24 Mart 2012 Cumartesi

Gizli


Cemil ürpererek uyandı. Azrail okşadı derler ya, öyle bir ürperme. Mahmur gözlerle etrafa bakındı. Beyaz fayanslar, metal dolaplar, alet edevat. Nerede olduğunu anlayınca rahatlayarak içini çekti. Morgdaydı. Demek ki korkulacak bir şey yoktu.

Saatine baktı. İki buçuğa geliyordu. Biraz düşünüp "birazdan gurulmaya başlarım" diyerek 3 numaralı dolaba yöneldi. Birileri görse kesin kovulurdu. Bir ara neredeyse yakalanıyordu. Kadının birini eşini teşhis etmesi için getirmişlerdi. Adamı mafya mı öldürmüş ne olmuşsa, kurbanlık koyun gibi boğazı kesildikten sonra iki gün suda kalmış, iyice süngere dönmüştü. Cemil cesedi göstermek için dolabın kapısını açtığında morgu buram buram soğan kokusu sarmıştı. Adamın karısı bile perişan haline rağmen duraklamış, "ne yapmışlar kocama, kebapçıda mı öldürmüşler yoksa?" diye sormuştu. Cemil de komiser de bozuntuya vermeyip araştırmanın sürdüğünü söylemekle yetinmişlerdi.

Komiser soruşturma açmasın diye Cemil o sırada dayanamayıp geğirdiği yalanını uydurmuştu. O günden sonra ceset dolaplarına lahmacun koymaktan tamamen vazgeçti. Artık peynirli sandviç gibi nispeten kokusuz yiyeceklerle idare ediyordu.

Tabii bu durum çok hijyenik sayılmazdı. Sonuçta cesetler kolay kolay çürümüyordu ama her tür vücut sıvısı da o sedyelerin üzerine akıyordu. Ne kadar dezenfekte edilirse edilsin, insanın içinde bir şüphe kalıyordu. Cemil bu sorunu sandviçlerini kat kat folyoyla sararak çözmüştü. O kadar sarıldıktan sonra sandviçine ölüsü de dirisi de bulaşamazdı. Diğer yandan, teşkilatta ölülerin yemeklerine bulaşmasından hoşlanan, hatta ölüleri bizzat yemek olarak görenler de yok değildi.

Allah'tan Cemil onlar gibi olmamıştı. Bir keresinde doktorlardan birinin otopsi sırasında adamın ciğerinden bir parça kesip cakkada cukkada sakız gibi çiğnediğini görmüştü. Cesetlerle uğraşmak insanı manyak ediyordu demek ki bir süre sonra. Midesi bulandı. Sandviçinden bir parça daha ısırdı. İkinci öğle yemeğinin daha sindirilmeden klozete gitmesine izin vermeyecekti. Ekmek zaten aslanın ağzındayken, dişinin kovuğunu doldurmayan hazır yemeklere para vermek delilikti.

-----

Doktor Canan tam bir ölü seviciydi. Ama sadece kelime anlamıyla. Mesleki olarak ölüleri kesip biçiyor, hobi olarak ise resimlerini yapıyor, fotoğraflarını çekiyor, çaktırmadan yürütebildiği parçalarıyla koleksiyonunu genişletiyordu. Ara sıra aklına ölülerle ilişkilerini bir adım ileri taşımak gelse de bunun fazlasıyla uğraştırıcı olacağına karar veriyor, ayrıca mesleğini kaybetme tehlikesini göze alamıyordu. Canan işini çok seviyordu. Buna aşkı karıştırmamak akıllıca olurdu.

Oturma odasının duvarlarını Joel Peter Witkin'in eserleri süslüyordu. Eğer konuklar fotoğrafları rahatsızlık hissetmeden inceleyebilselerdi, bazılarının farklı bir sanatçıya ait olduğunu, hatta bunların düpedüz Türk olduğunu anlayabilirlerdi. Ne var ki, kimse duvarlara birkaç saniyeden fazla bakamıyordu. Genellikle halının desenlerini incelemek midelerine daha iyi geliyordu. İlk bakışta bile ürkütücü görünen bu evin Canan dışında kimse tarafından ziyaret edilmeyen odalarını görselerdi, polise haber vermeleri kaçınılmaz olacaktı.

Bu nedenle Canan yalnız bir kadındı. Kendine özgü hobisi pek fazla arkadaş edinmesine olanak tanımıyordu. Olur da birini tavlayabilirse evine götürmemeye özen gösteriyordu. Girdiği yatakları buzla doldurması, partnerlerine sessiz ve hareketsiz durmalarını söylemesi ise duygusal birlikteliklerinin birkaç saatten fazla sürmesine engel oluyordu.

Birkaç saat önce otopsi için getirilen genç adamın tekmeler, yumruklar ve sopalarla berelenmiş vücudunu düşündü. "O kadar güzel bir bedene bu yapılmamalıydı. Ama güzelliği hala işe yarayabilir. Eminim kendisi de buna sevinirdi" diyerek çantasına fotoğraf makinesini ve ölüyü süslemek için kullanacağı aksesuarları doldurdu.

------

Cemil'in karnı zil çalıyordu. Sabah ev sahibine yakalanmamak için kahvaltıyı biraz savsaklamıştı. Normalde yediği bir ekmeğin ancak dörtte üçünü bitirebilmiş, tatlı faslınaysa hiç geçememişti. Saat daha 11 bile olmamıştı ama açlıktan başı dönüyordu. Öğleden sonra yemek için getirdiği bir ekmek ve envai çeşit malzemeden oluşan sandviçten biraz tırtıklaması gerekecekti.

İşin kötüsü, bu ilk kez olmuyordu. Hali hazırda 130 kiloya koşarken öğünlerini günde beşe çıkarmaya başlaması hiç de iyiye alamet değildi. Morgda yemek yediği için işini kaybetmekten korkmuyordu. Yemekte bile onunla dalga geçen bir şube dolusu insan, aralarda da atıştırdığını görse kesin taşak oğlanına dönerdi.

Tam yemeğini zulaladığı 4 numaralı buzluğa uzanırken telefon çaldı. Aceleyle çıkardığı sandviçinden büyük bir ısırık aldı, özensizce sarıp yerine koydu ve koşar adım başkomiserin odasına yöneldi.

-------

Canan şüphe çekmemek için iş arkadaşlarıyla hızlı bir öğle yemeği yedi. Fazla aç olmadığını, biraz hasta hissettiğini, yemek bitimine kadar bir yerlerde kestireceğini söyleyerek çabucak kalktı. Etrafı kolaçan ettikten sonra dolabından çantasını aldı, hızlı ama temkinli adımlarla morga yöneldi. Morg görevlisi Cemil'i yemekhanede görmüştü. Eniyle, boyuyla ve kumaşlarla örtülmemiş her yerinden fışkıran kıvırcık kıllarıyla ayıdan hallice olan adamın önünde devasa bir tabak vardı. Yine de Cemil'in önünde küçük görünüyordu ve bir kez daha doldurulacağı kesin gibiydi.

Canan hızlı hareketlerle çantasından fotoğraf makinesini ve aksesuarları çıkardı. Kayıt defterini inceleyip bir saat içinde otopsisini yapacağı gencin 1 numaralı dolapta olduğunu öğrendi. Becerikli elleri sedyeyi kolayca çekti ama cesedi çıkarıp düzgün bir yere koyacak zamanı yoktu. Bütün hazırlıkları on dakika içinde tamamlaması, fotoğrafları en fazla beş dakikada çekmesi ve her şeyi yerli yerine koyması gerekiyordu. Yemekten sonra da hiçbir şey olmamış gibi gelip adamın göğsünü yaracaktı.

Bir tek kurtlar gibi aç olan Cemil'in yeme hızını hesaba katmamıştı.

------

Cemil eksik kalan kahvaltısının ve ancak bir ısırık alabildiği sandviçinin midesinde bıraktığı boşluğu büyük bir zevkle dolduruyordu. Pilava dalan kaşığını kürek gibi kullanıyor, bardağındaki ayranı foseptik çukuru gibi açılmış ağzına devasa yudumlarla gönderiyordu. Kurufasülyeye kendinden geçmişçesine saldırırken etrafındaki bakışları fark etti. Biraz yavaşlamaya çalıştı. Ama midesi onu dinlemiyor, sürekli daha fazlasını istiyordu. En azından salata yerken kaşık yerine çatal kullanırsa daha insani görüneceğini düşündü. Tabağının yanına baktı, etrafına göz gezdirdi, çatalı yoktu.

"Onu da yemişsindir, sıçarken dikkat et" dedi biri. "Tabii ara sıra sıçıyorsan" diye eklediğinde kahkahalar iki katına çıktı. Bu kadar rencide edildikten sonra ikinci tabak hayal olmuştu, Cemil buna yanıyordu. Bir küfür savurup öfkeyle yerinden kalktı, hiçbir şey demeden masayı terk etti.

Yemekhaneden çıkarken hala kahkahaları duyuyordu. Sinirleri bozulmuştu ama en azından morgda sandviçinin onu beklediğini biliyordu. Koridorlardan homurdana homurdana geçti, morgun kapısını yıkarcasına açtı ve hemen 4 numaralı dolaba saldırdı.

O sırada Canan da fotoğraflarını çekmiş, etrafı toplamaktaydı. Cemil'in gözü ne Canan'ı ne de elindeki zincirleri, kumaş parçalarını, çiçekleri ve fotoğraf makinesini gördü. Morga girmesiyle dolabı açıp sedyeyi çekmesi ve şapırtılar çıkararak ilk ısırığını alması bir oldu.

Canan elinde aksesuarlarla kalakalmıştı. Cemil'in sedyenin neredeyse tamamını kaplayan gövdesi nedeniyle ne yediğini göremiyordu ama tahminlerine göre az önce bir ayak gitmiş olmalıydı. Bazı doktorların cesetlerden ciğer sote bile yaptığını bildiği için midesi bulanmadı. Yine de korkuyordu. Fiziksel bir zarar göreceğinden değil, bulunduğu yerde öldürülmesi neredeyse imkansızdı. Tabii Cemil sapık bir katilse iş değişirdi. Yine de yeteri kadar ikna edici olursa bir anlaşmaya varabilirlerdi. Canan bir an hem kariyerini, hem hobisini hem de canını kurtarabileceğini düşündü.

Saatler sürmüş gibi gelen birkaç saniyenin ardından hafifçe öksürdü. Cemil sandviçine o kadar dalmıştı ki duymadı. Canan Cemil'e doğru bir adım attı ve yeniden, daha yüksek bir sesle öksürdü.

Cemil durdu. Korkudan ve şaşkınlıktan arkasını dönüp bakamıyordu. İşi bitmişti. Allah böyle midenin belasını versindi. Bir daha adli tıbbın yakınından bile geçemeyecekti. Morgda yemek yediğini duyarlarsa gıda sektöründe bir iş bulması da imkansızdı. O anda kalp krizi geçirebilmeyi çok istedi.

"Afiyet olsun," dedi Canan.
"S-s-sağolun," diye kekelerken ve hala dönüp kadının yüzüne bakamazken bir yol ayrımındaydı. Ona da mı ikram etmeliydi, yoksa özür dileyip kimseye söylememesi için ayaklarına mı kapanmalıydı?

Kafasında ikinci seçeneği işaretleyip aniden döndü. Canan bu ani hareket karşısında belki de anlaşmaya varamayabileceklerini ve hayatının feci şekilde tehlikede olduğunu fark etti. Birkaç adım geri sekerek ufak bir çığlık koyverdi. Çığlık gerçekten çok ufaktı. Çünkü Cemil’in elinde bir bacak yerine hayatında gördüğü en büyük sandviç vardı.

Gözlerini birbirlerinin ellerine diktiler. Bir süre öylece durdular. Tekrar göz göze geldiklerinde Canan "yani... böyle işte" der gibi omuzlarını silkti. Cemil ise eline geçen koz sayesinde mal bulmuş mağribi gibi gülmeye başlamıştı.

"Doktor hanım, siz de az değilmişsiniz ha!"
"Zevzeklik etmeyin Cemil Bey! Ben burada sanat yapıyorum, sizin gibi homini gırtlak işkembemi genişletmiyorum!"
"Hanım hanım! Lafını bil de konuş! Bu koca gövdeye bir tabak yemek yeter mi sanıyorsun? Zaten canım burnumda!"
"Aman ye! Yemene bir şey diyen mi var? Sanki ben kalpten gideceğim, hayret bir şey! Hem ne var o sandviçin içinde?"
"İşte kaşar, domates, salatalık, zeytin ezmesi falan..."
"Versene bir parça, midem kazınıyor vallahi. Gelip fotoğraf çekeceğim diye anca iki lokma yedim, ondan da bir şey anlamadım. Şimdi böyle heyecan olunca da şekerim düştü galiba. Kopar kopar, iğrenmem ben."

Birkaç dakika önce Cemil'de iştah miştah kalmamıştı. Şimdiyse sedyenin üzerinde Canan'la oturup sandviç yiyorlardı.

"Suç ortağı mı olduk biz şimdi?"
"Öyle görünüyor."
"Kimseye söylemek yok yani?"
"Delirdin mi ayol? Herhalde! Ayrıca ara sıra burayı bir yarım saatliğine bana ayarlarsan sana kendi ellerimle sandviç hazırlarım. Hem evimin orada bir fırın var, kolum kadar ekmekler yapıyor, ondan getiririm."
"Salam da koyar mısın içine?"

Canan ağzındaki lokmayı yutmaya çalışırken tokalaşmak için elini uzattı.

"Koyarım."
"Anlaştık."

19 Mart 2012 Pazartesi

ikinci ay

evimin bireyi ve yuvamın direği olma konusunda iyiden iyiye deneyim kazandığım şu günlerde pek çok yeni karakterle tanışma şansım oldu. bunlardan biri çamaşır makinesinin yumuşatıcı gözü, diğeri ütü, bir diğeri mini fırın. hatta mini fırınla "sen miniksin, ben miniğim, bundan sonra senin adın mönü fırın olsun" şeklinde şakalaşmalar bile yaşadık. ilahi biz.

hayatıma giren yeni karakterlerden bulaşık eldiveni ile oldukça sıcak bir ilişkimiz var. birikmemesi için her yemek ya da atıştırmadan sonra üçer beşer bulaşık yıkıyor olmam kendilerini evdeki en yakın dostlarımdan biri haline getirdi. her şeyi bir leğen içine doldurup topluca yıkamak ise hala aklımın almadığı konulardan biri. kim tabaktaki yağların homojen bir şekilde tüm bulaşıklarda katmanlaşmasını ister ki? ya da ben ilk denememde bir hata yaptım, şimdi düzeltmeye cesaret edemiyorum.

ütüyle tanışıklığım uzun yıllar alabilirdi. ne var ki birkaç parça beyaz çamaşır yıkamam gerekti. gardrobunun büyük bölümü koyu renklilerden oluşan biri olarak böyle bir su ve enerji israfına katlanamazdım. beyaz gömleklerim ve tişörtlerim imdadıma yetişti, geçen yazdan beri görmediğim giysiler makineye doluştu. sonra gömlekler, ütü ve ben sepultura eşliğinde neşeli bir sohbete başladık.

yemek yaparken metallica'dan "master of carrots", genel temizlik sırasında megadeth'den "cleaning is my business", tozları üfleyerek ortadan kaldıramadığım ve elime bez almaya karar verdiğim anlarda ise queen'den "another one hates the dust" parçalarını dinlemeyi adet edindim.

henüz hiç resim yapmadım ama önceki yazılardan birinde sevimli dostum ayı nuri'yle tanıştınız. ailemin evinden her dönüşümde, babamı depresyona sokmanın vicdan azabını kendisiyle paylaşıyorum. onun bardağı her zaman elinde, ben de bazen bir birayla eşlik ediyorum.

birkaç tane misafirim oldu. bir kısmına bu mübarek ellerle hazırladığım böreği, patatesli keki, ve çikolatalı pastayı gerçek bir ev sahibi gibi ikram ettim. iki kere de yemek yaptım (isimleri jülyengiller ve izmir köftemsi). hatta dün akşam itibariyle bir yemek kitabım da oldu, üşenmezsem harikalar yaratacağım. belki mutfak heyecan vermemeye başladığında ailemin evine dönerim, en azından "kızımız bizi terketti" üzüntüsünden kurtulurlar. ama haftanın neredeyse yarısını orada geçirdiğim için hevesimi çabucak kaybetmeyebilirim.

banyomdan hala hoşlanmıyorum ama beterin beterin var, buna da şükür. hem belki evime gerçekten alıştığım, belki taşınırım diye düşünmek yerine "burada yıllarca yaşarım" dediğim zaman orayı da düzeltebilirim. boyacıyı ise yapmadıklarını tamamlaması için yeniden çağırmaktan vazgeçtim. kapılarımı kendim boyadığıma göre bir gün gaza gelip banyonun tuhaf alanlarını alçıyla düzeltebilirim.

gayet yaşanası bir yer oldu burası. babamın da görüp aferin demesini isterdim.

6 Mart 2012 Salı

egemen beni bağışlasın lütfen ama...

aşağıdaki video karşısında "haysiyetsiz, şerefsiz, yalancı it!" desem suçlu olacağım, di mi? bu nedenle demiyorum. bence o kendini, bu memlekette iftira atanlara ne dendiğini biliyor.


4 Mart 2012 Pazar

Çay


Bazen bir göz hareketi yeterdi. Devrilen, odayı dolaşan, dikkatimi çekmek için dik dik bakan gözler. Bazen de bir sigara içmek için ya da sadece bunaldığımdan kaçardım. Çok geçmeden, duymazlıktan gelinemeyecek bir sesle çağırırdı beni.

"Bernaaaa! Bir bakar mısın annem?"

Berna bakana kadar kimse kalkıp çayını tazelemez, tezeleyemez. Annem çay boşaltmak için değil, beni aramak için yerinden kalkardı. Madem bütün evi dolaşacak kadar ayrılabiliyorsun misafirlerinin yanından, bir çay da koyamaz mısın diye düşünürdüm. Sinirlenirdim. Misafirlerin çabucak gitmesi için vücut dilimin el verdiği her şeyi yapardım. Onlar da sadece bana zahmet verdiklerini söyler, ardından boşalmış çay bardaklarını uzatırlardı.

Çok uzun süredir çay içmiyorum. Kahve daha pratik. Su kettle'da kaynıyor, hazır kahveyle birlikte büyük bir fincana boşaltılıyor, en az yarım saat dayanıyor. Bir bardak biter bitmez yenisini getirmek zorunda kalmıyorsun. Türk kahvesi daha bile iyi. Sadece bir tane içiliyor. Misafirlikse bu da misafirlik. Nezaketse bu da nezaket. En azından sohbet etmeye daha fazla zaman bırakıyor. Çaydan, özellikle Ajda bardaklarla içilen çaydan nefret ediyorum.

Benim nefret etmem bir işe yaramaz tabii. Şimdiye kadar kendimi daha çaresiz hissetmem dışında bir etkisinin olduğunu görmedim. Ne kadar tiksinirsem tiksineyim, çıkan ses aynı.

"Bernaaaa! Bir bakar mısın annem?"

Berna kek yapar. Börek sarar. Fırın ayarlarını bilir. Tabak hazırlamayı becerir. Pratiktir. Türk kahvesinin yanında lokum ikram etmek gibi küçük hoşlukları akıl eder. Tabakları statüye göre dağıtır. Önce yaşlılar ve erkekler. Tabaklardan önce zigonları ve peçeteleri dağıtmayı ihmal etmez, elinde çaylarla dikilip yardım beklemez. Çayı tepsiyle çıkarır. Boş bardakları tepsiyle toplamaya üşenir ama maşallah arı gibidir. Bir bardak boşalınca hemen dolusuyla çıkagelir. Misafir gidince etrafı toparlar, Allah’tan bulaşık makinesi var. Bizim zamanımızda makine falan ne gezer? Misafir gidene kadar hizmet et, sonra su kaynatıp saatlerce bulaşık yıka, gece yarılarına kadar ev temizle... Hey gidi günler. Haydi annesinin bir tanesi, çikolata tut misafirlere. Çayı demle. Meyveler en son.

"Bernaaaa! Çatal düştü, şurayı bir alır mısın annem?"

Evin kızı büyüğü ya da küçüğü olan bir kavram değil. Evin küçük oğlu gibi değil mesela. Onlar hep prens olurlar, bir selam verdikten sonra misafirin yanında durmaları bile gerekmez ya. Kızlar öyle değil. Daha küçük yaşlarda misafir ordusuna karşı destek kuvvet olarak yetiştiriliyor evin kızları. Bazıları hayatlarını hamarat olarak geçirmeye meyilli oluyor üstelik. Mesela küçük kardeşim Selma. Daha 10 yaşındaydı, misafir geleceğini duyunca "ben bir kek çırpayım" diye mutfağa dalardı. Benim canıma minnet. Kek yapsın, çay yapsın, tatlı tatlı gülümsesin, yeteneklerini sergilesin. Maşallah, annemin iki kızı da birbirinden marifetli, Allah nazarlardan saklasın. Hem zaten kızı olanın sırtı yere gelmezmiş, annemin iki kere gelmeyecek.

Ama büyük kız olunca herkesin beni görmesi gerekiyor. Benim marifetlerimi öğrensinler, önce beni beğensinler, kısmet sırayla gelsin. Selma da çalışsın tabii, ablasına yardım etsin. Ne var ki, istediği kadar pervane olsun, kulağıma dolan ses aynı.

"Bernaaaa! Bir bakar mısın annem?"

Galiba Selma bu yüzden bu kadar hamarat oldu. Tabii kimin umrunda? Ben evlenene kadar ikinci planda kalmaya mahkum kızcağız. Neyse ki sonunda o da oldu. Evlendim, çaylar Selma'ya kaldı. Öyle çok uzun bir süre değil. Bir yıl içinde o da evlendi, şimdi kendi misafirlerinin etrafında dört dönüyor. Hazırlıklarını bir gece önceden yapmaya başlar, yine de yetiştiremez. Üç kişilik misafire sekiz çeşit yemek hazırlamaya çalışırsa böyle olması normal. Bir de bir sofra hazırlar, sanırsın ziyafet verecek. Fırfırlı örtülerinden peçete halkalarına kadar her şey dört dörtlük. Supla diye bir şeyin olduğunu onda öğrendim.

Ben hiç öyle değilim. Zaten fazla arkadaşım da yok. Kızlar ayda yılda bir gelirler, 1-2 saatte kek – börek – kısır üçlemesini hallederim. İlk servisten sonra çayı biten kalkar kendi alır. Akşam yemeğinden sonra gelen olursa ya kahve ve ortaya kurabiye ya da birayla çerez. Benim ev sahipliğim bu kadar. Sonuçta beni görmeye, sohbet etmeye geliyorlar. Selma'nın çok daha fazla misafiri oluyor tabii. Hiçbirinin de Selma'nın hayatı hakkında en ufak bir bilgileri yok, varsa yoksa bilmem neli pastasının güzelliği, servisinin mükemmelliği. Hizmetçilik yapıyor sanki mübarek.

Annemin de gençken böyle olduğunu sanıyorum. Sonra ben doğup büyüdüm zaten. Misafir miktarı hiç azalmamakla birlikte, annemin hareket ihtiyacı büyük değişim gösterdi. Sana zahmet verdiklerin, ellerine sağlıkların ve maşallahların arasında beni bol bol övdü sağolsun. O övgülerin hakaret etkisi yarattığını hiç söyleyemedim.

"Kız evlat gibisi yok" diyorlar.
"On tane oğlun olacağına bir tane kızın olsun" diyorlar.
"Anneye hem arkadaş hem yardımcı" diyorlar.
"Bunun kaynanası yaşadı valla" diyorlar.

Gülümsemiyorum. Hiçbir şey demiyorum. Annem dik dik bakıyor. İçimden küfür ediyorum. Sizin kız anlayışınıza sıçayım diyorum. Kız evlatların ne kadar paha biçilmez olduğuna dair tiratlar devam ederken gözüm kararır gibi oluyor, ağzımı hafiften açıyorum. Annem neler söyleyeceğimi daha aklımdan geçerken anlıyor, ilk hece çıkmadan müdahale ediyor.

"Berna, şekeri getirir misin annem?"

Öyle nazik ve kırılgan ki. Küçük harflerle konuşuyor. Rica ediyor. Yorgun olduğunu, artık eskisi gibi her şeye koşamadığını söylüyor. Ne kadar sıkıldığımı, bütün bu geleneklerin beni ne kadar boğduğunu anlatmaya çalışıyorum. Misafir çağırma diyorum. İki kızın da yuvadan uçunca ne yapacaksın diyorum. Mutfak masasında simit yiyorsunuz, şuradaki çaydanlığa uzanamıyor musun diyorum. Hemen suratı asılıyor. Gözleri doluyor. İyice sessizleşiyor. Alakasız bir anda parlıyor, "Böyle surat yapacaksan yardım falan etme, kendi başıma yaparım, bir de evladımızdan hayır bekliyoruz" diye zincirleme sitem tamlamasına başlıyor. Yüzü öyle düşmüş, gözleri öyle hüzünlü ki. İçim parçalanıyor. Yine özür dileyen ve nezaketinden zerre ödün vermeden çay servisini yapan ben oluyorum.

Biz evlendikten sonra bir kadın tuttu. Anlaşamadı, başka bir tane tuttu. Kadın hırsız çıktı, başka bir tane tuttu. Kadın istediği gibi servis yapamadı, başka bir tane tuttu. Kadın aylak çıktı, başka bir tane tuttu. Kadının çocuğu oldu, başka bir tane tuttu. Yıllarca böyle devam etti. Yıllarca eve bir misafir geleceği zaman Selma ve ben de davet edildim. Evde çalışan bir kadın ve kendi eviymiş gibi fır dönen bir Selma olduğu halde annem geleneği bozmak istemedi.

"Berna, Canan teyzenin çayını tazeleyiver annem."

Şimdi kendi evime bakıyorum. Bu kadar kızıyorum ama her şey annemin içime nakış nakış işlediği gibi. Evime ilk kez gelip çekmeceleri, dolapları kontrol ettiğinde, peçeteleri masaya aynen onun gibi katlayıp yerleştirdiğimi gördüğünde gözlerinin nasıl parladığı dikkatimden kaçmadı. Hem ailem hem de arkadaşlarım tarafından ev kadınlığından en uzak, pasaklı olması en muhtemel, burnu düşse yerden kaldırmayacak kadar üşengeç sanılan ben, aslında annemin bir kopyası gibiydim. Tek fark, teferruat söz konusu olduğunda gerek esneyerek, gerek konuşmayarak tam bir misafirsavar gibi davranmamdı. Bunun için de sadece asosyalliğimi değil, annemin askeri eğitimini gönül rahatlığıyla suçlayabilirim.

"Ablaaaa, bir on tane falan daha pide lazım."

Bu akşam mutfaktan neredeyse hiç çıkmadım. Sadece komşulardan sandalye, tabure ve tabak istemek için apartmanı dolaştım. Ondan sonra ne kapıya baktım ne de mutfağa girip çıkanlar haricinde insan gördüm. Bir ara mutfak bile o kadar kaotik bir hal aldı ki, elimden geldiğince sesimi yükseltmemeye çalışarak işi olmayan herkesi dışarı çıkardım. Selma, "Sadece yardım etmeye çalışıyorlar!" diye kızdı, onu da kovdum. Motor takılmış gibi tabak hazırlıyorum. Önce kasenin içine biraz et, üstüne pilav, tabakta kubbe oluşturduktan sonra yanına iki tane zeytinyağlı sarma, bir pide, bir ayran. Varsa çatal, kalmamışsa kaşık. Yanımda koca bir çöp torbası. Yenilmeyen her şey, miktarına bakılmadan, ayran kutularıyla birlikte içine. Çatalları ayır, boş tabakları hızlıca sudan geçir, makineye diz, kısa programda çalıştır. Tatlı için çatal yıkamak gerekiyor. Küçük tabaklara ikişer tane kemalpaşa. Biri baklava getirmişti, yanlarına bir dilim koyulur, yettiği kadar. Kirli tabaklar gelmeye devam ediyor. Makine durana kadar hızla sudan geçir, tezgahta biriktir. Tabaklar dolar dolmaz gönder. Su isteyen var. Büyük bir tepsi hazırla, 16 bardak sığdırmaya çalış. Çünkü su isteği bulaşıcı bir hastalık gibi. Biri isteyince herkes ister. Biri boş su bardaklarını toplasın. Makine birazdan yıkamayı tamamlayacak. Alttaki dolaplarda boş yer ayarlamıştım, tabaklar hemen oraya dizilecek. Göt kadar mutfakta beş kişi çalışıyor. Bir kişi daha sigara kaçamağı için mutfağa girmeye çalışırsa ağzına tabakla vuracağım. Ama şimdilik sakinim.

Makine duruyor. Ellerim yanıyor olmalı ama hissetmiyorum. Tabaklar yerine dizildi. Elde yıkananları da aynı yere yerleştir. Yeni boş tabaklar geliyor. Sudan geçir, makineye diz. Daha fazla tatlı tabağı hazırlanacak mı? Hayır, herkese dağıtılmış. Saatlerdir sigara içmedim. Çöpleri çıkarırken bir tane yakarım. Birkaç nefes yeter şimdilik, herkes gittikten sonra bir paket bitirebilirim. Umarım bu gece kimse kalmaz. Gitmeye başladılar mı acaba? Yemeklerini bitirdiler işte, defolup gitsinler. Sanki yemek için toplanmışlar buraya, hizmet bekliyorlar. Odalarda sıkış tıkış oturmuşlar, "buraya ayran gelmedi" diyorlar. Buna o kadar sinirleniyorum ki. Yalnız kalmak dışında hiçbir isteğim yok. Ama bir şey eksik sanki...

"Bernaaaa! Çayları hazırladın mı?"

Kafamı lavabodan kaldırıyorum. Sesin geldiği yöne dönüyorum. Kapıda bekliyor. "İyi misin?" diye soruyor. Cevap veremiyorum. Mutfaktaki herkes sessizliğimi fark etmiş, bana bakıyorlar. Ben bu gece hiç ağlamadım. Hiç konuşmadım. Kimseyle göz göze gelmedim. Sadece tabak hazırladım. Bulaşık yıkadım. Tabak hazırlamaya devam ettim. Yapmam gereken her şeyi yaptım. Çay dışında.

Cenazeye gelip "Son görevimizi yaptık" diyen kaç kişi aslında son görevin çay yapmak olduğunu düşündü acaba? Ben düşünmemiştim. Ben anneme karşı son görevimin, hayatım boyunca yapmaktan tiksindiğim şey olduğunu hiç aklıma getirmemiştim.

Sonra birileri koluma girdi galiba. Sonrası karanlık.

"Bernaaaa! Daha iyi olduysan kalk hadi. Misafirler gitmeden seni bir görmek istiyorlar."