m.'den çıktı. uygulayamadık, muhtemelen yapamayız da ama o kadar akıllıca ki. yürüyüş yapıp salak salak küfür etmekten çok daha etkili.
herkes bir cümle yazsın demişti. acısını anlatsın bir cümleyle. ne bileyim, babasını çok özlediğini söylesin, onu geri istesin. keşke hiç çocuğum olmasaydı, o zaman evlat acısının ne olduğunu bilmezdim desin. içinin nasıl acıdığını anlatsın. sonra bu cümle üç dilde yazılsın. bir helikoptere doldurulup ilk sınır ötesi harekat yapılsın. gökten bomba yerine cümleler yağsın.
beni o kadar etkiledi ki bu fikir, hiç unutulmasın.
28 Ekim 2007 Pazar
denge
eskiden kozmik yasa olarak geçerdi. insan ilişkilerinde dengeye bir şekilde inanmışımdır hep. kozmik yasada three fold gibi bir olay vardı da o değil. tahtırevalli (ya da her nasıl yazılıyorsa, bakmaya üşendim) şeklinde bir denge diyorum. birine nasıl davrandıysan günün birinde karşılığını görüyorsun. kozmik dişe diş. kaçan her zaman kovalanmayabilir ama kovalayan kişiden itinayla kaçılır. iyi de ne diyeyim şimdi? hakettim ben bunu. neden böyle oluyor bile diyemem.
yaşamın kıyısında gayet iyi bir filmdi. insanın çok da gözüne sokmuyor bir şeyleri. şöyle de bir diyalog vardı:
- neden onun eğitim masraflarını karşılamak istiyorsun?
- çünkü her insanın eğitim almaya ve iyi yaşamaya hakkı vardır.
- bak. şu dosyalarda yüzlerce kürt çocuk var. sabah akşam onlarla uğraşıyoruz. eğitimsizlikten, açlıktan soygunculuk yapıyorlar, adam öldürüyorlar. neden onların eğitimine katkıda bulunmuyorsun?
tahminimce bir kısım insan buna çok takıldı. bir kısım ise görmezden gelmeyi tercih etti. ama en uygun zamanları. duymamam mümkün değildi. geçenlerde i. bir mail forward etti. başlık sorunumuzun bölücülük değil, sadece kürtler olduğunu söylüyordu. sonuna kadar okumadım, okuduğum kadarı da çok sinirlendirdi beni. hayatımda ikinci kez "bana böyle birilerini aşağılayan, nefret dolu yazılar göndermemeni rica ederim" gibi bir şey yazdım. bunu ilk yaptığım kişi bana bir daha hiç mail göndermemişti. kayıp sayılmaz.
şimdi aslında halkların özgürlüğünü savunmuyorum. inanmıyorum da böyle bir şeye. nasıl bir yabancıya evimde oda ayırıp ona kendi sahip olduğum hakları vermiyorsam, ülkem için de aynı şey geçerli. burada kürtlere yabancı da demiyorum, davranışlarını onayladığımı da söylemiyorum. eğitimsizlik, işsizlik, açlık ve benzeri yaşamsal sorunlara eyvallah. elbette haklarını savunacaklar. ama 38 çocuk yapan biri de bu konuda gıkını çıkaramaz. çıkarmamalı. eğer o çocuk bin tane sorununa çözüm bulmak için dağa çıkıyorsa; öldürüyorsa ve ölüyorsa ben buna haksızlık demem. aptallık derim.
filmde de bu konudan bağımsız olarak bir sürü aptallık vardı. bundan rahatsız ediyor belki de. o filmde nurgül yeşilçay'a sempati duyan biri olmuş mudur acaba? mutlaka olmuştur da benim küçük beynimin anlam verebileceği biri olmamıştır kesinlikle.
küçücük bir dünyada yaşıyorum. kafamı çevirmem o kadar kolay ki, görmüyorum. gözüme çarpsa da kolayca unutuyorum. sırça saraylarım var birkaç tane. yapıyorum, yıkıyorum. minicik bir taş yetiyor yerle bir olmaları için. friday i'm in love. şangır. iyiyim lan. şangır. yetersiz hissediyorum ama düzeltebilirim. şangır.
when all else fails, we can whip the horses' eyes and make them sleep and cry.
bir sürü insan öldü yav. iki taraf da şehit diyor ama resmen bok yoluna gidiyorlar. bir de iyi ki çok az kişi okuyor bunu. yoksa "vatan uğruna ölmek bok yoluna gitmek mi ulan?!" der, bir tarafıma sokarlardı bıçağı. tam da bıçaklarla, silahlarla oynanabilecek zamanlar. nasıl üzülüyorum biliyor musun? hakikaten, çatır çatır ölüyorlar.
ben niye hep sinemaya yalnız gidiyorum ya? evde film izlerken de yalnızım. sıkıldım bu işten. bir de resident evil izlemek istiyorum.
yol nerede başlarsa başlasın, kadınlar hep istanbul'a geliyorlar. erkekler de hep köklerinin olduğu yere gidiyorlar. hikayelerin nasıl bittiği belli değil. ama kadın son durağına ulaşmış görünüyor hep. erkek de son durağına doğru harekete çıkmış gibi.
hadi, ölüme içelim bu gece.
yaşamın kıyısında gayet iyi bir filmdi. insanın çok da gözüne sokmuyor bir şeyleri. şöyle de bir diyalog vardı:
- neden onun eğitim masraflarını karşılamak istiyorsun?
- çünkü her insanın eğitim almaya ve iyi yaşamaya hakkı vardır.
- bak. şu dosyalarda yüzlerce kürt çocuk var. sabah akşam onlarla uğraşıyoruz. eğitimsizlikten, açlıktan soygunculuk yapıyorlar, adam öldürüyorlar. neden onların eğitimine katkıda bulunmuyorsun?
tahminimce bir kısım insan buna çok takıldı. bir kısım ise görmezden gelmeyi tercih etti. ama en uygun zamanları. duymamam mümkün değildi. geçenlerde i. bir mail forward etti. başlık sorunumuzun bölücülük değil, sadece kürtler olduğunu söylüyordu. sonuna kadar okumadım, okuduğum kadarı da çok sinirlendirdi beni. hayatımda ikinci kez "bana böyle birilerini aşağılayan, nefret dolu yazılar göndermemeni rica ederim" gibi bir şey yazdım. bunu ilk yaptığım kişi bana bir daha hiç mail göndermemişti. kayıp sayılmaz.
şimdi aslında halkların özgürlüğünü savunmuyorum. inanmıyorum da böyle bir şeye. nasıl bir yabancıya evimde oda ayırıp ona kendi sahip olduğum hakları vermiyorsam, ülkem için de aynı şey geçerli. burada kürtlere yabancı da demiyorum, davranışlarını onayladığımı da söylemiyorum. eğitimsizlik, işsizlik, açlık ve benzeri yaşamsal sorunlara eyvallah. elbette haklarını savunacaklar. ama 38 çocuk yapan biri de bu konuda gıkını çıkaramaz. çıkarmamalı. eğer o çocuk bin tane sorununa çözüm bulmak için dağa çıkıyorsa; öldürüyorsa ve ölüyorsa ben buna haksızlık demem. aptallık derim.
filmde de bu konudan bağımsız olarak bir sürü aptallık vardı. bundan rahatsız ediyor belki de. o filmde nurgül yeşilçay'a sempati duyan biri olmuş mudur acaba? mutlaka olmuştur da benim küçük beynimin anlam verebileceği biri olmamıştır kesinlikle.
küçücük bir dünyada yaşıyorum. kafamı çevirmem o kadar kolay ki, görmüyorum. gözüme çarpsa da kolayca unutuyorum. sırça saraylarım var birkaç tane. yapıyorum, yıkıyorum. minicik bir taş yetiyor yerle bir olmaları için. friday i'm in love. şangır. iyiyim lan. şangır. yetersiz hissediyorum ama düzeltebilirim. şangır.
when all else fails, we can whip the horses' eyes and make them sleep and cry.
bir sürü insan öldü yav. iki taraf da şehit diyor ama resmen bok yoluna gidiyorlar. bir de iyi ki çok az kişi okuyor bunu. yoksa "vatan uğruna ölmek bok yoluna gitmek mi ulan?!" der, bir tarafıma sokarlardı bıçağı. tam da bıçaklarla, silahlarla oynanabilecek zamanlar. nasıl üzülüyorum biliyor musun? hakikaten, çatır çatır ölüyorlar.
ben niye hep sinemaya yalnız gidiyorum ya? evde film izlerken de yalnızım. sıkıldım bu işten. bir de resident evil izlemek istiyorum.
yol nerede başlarsa başlasın, kadınlar hep istanbul'a geliyorlar. erkekler de hep köklerinin olduğu yere gidiyorlar. hikayelerin nasıl bittiği belli değil. ama kadın son durağına ulaşmış görünüyor hep. erkek de son durağına doğru harekete çıkmış gibi.
hadi, ölüme içelim bu gece.
21 Ekim 2007 Pazar
taşınmak ya da taşınmamak...
ne zaman annem tarafından eleştirilsem konu buraya geliyor. bu evde böyle davranamazsın. iyi o zaman, başka evde böyle davranırım. aşağı yukarı on yıldır aklımda olsa da taşınmadım. lisedeki dangalaklığımı saymıyorum, cahil cesaretiydi o. ama şimdi, yine benzer bir durum yaşayınca emlak sitelerine bir göz attım. hiç de imkansız değil. çok zor da olmayabilir. bu kadar insan bir şekilde tek başına yaşıyorsa ben de yapabilirim. hatta egoma uygun bir deyişle, babalar gibi yaşarım.
aklı başında bir insan hemen taşınmamı söylerdi. ama şimdi aklı başında bir insanın görüşlerine ihtiyacım yok. doğru düzgün bir planlamaya ve ailemi çok kırmadan ikna etmeye ihtiyacım var. planlamaya daha çok ihtiyacım var.
planlayalım. maaşı alıp 700 kadarını ev sahibine verelim. bu 700'ün içinde buz dolabı, çamaşır makinesi ve mobilya yok. ikea gibi bir yerden 100-200 ytl'lik birkaç çöp alalım. yine de buz dolabı ve çamaşır makinesi sorunumuz çözülmedi, dikkatini çekerim. elektrik, su ve doğalgaz masrafımız olacak. içinde tek kişinin yaşadığı küçük bir ev düşün, bu kişi gününün büyük bölümünü ev dışında geçiriyor, televizyonu da yok (buz dolabı ve çamaşır makinesi de yok zaten. yatağı bile yok lan!) bu faturasal masrafları da yaklaşık 200 ytl ile halledebiliriz sanırsam. cep telefonu ve kredi kartı ödemeleri var. benzin masrafı olmayacağına göre kredi kartı şeysi de daha düşük olacak. belki de olmayacak, benzin yerine yemek almak gerekecek. tamam, onu da 500 gibi düşün. evde telefon ve televizyon olmayacak, bunları zaten kullanmıyorum. elektrikli süpürge ve ütü olacak. iyi de buz dolabım ve çamaşır makinem yok. neyi ütülüyorsun salak?
o halde biraz para biriktirmek, ev sahibine bir miktar ödeme yapmak gerek. bunun dışında, 700 ytl falan ödenecek evin içinde bir buzdolabı ve çamaşır makinesinin de olması gerek. sonra alışveriş yaparken hesabını bilmek gerek. deterjan bile alacağım yav. ne tuhaf.
yine de imkansız değil. ikea'dan alınıp eve taşınacak şeyler için araba son kez kullanılacak, sonra aileye bırakılacak. özgürlük için ödenen en küçük bedel belki. ama bu arada babamın beni evlatlıktan reddetmemesini de sağlamak lazım. yapmaz ama herhalde. onu yapmasa da kalp krizi geçirebilir. yalnız yaşamak için de baba öldürülmez ki. evet ya, babam ölmesin lütfen. herhangi bir kriz de geçirmesin. annemin de sinirleri çok bozulmasın. diğer yandan da yaşlanıyorlar ve yalnız kalacaklar. salak salak konuşma, sana evlenmeni söylerken yalnız kalacaklarını düşünmüyorlar hiç.
tamam, bunlar gayet olası görünüyor da bir şeyi merak ediyorum. böyle harcamaların yokken bu kadar para nereye gidiyor? nasıl hiçbir birikimim olmadı şimdiye kadar? bunu bir düşüneyim, para biriktireyim biraz ve taşınayım. aileyi de bir şekilde hallederim. umarım.
evet, çok mantıklı.
aklı başında bir insan hemen taşınmamı söylerdi. ama şimdi aklı başında bir insanın görüşlerine ihtiyacım yok. doğru düzgün bir planlamaya ve ailemi çok kırmadan ikna etmeye ihtiyacım var. planlamaya daha çok ihtiyacım var.
planlayalım. maaşı alıp 700 kadarını ev sahibine verelim. bu 700'ün içinde buz dolabı, çamaşır makinesi ve mobilya yok. ikea gibi bir yerden 100-200 ytl'lik birkaç çöp alalım. yine de buz dolabı ve çamaşır makinesi sorunumuz çözülmedi, dikkatini çekerim. elektrik, su ve doğalgaz masrafımız olacak. içinde tek kişinin yaşadığı küçük bir ev düşün, bu kişi gününün büyük bölümünü ev dışında geçiriyor, televizyonu da yok (buz dolabı ve çamaşır makinesi de yok zaten. yatağı bile yok lan!) bu faturasal masrafları da yaklaşık 200 ytl ile halledebiliriz sanırsam. cep telefonu ve kredi kartı ödemeleri var. benzin masrafı olmayacağına göre kredi kartı şeysi de daha düşük olacak. belki de olmayacak, benzin yerine yemek almak gerekecek. tamam, onu da 500 gibi düşün. evde telefon ve televizyon olmayacak, bunları zaten kullanmıyorum. elektrikli süpürge ve ütü olacak. iyi de buz dolabım ve çamaşır makinem yok. neyi ütülüyorsun salak?
o halde biraz para biriktirmek, ev sahibine bir miktar ödeme yapmak gerek. bunun dışında, 700 ytl falan ödenecek evin içinde bir buzdolabı ve çamaşır makinesinin de olması gerek. sonra alışveriş yaparken hesabını bilmek gerek. deterjan bile alacağım yav. ne tuhaf.
yine de imkansız değil. ikea'dan alınıp eve taşınacak şeyler için araba son kez kullanılacak, sonra aileye bırakılacak. özgürlük için ödenen en küçük bedel belki. ama bu arada babamın beni evlatlıktan reddetmemesini de sağlamak lazım. yapmaz ama herhalde. onu yapmasa da kalp krizi geçirebilir. yalnız yaşamak için de baba öldürülmez ki. evet ya, babam ölmesin lütfen. herhangi bir kriz de geçirmesin. annemin de sinirleri çok bozulmasın. diğer yandan da yaşlanıyorlar ve yalnız kalacaklar. salak salak konuşma, sana evlenmeni söylerken yalnız kalacaklarını düşünmüyorlar hiç.
tamam, bunlar gayet olası görünüyor da bir şeyi merak ediyorum. böyle harcamaların yokken bu kadar para nereye gidiyor? nasıl hiçbir birikimim olmadı şimdiye kadar? bunu bir düşüneyim, para biriktireyim biraz ve taşınayım. aileyi de bir şekilde hallederim. umarım.
evet, çok mantıklı.
15 Ekim 2007 Pazartesi
mektup
insan varlığının başlangıcından beri, 86 yılda bir, rastgele seçilmiş bir kişi isimsiz bir mektup alır. yazının bulunmadığı zamanlarda da bu böyleydi. sadece yöntemler farklıydı. bu mektupta her zaman aynı bilgi bulunur. şudur:
“beni yalnız bıraktığında, seni affedebileceğimi mi sandın?”
evet, tek cümle. çünkü tanrı, sanılanın aksine, kitaplar dolusu konuşmaz. cümleyi okuyan kişi kendini iki şey sanabilir:
- peygamber
- kötü bir şakanın kurbanı
kendini her ikisi olarak görenler gerçek peygamberlerdir. en bilinen örneklerini vermek gerekirse, musa tanrı’yı yalnızlığından kurtarmak için göç etti. güvendiği bir kaynak ona gitmesi gereken yerin çöl olduğunu, orada tanrı’yı bizzat gördüğünü söylemişti. söylemediği şey, orada aç kalmamak için bazı yabani otlar ve kaktüslerle beslendiğiydi. o sıralarda kimse “halüsinojen” kelimesinden haberdar değildi.
bir diğer yorum isa’dan geldi. tahmin edilebileceği üzere o, durumu kabullenmişti. toplu intiharları önlemek için insanları günahkar doğduklarına ve arınabileceklerine inandırdı. arınma kelimesi insanların aklına ilk olarak suyu ve sabunu getiriyordu. ateşin arındırıcı gücünü fark etmelerinin nedeni suyla çıkmayan doğum lekeleri ve çiller olmuştu. her cadının burnunda veya çenesinde kocaman bir ben olmasının nedeni budur. benli olmayanlar da kızıl ve çillidir. dolayısıyla, tam da söylendiği gibi, erkekleri kolayca baştan çıkarırlar. (burada engizisyon’dan bahsetmenin pek anlamı yok. yaptıklarınn dinle ilgisi yoktu. bu anlayışı günün birinde marquis de sade olarak karşılarında görünce çocuklar gibi sevindiler.)
muhammed’e gelince... “seni hiç yalnız bırakmadık ki, bırakanlar düşünsün” dedi ve üstüne alınmadı. aynı şekilde bilgiyi yaymaya devam etti. insanlara inanmaları gerektiğini söyledi. kollektif inanç sayesinde tanrı yalnız kalmayacaktı. elbette bu yeterli olmadı. dünyada bu kadar potansiyel inanç varken, neden arabistan yarımadası’yla yetinsindi ki? o ve ardından gelenler, tanrı’yı yalnız bırakanlara inançları hakkında pek çok şey düşündürdü.
mektubu alanlardan biri de buddha’ydı. yaptığından çok utandı. bunca zaman tanrı’yı yalnız bıraktığını fark etmemişti bile. o da musa’nın yöntemini denedi ama kendisine yol gösterecek kimsesi yoktu. bu nedenle içsel bir yolculuğa çıktı, kozmos’a karışmaya çalıştı. hepimiz biliyoruz ki; çalışan kazanır, elması kızarır.
mektubu alanlar arasında pek çok ünlü de bulunuyor. nietzsche, da vinci, dali bunlardan bazıları. rodin’in düşünen adam’ı mektuba anlam vermeye çalışırken yaptığı söylenir. joan osborne da bilinen tek şarkısını bu mektuptan etkilenerek yapmıştır. kevin smith’in dogma’yı çekmesi de aynı nedene dayanır.
bunlar ve daha fazlası tanıdıklarımız. tanımadıklarımız ise bundan çok daha fazla. örneğin mektup isviçre’de daniel’in eline geçmişti. rastgele gönderimin cilvelerinden biri olarak, daniel psikopat çıktı. mektubu eski sevgilisinin gönderdiğini düşündü ve hemen o gece kızcağızı küçük parçalara ayırıp köpeğine yedirdi. (kızın kulağında unuttuğu minicik küpe köpeğinin bağırsaklarını parçalayınca yakalandı.) bir posta kutusuna sahip olmadığı için mektubu bir anda cebinde bulan kebangsaan da bunun kötü bir şaka olduğunu düşünenlerdendi. kimse onunla alay etmeyince, hayalperest genç kız zihni buna daha fazla dayanamadı. akıl hastanesine kaldırılırken, çığlıkları arasında mektubu ölmüş annesinin gönderdiğine yemin ediyordu.
bir de ben varım işte. amaçsızca yürürken yolda gördüğüm teyze posta kutusundan mektubu çıkardı. okuyup gülümsedi ve gökyüzüne baktı. ben de neden bu kadar mutlu olduğunu merak ettim ve mektubu elinden kapıp kaçtım. şimdi mantıklı düşünen herkes de yazdıklarımın doğru olduğunu tartışmasız kabul edecektir. zaten başka ne olabilir ki? mesela mektubun neden 86 yılda bir geldiğini de biliyorum ben ama söylemem. çünkü gıcığım.
“beni yalnız bıraktığında, seni affedebileceğimi mi sandın?”
evet, tek cümle. çünkü tanrı, sanılanın aksine, kitaplar dolusu konuşmaz. cümleyi okuyan kişi kendini iki şey sanabilir:
- peygamber
- kötü bir şakanın kurbanı
kendini her ikisi olarak görenler gerçek peygamberlerdir. en bilinen örneklerini vermek gerekirse, musa tanrı’yı yalnızlığından kurtarmak için göç etti. güvendiği bir kaynak ona gitmesi gereken yerin çöl olduğunu, orada tanrı’yı bizzat gördüğünü söylemişti. söylemediği şey, orada aç kalmamak için bazı yabani otlar ve kaktüslerle beslendiğiydi. o sıralarda kimse “halüsinojen” kelimesinden haberdar değildi.
bir diğer yorum isa’dan geldi. tahmin edilebileceği üzere o, durumu kabullenmişti. toplu intiharları önlemek için insanları günahkar doğduklarına ve arınabileceklerine inandırdı. arınma kelimesi insanların aklına ilk olarak suyu ve sabunu getiriyordu. ateşin arındırıcı gücünü fark etmelerinin nedeni suyla çıkmayan doğum lekeleri ve çiller olmuştu. her cadının burnunda veya çenesinde kocaman bir ben olmasının nedeni budur. benli olmayanlar da kızıl ve çillidir. dolayısıyla, tam da söylendiği gibi, erkekleri kolayca baştan çıkarırlar. (burada engizisyon’dan bahsetmenin pek anlamı yok. yaptıklarınn dinle ilgisi yoktu. bu anlayışı günün birinde marquis de sade olarak karşılarında görünce çocuklar gibi sevindiler.)
muhammed’e gelince... “seni hiç yalnız bırakmadık ki, bırakanlar düşünsün” dedi ve üstüne alınmadı. aynı şekilde bilgiyi yaymaya devam etti. insanlara inanmaları gerektiğini söyledi. kollektif inanç sayesinde tanrı yalnız kalmayacaktı. elbette bu yeterli olmadı. dünyada bu kadar potansiyel inanç varken, neden arabistan yarımadası’yla yetinsindi ki? o ve ardından gelenler, tanrı’yı yalnız bırakanlara inançları hakkında pek çok şey düşündürdü.
mektubu alanlardan biri de buddha’ydı. yaptığından çok utandı. bunca zaman tanrı’yı yalnız bıraktığını fark etmemişti bile. o da musa’nın yöntemini denedi ama kendisine yol gösterecek kimsesi yoktu. bu nedenle içsel bir yolculuğa çıktı, kozmos’a karışmaya çalıştı. hepimiz biliyoruz ki; çalışan kazanır, elması kızarır.
mektubu alanlar arasında pek çok ünlü de bulunuyor. nietzsche, da vinci, dali bunlardan bazıları. rodin’in düşünen adam’ı mektuba anlam vermeye çalışırken yaptığı söylenir. joan osborne da bilinen tek şarkısını bu mektuptan etkilenerek yapmıştır. kevin smith’in dogma’yı çekmesi de aynı nedene dayanır.
bunlar ve daha fazlası tanıdıklarımız. tanımadıklarımız ise bundan çok daha fazla. örneğin mektup isviçre’de daniel’in eline geçmişti. rastgele gönderimin cilvelerinden biri olarak, daniel psikopat çıktı. mektubu eski sevgilisinin gönderdiğini düşündü ve hemen o gece kızcağızı küçük parçalara ayırıp köpeğine yedirdi. (kızın kulağında unuttuğu minicik küpe köpeğinin bağırsaklarını parçalayınca yakalandı.) bir posta kutusuna sahip olmadığı için mektubu bir anda cebinde bulan kebangsaan da bunun kötü bir şaka olduğunu düşünenlerdendi. kimse onunla alay etmeyince, hayalperest genç kız zihni buna daha fazla dayanamadı. akıl hastanesine kaldırılırken, çığlıkları arasında mektubu ölmüş annesinin gönderdiğine yemin ediyordu.
bir de ben varım işte. amaçsızca yürürken yolda gördüğüm teyze posta kutusundan mektubu çıkardı. okuyup gülümsedi ve gökyüzüne baktı. ben de neden bu kadar mutlu olduğunu merak ettim ve mektubu elinden kapıp kaçtım. şimdi mantıklı düşünen herkes de yazdıklarımın doğru olduğunu tartışmasız kabul edecektir. zaten başka ne olabilir ki? mesela mektubun neden 86 yılda bir geldiğini de biliyorum ben ama söylemem. çünkü gıcığım.
10 Ekim 2007 Çarşamba
bir blogdan başkasına
mayısta yazmışım bunu. sende de bulunsun. bir de sanırım artık yeni bir şeyler yazma zamanım geldi. neyse... al bakalım.
Unabomber
Ya Dövüş Kulübü'nü özlediğimden ya da son zamanlarda Leviathan'ı tekrar okuduğumdan, sisteme tuhaf şekillerde karşı koymaya çalışan insanlar ilgimi çekti. Bunlardan biri de Unabomber olarak tanınan Theodore John Kaczynski.
Kaczynski Harvard'da matematik profesörüyken, her şeyi bırakıp teknolojiden tamamen uzaklaşarak bir dağ evine yerleşiyor. Burada bombalar yapıyor, üniversitelere ve bir havayolu şirketine gönderiyor. Eylemleri sonucunda üç kişi ölüyor. "Mesajımızı halk üzerinde kalıcı bir etki yaratabilecek şekilde sunmak için bazı insanları öldürmek zorunda kaldık" diyor. Kaos Yayınları'ndan çıkan "Sanayi Toplumu ve Geleceği" isimli manifestosu yayınlanınca yakalanıyor. 1998 yılından beri hapiste.
Şimdi manifestoyu okuyorum. İlgimi çeken saptamalarından biri Maslow'un piramidiyle ilgili. Piramidin tepesine çıkıp kendimizi gerçekleştirmeye çalışıyoruz, temel ihtiyaçlarımız ise o kadar kolay karşılanıyor ki, bunları düşünmeye gerek duymuyoruz bile, diyor Kaczynski. Eğer bir yan uğraş bulup kendimizi gerçekleştirme aşamasına gelmezsek de canımız sıkılıyor, depresyona giriyoruz, intihar ediyoruz. Ardından da ev yapımı bombalarla medeniyeti ortadan kaldırmaya çalışıyor; daha doğrusu bir adım atıyor.
Dövüş Kulübü'nün yazarı Chuck Palahniuk'un çeşitli kitaplarında bu tavrı görüyoruz. "Sahip oldukların sana sahip olmaya başlar" diyor Palahniuk. Filmin sonunda da New York ekonomisinin kalelerini yıkıyor zaten. Film orada bitmese, reklam ajansları Tyler Durden'ın ikinci hedefi olabilirdi.Kullanılan yöntemler konusunda doğru ya da yanlış şeklinde yorum yapmayacağım ama etkileyici oldukları su götürmez. Gündem bu kadar hızlı değişiyor olmasa ya da biz bu kadar çabuk unutmasak, etkileri de uzun süre devam edebilir.
Bu yazıyı kafamdakileri tam olarak toparlamadan yazdım ve nasıl bir sonuca varmaya çalıştığımı hatırlamıyorum. Yazılı düşündüğümü söyleyip üç nokta koyayım sonuna...
Bu arada, manifestoyu merak edenler orijinal metni ve çevirisini aşağıdaki adreslerde bulabilir:
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=404
http://www.soci.niu.edu/~critcrim/uni/uni.txt
Unabomber
Ya Dövüş Kulübü'nü özlediğimden ya da son zamanlarda Leviathan'ı tekrar okuduğumdan, sisteme tuhaf şekillerde karşı koymaya çalışan insanlar ilgimi çekti. Bunlardan biri de Unabomber olarak tanınan Theodore John Kaczynski.
Kaczynski Harvard'da matematik profesörüyken, her şeyi bırakıp teknolojiden tamamen uzaklaşarak bir dağ evine yerleşiyor. Burada bombalar yapıyor, üniversitelere ve bir havayolu şirketine gönderiyor. Eylemleri sonucunda üç kişi ölüyor. "Mesajımızı halk üzerinde kalıcı bir etki yaratabilecek şekilde sunmak için bazı insanları öldürmek zorunda kaldık" diyor. Kaos Yayınları'ndan çıkan "Sanayi Toplumu ve Geleceği" isimli manifestosu yayınlanınca yakalanıyor. 1998 yılından beri hapiste.
Şimdi manifestoyu okuyorum. İlgimi çeken saptamalarından biri Maslow'un piramidiyle ilgili. Piramidin tepesine çıkıp kendimizi gerçekleştirmeye çalışıyoruz, temel ihtiyaçlarımız ise o kadar kolay karşılanıyor ki, bunları düşünmeye gerek duymuyoruz bile, diyor Kaczynski. Eğer bir yan uğraş bulup kendimizi gerçekleştirme aşamasına gelmezsek de canımız sıkılıyor, depresyona giriyoruz, intihar ediyoruz. Ardından da ev yapımı bombalarla medeniyeti ortadan kaldırmaya çalışıyor; daha doğrusu bir adım atıyor.
Dövüş Kulübü'nün yazarı Chuck Palahniuk'un çeşitli kitaplarında bu tavrı görüyoruz. "Sahip oldukların sana sahip olmaya başlar" diyor Palahniuk. Filmin sonunda da New York ekonomisinin kalelerini yıkıyor zaten. Film orada bitmese, reklam ajansları Tyler Durden'ın ikinci hedefi olabilirdi.Kullanılan yöntemler konusunda doğru ya da yanlış şeklinde yorum yapmayacağım ama etkileyici oldukları su götürmez. Gündem bu kadar hızlı değişiyor olmasa ya da biz bu kadar çabuk unutmasak, etkileri de uzun süre devam edebilir.
Bu yazıyı kafamdakileri tam olarak toparlamadan yazdım ve nasıl bir sonuca varmaya çalıştığımı hatırlamıyorum. Yazılı düşündüğümü söyleyip üç nokta koyayım sonuna...
Bu arada, manifestoyu merak edenler orijinal metni ve çevirisini aşağıdaki adreslerde bulabilir:
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=404
http://www.soci.niu.edu/~critcrim/uni/uni.txt
6 Ekim 2007 Cumartesi
hassas bir nokta
utanç verici bir şey. hastaneler ve hastalıklardan çok rahatsız oluyorum. rahatsız oldukça çenem düşüyor. daha kötüsü, ağlamaya başlıyorum. hiç gerek yok üstelik, hasta bile sayılmam. kesinlikle utanç verici.
bugün annemle doktora gittik. küçük bir enfeksiyon nedeniyle kasığımda bir şişme var. parmaktaki dolama gibi. antibiyotikle azalırsa sorun yok, azalmazsa da pazartesi yaracaklar. ama sorun bu değil. onlar yarmasa kendim de neşterle falan dalabilirdim gayet de.
- acil bir durum mu vardı?
- evet, çok acil bir durum. yoksa neden burada olalım ki?
- buyrun, ne için gelmiştiniz?
- prostat kanseri olmuşum.
- hahaha!
- hahahaha! şaka şaka. delirdim, bu yüzden geldim.
- eheh...
- hahaha! yok, bu da şaka. kasığımda bir şişme var sadece.
falan filan...
annem kızdı tabi. genel olarak hareketlerimi onaylamıyor. ama bilmiyor ki dün başka doktora anlattığım hikayeyi... ne yapsam bilemedim, hayatımın psikiyatristini aradım.
- bir şey soracağım ama bu kez ruh sağlığımla hiç ilgisi yok.
- hadi bakalım?
- birkaç yıl önce uzaylılar tarafından kaçırıldım, kasığıma bir göktaşı yerleştirdiler. sonra bu bir organizmaya dönüşüp çoğaldı, orada kendi ailesini oluşturdu. bir süre sonra yerlerine sığamadılar elbette. şiştiler ve ağrıya neden oldular. onlarla aklı başında bir birey olarak önce konuştum. bakın dedim, bu benim vücudum ve biz burada yabancıları sevmeyiz. efendi olun, gidin buradan. ama dinlemediler. belki senin konuşman bir işe yarar dedim. olmuyorsa da jinekoloğa mı gideyim, dahiliyeye mi yoksa uzay araştırmaları enstitüsüne mi?
sonuçta kadın hastalığı sahibi olacak kadar kadın olduğuma karar verildi ve bugün hastaneye gidildi. beklerken sigarasızlık ve baş ağrısı (genel rahatsızlığıma değinmeme bile gerek yok) gözlerimi doldurdu. piçin teki her nedense çığlık atınca aynı gözler taştı. annem de gitmedi bir türlü. bu salak duruma onun yanında düşmek iyice gerdi beni. karşımda oturup sırasını bekleyen kadın herhalde kürtaj için geldiğimi falan düşünmüştür, o kadar kötüydüm. eh, bir yandan da süper rasyonel kişiliğim saçmalama diye baskı yapıyor... ne yapsın bu bünye ha?! ne yapsın?!
- nasıl bir şişlik? görülüyor mu?
- odanın diğer ucundan bile görebileceğinize şüphem yok.
- sizi içeri alalım, bakalım.
- (içeri girince) whoaaaaaa!!!
(evet sevgili alice... o masa, ta kendisi! böyle renkli menkli bir şeyler yapmışlar ama inan bana, hiç sevimli görünmüyor.)
sevmiyorum hastaneleri a.k.!
bugün annemle doktora gittik. küçük bir enfeksiyon nedeniyle kasığımda bir şişme var. parmaktaki dolama gibi. antibiyotikle azalırsa sorun yok, azalmazsa da pazartesi yaracaklar. ama sorun bu değil. onlar yarmasa kendim de neşterle falan dalabilirdim gayet de.
- acil bir durum mu vardı?
- evet, çok acil bir durum. yoksa neden burada olalım ki?
- buyrun, ne için gelmiştiniz?
- prostat kanseri olmuşum.
- hahaha!
- hahahaha! şaka şaka. delirdim, bu yüzden geldim.
- eheh...
- hahaha! yok, bu da şaka. kasığımda bir şişme var sadece.
falan filan...
annem kızdı tabi. genel olarak hareketlerimi onaylamıyor. ama bilmiyor ki dün başka doktora anlattığım hikayeyi... ne yapsam bilemedim, hayatımın psikiyatristini aradım.
- bir şey soracağım ama bu kez ruh sağlığımla hiç ilgisi yok.
- hadi bakalım?
- birkaç yıl önce uzaylılar tarafından kaçırıldım, kasığıma bir göktaşı yerleştirdiler. sonra bu bir organizmaya dönüşüp çoğaldı, orada kendi ailesini oluşturdu. bir süre sonra yerlerine sığamadılar elbette. şiştiler ve ağrıya neden oldular. onlarla aklı başında bir birey olarak önce konuştum. bakın dedim, bu benim vücudum ve biz burada yabancıları sevmeyiz. efendi olun, gidin buradan. ama dinlemediler. belki senin konuşman bir işe yarar dedim. olmuyorsa da jinekoloğa mı gideyim, dahiliyeye mi yoksa uzay araştırmaları enstitüsüne mi?
sonuçta kadın hastalığı sahibi olacak kadar kadın olduğuma karar verildi ve bugün hastaneye gidildi. beklerken sigarasızlık ve baş ağrısı (genel rahatsızlığıma değinmeme bile gerek yok) gözlerimi doldurdu. piçin teki her nedense çığlık atınca aynı gözler taştı. annem de gitmedi bir türlü. bu salak duruma onun yanında düşmek iyice gerdi beni. karşımda oturup sırasını bekleyen kadın herhalde kürtaj için geldiğimi falan düşünmüştür, o kadar kötüydüm. eh, bir yandan da süper rasyonel kişiliğim saçmalama diye baskı yapıyor... ne yapsın bu bünye ha?! ne yapsın?!
- nasıl bir şişlik? görülüyor mu?
- odanın diğer ucundan bile görebileceğinize şüphem yok.
- sizi içeri alalım, bakalım.
- (içeri girince) whoaaaaaa!!!
(evet sevgili alice... o masa, ta kendisi! böyle renkli menkli bir şeyler yapmışlar ama inan bana, hiç sevimli görünmüyor.)
sevmiyorum hastaneleri a.k.!
2 Ekim 2007 Salı
ellipsis
vice
somewhere, sometime, somehow
the magic was lost
then something lost its appeal
versa
hiç öpmemeliydin beni. bunca zaman sonra benimle sevişmemeliydin. aslında hiç bana gelmemeliydin.
her şeyin ötesinde
beni hiç sevmemeliydin.
zaten birkaç kelimede bitmişti. bitmesine bir bakışın yetmişti.
kuralları nasıl unuttun?
kadın sevişirken yeşerir. erkek sevişince tükenir. aslında her şey dengelidir.
tek sevgi vardır, erkekten kadına geçer. kadın saklar onu, erkek terkeder.
kuralları nasıl unuttum?
seni sevdiğimi söylememeliydim. sonra çekip gitmemeliydim. aslında hiç geri dönmemeliydim.
her şeyin ötesinde
bunları bilerek seninle evlenmemeliydim.
etcetera
i felt someday you would leave me
then someway i left, before you did
and i still wonder if you’ve even noticed
full stop
seni sevemeyeceğim kadar çok seviştik.
bir çay yap bari, film falan izleyelim.
duyuyor musun?
neredesin?
somewhere, sometime, somehow
the magic was lost
then something lost its appeal
versa
hiç öpmemeliydin beni. bunca zaman sonra benimle sevişmemeliydin. aslında hiç bana gelmemeliydin.
her şeyin ötesinde
beni hiç sevmemeliydin.
zaten birkaç kelimede bitmişti. bitmesine bir bakışın yetmişti.
kuralları nasıl unuttun?
kadın sevişirken yeşerir. erkek sevişince tükenir. aslında her şey dengelidir.
tek sevgi vardır, erkekten kadına geçer. kadın saklar onu, erkek terkeder.
kuralları nasıl unuttum?
seni sevdiğimi söylememeliydim. sonra çekip gitmemeliydim. aslında hiç geri dönmemeliydim.
her şeyin ötesinde
bunları bilerek seninle evlenmemeliydim.
etcetera
i felt someday you would leave me
then someway i left, before you did
and i still wonder if you’ve even noticed
full stop
seni sevemeyeceğim kadar çok seviştik.
bir çay yap bari, film falan izleyelim.
duyuyor musun?
neredesin?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)