8 Kasım 2009 Pazar

geçmiş

hepimizin hayatında vazgeçilemeyecek şehirler ve insanlar vardır.
onlar kimi zaman kaderimiz, kimi zaman da kendimize saklamak istediğimiz isyanlarımızdır.

kimi zaman gerçeklerimiz, kimi zaman da yalanlarımız.
hikayelerimizi de hep bu yüzden yaşatmak ve birilerine duyurmak, anlatmak isteriz zaten.
tabii aşklarımızı ve tutkularımızı da.
dillerimizi ve dilsizliklerimizi de.
birileri bizlere bir yerlerden seslenir.
bu sesi siz de duymadınız mı?

mario levi'nin "bir şehre gidememek" kitabının arka kapağında yazıyor bunlar. b. bununla birlikte iki kitap daha vermişti bana. biri çocuk, biri genç, biri bugünkü inci için. hangisinin hangi zamana ait olduğunu söylememişti, kendisi de emin olamamıştı. bugün bir şehre gidememek bitti. kitabın genç inci'ye ait olduğunu gördüm.

kitabın 11. baskısını tutuyordum elimde. hem çok samimi hem de ustalıkla yazılmış. cümleler ne kadar uzarlarsa uzasınlar, içtenliklerini kaybetmiyorlar. öyle de güzel kurulmuşlar ki, insan sırf o basit kelimelerin bir araya geldiklerinde ne kadar şık olabildiklerini görmek için okuyabilir. kapak yazısında bahsedilen sesi duymuş olanlar ve hatırlayanlar için başucu kitabı bile olabilir bu kitap. ama benim için değil. artık değil.

artık sanıyorum "kış ikindisinin evinde" eskisi kadar etkilemez beni. tutunamayanlar bazı yönlerden muhtemelen yine hayran bırakır ama bir şeyden kesinlikle eminim, o kitap eskisi gibi bir haftada bitemez. tezer özlü okumayalı yıllar oluyor. edip cansever'i hiçbir zaman b.'ın okuduğu gibi okumadım. bazı çok etkileyici, onlarca kez basılmış ve hala da bir kısım insan tarafından neredeyse "kutsanan" kitapları ise bitiremedim. belki bir zamanlar o sesi ucundan kıyısından duydum ama sanırım hiçbir zaman kulaklarımı sonuna kadar açıp dinleyemedim.

hayatımın herhangi bir döneminde vazgeçilmez saydığım insanlar olsa, unutulmaz anılar biriktirsem, bazı şeyleri o yazarlar gibi derinden hissedebilsem belki bu kitabı çok sevecektim. anlamadığımdan sevemedim. ya da şöyle diyelim; bir zamanlar hissettiğim anlamı kaybetmiş olduğum için sevemedim.

en son halide edib bastı damarıma, beni paramparça etti. işte bugünkü inci'nin kitabı o. çünkü ben anılarımla yaşayamıyorum. sanıyorum ki, büyük bir duygusal travma bile geçiremem ben. hafızamda olayla ilgili bir boşluk oluşacağından, bir şeyler katlanılmaz olduğu için unutulacağından değil. hem egosantrik hem de empatik yapımla olan biteni mantıklı hale getireceğim, tüm duygusal gücünden uzaklaştıracağım, içini boşaltıp küçülteceğim için.

b. "ne zaman böyle materyalist oldun?" diye sormuştu. gözümün önünde canlanan sahne, mecidiyeköy'de ışıklarda durduğumuz, benim ona sorumluluklar hakkında ateşli ateşli demeç verdiğim zamanlardan biriydi. en az beş yılı var bu sahnenin. titreyip kendime gelmem herhalde ondan da 1-2 yıl önceye dayanıyordur. oysa hatırlıyorum, daha 17-18 yaşlarındayken, sadece kendi şımarıklığım yüzünden s.'i terkettiğim zaman nasıl da dağılmıştım. neler neler yazıyordum, resmen acı çekiyordum. kafamın ergen karışıklığından doğan bu durum yıllarca etkilemişti beni. ne istediğimi bilmiyordum ki hiç. her olay, her ilişki, her sıkıntı tripten tribe sokuyordu beni. ama onların ne acıları, ne ağrıları ne de yeniden kanatılabilir kabukları kaldı geride. anıları bile hayli silik. şimdi anlıyorum ki, kendimi tanıdığım zaman bu kadar materyalist oldum. iyi de oldum.

ben geçmişte yaşayamıyorum. bu yüzden belki de hiçbir zaman bir kitabım olmayacak, olsa da çok satanlar arasında yer almayacak. herkesin duyduğu bir sesi yeniden karşılarına çıkarmayı istemiyorum.

Hiç yorum yok: