öyle bir ailem var ki, adeta demokrasinin beşiğiyiz. ateistle dindarı yıllarca bir arada yaşattık. kardeşim bir ara milliyetçi olacak gibi oldu, kapışmadan konuştuk. şimdi görüşleri o zamankinden çok farklı. rock'çısı, rap'çisi, çılgın gece yaşamı, göbeğini kaşıyan adamı... muhtemelen hayatımızın hiçbir döneminde aynı partiye oy vermedik - ben zaten oy kullanmaya bile çok yeni başladım, muhtemelen bir daha yapmayacağım.
sonuçta sevgiyle, saygıyla pek lay lay bir yaşamımız var. önceki paragrafta verdiğim örnek gibi küçük harfli tartışmalarımız oluyor. hatta şimdi fark ettim, medeniyetten çatlıyormuşuz resmen. demokrasinin beşiği ne demek; düpedüz aristokrat olmuşuz, bir tek kibarca emir verdiğimiz sebastian'ınımız eksikmiş. pheyyy!
yok lan. sesimizi yükselttiğimiz de oluyor. biri görevini yapmadığında ya da çok aptalca bir şey yaptığında sinirlenebilir ve bağırabiliriz. ama atom bombasına ya da biber gazına bulaşmıyoruz. birbirimize el kaldırmıyoruz. gerilim olduğunda elektriği atıyoruz sadece. ve bu tartışmalar görüşlerimiz nedeniyle değil, saçmalıklarımız nedeniyle oluyor.
yaşam şekillerine karışmamak nezih aile kurumumuzun yazısız kuralları arasında bulunuyor. mesela ailenin inanç bakımından iki ayrı ucunda bulunan anne ve kız hala, her zamanki gibi iyi anlaşıyor.
bunca zaman "benim de türbanlı arkadaşlarım var yaneee" diyememiştim, şimdi türbanlı annem var diyebilirim. hep inançlı biriydi ama umre'ye gidip huşu içinde döndükten sonra hayatına uzun ve bol giysiler, bone ve eşarp girdi. bana kalırsa daha iyi giyinmeye başladı. eşarp ise yanaklarını hafiften poğaça gibi gösteriyor, ara sıra gıdısından makas alıyorum.
nedense bizden çok arkadaşlarına battı bu durum. "çocuklar ne diyor?" diye bol bol sordular. hayırlı olsun dedik, daha ne diyelim? onun inancı, onun kararı. tabii arkadaşları da annemin hala ekisi kadar sosyal, özgür ve bir eşarpla 180 derece değişmeyecek kadar karakterli olduğunu fark ettiler, "ay nası olur?!" muhabbeti kapandı.
benim bakış açımda değişen bir şey yok. herkesin giydiğine kimse karışamaz. hatırladığım kişisel tarihim boyunca pek de cehape kadın kolları tavrım olmadı. eyyorlamam bu kadar.
ama işin başka bir kısmı da var. dini hala sevmiyorum. bambaşka hesaplar dönerken "din adına" piyonlaşan insanlar tiksindirici. başka bir deyişle, akp dinini sevmiyorum. nihayetinde öpüşme eyleminde adam bıçaklamak insanlığını kaybetmemiş bir müslümanın yapacağı iş değil. ateist zaten böyle şeylerle uğraşmaz, tontiş bir insan türü. bunları da "cacığa doğra bitsin" diyemiyor insan, bıçak onların elinde.
biz çekirdek ailemizde, dip dibe yaşarken farklı görüşleri kavga etmeden barındırabilirken, toplumun genelinde bu anlayışın işlememesine şaşırıyorum ben. o orospu çocuklarının "kurtuluş metroda ahlaksızlığa hayır" deme ve eylemi tekbirle basma hakkını kendilerinde bulmalarına şaşırıyorum. gece 10'dan sonra canım bir içmek istediğinde, evde stok yoksa babayı alacak olmak bana saçma geliyor. 5 posta bu meseleyle ilgili şunu yazmış mesela, hak verdiğim kısımları çok. misal, bakkal yerine süpermarketten yapılacak alkol alışverişinin kontrolü ve vergilendirilmesi çok daha kolay. ama 10'dan sonra migros da açık değil ki lan! falan, filan...
babam da bunların daha iktidara gelirken niyetlerini belli ettiklerini, sadece çok akıllı ve sistemli bir şekilde çalıştıklarını söylüyor. doğru da söylüyor. devrimi kansız yapacaklarını belirtmişlerdi. biber gazıyla, tutuklamayla, yasaklamayla, normalleştirmeyle yapıyorlar işte.
ailem bir gün devrim muhafızlarının kızlarını öldürebileceklerini düşünüyor mudur acaba?
26 Mayıs 2013 Pazar
1 Mayıs 2013 Çarşamba
1 mayış (olayı hiç anlamamış insan)
"devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi."
bu cümleyle başlayan tol, hastası olduğum kitaplar arasında en üst sıralara oynar. sarhoşlarıyla, delileriyle, aşklarıyla, devrim umutlarıyla çok çok güzel bir kitaptır.
hep söylerim, bir şeylere yaşayacak ya da en azından yazacak kadar bağlılık duyan insanları kıskanırım ben. çünkü bu duyguyu hiç yaşamadım. belki beynimin bağlılık kıvrımları eksiktir, belki beni giderek bencilleştiren küçük, fark edilmesi zor travmalar geçirmişimdir. bilmiyorum. ve bu durumu iyi ya da kötü olarak tanımlamıyorum.
bugün taksim'e gitmeye çalışan insanları ise "şukkadarcık" (baş parmağımı ve işaret parmağımı cüccük yaparcasına birleştirdim) kıskanmıyorum. bayram kutlamak, isteklerini dile getirmek ve bile bile lades demek arasında çok büyük fark var. çok benzerini mavi marmara için de söylemiştim ve bir gün farklı bir bakış açısı kazanırsam (misal, bir şeye uğrunda sürünebilecek kadar bağlılık duyarsam) bu lafımın arkasında duramayabilirim. ama şu anda diyorum ki, hem bugün taksim'e girmeye çalışanlar hem de taa ne zaman gazze'ye girmeye çalışanlar başlarına gelecekleri gayet iyi biliyorlardı. bu bilinçle hareket ettiler ve görünen köy kılavuz gerektirmedi. "ama polis şiddeti! hükümet baskısı!" falan demenin anlamı yok. şantiyeye girmek tehlikeli ve yasaktır, bu kadar.
zamanında emekçi patronların emperyonik şeysi olan işverenim 1 mayıs kutlamalarının gerçekten bayram havasında olması gerektiğini, insanların bırakın taksim'de toplanmayı, birlikte pikniğe falan gidip en azından bir günlüğüne hayatın tadını çıkarmalarını, sevdikleriyle birlikte olmalarını istediğini yazmıştı. buna katılıyorum ben. çünkü gerçekten devrimin savaşarak değil, yaşayarak gerçekleştirilebileceğine inanıyorum.
son 10-15 yılda türkiye ciddi değişimler yaşadı ve bunlar o kadar da bir anda olmadı. yıllar sonra belki kadınlar hava karardıktan sonra sokağa çıkamayacak ama bu bir günde, tek bir yasaklamayla olmayacak. tamamen senaryo ama şöyle diyelim: önce mini etek giyen kadınlar azalacak, çünkü laf atmalar tecavüzlere dönüşecek. insanlar "eh, kuyruk sallamış, hak etmiş" diyecek (hali hazırda olan bir şey bu). mini etek bir güvenlik meselesi haline geldiği için bizzat kadınlar tarafından reddedilecek. bazı sokaklar kadınlar için güvensiz olacak ve yine kadınlar tarafından haritadan silinecek. ve sonra sıra gecelere gelecek.
(hayır abi, öngörülebilir gelecekte böyle bir şey olmayacak. dediğim gibi, sadece senaryo.)
ama bir şeylerin "normalleşmesi" çok mümkün, bunu biliyoruz. asıl tehlike + fırsat da bu normalleşme. asıl devrim bu. çünkü eğer alışkanlıklar değişmezse, alışmamış götte don durmaz hesabı, o maya tutmaz. diğer yandan, bugün "yok artık!" denilen şeyler, bunu yaşamak isteyenler tarafından sürekli yapılırsa önce moda, sonra rutin olur.
tam da bu yüzden hiçbir yürüyüşe ya da eyleme inanmıyorum. sesini böyle duyuracaksan, kusura bakma ama hayır efendim, devrim falan olmayacak. atatürk veya muhammed tadında lider bekliyorsan, onu da çok beklersin, bizim aramızdan çıkmayacak. nasıl desem... "tahrir tahrir dediler, onu da gördük."
tabii bu hiçbir yürüyüşe katılmayacağım anlamına gelmez, sadece bir işe yarayacağına inanmadığım anlamına gelir. o yürüyüşlerdeki "birlik" havası, sonradan içmeye falan gitmeler, protestodan ziyade "eğlence ortamı" hoşuma gidiyor. ama muhtemelen "hınını hınını hınınınını!" şeklinde slogan atılan yürüyüşlerde bulunmayacağım. hatta şöyle diyeyim, eşcinsellerin ve beşiktaş çarşı ekibinin olmadığı yerde işim olmaz. o darbukalar, defler ortamda olacak arkadaş! asık suratlarla öfkeli kalabalık olunmayacak, yapılan işten zevk alınıp gerekirse göbek atılacak! (halaydan hoşlanmıyorum ama o da olur.)
bir de bunları şakacıktan değil, ciddi ciddi, kendi ismimle yazmak, sevilmeyeceksem bunun için sevilmemek o kadar güzel ki.
"fevkalade orantılı güç" konusunda güncelleme: zincirlikuyu'da otobüsten inen adama niye biber gazı sıkıyorsunuz olm?!
bu cümleyle başlayan tol, hastası olduğum kitaplar arasında en üst sıralara oynar. sarhoşlarıyla, delileriyle, aşklarıyla, devrim umutlarıyla çok çok güzel bir kitaptır.
hep söylerim, bir şeylere yaşayacak ya da en azından yazacak kadar bağlılık duyan insanları kıskanırım ben. çünkü bu duyguyu hiç yaşamadım. belki beynimin bağlılık kıvrımları eksiktir, belki beni giderek bencilleştiren küçük, fark edilmesi zor travmalar geçirmişimdir. bilmiyorum. ve bu durumu iyi ya da kötü olarak tanımlamıyorum.
bugün taksim'e gitmeye çalışan insanları ise "şukkadarcık" (baş parmağımı ve işaret parmağımı cüccük yaparcasına birleştirdim) kıskanmıyorum. bayram kutlamak, isteklerini dile getirmek ve bile bile lades demek arasında çok büyük fark var. çok benzerini mavi marmara için de söylemiştim ve bir gün farklı bir bakış açısı kazanırsam (misal, bir şeye uğrunda sürünebilecek kadar bağlılık duyarsam) bu lafımın arkasında duramayabilirim. ama şu anda diyorum ki, hem bugün taksim'e girmeye çalışanlar hem de taa ne zaman gazze'ye girmeye çalışanlar başlarına gelecekleri gayet iyi biliyorlardı. bu bilinçle hareket ettiler ve görünen köy kılavuz gerektirmedi. "ama polis şiddeti! hükümet baskısı!" falan demenin anlamı yok. şantiyeye girmek tehlikeli ve yasaktır, bu kadar.
zamanında emekçi patronların emperyonik şeysi olan işverenim 1 mayıs kutlamalarının gerçekten bayram havasında olması gerektiğini, insanların bırakın taksim'de toplanmayı, birlikte pikniğe falan gidip en azından bir günlüğüne hayatın tadını çıkarmalarını, sevdikleriyle birlikte olmalarını istediğini yazmıştı. buna katılıyorum ben. çünkü gerçekten devrimin savaşarak değil, yaşayarak gerçekleştirilebileceğine inanıyorum.
son 10-15 yılda türkiye ciddi değişimler yaşadı ve bunlar o kadar da bir anda olmadı. yıllar sonra belki kadınlar hava karardıktan sonra sokağa çıkamayacak ama bu bir günde, tek bir yasaklamayla olmayacak. tamamen senaryo ama şöyle diyelim: önce mini etek giyen kadınlar azalacak, çünkü laf atmalar tecavüzlere dönüşecek. insanlar "eh, kuyruk sallamış, hak etmiş" diyecek (hali hazırda olan bir şey bu). mini etek bir güvenlik meselesi haline geldiği için bizzat kadınlar tarafından reddedilecek. bazı sokaklar kadınlar için güvensiz olacak ve yine kadınlar tarafından haritadan silinecek. ve sonra sıra gecelere gelecek.
(hayır abi, öngörülebilir gelecekte böyle bir şey olmayacak. dediğim gibi, sadece senaryo.)
ama bir şeylerin "normalleşmesi" çok mümkün, bunu biliyoruz. asıl tehlike + fırsat da bu normalleşme. asıl devrim bu. çünkü eğer alışkanlıklar değişmezse, alışmamış götte don durmaz hesabı, o maya tutmaz. diğer yandan, bugün "yok artık!" denilen şeyler, bunu yaşamak isteyenler tarafından sürekli yapılırsa önce moda, sonra rutin olur.
tam da bu yüzden hiçbir yürüyüşe ya da eyleme inanmıyorum. sesini böyle duyuracaksan, kusura bakma ama hayır efendim, devrim falan olmayacak. atatürk veya muhammed tadında lider bekliyorsan, onu da çok beklersin, bizim aramızdan çıkmayacak. nasıl desem... "tahrir tahrir dediler, onu da gördük."
tabii bu hiçbir yürüyüşe katılmayacağım anlamına gelmez, sadece bir işe yarayacağına inanmadığım anlamına gelir. o yürüyüşlerdeki "birlik" havası, sonradan içmeye falan gitmeler, protestodan ziyade "eğlence ortamı" hoşuma gidiyor. ama muhtemelen "hınını hınını hınınınını!" şeklinde slogan atılan yürüyüşlerde bulunmayacağım. hatta şöyle diyeyim, eşcinsellerin ve beşiktaş çarşı ekibinin olmadığı yerde işim olmaz. o darbukalar, defler ortamda olacak arkadaş! asık suratlarla öfkeli kalabalık olunmayacak, yapılan işten zevk alınıp gerekirse göbek atılacak! (halaydan hoşlanmıyorum ama o da olur.)
bir de bunları şakacıktan değil, ciddi ciddi, kendi ismimle yazmak, sevilmeyeceksem bunun için sevilmemek o kadar güzel ki.
"fevkalade orantılı güç" konusunda güncelleme: zincirlikuyu'da otobüsten inen adama niye biber gazı sıkıyorsunuz olm?!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)