pastasını yapma, yaz ve kapa çeneni. Sadece yaz, yazdığın zaman görürüz, if you have what it takes. kısacası şu populer olan tiplemelerdesin özgün olmak istiyorsan gerçekten biraz , neyse bu ağır olacak, kendinden kurtul. özetle sinir bozucusun. Ama bu şahsi bir durum değil, siz demeliyim sanırım."

sinir bozucu olmama pek şaşırmadım. hayattaki tek amacım tanıdığım ve tanımadığım herkes tarafından sevgiyle kucaklanmak olsa da bazen muhteşem şirinliğimi yanlış anlayanlar çıkabiliyor. şaşırtıcı olan kısım, kendi çöplüğümde yazdıklarıma müdahale etmeye çalışan birinin olması. anlam veremedim. sinir bozucu birini neden okur, üstüne de yorum yapar ki insan?

çok aptalca olduğunun farkındayım, elbette bu tip yorumların mike sürülecek değeri yok. ama öyle tuhaf hissettim ki, her cümleyi sorgulama ihtiyacı duydum.

ilginç ya da uçarı görünmeye mi çalışıyorum, böyle bir şey mi yazdım? bu hippi olma durumu nereden çıktı, yorumu yapan kişi çiçekli, boncuklu yaşadığım zamanlardan tanıdığım biri mi? beceremediğim için yazamadığım bir şeyden bahsetmem neden birilerini bu kadar germiş olabilir? nasıl popüler oldum ya da nasıl öyle hissettirdim? neden bu insan evladı özgün olmam için seferberlik ilan etti? söylemediği ağır şey neydi? kendimi bu kadar kabullenmişken neden kendimden kurtulmalıydım ki? biz kimiz, kaç kişiyiz? adsız kişi neden bana bir şey söyleme gereği duyuyor?

bu soruların cevabı var mı, bilmiyorum. ama benim, keyfimin kahyası olmaya soyunmuş bu kişiye bir cevabım var:

tanısan çok seversin.