31 Mayıs 2009 Pazar

aktivist

bu kısa bir hikaye. hayatımın değil, yaşamımın hikayesi. yaşanması gibi yazılmasının da kimseye bir faydası olmayacak. hiçbir şeyi değiştiremedim, bundan sonra da hiçbir şey değişmeyecek. ama yazıyorum. çünkü hepsi, kelimesi kelimesine, yaşanmaya değerdi.

yeniden doğsam, yeniden 23 yaşında olsam, yeniden televizyonu açsam ve aynı konuşmayı dinlesem, yine aynı şeyleri yapardım.

23 yaşındaydım ve seçimlere inanmıyordum. hiçbir şeyden memnun değildim ama hiç oy kullanmamıştım. büyük devrimciler ancak efsane olurdu, güç yine iktidardakilerde kalırdı. denesem yanılacağımdan o kadar emindim ki, harekete geçmek bir yana, parmağımı bile kıpırdatmıyordum.

satriani olmak için çok çalışmak gerektiğini fark edip gitarı, yeni bir akım yaratmak için uyumsuz olmak gerektiğini anlayıp düşünmeyi bırakmıştım. ortalamadan şaşmadan, sadece yemek tarifine bir küp şeker ekleyerek takdir edilmeyi tercih ediyordum. umutsuz ev kadınlarının bile benden çok umudu vardı. üstelik onlar benim gibi 19 yaşında evlenmemişlerdi.

o sabah yine eşimi işine göndermiş, kahvaltı masasını olduğu gibi bırakıp etrafı toplamaya başlamıştım. içten içe saçma olduğunu hissediyordum ama ev işlerini odak noktası olarak görmek birçok şeyi kolaylaştırıyordu. bir rutin diğerini izlerken, sıra televizyona geldi.

o kadar kendinden emin görünüyor, o kadar düzgün konuşuyordu ki, program bittiğinde dayak yemiş gibi kalmıştım koltukta. siyah çarşafının katları arasına sıkıştırılmış kusursuz yüzünde kendini tamamen adamış birinin gerginliği vardı. çıkardığı sesler melodik, mimikleri şiir gibiydi. "kadınlar ilk fırsatta evlendirilmeli, erkeklerin işlerine burunlarını sokmamalı, elbette olabildiğince çok çocuk yapmalı, evde efendinin kim olduğunu bilmeli" diyordu. uzun uzun konuştu, örnekler verdi, pek çok kişiye mantıklı gelecek açıklamalarda bulundu ve tüm karizmasını ortaya koyarak kendisine karşı çıkan herkesi susturdu. ondan nefret etmem için gereken her şeyi yaptı.

farklı şartlarda taş kafalı bir güzellik kraliçesi olabilecek bu kadın, bugün beyni de dili de zehir gibi çalışan bir tanrıçaydı. her ilahi güç gibi, onu devirmek de kolay değildi. bir peygamber olup yeni bir din ve yeni bir tanrı yaratmak gerekiyordu. müritler toplamak, kutlu haberi yaymak ve sonunda ölmek zorundaydım ben de. bu devrim kadife yumuşaklığında gerçekleşemezdi.

sıradan bir ev kadını olmam her şeyi zorlaştırıyordu. ona ulaşmamı bile. eminim her gün yüzlerce övgü ve tehdit mektubu alıyordu. kendisine yazacağım hiçbir şeyi ciddiye alacağını düşünmemiştim. bu yüzden doğrudan saldırmaya karar verdim ve gazeteye iki cümlelik bir ilan gönderdim. "sana savaş açtım. ordumu topluyorum."

aynı gün aldığım telefonların haddi hesabı yoktu. eşim işten döndüğünde bir gazeteci ordusuyla karşılaştı. o gece, dört yıldır biriktirdiğimiz tüm öfke, birbirimize söylemediğimiz her kelime masaya döküldü. geceyi bir otelde, iş ilanlarına bakarak geçirdim. ertesi gün televizyondaki kadın programlarına davet ediliyordum, onunla yüzleştirilecektim. kısa vadeli de olsa hem gelir getirecek hem de amacıma yaklaşmamı sağlayacak bir yöntem bulmuştum. her şey bittiğinde ölmüş olacağım için de zaten uzun soluklu bir plana ihtiyacım yoktu.

kadın programlarını haber programları izledi. röportajlar, söyleşiler, makaleler... bir gazeteden köşe yazarlığı için teklif aldığımda, bu işlerin bu kadar kolay olmasına nasıl şaşırdığımı anlatamam. mürit topluyordum, ordu kuruyordum, ister istemez kurumsallaşıyor ve büyüyordum. dizi izlemek yerine kitap okuduğum zamanların faydasını görmüştüm. gayet iyi gidiyordum yani. sanırım o da kendisiyle boy ölçüşebilecek birini bulduğuna sevinmişti.

bir ay dolmadan ilk tehdit mektubumu aldım. gönderenleri köşemde "korkaklar" diye aşağılamamdan iki gün sonra, günün ve sokağın ortasında ilk dayağımı yedim. üç kırık kaburgam ve eskisinden de çok tanınan bir yüzüm oldu. polis, zanlıları hiçbir zaman bulamadı. kime bağlı çalıştıkları göz önünde bulundurulursa, hiçbir zaman aramadılar da.

boşanma belgelerini imzalarken, bunca zaman kendimi hiç tanımadığımı fark ettim. eşimi hiç tanımamıştım diyemiyorum. atacağı her adımı biliyordum. onun için boşanmamız sadece rutinde bir aksama olmuştu. kendini keşfeden, tanınmayacak hale gelen bendim. şimdi sahip olduğum yaşama tutkusuna bakınca, kabartma tozu tadındaki dört yıllık mutluluğumu hiç özlemiyorum. ben şimdi gerçekten yaşıyorum. birkaç saat içinde de gerçekten ölü olacağım. cesedimi nereye atacaklarını merak ediyorum. bu saatten sonra ne önemi varsa?

gazetelerde görmüşsünüzdür, iki gün önce ortadan kayboldum. kapımı kırıp evime girdiler ve karga tulumba götürdüler beni. gözlerimi bağlamaya gerek duymadılar, buradan sağ çıkamayacağımı o zaman anladım. polisle çalışsalar da bildiğiniz ayak takımından öteye gidebilmiş değiller. kaba sakalın kaba kuvvetiyle hareket ediyorlar. bu sabah midem guruldamaktan vazgeçti. susuzluktan tükürük bile salgılayamıyorum. aptallar, son köşe yazımı yazıp bugüne kadar söylediğim her şeyi yalanlamamı istediler bu sabah. sanki yazsam inandırıcı olacakmış gibi. bunun için bir tomar kağıt, kalem ve bacağıma yakışacağını düşündükleri bir kurşun verdiler. "birileri izlerken yazamıyorum" dedim, dışarı çıktılar. işte bizi böyle aptallar yönetiyor, bu aptallardan korkuyoruz.

birazdan bu yazıyı bitireceğim ve içime sokacağım. sonra hiçbir şey yazmadığımı görüp beni öldürecekler. cesedim kim bilir nerede bulunacak ve otopsiye gönderilecek. yazılar bir şekilde zarar görmemişse vücudumda bulunacak ve okunacak. benim gibi düşünen biri tarafından bulunursa, son köşe yazım olarak gazeteye gönderilecek. belki dünya için hiçbir şey değişmeyecek. ama bunların yazmaya, uğrunda yaşamaya ve ölmeye değer olduğunu biliyorum.

insan gibi ölemesem de tekrar dünyaya gelirsem, insan gibi yaşamak istiyorum.

20 Mayıs 2009 Çarşamba

korku dolu bir yazı

sen yokken ne yapıyordum ben?

yine film izlemiyor muydum aşırı eleştirel ve sıkılgan gözlerimle? yine içinde kendimi bulamadığım, bulamadığıma sıkıldığım kitaplar okumuyor muydum? peri masalı yerine gerçeği istiyorum diye tutturmuyor muydum neredeyse nefret olacak bir öfkeyle? yine bir şeyler karalamıyor muydum sanki? ama hiçbir zaman yolda değil. ya sarhoş olmadan önce, iyice düşünerek; ya da kanım alkol olmuşken, kırık dökük ve fikirsizce.

yine kaçmıyor muydum başkalarından? ne değişti sen hayatıma girince?

yine okuduğum her samimi cümle bir yumru olup boğazıma oturuyor, beni hıçkırmaya zorluyor ama... yine bir aşığın bol gözyaşlı ölümü benim de gözlerimi dolduruyor ama... yine sarhoş olunca etrafı yakıp yıkıyor veya ayıkken olmayan bir şeye ağlıyorum ama... yine aptal zamanlarım oluyor, yine moralim yerlerde sürünüyor ama... yine uyumsuz, uzak ve tek başıma hissediyorum ama...

ama farklı işte. yolda yazıyorum falan. pek içmiyorum falan. daha az konuşuyorum, seninle ilgili ağzımı açmaya çekiniyorum falan. minicik bir şeyle kaşlarımı çatıp senin bir o kadar minik bahsinle veya sesinle şebek gibi gülümsüyorum falan.

kimseyi bu kadar özlememiştim ben. hiç böyle korkularım olmamıştı. mutluluk hiç dehşete düşürmemişti beni.

yol uzun. ayn rand kafasına en çok ihtiyaç duyduğum anlardayım. ya iki kişilik boş zaman verin bana ya da büyük bir iş. kafamı dağıtmalıyım.

15 Mayıs 2009 Cuma

Mesela diyorum bazen...

Tanrı’nın yarattığı canlılara aşık olması muhtemelen çok işlenmiş bir konu. Şimdi aklıma kesin bir örnek gelmiyor ama mutlaka bunun üzerine yazılıp çizilmiş bir sürü şey vardır. Ben de bu aralar bir şeyler yazmak istiyorum ama biraz konu kıtlığı çekmekteyim. Daha doğrusu düşünemiyorum. Yine kafamın iyi çalışmadığı zamanlar geldi çattı.

Şimdi sürekli dikkatim dağılarak bir kurgu oluşturmaya çalışıyorum kafamda. Mesela Tanrı tüm yaratıklara değil de bir yaratığa aşık olsa, yaratık evrimleştikçe aşkı büyüse... Onu kendi özüyle beslese, her yeniden doğuşunda bir parçasını koparıp verse mesela ve hep onu korumaya çalışsa. Ama hiçbir zaman başarılı olamasa. Mesela yarattığı ilk atom bölünse ve kendi parçasıyla çarpışsa, bu şekilde yok olsa. Henüz toy olan Tanrı, sevdiği atom patlayınca onun sonsuza kadar kaybolduğunu sansa. Mesela öyle üzülse ki, kolunu kesip kanını boşluğa saçsa Tanrı. Dökülen kan sevgili atomla birleşse, büyük patlama gerçekleşse. Ve Tanrı bu kez de koskoca evren içinde bulsa aşkını. Tüm yıldızlar ve gezegenleri çocuğu, dünyadaki bir canlıyı da sevgilisi olarak görse. İlk olarak bir bitki olsa bu canlı, kıtalar ayrılırken toprağın altında kalsa. Tanrı çok ağlasa, dünyayı denizlerle doldursa ve ilk su canlısında görse sevdiğini. Milyarlarca ölüm, milyarlarca değişimle karşılaşsak, Tanrı her seferinde bir parçasını kaybetse üzüntüden. Kesse kendini, kanatsa, paramparça olsa. Ve her yeniden doğuşta da ilk kez aşık olmuş gibi sevinse, özleminden sıyrılsa. Sevgili her seferinde ışık saçsa. Bazen yarı tanrı olarak bilinse, bazen dünyanın bir harikası, bazen de kimsenin görmediği efsanevi bir canlı. Evrenin tarihini anlatsam, savaşları, yıkımları... Ve ardından keşfedilen yeni canlı türlerini, yeni düşünce akımlarını, bilimi ve sanatı. Tanrı’nın yaşamını bir döngüye sığdırsam, intiharını milyarlarca yıla ve ölüm haberini bir filozofa. Mesela Nietzsche Tanrı’nın sevgilisinin dönüşümlerinden biri olsa, onu çok sevdiği için kaybetmekten ölesiye korksa. Bu yüzden onu yok saysa, mutluluğu kaybetmekten korktuğu için kendini sonsuz acıya mahkum etse. Ve Tanrı öldüğünde; sevgilisini her kaybedişinde bir parçasını da kaybederek bu kez gerçekten öldüğünde; milyarlarca yıllık tükenişi ilk kez sona erdiğinde, Nietzsche dağlara vursa kendini. Oradan kimsenin anlayamayacağı bir acıyla Tanrı’nın öldüğünü haykırsa.

Ve sonra ne olsa? Belki de bu kayıp, son kayıp olur. Belki Tanrı’nın hüzünlü parçalarından oluşan her varlık içinde aynı hüznü, aynı korkuyu ve aynı umudu yaşatır. Belki bir gün, bir adam ve bir kadın o parçayı bilinçle kucaklar, birleşerek ve bir olmaktan her daim korkarak, Tanrı’ya ve sevgilisine yeniden hayat verir.

Bilmiyorum. Kurguyu çıkarırken bile dikkatim çok dağılıyor, kafamı toplayamıyorum. Bir de zaten bundan hikaye olmaz, ansiklopedi falan olur. Şimdiden içim sıkıldı. Üşendim.