oldum olası kolay uyuyan biri olmamışımdır. uyumayı başarsam da en ufak tıkırtıda yerimden zıplarım. ne var ki, o gece aşırı yorgundum. işten nasıl döneceğimi, kendimi eve nasıl atacağımı şaşırmıştım. bunu başardıktan sonra kıyafetlerimi bile çıkarmadan yatağa uzandım. bir saat içinde uyanacağımı sanarak “kestirmeye” başladım.
odamın kapısının açıldığını hissettiğimde biraz işkillendim ama annem üzerimi örtmeye gelmiştir diye düşündüm. gözlerimi açmadım bile. ta ki yatağıma birinin oturduğunu hissedene kadar.
yanımda oturmuş, yüzümü inceliyordu. kocaman, kapşonlu cübbesi nedeniyle nereye baktığını göremiyordum aslında. ama suratının olması gereken yerdeki delik bana dönmüştü. uyurken izlenmekten de oldum olası hoşlanmamışımdır. romantik gibi görünebilir ama yastığa doğru istemsizce uzayan salyanın bütün romantizmin içine etmesi işten bile değildir. bir de son derece korunmasız bir zamandır uyku. aniden uyanmak bile insanın üzerindeki salaklığı ortadan kaldırmaz. işte ben de böyle bir durumla karşı karşıyaydım. korkmam gerekiyordu normal şartlarda ama uyku sersemliği bunu da unutturmuştu. dudağımın kenarında düşmek için bekleyen salyaya takılmıştı aklım. yatakta doğruldum.
- buyrun?
- ...
- bir şey mi istiyorsunuz, öylesine uğradınız mı?
- kim olduğumu biliyor musun?
- öncelikle, hemen senli benli olmanın alemi yok, tanışmıyoruz. görünüşünüzden ölüm veya psikopat olduğunuz anlaşılıyor. hangisi olduğunuzu çıkaramadım henüz, kusura bakmayın.
- ölüm, nam-ı diğer azrail. bildiniz. yalnız bu tuhaf kendine güveniniz ve fevriliğiniz hoşuma gitmedi, sadece idare ediyorum, haberiniz olsun.
- anlayışınız için teşekkür ederim. ama nezaketi elden bırakmamak gerektiğini düşünüyorum. beni almaya mı geldiniz yoksa? ya da evdeki başka birini?
- buralardan geçiyordum, uyuduğunuzu gördüm. çok güzel görünüyordunuz, bir mola verdim.
- ?!
- şaka şaka. bir süredir beni düşünmediğini fark ettim, bir ziyaretine geleyim dedim. bir de, kusura bakma ama siz diye hitap etmeye alışık değilim. şu resmiyeti bıraksak?
- tamam, tanıştık, resmiyet bitti. seni düşünmediğimi nereden çıkardın?
- eskiden çok sık düşünürdün. ne yalan söyleyeyim, artık önemsemiyorsun sanki beni.
- eskiden ölmeye çalışıyordum, bu yüzden. şimdi öyle bir çabam yok. şu sıralar dünyadaki insan popülasyonu ortadan kalksa ne hoş olur, doğa yeniden her şeyi ele geçirir diyorum. hala kendimden gönül rahatlığıyla vazgeçebiliyorum yani. ama eskisi gibi değil işte. büyüdüm. bu arada, bir şeyler içer misin?
- nasıl yani?
- rakı ve votka var ama votka çok sert, sodasız içemiyorum. istersen bir duble rakı içelim.
- ?!
- n’oldu? sevmez misin?
- sen cidden korkmuyorsun benden.
ne diyeceğimi bilemedim. bu kadar konuşma içinde bunu anlamamış olması mı saçmaydı, korkmamam mı, azrail’in benimle muhabbete girmesi mi, kendini önemsiz hissetmesi mi yoksa benim hala yaşıyor olmam mı? neden hepsi diye bir seçenek yoktu? olsaydı işime yarar mıydı? bir şey söylemek yerine parmak uçlarımda odadan çıktım, ışığı yakmadan su ve buz aldım. peynir de getirecektim ama gecenin o saatinde ailemi uyandırmak en son ihtiyacımdı. bir de zaten uyanıp görecekleri şey azrail’e de iş çıkarabilirdi. muhabbeti bozmanın anlamı yoktu.
kapıyı yavaşça kapatıp bardakları hazırladım. bilgisayardan rakı muhabbetine hiç uymayan bir tango yükseliyordu. ama en azından güzeldi. ölüm de bundan hoşnut görünüyordu. gözüm cübbesinin kapşonuna takılmıştı. yüzünü görmek belki iyi olmayacaktı ama o kapşonla içmek de çok zahmetliydi. o da baktığım yeri fark etti. belki aklımı da okuyabiliyordu ama çaktırmıyordu.
- yüzümü mü görmek istiyorsun?
- yok, o değil. kapşonla falan rahat içebilecek misin diye düşündüm.
- haklısın. normalde bu cübbeyi giymiyorum aslında. hırsız sanıp patırtı çıkarma, yabancılık çekme diye giydim. çıkarmamın sakıncası yok gerçekten di mi?
- yok canım, çıkar elbette.
çıkardı o da. hayatımda bu kadar güzel bir yüz görmemiştim. cübbesiz gelseydi ve hırsız sansaydım herhalde beni de çuvala atmasını isterdim. bembeyazdı. insan standartlarına göre tüm hatları olağanüstü düzgündü. açık mavi gözleri, siyah saçları ve incecik çizgileri onu anime bir anti-kahraman gibi gösteriyordu. kadın veya erkek gibi görünmüyordu. ya da her ikisi gibi görünüyordu. imkansız kişilere aşık olmak insan doğasının saçma sapan özelliklerinden biriydi elbette ama ölüme aşık olmak... bu başka bir şey.
kadehleri sessizce tokuşturduk. rakısından büyük bir yudum aldı.
- iyi geldi bu. özlemişim.
- daha önceden içmiş miydin?
- ara sıra ölümlüleri ziyaret ederim. genellikle içmeden çekilmiyorsunuz. senin de asosyal olmana şaşmamak gerek.
- doğru. neden ziyaret ediyorsun ki ölümlüleri?
- sıkıntıdan. kendini beğenmişlikten. bazen hakkımda kötü bir şeyler duymak ayaklarımı yere daha sağlam basmamı sağlıyor. bir de ara sıra iş dışında bir şeyler yapmak gerekiyor.
- herhangi bir cellat gibi konuştun desem?
- kaç tane cellatla konuştun desem?
güldük biraz. birer kadeh daha doldurdum.
- şu insanlığın yok olma meselesi nereden çıktı? herkesten nefret eden birine benzemiyorsun.
- nefretten değil. hatta teker teker bakınca insanlar anlaşılır, iyi varlıklar. sadece yaşamımız normal değil. doğal değil en azından. her şeyi değiştirmeye çalışıyoruz. senin işini elinden almaya çalışıyoruz mesela. artık daha uzun yaşıyoruz. daha çok hastalanıyoruz. daha tuhaf hastalıklarla üstelik. komik huylarımız, tuhaf hırslarımız var. saçma sapan şeylere üzülüyoruz, hiç yoktan sorun çıkarıyoruz. doğa yine bir yolunu bulup kendini sürdürüyor. çernobil mesela. bir belgeselde izledim, patlamadan beri kimse yaşamıyor orada. bazı binalar, plastik bebekler gibi kalıntılar hala var ama bütün radyasyona rağmen doğa yeniden oluşturmuş kendini. bunu çok sevdim.
- kusura bakma ama siz insanlar oldukça aptalsınız. sen de dahilsin buna.
- biliyorum. en azından rakım var.
- bilmiyorsun.
- öyle diyorsan...
- neden tartışmıyorsun benimle?
- ne anlamı var ki?
- hakikaten önemsiz hissediyorum şimdi.
- saçmalama. zamanın başlangıcından beri varsın, bilgeliğine saygı duyduğum için tartışmıyorum. ama o kadar da bilge değilmişsin, benimle tartışmaya çalışabiliyorsun.
- belki seni bir şeyler öğretmeye değer bulduğum içindir.
gözlerim parladı. bir duble daha doldurdum. hala çok uykum vardı. alkol de eklenince gözlerimin değil parlaması, açık olması bile şaşırtıcıydı. ama insan her gün ölüm tarafından ziyaret edilmiyor ki. hem de böyle bir amaçla...
biraz daha konuştuk. şişeyi bitirdik. sohbet için teşekkür ettim ve birkaç saat sonra işe gitmem gerektiğini söyledim. gülümsedi, cübbesine uzandı. ayaktayken durdu biraz, düşündü. sonra cübbeyi ayak ucuma bırakıp yatağa oturdu yeniden.
- neden korkmadığını söylemedin hala?
- en kötü ne olabilir ki?
- yatağında ölümün oturduğunu unutuyorsun galiba?
- unutmadım. az önce kendisiyle rakı içip sohbet ediyordum.
- bu da kalp krizi riskini artırır.
- kısa ve acısız. fena mı?
- tatlım, bir gün nefesin tıkandığında, bilincin kapalı olsa bile ağzını kocaman açacak ve içine hayatı çekmeye çalışacaksın. bana akıllı çocuğu oynama.
- iyi. o gün sen de yanımda olup “ben sana demiştim” dersin. ben de hatamı kabul ederim, söz.
- o gün çok uzak olmayabilir.
- hayat hiç de kaybetmek istemeyeceğim bir şey değil. sen çok değer veriyorsan da... ne bileyim. al, senin olsun.
- ehheh... tuhaf bir kızsın sen. uyu şimdi, tutmayayım seni. zaten sabah sarhoş sarhoş araba kullanacaksın.
- iyi geceler. görüşmek üzere.
- evet. görüşürüz.
dikkatli olmamı, kaza yapabileceğimi söylemedi hiç. ben de her zamanki nedensiz cesaretim ve güvenimle hiçbir şey olmayacağını biliyordum. ya da zaten, en kötüsü ne olabilirdi ki?
en kötüsü, sabah odamın leş gibi rakı ve sigara kokmasıydı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder