22 Aralık 2008 Pazartesi

Piedra Irmağı'nın kıyısında, bir elimde Efes Dark, diğerinde sigara

I.

2008'in son günlerini yaşıyorduk ve aslında geçmekte olan yılla hesaplaşmaya hiç niyetim yoktu. Ama bu hesaplaşma, saçma bir paragraf için iyi bir başlangıçtı ve aslında aklıma daha iyi bir şey gelmiyordu. Geçen yıl işimden ayrılmayı planlarken kovulmuş, sevgilimle neden birlikte olduğumuzu düşünürken terkedilmiştim. Yani her şey olması gerektiği gibiydi. Belki de gerektiği gibi olmayan tek şey, bir yıldır sinsice yağ toplamakta olan göbeğimdi. Hala el kadar kıyafetlere sığabiliyor olmama rağmen varlığı apaçık ortadaydı. Büyümekte haklı olduğunu biliyordum. Yine de göbeğimin özgürlük mücadelesi beni biraz endişelendiriyordu.

Okuduğum kitapların kayda değer bölümünde ya bir reklam yazarının parmağı vardı ya da esas oğlan bir reklam yazarıydı. Her reklam yazarının, içinde bir yerlerde roman yazmak istediği söylenirdi. Ama sanırım bu erkeklere özgü bir durumdu. Reklamcı kimliğini romanlarına yansıtan bir kadın tanımıyordum. Ben de bu güruha dahildim ve daha kötüsü, roman bile yazmıyordum.

2008'in son günlerinde de, söylemeye değer iki cümlesi olmayan insanlar, sadece arkadaşlarının okuduğu bloglara, onlarca paragraf yazıyordu. Ne yazık ki ben bu güruha da dahildim. Ne reklam metinlerim ne de bağımsız yazılarım okumaya değerdi. Atlas'ı kurtaran Ayn Rand'ı hayatımın kadını, rencide ruhumu güldüren Alper Canıgüz'ü hayatımın erkeği ilan etmiştim. Romanlarla kurduğum biseksüel ilişkiler gerçek hayatımı yansıtmıyordu. Erkeklerle muhabbetimin %80'i iş dışı olsa da, muhabbet ettiğim erkeklerin %80'iyle gayet de iş ilişkisi içindeydim. Zaten öyle olmasaydı da bir şey değişmeyecekti. Hangi tarafın kelek olduğunu bilmemekle birlikte, zaten kimsenin kavuna şeker serpmeye de niyeti yoktu.

Sadık yarim olarak Efes Dark'ı, ara sıra fingirdeşmek için de Jack Daniel's'ı seçmiştim. Ancak on yıldır görüşmediğim veya yeni tanıştığım insanlar dahil herkes, alkolün herhangi bir türüne hayır dememin zor olduğunu biliyordu. Çoğunun bilmediği şey, onlara katlanmam veya ortamdan keyif almam için alkole ihtiyaç duyduğumdu. Coca Cola hayatın tadı değildi ve bunu farketmem küçük çapta bir felaketle sonuçlanmıştı. Dolayısıyla sigarayı ve içkiyi sevdiği için içtiğine kendini inandıran, bu nedenle bırakmayı aklının ucundan bile geçirmeyen kişilerden biri olup çıkmıştım. Kendimi pek fazla kandıramadığım için durumum yine de umutsuz değildi. Felaket olan, ikisini de kendime göre korkunç miktarlarda tüketiyor olmamdı. 45 kilonun altındaki bir bünye bunları uzun süre kaldıramazdı. Muhtemelen ben de genç ölecek, ancak ölürken hiç de genç görünmeyecektim.

Bunların yanı sıra, anlatacak hiçbir şeyim yoktu. Hiçbir şeye gerçekten ilgi duyamamak ve her şeyi vazgeçilebilir görmek beni sıkıcı bir insana çevirmişti. Ve aslında ben de deli gibi sıkılıyordum. Hemen her konuda fikir yürütebiliyor, ancak bunları yaymanın anlamsız olduğunu düşünüyordum. Sorulmadığı sürece fikir beyan etmiyordum. Bu nedenle hayalgücüm iflasın eşiğine gelmiş, yaşam enerjim ise yatalak durumuna düşmüştü. Kendime bile itiraf etmemeye çalışıyordum ama gayet boktan bir durumdaydım. Potansiyelini kullanmayan insan kadar aptal bir yaratık var mıdır ki?

Ben de uydurabiliyorsam, uydurmalıydım. Bunları düşürken Orhan'la tanıştım.


II.

Telefon çaldı, arayan Aslı'ydı. Her zamanki gibi söyleyecek bir şeyi vardı ama uzun süredir görüşmemiş olmamız, ikimizin de geyik muhabbetine duyduğu açlığı dayanılmaz hale getirmişti. Bu yüzden ilk 15 dakikayı ufuk açıcı anlamsız konuşmalarla geçirdik.

Bir adam vardı canı sıkılan. Sıkıntısının da bir nedeni vardı. Her gün yatağında kırmızı bir lekeyle uyanıyordu. Kendini inceliyor, hiçbir yerinin kanamadığını görüyordu. Her sabah yaşadığı bu durum nedeniyle cinsel hayatı da yok denecek kadar hiçti. Eve hatun atamamaktan mustarip bu adamın şansı bir gece yaver gidiyordu. Ne var ki, ertesi gün her şey bir kabusa dönüşüyordu. Uyandığı zaman, duşunu alıp gitmeye hazırlanan kadın, yeni uyanmış kahramanımıza tiksinerek "iğrençsin" diyordu.

Kırmızı bir lekenin bu tepkiye neden olamayacağını düşünen mantıklı arkadaşım bir çözüm uydurdu. Adam aslında yatağına işiyordu. Ama nasıl oluyordu da kırmızı işiyordu, çişini kırmızı mı görüyordu, yoksa daha alengirli bir durum mu söz konusuydu; bu ayrıntılar muallakta kalmıştı. Benim görevim, eğer kabul edersem, boşlukları doldurmaktı. Sidikli herifin teki üzerine kurgulanacak bir romanla çok satanlar listesine girecektik. Ondan sonra da her gün Jack Daniel's içecek kadar paramız olacaktı.

Biricik aşkım, hayallerimin serserisi Jack Daniel's... Konuşmamız süresince Jack'in de, Aslı'nın da hedefimden haberi yoktu. Ama bu önemli değildi. Aslı hedefimi memnuniyetle kabul edecek, Jack ise beyin yakıtı olarak kullanılmaktan şeref duyacaktı. Bu mutlu hayallerden bir süre uzaklaşıp Alper Canıgüz'ün son kitabı Gizliajans'ı okumaya devam ettim. Ve fakat heyhat! O bile beni yazmaya çağırıyordu! Okuduğum paragraf, geceleri yatağını ıslatan, dünya tatlısı borsacı Orhan'la ilgiliydi!

Rivayet o ki, sidikli Orhan'ın eşcinsel bir ağabeyi vardı. Bundan duyduğu utançla kendine daha "erkeksi" bir iş seçmiş ve finans dünyasına girmişti. Oysa sanatçı olmak istiyordu. Kendini gerçekleştiremediği için Freudyen bir sürece girmiş, geceleri yatağını ıslatmaya başlamıştı. Bir şekilde kapağı Samanyolu Mutluluk Okulu'na atmış, gerekli terapiyi görmüş ve işi gücü bırakıp balet olmuştu. Orhan'ın hayaline kavuştuktan sonra yatağına işemeye devam edip etmediğiyse bilinmiyordu. Mutluluk okulunun yöneticisi, nasıl olduysa, bunu sormayı unutmuştu.

Elimizdeki veriler giderek artıyordu. Karakterimizin bir ismi, işi ve absürd bir sorunu vardı. Eşcinsel ağabey psikolojik öğeleri, tiksinen kadın tutkuyu getirecekti. Kırmızı leke, romana gizem kazandırmak için birebirdi. Hatta sonuç bile az çok belliydi. Tek sorun, biriyle konuşurken saatlerce saçmalayabilen benim, tek başımayken iki saatten fazla aynı yerde oturamıyor olmamdı. Roman yazmak sebat işiydi. Bu nedenle ancak apar topar biten kısa hikayeler yazabiliyordum. Ne yazık ki Orhan'ın akibeti de hızlı yaşayıp bir an önce nihayetine kavuşmak olacaktı.

Zaten evde Jack de yoktu. Ve alkolsüz devam etmeye çalışan her şey gibi, Orhan'la ilişkim de kısa sürmeye mahkumdu.


III.

Orhan çalar saati bıkkınlıkla susturdu ve yeniden uykuya dalmamak için hemen kollarının üstünde doğruldu. Pek inançlı biri olmamasına rağmen, 3 aydır her sabah yaptığı gibi "Allah’ım, lütfen bugün farklı olsun" dedi, titreyen eliyle yorganını kaldırdı. 3 aydır her sabah olduğu gibi gözleri doldu. Böyle uyanmaktan nefret ediyordu.

Orhan'ın 3 aydır süren mutsuzluğunun nedeni, her sabah yatağının ortasında gördüğü kırmızı, ıslak lekeydi. İlk seferinde panik yapmış, hemen oturma odasına gidip televizyonun, DVD'nin ve bilgisayarın yerinde olup olmadığını kontrol etmişti. Orhan sabahları biraz salak olurdu. Gece eve giren hırsızın bütün evi boşaltmakla yetinmeyip böbreklerini de çaldığını düşünmüştü. Daha sonra soyunup ayna karşısına geçmiş, hiçbir yerinde yara izi bulamayınca biraz hayal kırıklığına uğramıştı. Böbrekleri çalınmış olsa, en azından iş arkadaşlarına anlatacak ilginç bir hikayesi olacak, hayatı biraz renklenecekti. Oysa kime ait olduğunu bilmediği kan izi başına dert açabilirdi. En iyisi kimseye anlatmamak ve olası delilleri 90 derecede ortadan kaldırmaktı. Çamaşır makinesini nevresim takımıyla, yatağını deterjanlı kaynar suyla doldurdu ve halihazırda zehir olmuş gününü tutuklanmayı bekleyerek geçirdi. O gün hiçbir şey olmadı. Akşam haberlerinde vahşice öldürülen veya ortadan kaybolan kimseyle karşılaşmadı. Orhan o gece rahatsız bir uykuya daldı.

Sonraki sabah aynı sahneyle karşılaşmak, Orhan'ın kafasında yeni soru işaretleri oluşturmuştu. Bir gün belki kabul edilebilirdi ama iki gün üstü üste gaipten kanamak hiç normal değildi. Odanın köşesine sinmiş, korkuyla yataktaki lekeye bakarken, aklından "Adamın görtünden kan alırlar Kamil, kan!" cümlesi geçti. Gülmeye başladı. Yatağında halüsinasyon gördüğünü sanmıyordu ama katıla katıla gülerken, delirdiği konusunda hafiften kıllanmaya da başlamıştı. Belki de iki gün önce gözünü morartan "kapı" sebep olmuştu bu haline.

Orhan'a beyin sarsıntısı geçirten kapının adı Osman'dı. Osman, Orhan'ın ağabeyiydi ve eşcinseldi. İki gün önce kardeşini yemeğe davet etmişti. Orhan, Osman'ın eşcinselliğinden haberdar olmakla birlikte, ortada böyle bir durum yokmuş gibi davranıyordu. Bu nedenle Osman'ı eleştirmek aklından bile geçmezdi. Sanki ağabeyi henüz hayatının kadınını bulamamıştı, bekar olmasının tek nedeni de buydu. Oysa Osman'ın "hayatının kadını" gibi bir kavramdan veya Orhan'ın sanrılarından haberi bile yoktu. O gece kardeşini hayatının erkeği Koray'la tanıştırmayı planlıyordu. Orhan'a Hollanda uçak biletini verecek, bu vesileyle nikahına da davet etmiş olacaktı. Ağabeyinin mutluluğu Orhan'ı kim bilir ne kadar sevindirecekti.

Orhan mutluluğunu “Aaa! Çok sevindim. Ama neden Hollanda? Burada evlenip balayına gitseydiniz keşke. Belki benim de o zamana kadar bir sevgilim olurdu, düğüne beraber gelirdik. Yengeyle ne zaman tanışacağım?” diyerek gösterdi. Kafaları karışan Osman ve Koray önce birbirlerine, sonra Orhan'a baktılar. Biraz aptallığından, büyük ölçüde de kendini başarıyla kandırıyor olmasından dolayı, bir sonraki sahne Orhan'ı şoka soktu. Koray'ın elini tutup dudağına minik bir öpücük konduran Osman'ın amacı da buydu zaten. Hesaba katmadığı şey, Orhan'ın hışımla masadan kalkıp Koray'a "Pis ibne! Abime n'aptın?!" diye haykırmasıydı. Çileden çıkınca on kaplan gücüne ulaşan Osman, bir yumrukta kardeşini on travmalık bir çileye sokuverdi.

Orhan, ertesi günü hayatının en kötü günü sanmakta haklıydı. Ancak yanılıyordu. O gün yaşadığı üzüntü dinmeyecek, sonraki aylarını da cehenneme çevirecekti. O günün dertleri sadece ağabeyinin cinsel tercihiyle yaşadığı şok, yediği yumrukla yaşadığı acı, kovulurken yaşadığı aşağılanma, kapıya çarptığını söylerken yaşadığı endişe, kimse ona inanmazken yaşadığı utanç, platonik aşkı Melis'e yalan söylerken yaşadığı sıkıntı ve tüm bunları düşünürken yaşadığı ıstıraptan ibaretti. Yani ilk acı. Kısa bir süre sonra bunların kronik bir ağrıya dönüşeceğini bilemezdi. Bu ağrının kendisini ne şekilde göstereceğini de. O gün Orhan için hem bir dönemin sonunu, hem de yepyeni sıkıntıların başlangıcını temsil ediyordu. Ve elbette bilincin derinliklerine gömülecek, tarihten silinecekti.

O gün Orhan yatağına girdiğinde "Bu günü atlattım ya, bundan sonra her şey düzelecek" diye düşündü. Ölü gibi uyudu. Sonraki günlerde, uyanmak yerine ölmeyi tercih edecekti.

Evet, Orhan intihar etmeyi düşündü. İlk haftadan sonra hemen hemen her gün. İlk hafta ise sırayla şunları düşündü:

- Eve giren hırsız böbreklerimi de çaldı.
- Adamın götünden kan alırlar Kamil, kan! Yoksa Koray gelip götümden kan almış olabilir mi?
- Halüsinasyon görüyorum, aslında kan yok.
- Osman eşcinselse benim de kadın olmam mümkün mü? Kıçımdan adet görüyor olabilir miyim?
- Uzaylılar üzerimde deney yapıyor olabilir. Bir onlar eksikti amına koyim.
- İlahi güçler hoşgörüsüzlüğümün intikamını almaya çalışıyorlar galiba. Tanrılar çıldırmış olmalı.
- Yumruğu yiyince oldu bu. Bir doktora görünsem iyi olacak.

Orhan'ın doğru cevabı bulması için bir hafta düşünmesi gerekmişti. Ne var ki, bulduğu doğru cevap onu tatmin etmemişti. Her türlü saçmalığa inanmaya hazır olan Orhan, bir sağlık sorunuyla karşı karşıya olduğunu bir türlü kabul edemiyordu.

Sonraki günlerde ölmeyi kafasına koyduysa da bir türlü harekete geçemedi. Çünkü Melis, Orhan'ın bu kırık dökük haline ilgi duymaya başlamıştı. Her gün nasıl olduğunu soruyor, ona çay götürüyor, havadan sudan konuşmak için yanına gidiyor, sık sık bir şeyler içmeye davet ediyor, hiçbir neden yokken ona dokunuyor ve dekoltesini, deyim yerindeyse, Orhan'ın gözüne sokuyordu. Orhan bir anda büyüyen "yaşama isteğine" engel olamıyordu. Artık her gece Melis'le yattığını düşünerek uyuyor, her sabah kan görmemek için dua ederek uyanıyordu. Melis onu sorunundan uzaklaştıran tek şeydi. Sorunu ise Melis'i eve atamamasının tek nedeni.

Üç ay böyle geçti. Orhan delirmek üzereydi. Eline Melis adını takmış, yalnız kaldığı zamanlarda onunla konuşmaya başlamıştı. Melis de nasıl olup da üç aydır reddedildiğine bir anlam veremiyordu. Hırstan gözü dönmüştü. Mesai bitiminde biraz cilveli, biraz mesafeli bir tavırla Orhan'ın yanına gitti.

"Kalk hadi, içmeye gidiyoruz."

Orhan'ın tedirgin bakışlarının cesaretini kırmasına izin vermedi.

"Ay hadi uzatma ama! Aylardır şöyle güzelce sarhoş olmadım. Hem senin de biraz kafan dağılır. Kalk kalk kalk! İtiraz istemiyorum!"

Melis her şeyi ayarlamıştı. Yeniköy'de rakı-balık yapılacak, Taksim'de cila çekilecek, sonra evli evine, köylü köyüne dönecekti. Ama belki de evlerine dönecek durumda olmazlardı. Belki de dönmek istemezlerdi. Kim bilirdi.

İlk iki kadeh Orhan'ın tedirginliğini alıp götürdü. Üçüncü kadehte, Melis her zamankinden güzel görünüyordu. Dördüncü kadeh cesaret verdi. Beşinci kadehte sabahı umursamıyordu. Altıncı kadehte ayakta zor duruyordu, uzanmalıydı.

O zamana kadar sadece iki kadeh devirmiş olan Melis ne yapacağını çok iyi biliyordu.

Ertesi gün susuzluktan dili damağına yapışmış olarak uyanan Orhan bir süre gözlerini açamadı. Beyni, üzerine sürekli çekiçle vurulan, su dolu bir fanusun içinde gibiydi. Birkaç dakika sonra duştan gelen su sesini, hemen ardından Melis'in küfürlerini duydu. Kafasını yastıktan güçlükle kaldırdı ve yorganı çekti. Melis'in küfür etmesinin nedeni karşısındaydı. Bir an sonra Melis de. Orhan yorganı üstüne çekmek için çok geç kalmıştı.

Melis yıldırım gibi odaya girdi, hızlı hızlı giyinmeye başladı. Orhan'ın yüzüne bile bakmıyordu. Annesinin en sevdiği vazoyu kırmış gibi suçlu suçlu bakan Orhan'ın ağzından "ghah" gibi bir ses çıktı. Dili ve damağını hala birbirinden ayıramamıştı. Artık tamamen giyinmiş olan Melis yataktaki Orhan'a döndü, bir hayvanın kurtlanmış cesedine bakar gibi, tiksinerek baktı. "İğrençsin" dedi ve girdiği hızla odadan ayrıldı. Çarptığı kapı, Orhan'ın beynini çekiç darbelerinden koruyan fanusu kırdı.

Günlerden cumartesiydi. Orhan yataktan kalkıp intihar edemeyecek kadar akşamdan kalmaydı. Ertesi gün ilk iş bir nöbetçi eczane bulmaya ve evdeki Aspirin'den daha ölümcül ilaçlar almaya karar vererek uyudu.

Pazar sabahı uyandığında her zamankinden umutsuz ve her zamankinden kararlıydı. Duş aldı, kendine mükellef bir kahvaltı hazırladı, çamaşırlarını makineye doldurdu, evini temizledi ve sokağa çıktı. Dışarıda onu nefis bir gün karşıladı. Güneşli ve ılık. Sevgiliyle el ele yürüme günü. Orhan daha da depreşti. İlk açık eczaneye daldı.

Eczacı başka bir müşteriyle ilgileniyordu. Orhan kendi kendine "Güzel bir gün ölmek için" diye şarkı söylüyor, bir yandan da raflardaki ilaçların isimlerini okuyordu. O sırada gözüne tezgahtaki broşür çarptı. "Kanayan yaraları sarmanın yolu - Samanyolu Mutluluk Okulu"

Orhan sustu, şarkı bitti, müşteri gitti, eczacı "İyi güner" dedi, Orhan duymadı. Eczaneden elinde broşür, yüzünde dalgın bir ifadeyle çıktı. Broşürde yazan adresi buldu, rüyada gibi içeri girdi, binanın beşinci katına çıktı, ne yaptığının farkında bile olmadan zili çaldı. Kapıyı 25 yaşlarında, kızıl saçlı, güzel bir kız açtı. Sıcak bir gülümsemeyle "Hoş geldiniz" dedi, Orhan ağlamaya başladı.

Genç kız en ufak bir şaşkınlık belirtisi göstermiyordu. Elini Orhan'ın omzuna koydu, onu içeri aldı ve rahat bir koltuğa oturttu. Orhan sarsıla sarsıla ağlamakta olduğundan, köşesine tünediği koltuğun rahat olduğundan elbette habersizdi. O günden sonra her hafta bu koltuğa üç kez oturacak, tüm ergonomik özelliklerini ezberleyecekti. Şimdilik sadece suratına yediği okkalı şamarı hissedebilecek durumdaydı.

Şamarın sahibi, Samanyolu Mutluluk Okulu'nun yöneticisi ve başöğretmeni Savuray Bey'den başkası değildi. Orhan yediği tokadın şokuyla ağlamayı unuttu. Savuray Bey'in suratına aptal gibi bakarken alt dudağı titriyordu. Orhan'ın şaşkınlıktan kurtulur kurtulmaz saldıracağını bilen Savuray Bey, elini babacan bir tavırla omzuna koydu, açıklama yapmaya başladı.

"Yaşadığınız travmadan kurtulmanız için bunu yapmak zorundaydım. Bağışlayın lütfen. Ama bilirsiniz, bir husumet bin nasihatten evladır."

"Bir musibet."

"Efendim?"

"Bir musibet bin nasihatten evladır. Siz musibetlerinizle çok hasım edindiniz galiba?"

"Öyle de denebilir. Herkes mutluluk yoluna çıkmak için acılar denizinden geçmek gerektiğini anlamıyor ne yazık ki."

"Asansörsüz çıktığım beş katı saymazsak, son üç aydır acılar denizinde debelenmekte olduğumu söyleyebilirim. Bir de bu kadar lirik konuşmaya ne gerek var? Açıkçası buraya intihardan döndüm de geldim."

Bu şekilde başlayan sohbet, Savuray Bey'in lirik cümleleriyle süslendi, Orhan'ın anlattıklarıyla ağırlaştı, güzel sekreter Pelin'in çay ve kurabiye ikramıyla tatlıya bağlandı. Orhan beş saatin ardından Mutluluk Okulu'ndan çıkarken her şeyin düzeleceğine yeniden inanmaya başlamıştı. Bir sonraki görüşmeye kanlı çarşafını götürecek, bu çarşafla Rorschach testine tabi tutulacaktı. Savuray Bey, çarşaftaki kanın Orhan'da uyandırdığı görsel çağrışımlarla karakter analizi yapacak ve bilinçaltını kurcalayacaktı. Orhan heyecanlıydı. Hayatında ilk kez karakter analizine girecek ve ikinci kez Pelin'i görecekti.

Henüz çalıştırmadığı çamaşır makinesinden çıkardığı çarşaf, Orhan için yeni algı kapıları açmıştı bile. Çarşaftaki leke kırmızı değil, sarıydı. Üç ay boyunca sandığının aksine kan değil, leş gibi çişti. Orhan buna elbette anlam veremiyordu ama aslında her şeyin çok basit bir açıklaması vardı.

Orhan'ın Osman'dan yediği yumruk, zaten pek iyi çalışmayan beynini sarsmakla kalmamış; gözünde bulunan sarı noktada da hasara neden olmuştu. Yumruğun çatlattığı damarlardan birinden sıçrayan kan sarı noktaya yapışmış, Orhan'ın renk algısını bozmuştu. Bu yüzden Orhan sarı olan her şeyi kırmızı görüyordu. İşerken aklının çişi yerine Melis'te olması, Galatasaray ve Fenerbahçe'ye kayıtsız kalması, sarı ve kırmızı ışıklarla ilgilenmemesi, yalnız beyaz peynir ve siyah zeytinle kahvaltı etmesi gibi nedenlerle bunu farketmemişti. Macula Lutea denen boktan nokta yüzünden Melis Orhan'ı iğrenç bulmuştu, Pelin kızıl saçlarından olmuştu ve Kanlı Nigar Sidikli Safiye'ye dönüşmüştü! Hayat acımasız değildi de neydi?!

Savuray Bey'le ilerleyen görüşmeler, Orhan'ın yatağını ıslatmak dışında da sorunları olduğunu ortaya çıkarmıştı. Temelde yapması gereken şey basitti. Bir doktora gitmek, önce gözlerini, sonra mesanesini, sonra da sinirlerini kontrol ettirmek. Sonuç olumsuzsa bir psikiyatriste, yani yine bir doktora başvurmak. Oysa ne Orhan, ne de Savuray Bey bu tip çözümleri mantıklı buluyordu. Terapiye birlikte devam ettiler.

Terapi sonucunda Orhan, eşcinsel olan ağabeyinden utandığını, bu yüzden daha erkeksi bir iş olan borsacılığı seçtiğini öğrendi. Aslında sanatçı yönünü geliştirmek istiyordu. Ama duygusuz sanat, sanat değildi. Ve Orhan'a göre duygular insanı yumuşatıyordu. Kendini gerçekleştirmediği sürece mutsuzluk peşini bırakmayacaktı. En kısa zamanda sınırlarından kurtulması, mutluluk yoluna adım atması gerekiyordu.

Orhan tedavinin altıncı ayında borsacılığı bıraktı. Devlet Opera ve Balesi'ne başvurdu. Artık tayt giyen bir devlet memuru olarak çalışıyor. Hala yatağına işiyorsa bile, bunu kafasına takmıyor.

2 yorum:

Melen dedi ki...

pek güzel olmuş...

ellerinize sağlık...

İnci Vardar dedi ki...

teşekkür ederim. :)