insan varlığının başlangıcından beri, 86 yılda bir, rastgele seçilmiş bir kişi isimsiz bir mektup alır. yazının bulunmadığı zamanlarda da bu böyleydi. sadece yöntemler farklıydı. bu mektupta her zaman aynı bilgi bulunur. şudur:
“beni yalnız bıraktığında, seni affedebileceğimi mi sandın?”
evet, tek cümle. çünkü tanrı, sanılanın aksine, kitaplar dolusu konuşmaz. cümleyi okuyan kişi kendini iki şey sanabilir:
- peygamber
- kötü bir şakanın kurbanı
kendini her ikisi olarak görenler gerçek peygamberlerdir. en bilinen örneklerini vermek gerekirse, musa tanrı’yı yalnızlığından kurtarmak için göç etti. güvendiği bir kaynak ona gitmesi gereken yerin çöl olduğunu, orada tanrı’yı bizzat gördüğünü söylemişti. söylemediği şey, orada aç kalmamak için bazı yabani otlar ve kaktüslerle beslendiğiydi. o sıralarda kimse “halüsinojen” kelimesinden haberdar değildi.
bir diğer yorum isa’dan geldi. tahmin edilebileceği üzere o, durumu kabullenmişti. toplu intiharları önlemek için insanları günahkar doğduklarına ve arınabileceklerine inandırdı. arınma kelimesi insanların aklına ilk olarak suyu ve sabunu getiriyordu. ateşin arındırıcı gücünü fark etmelerinin nedeni suyla çıkmayan doğum lekeleri ve çiller olmuştu. her cadının burnunda veya çenesinde kocaman bir ben olmasının nedeni budur. benli olmayanlar da kızıl ve çillidir. dolayısıyla, tam da söylendiği gibi, erkekleri kolayca baştan çıkarırlar. (burada engizisyon’dan bahsetmenin pek anlamı yok. yaptıklarınn dinle ilgisi yoktu. bu anlayışı günün birinde marquis de sade olarak karşılarında görünce çocuklar gibi sevindiler.)
muhammed’e gelince... “seni hiç yalnız bırakmadık ki, bırakanlar düşünsün” dedi ve üstüne alınmadı. aynı şekilde bilgiyi yaymaya devam etti. insanlara inanmaları gerektiğini söyledi. kollektif inanç sayesinde tanrı yalnız kalmayacaktı. elbette bu yeterli olmadı. dünyada bu kadar potansiyel inanç varken, neden arabistan yarımadası’yla yetinsindi ki? o ve ardından gelenler, tanrı’yı yalnız bırakanlara inançları hakkında pek çok şey düşündürdü.
mektubu alanlardan biri de buddha’ydı. yaptığından çok utandı. bunca zaman tanrı’yı yalnız bıraktığını fark etmemişti bile. o da musa’nın yöntemini denedi ama kendisine yol gösterecek kimsesi yoktu. bu nedenle içsel bir yolculuğa çıktı, kozmos’a karışmaya çalıştı. hepimiz biliyoruz ki; çalışan kazanır, elması kızarır.
mektubu alanlar arasında pek çok ünlü de bulunuyor. nietzsche, da vinci, dali bunlardan bazıları. rodin’in düşünen adam’ı mektuba anlam vermeye çalışırken yaptığı söylenir. joan osborne da bilinen tek şarkısını bu mektuptan etkilenerek yapmıştır. kevin smith’in dogma’yı çekmesi de aynı nedene dayanır.
bunlar ve daha fazlası tanıdıklarımız. tanımadıklarımız ise bundan çok daha fazla. örneğin mektup isviçre’de daniel’in eline geçmişti. rastgele gönderimin cilvelerinden biri olarak, daniel psikopat çıktı. mektubu eski sevgilisinin gönderdiğini düşündü ve hemen o gece kızcağızı küçük parçalara ayırıp köpeğine yedirdi. (kızın kulağında unuttuğu minicik küpe köpeğinin bağırsaklarını parçalayınca yakalandı.) bir posta kutusuna sahip olmadığı için mektubu bir anda cebinde bulan kebangsaan da bunun kötü bir şaka olduğunu düşünenlerdendi. kimse onunla alay etmeyince, hayalperest genç kız zihni buna daha fazla dayanamadı. akıl hastanesine kaldırılırken, çığlıkları arasında mektubu ölmüş annesinin gönderdiğine yemin ediyordu.
bir de ben varım işte. amaçsızca yürürken yolda gördüğüm teyze posta kutusundan mektubu çıkardı. okuyup gülümsedi ve gökyüzüne baktı. ben de neden bu kadar mutlu olduğunu merak ettim ve mektubu elinden kapıp kaçtım. şimdi mantıklı düşünen herkes de yazdıklarımın doğru olduğunu tartışmasız kabul edecektir. zaten başka ne olabilir ki? mesela mektubun neden 86 yılda bir geldiğini de biliyorum ben ama söylemem. çünkü gıcığım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder