seçim sonrası ilk gün. herkesin umutları, endişeleri, öfkeleri, sevinçleri birbirine karışmış durumda. "teröristleri meclise soktunuz, mutlu musunuz?" diyenler, "istikrarı baltaladınız, allah belanızı versin" diyenlere karışıyor.
mutlu musunuz?
ben mutluyum.
şu fanatizm dalgası geçerse daha da iyi hissedeceğim.
dün sabah hala hangi partiye oy vereceğimden emin değildim. şimdiye kadar bir tanesi hariç her oyumu tatava yapmadan bastığım chp ve meclise artık bir parti olarak girmesini; görüşlerini dağda değil, mecliste savunmasını istediğim hdp arasında kalmıştım.
bu seçimde chp gözümde gerçekten yüceldi. hdp'ye bir kez bile saldırmamasını, "vatan hainleri teröristleri meclise sokuyor" diyen kraldan çok kralcı kemik kitlesini hiç gaza getirmemesini, anti-akp çizgisinin hiç dışına çıkmamasını ve "derdin çılgın projeyse al sana çılgın proje!" tavrını çok takdir ettim. kılıçdaroğlu'nun "birilerinin dediği gibi savaş değil; çok önemli ama bugün sadece seçim yapıyoruz. unutmayalım, sadece seçim yapıyoruz." tweet'ini alkışladım. bir puan kaybetmiş, ne gam! kılıçdaroğlu benim için gönüllerin şampiyonu oldu. beni temsil ettiğine gerçekten inandığım şafak pavey'in meclise girmesi de ayrı bir mutluluk kaynağı.
hdp'nin kemik kitlesi dışında kalan ve oylarını "emanet eden" kitle, belki de şu anda türkiye'nin en güzel, en barışçı, en naif insanlarını temsil ediyor. belki saflıktır bu, belki korkunç bir geleceğin ilk adımlarını böyle atmış, büyük oyunun bir parçası olmuşuzdur. ama biliyor musunuz, buna değer. türkiye'de intikamı değil, birlikte yaşamayı kabul eden, daha fazla kanın akmadığı bir geleceğin hayalini kuran bunca insanın yaşadığını bilmek, sonucu ne olursa olsun bir ödüldür. belki bir gün kaybedeceğiz, belki siyaset bizim düşündüğümüzden daha büyük bir bataklık ve yapılan pazarlıklar bizi boğacak; ama bugün birlikteyiz. bugün bu ülkenin bir kesimi, "insanız ulan biz! geçmişimiz ne olursa olsun sadece insanız!" dedi. bence bu akp'nin kaybettiği 9 puandan bile daha üstün bir başarı.
biz halkın bir kısmı olarak zihinlerimizdeki barajı yıkmışız, normalleşmek için bir adım atmışız. şimdi chp ve hdp'yi yan yana koyduğumda ne kafatasçı ne de terörist görüyorum. birbirini ve halkı dinleyerek sonuca ulaşabilecek iki parti ve "bu tarihi biz yazmadık, birbirimizden nefret etmeyi reddediyoruz" diyen bir insan topluluğu var karşımda.
şimdi ne olacak peki? hem olasılıklar hem de komplo teorileri var tüm kafalarda. benim de endişelerim var elbette. hdp "emanetinize sahip çıkacağız, yüzünüzü kara çıkarmayacağız" diyor ama hem herkesin bir fiyatı vardır hem de insan güce kavuşursa ne yapacağı hiç belli olmaz. bu endişem sadece hdp için geçerli değil üstelik. bakarsınız kılıçdaroğlu hem temiz hem dürüst bir insanoğlu değildir, hemen akp'yle masaya oturur. belki herkes omurgalıdır, kimse koalisyona yanaşmaz, bugün döviz kurlarının ve borsanın halini görenler hemen "akp iyiymiş aslında, istikrar mühim, derslerini de aldılar" der, erken seçimde adamları yeniden tek parti yapar. artık deli saçması diye bir şey yok. seçim günü insanların ellerinde tornavidayla plakasız araç avına çıktığı bir ülkede sadece delice olasılıklar olabilir.
yine de ilk iş, %10 barajının kaldırılması olmalı diye düşünüyorum. bunca zaman mecliste olan hdp'nin millet vekili sayısını artırınca, sanki ilk kez meclise giriyormuş gibi yaygaraya (ve düpedüz düşmanlığa) neden olması sadece bu saçma baraj yüzündendir.
önümüzdeki iki ay çok enteresan geçecek. yıllardır ilk kez bir seçimin ardından neler olacağını merak ediyorum.
8 Haziran 2015 Pazartesi
27 Ocak 2015 Salı
allah diyen inci
herkesin duyduğu hikayedir, düşen bir uçakta ateist bulamazsınız derler. şahsen hiç düşmekte olan, hatta adam akıllı türbülansa girip üç buçuk attıran bir uçakta bulunmadım ama "allah!" dediğim zamanlar oldu. hiçbirinin de çok hayırlı sonuçlandığını söyleyemeyeceğim. zaten bizzat yardım istemek için de demedim. aynen o uçaktaki ateistlerde olduğu gibi kültürel bir alışkanlık.
anlatıma istifa etmemden başlayalım. birkaç ay önce bana yine geldiler, ajanstan istifa edip freelancer olarak çalışmaya başladım. ev güzel, az çok bir gelir kapısı var, bir de üstüne "acaba millete fatura kesmek için şirket mi açsam?" diye düşünüyorum. fazla zaman geçmedi, fatura kesebilen bir arkadaşın da ödeme namına bir şey alamadığını, şirketleşmenin öyle çok da faydalı olmadığını gördüm, vazgeçtim. ama olur da bir şey çıkar diye facebook'ta yazı işleri diye bir sayfam var. sen ne kadar hedef kitlesin bilmiyorum sevgili okur, zaten beğenirsen de (üstüne alınma ama) ekime kadar, zira şimdiye kadar o sayfanın bana maddi bir getirisi olmadı. birkaç aydır da iyice boşladım, hiçbir şey yazmıyorum. neyse, konumuza dönelim.
ben böyle sağdan soldan iş almaya çalışmalar, hasbel kader bir araya gelebildiğim insanlara kendimi ve yaptığım işi sevdirip ufak para kazanmalar derken; biraz daha işbilir arkadaşlarım çeşitli girişimler yapmaya, "belki olur da iş kaparız müşterileri" bulmaya başladı. o sunum senin, bu fatura benim süreçler başladı. dolayısıyla artık adeta bir ajans başkanı edasıyla sunumlar yapıyorum, "izninizle ben bunu ayakta anlatayım" diyerek fırtınalar koparıyorum. normalde müşteri cinsiyle aram pek iyi değildir, patrona şikayet edilmişliklerim var. bu kez üstümde bir şikayet makamı olmadığı için müşteriyle atara atar, gidere gider durumundayız. işte ben, bu sunumlardan birinde öyle bir bunaldım ki, allah diyen inci ortaya çıktı.
akp zengini insanlardan biriyle karşı karşıyayım. adamın sözünü emir kabul eden, karşı çıkmak istese de tek kelimeyle susturulan bir ekibi var. bir de bunun karşısında ben ve birkaç sunum sonucunda perte çıkmış bir reklam ekibi var. dörder saatten dört sunumda sinirleri iyice sütlaca dönmüş, "senin bu adamla tanışacağın anı sabırsızlıkla bekliyorum" diyorlar. ben endişeliyim. yanlış bir şey yaparsam sadece kendim işi kaybetmeyeceğim, ipin ucunda bir film ekibi de var. ama onlar da artık inceldiği yerden kopsun durumuna gelmişler. sonunda beşinci sunumda assolist olarak sahne alıyorum ve başta her şey yolunda gidiyor. adamın tavrına, tipine, temsil ettiği her şeye olabildiğince kayıtsız kalarak konuşuyorum. cevaplar alıyorum. düzeltmeler yapıyorum. sıkılıyorum ama dayanıyorum. kendime karşı koyuyorum, "olur bu iş" diyorum. zibilyon tane yorum sonucunda 4 dakikalık film 8 dakikaya çıkıyor, yine de fazla ses etmiyorum...
sonra adam diyor ki, "2023 artık türkiye'nin hedefidir, bunu filmde geçirelim."
pek tavsiye etmem aslında...
olsun, geçirelim.
sizin 2023 hedefiniz nedir, bu şirket ne olacak o zaman gelince?
bilmem, planımız yok.
o zaman geçiremeyiz.
olsun, geçirelim.
siz bu filmi sadece yakın çevrenize göstermeyeceksiniz, bu kadar partici algılanmak istemezsiniz.
o zaman türkiye'nin 100. yılı diyelim.
niye?
2023 çünkü.
planınız ne?
bilmem, yaparız bir şeyler.
o zaman böyle bir şey filmde geçmeyecek.
geçsin ama, ne olur ki?
hayır, geçmeyecek.
adamın filmi sonuçta, sanki portfolyoma koyacağım. ama olmaz. toplantı başlayalı 3 saat olmuş, benim sinirler gerilmiş, film uzadıkça uzamış, adam "bu senaryoyu ben yazdım zaten" havalarında, çıkıntılık yapmam lazım.
bak sevgili okur, senaryo oluştu diyorum. konsept var orada, senaryo yazılmış, bir de cümle cümle üstünden geçmişiz sadece iyi niyetim nedeniyle. daha fazlasını kaldırmak inan çok zor.
adam diyor ki bunun üstüne, "benim iş konusunda bir anlayışım var, çizerek anlatayım, bunu da filmde geçirin."
ilgiyle dinliyorum. sonra "yok artık!" diye patlıyorum. çünkü ben o zamana kadar otoban anlatmışım, adam bana patates ekleyelim diyor.
ne alaka?
bilemem, alakayı kurmak sizin işiniz.
böyle bir alaka kurulmaz ama. yolun kenarına eksek bile açıklaması +3 dakika demek.
olsun inci hanım, sen bir şekilde eklersin.
ekleyemem, en başında söyleyecektiniz bunu. konsept bunun üzerine kurulursa olur, mevcut konsepte böyle bir şey eklemek mümkün değil.
filmin başına çizgi film gibi yapsak?
ya iyi de ne alaka?!
farklı fikirler her zaman reddedilir, sonra alışılır. bu öyle bir şey. hemen reddetmeyin.
işleyişin temel prensibini bir benzetmeyle anlatıyorsunuz, farklı bir şey değil bu. sadece benzetmeniz bizim anlattığımız şeyin içine giremez.
siz yine de bir düşünün.
işte o toplantının sonunda şener şen edasıyla "ellleeeaaaaaah!" dedim.
şu anda sonucu bilmiyorum. o film çekilecek mi, hiçbir fikrim yok.
ikinci olaya gelirsek, benim gibi hevesli / kıt akıllı olan herkesin ders alması gereken bir şey anlatacağım. bela burada açık açık geldiğini söylüyor, böyle bir durumla karşılaşırsanız saçmalamayın.
ben evime yabancı bir insanın girmesini hiç istemiyorum, böyle küçük bir manyaklığım var. bir ara temizlikçiye ihtiyacım olmuştu, gayet şahane bir kadın geldi. ilk gün neler yapacağını görmek istedim ve hiçbir şeye karışmadım, hatta bakmadım bile. işini bitirip gittiği zaman ev daha aydınlık görünüyordu, o kadar fark yarattı. ama kadın default özelliği gereği bir şeylerin yerini değiştirdi, ben o akşam delirdim. ciddi delirme böyle, yerimde duramamaklar falan. düpedüz saçmalık. ikinci gelişinde yeri değişen eşyalar konusunda konuştuk, anlaştık, birkaç ay sonra kadına alıştım. birkaç gün değil. birkaç ay. böyle bir durumum var işte. bu yüzden eve tesisatçı ve boyacı çağıramıyorum. düşüncesi bile tüylerimi diken diken ediyor. ama ihtiyacım var. çünkü artık banyomun tavanı yok, duvarı çürüdü, tavan zaman zaman akmaya devam ediyor. düzeltemiyorum, çünkü eve tesisatçı ve boyacı girecek, yabancılarla muhatap olacağım, ev ayağa kalkacak.
ben de böyle şeylerle uğraşmak yerine taşınmaya karar verdim. çok mantıklı, değil mi? hı hı, evet.
gel gör ki, beşiktaş'ta insani koşullarda bir ev tutmak için zengin gibi bir şey olmak gerekiyor. ben de istifa etmiş, müşteri terslemeye çok müsait konumumla buna kolay kolay cesaret edemiyorum. ama düzenli olarak ev arıyorum. bir gün hurriyetemlak'ta ne göreyim? şahane bir ev. sahibinden. fiyatı tam bana göre. anında kafamın bir yerlerinde o mutfakta kahvaltı hazırlamaya başlıyorum. anneme gösteriyorum ilanı, o da anında kafasında temizlikçi tutuyor, mevcut evimi toparlayıp taşınma planları yapmaya başlıyor. babama gösteriyorum, "iyiymiş" diyor.
adamı arayıp "ben bu evi istiyorum, ne zaman görebilirim?" diyorum. adam bana şehir dışında olduğunu, birkaç gün sonra geleceğini, tabii ki evin talibinin de gani gani bulunduğunu söylüyor. diyor ki, yurt dışından yeni gelmiş, kaparo için banka hesabı yokmuş, taliplerden biri de ertesi gün cep bank'la mı ne gönderecekmiş parayı, geldiğinde hemen kontrat yapılacakmış. "göndermezse?" diyorum. "ilk gönderen evi tutar" diyor.
aklımdan ya dolandırıcıyla karşılaştığım ya da acayip düşeş bir durumda olduğum geçiyor. o gece hayal kurmaya devam ediyorum. hesabımın olduğu bankaya bakıyorum, cebe para gönderme hizmeti var. ertesi gün ilk iş arayıp kaparo göndermeye karar veriyorum. babam sabah dikkatli olmamı, bu işte bir bit yeniği olabileceğini söylüyor. "biliyorum, 200 liralık bir risk almaya karar verdim" diyorum. adamı arayıp beklediği ödemeyi almadığını öğreniyorum. bu arada bana kimlik numarasını falan veriyor, içimde hafif bir rahatlama oluyor. parayı adamın cebine gönderiyorum.
bu aşamada kendi kendime mutluluk dansları yapmaya başlıyorum ve içimden ikinci bir "eeeaaaalllaaaaah!" kopuyor.
aslı "ikea'ya gideriz" hayalleri kuruyor. evren "kapu ölünce abbasağa parkı'na gömeriz" hayalleri kuruyor. annem temizlikte hala. ben kafamda eşyaları dizmeye başlamışım. sonra adama ulaşamıyorum tabii. beşiktaş'ta öyle bir ev de yok zaten. artık ilan da yok. aradığım kişinin tam şu anda allah belasını versin, kaç kişinin hayallerini yıktı orzbu çocuğu.
fazla üzülmüyorum, giden 200 lira olsun.
bütün bu olaylardan çıkardığımız sonuca gelirsek...
"allah diyen inci"yi bir deyim olarak tdk'ya önereceğim. kabul etmezlerse, "allah diyen ateist" yapın o zaman diyeceğim. anlamı, "bu işte kesin mantıksız bir şey var, durup dururken demez yoksa" olacak.
şimdi kendinize muakkayyet olun, sağlıcakla kalın.
bir de atlamamak lazım, yanağımda bir sivilce çıkmaya çalışıyor. kendimi robert de niro'nun yeteneksiz versiyonu gibi hissediyorum iki gündür.
anlatıma istifa etmemden başlayalım. birkaç ay önce bana yine geldiler, ajanstan istifa edip freelancer olarak çalışmaya başladım. ev güzel, az çok bir gelir kapısı var, bir de üstüne "acaba millete fatura kesmek için şirket mi açsam?" diye düşünüyorum. fazla zaman geçmedi, fatura kesebilen bir arkadaşın da ödeme namına bir şey alamadığını, şirketleşmenin öyle çok da faydalı olmadığını gördüm, vazgeçtim. ama olur da bir şey çıkar diye facebook'ta yazı işleri diye bir sayfam var. sen ne kadar hedef kitlesin bilmiyorum sevgili okur, zaten beğenirsen de (üstüne alınma ama) ekime kadar, zira şimdiye kadar o sayfanın bana maddi bir getirisi olmadı. birkaç aydır da iyice boşladım, hiçbir şey yazmıyorum. neyse, konumuza dönelim.
ben böyle sağdan soldan iş almaya çalışmalar, hasbel kader bir araya gelebildiğim insanlara kendimi ve yaptığım işi sevdirip ufak para kazanmalar derken; biraz daha işbilir arkadaşlarım çeşitli girişimler yapmaya, "belki olur da iş kaparız müşterileri" bulmaya başladı. o sunum senin, bu fatura benim süreçler başladı. dolayısıyla artık adeta bir ajans başkanı edasıyla sunumlar yapıyorum, "izninizle ben bunu ayakta anlatayım" diyerek fırtınalar koparıyorum. normalde müşteri cinsiyle aram pek iyi değildir, patrona şikayet edilmişliklerim var. bu kez üstümde bir şikayet makamı olmadığı için müşteriyle atara atar, gidere gider durumundayız. işte ben, bu sunumlardan birinde öyle bir bunaldım ki, allah diyen inci ortaya çıktı.
akp zengini insanlardan biriyle karşı karşıyayım. adamın sözünü emir kabul eden, karşı çıkmak istese de tek kelimeyle susturulan bir ekibi var. bir de bunun karşısında ben ve birkaç sunum sonucunda perte çıkmış bir reklam ekibi var. dörder saatten dört sunumda sinirleri iyice sütlaca dönmüş, "senin bu adamla tanışacağın anı sabırsızlıkla bekliyorum" diyorlar. ben endişeliyim. yanlış bir şey yaparsam sadece kendim işi kaybetmeyeceğim, ipin ucunda bir film ekibi de var. ama onlar da artık inceldiği yerden kopsun durumuna gelmişler. sonunda beşinci sunumda assolist olarak sahne alıyorum ve başta her şey yolunda gidiyor. adamın tavrına, tipine, temsil ettiği her şeye olabildiğince kayıtsız kalarak konuşuyorum. cevaplar alıyorum. düzeltmeler yapıyorum. sıkılıyorum ama dayanıyorum. kendime karşı koyuyorum, "olur bu iş" diyorum. zibilyon tane yorum sonucunda 4 dakikalık film 8 dakikaya çıkıyor, yine de fazla ses etmiyorum...
sonra adam diyor ki, "2023 artık türkiye'nin hedefidir, bunu filmde geçirelim."
pek tavsiye etmem aslında...
olsun, geçirelim.
sizin 2023 hedefiniz nedir, bu şirket ne olacak o zaman gelince?
bilmem, planımız yok.
o zaman geçiremeyiz.
olsun, geçirelim.
siz bu filmi sadece yakın çevrenize göstermeyeceksiniz, bu kadar partici algılanmak istemezsiniz.
o zaman türkiye'nin 100. yılı diyelim.
niye?
2023 çünkü.
planınız ne?
bilmem, yaparız bir şeyler.
o zaman böyle bir şey filmde geçmeyecek.
geçsin ama, ne olur ki?
hayır, geçmeyecek.
adamın filmi sonuçta, sanki portfolyoma koyacağım. ama olmaz. toplantı başlayalı 3 saat olmuş, benim sinirler gerilmiş, film uzadıkça uzamış, adam "bu senaryoyu ben yazdım zaten" havalarında, çıkıntılık yapmam lazım.
bak sevgili okur, senaryo oluştu diyorum. konsept var orada, senaryo yazılmış, bir de cümle cümle üstünden geçmişiz sadece iyi niyetim nedeniyle. daha fazlasını kaldırmak inan çok zor.
adam diyor ki bunun üstüne, "benim iş konusunda bir anlayışım var, çizerek anlatayım, bunu da filmde geçirin."
ilgiyle dinliyorum. sonra "yok artık!" diye patlıyorum. çünkü ben o zamana kadar otoban anlatmışım, adam bana patates ekleyelim diyor.
ne alaka?
bilemem, alakayı kurmak sizin işiniz.
böyle bir alaka kurulmaz ama. yolun kenarına eksek bile açıklaması +3 dakika demek.
olsun inci hanım, sen bir şekilde eklersin.
ekleyemem, en başında söyleyecektiniz bunu. konsept bunun üzerine kurulursa olur, mevcut konsepte böyle bir şey eklemek mümkün değil.
filmin başına çizgi film gibi yapsak?
ya iyi de ne alaka?!
farklı fikirler her zaman reddedilir, sonra alışılır. bu öyle bir şey. hemen reddetmeyin.
işleyişin temel prensibini bir benzetmeyle anlatıyorsunuz, farklı bir şey değil bu. sadece benzetmeniz bizim anlattığımız şeyin içine giremez.
siz yine de bir düşünün.
işte o toplantının sonunda şener şen edasıyla "ellleeeaaaaaah!" dedim.
şu anda sonucu bilmiyorum. o film çekilecek mi, hiçbir fikrim yok.
ikinci olaya gelirsek, benim gibi hevesli / kıt akıllı olan herkesin ders alması gereken bir şey anlatacağım. bela burada açık açık geldiğini söylüyor, böyle bir durumla karşılaşırsanız saçmalamayın.
ben evime yabancı bir insanın girmesini hiç istemiyorum, böyle küçük bir manyaklığım var. bir ara temizlikçiye ihtiyacım olmuştu, gayet şahane bir kadın geldi. ilk gün neler yapacağını görmek istedim ve hiçbir şeye karışmadım, hatta bakmadım bile. işini bitirip gittiği zaman ev daha aydınlık görünüyordu, o kadar fark yarattı. ama kadın default özelliği gereği bir şeylerin yerini değiştirdi, ben o akşam delirdim. ciddi delirme böyle, yerimde duramamaklar falan. düpedüz saçmalık. ikinci gelişinde yeri değişen eşyalar konusunda konuştuk, anlaştık, birkaç ay sonra kadına alıştım. birkaç gün değil. birkaç ay. böyle bir durumum var işte. bu yüzden eve tesisatçı ve boyacı çağıramıyorum. düşüncesi bile tüylerimi diken diken ediyor. ama ihtiyacım var. çünkü artık banyomun tavanı yok, duvarı çürüdü, tavan zaman zaman akmaya devam ediyor. düzeltemiyorum, çünkü eve tesisatçı ve boyacı girecek, yabancılarla muhatap olacağım, ev ayağa kalkacak.
ben de böyle şeylerle uğraşmak yerine taşınmaya karar verdim. çok mantıklı, değil mi? hı hı, evet.
gel gör ki, beşiktaş'ta insani koşullarda bir ev tutmak için zengin gibi bir şey olmak gerekiyor. ben de istifa etmiş, müşteri terslemeye çok müsait konumumla buna kolay kolay cesaret edemiyorum. ama düzenli olarak ev arıyorum. bir gün hurriyetemlak'ta ne göreyim? şahane bir ev. sahibinden. fiyatı tam bana göre. anında kafamın bir yerlerinde o mutfakta kahvaltı hazırlamaya başlıyorum. anneme gösteriyorum ilanı, o da anında kafasında temizlikçi tutuyor, mevcut evimi toparlayıp taşınma planları yapmaya başlıyor. babama gösteriyorum, "iyiymiş" diyor.
adamı arayıp "ben bu evi istiyorum, ne zaman görebilirim?" diyorum. adam bana şehir dışında olduğunu, birkaç gün sonra geleceğini, tabii ki evin talibinin de gani gani bulunduğunu söylüyor. diyor ki, yurt dışından yeni gelmiş, kaparo için banka hesabı yokmuş, taliplerden biri de ertesi gün cep bank'la mı ne gönderecekmiş parayı, geldiğinde hemen kontrat yapılacakmış. "göndermezse?" diyorum. "ilk gönderen evi tutar" diyor.
aklımdan ya dolandırıcıyla karşılaştığım ya da acayip düşeş bir durumda olduğum geçiyor. o gece hayal kurmaya devam ediyorum. hesabımın olduğu bankaya bakıyorum, cebe para gönderme hizmeti var. ertesi gün ilk iş arayıp kaparo göndermeye karar veriyorum. babam sabah dikkatli olmamı, bu işte bir bit yeniği olabileceğini söylüyor. "biliyorum, 200 liralık bir risk almaya karar verdim" diyorum. adamı arayıp beklediği ödemeyi almadığını öğreniyorum. bu arada bana kimlik numarasını falan veriyor, içimde hafif bir rahatlama oluyor. parayı adamın cebine gönderiyorum.
bu aşamada kendi kendime mutluluk dansları yapmaya başlıyorum ve içimden ikinci bir "eeeaaaalllaaaaah!" kopuyor.
aslı "ikea'ya gideriz" hayalleri kuruyor. evren "kapu ölünce abbasağa parkı'na gömeriz" hayalleri kuruyor. annem temizlikte hala. ben kafamda eşyaları dizmeye başlamışım. sonra adama ulaşamıyorum tabii. beşiktaş'ta öyle bir ev de yok zaten. artık ilan da yok. aradığım kişinin tam şu anda allah belasını versin, kaç kişinin hayallerini yıktı orzbu çocuğu.
fazla üzülmüyorum, giden 200 lira olsun.
bütün bu olaylardan çıkardığımız sonuca gelirsek...
"allah diyen inci"yi bir deyim olarak tdk'ya önereceğim. kabul etmezlerse, "allah diyen ateist" yapın o zaman diyeceğim. anlamı, "bu işte kesin mantıksız bir şey var, durup dururken demez yoksa" olacak.
şimdi kendinize muakkayyet olun, sağlıcakla kalın.
bir de atlamamak lazım, yanağımda bir sivilce çıkmaya çalışıyor. kendimi robert de niro'nun yeteneksiz versiyonu gibi hissediyorum iki gündür.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)