kesinlikle terbiyesizlik etmek gibi bir amacım yok, kimseye girmesinler. cümle aslen şöyle devam ediyor: boşuna gönderilmişler hacı. insanın dinle minle doğru yolu bulacağı yok.
üç büyüklerden zaten bir umudum yok da tontiş inanç sistemlerinden biri saydığım budizm fena coşmuş. bunlar eskiden depresyona girince kendilerini yakarlardı, şimdi müslüman azınlık yakmaya başlamışlar. olay myanmar diye bir yerde geçiyor. ismi duyduğumda thor'un yeni çekici herhalde diye düşündüm ve fakat burma'nın diğer adıymış. burma'nın da bir tatlı ismi, rambo'nun takıldığı mekan, the dark knight'ta ismi geçen yer şeklindeki üç anlamı dışında bir çağrışımı yok. düpedüz cahilim yani. bizzat bu nedenle, olayın ne kadar doğru yansıtıldığını da bilemiyorum, iki satır okuyup fazla celallenemeyeceğim.
neyse efendim, myanmar budistleri mayıs-haziran gibi "etnisite diye bir şey var la!" demiş, güvenlik güçleriyle kanka olmuş ve müslüman rohingya isimli azınlıkları linç etmeye başlamışlar. tarih olmuş neredeyse ağustos, bizim dünyanın bir ucunda yaşanan soykırımdan yeni haberimiz olmuş. muhtemelen fazla bir ekonomik önemi yok bölgenin. haberi geç almamız bir yana, hala kimse oraya özgürlük götürmek için harekete geçmedi.
gerek cihatları, gerekse "ırak'a özgürlük götürmek lazım reyiz" diye bush'un kulağına fısıldayan tanrıyı düşününce, ekonominin mızrağı olmakla görevlendirilen dine karşı çıkmamak mümkün değil. sakin sakin inananlar, siz alınmayın. neye inanırsanız inanın, ben sizin olayınıza hakikaten saygı duyuyorum.
ama budistler, size n'oluyo lan? hadi bunların kitabında hali hazırda "yayılın yayılabildiğiniz kadar, gerekirse savaşın" gibi bölümler var. sizin karınca ezmemek için şekilden şekle giren tipler olmanız gerekmiyor muydu? neyin gazına geldiniz de bu kadar vahşileştiniz?
inanç bahanesiyle savaş çıkarmayan bir scientology kaldı anasını satayım. son umudumuzun tom cruise olmasıyla sadece filmlerde karşılaşabiliriz sanıyordum.
30 Temmuz 2012 Pazartesi
27 Temmuz 2012 Cuma
"ne olursa olsun, her zaman umut var. devrim hala bir ihtimal ve çoğguzel!" filmlerine sinir olurum ben. kötü filmler oldukları için değil. her gencin başını döndüren "parasız da yaşanır be abi, sevgimiz bize yeter, fak dı sistım!" düşüncesini gerçekleştirilebilir bir umut olarak öne sürdükleri için. bayağı götleklik yapıyorlar yani.
dün gece izlediğim the edukators bu filmlerden biriydi ve güzeldi. kendilerine "the edukators" diyen birkaç genç "zengin.000.000.000.000$" insanların evlerine giriyorlar, hiçbir şey çalmıyorlar ama eşyaları üst üste dizip enteresan bir dekorasyon oluşturarak "gereğinden fazla paranız var" mesajı bırakıyorlar. işin içine manita durumları girince beklenmedik problemler çıkıyor. bir karmaşalar, bir heyecanlar derken, insanlar eriyor muradına, bir çıkıyoruz sosyal mesaj yüklü kerevetine.
filmde genç adım yavaştan aşık olmaya başladığı genç kıza "ne istiyorsun?" diye soruyor. fakir, borçlu, işe yarayacağına inanmadığı eylemlerde ön saflarda yer alan genç kız "i just want to live wild and free" diye cevap veriyor. ben gözlerimi devirip ters ters bakarak "yarrrrğğğğm!" diyorum ve devam ediyorum.
bu yapılamayacak bir şey değil. masafumi nagasaki 20 yıldır bir adada tek başına takılıyormuş mesela. böyle bir adaya yerleşmek, komün kurmak, kendi yaşam kaynaklarını üretip sistemden bağımsız olmak pekala mümkün. ama burada yol, su, internet istiyorsan, konformist şehir yaşamının nimetlerinden faydalanırken sistemden uzak yaşamayı hayal ediyorsan, bekle bi, sabit dur öyle, geliyor şaplak.
rent de aynı konsepti işleyen bir müzikaldi. toplumun fakir kesimi sevgi yumaklarından aldıkları güçle kira ödemeden yaşamayı daha uygun görüyor ve bunun için savaşıyordu. ama nedense "bu zenginler nasıl olmuşsa olmuş, voliyi vurmayı başarmışlar. peki paralarını neden kendi aileleri ve sevdikleriyle paylaşmak, kendi istedikleri gibi yaşamak yerine bizi seçsinler?" sorusunu sormuyorlardı. sanki sana bakmakla yükümlü adam anasını satayım.
ben de bayılmıyorum a'nın yılda 10 milyon dolar kazanırken b'nin günü 10 lirayla geçirmesine ama b'nin a'dan hak talep etmesine sinir oluyorum. b çalışmak istemiyor değil, verdiği emeğin karşılığını arıyor, eyvallah. ama demiyor ki, a'nın kafası benim kaslarımdan daha az bulunan bir materyal ve bu nedenle o daha değerli. eşit olmadığınız için üzgünüm ama doğruya doğru; adam bulaşık yıkayan karısına bakıp "hmm, makine yapılır bundan" diye düşünürken sen ancak "hanıııım çay nerdeeee?" diyebiliyorsan...
ayn rand'ın aksine sadece bir konuda "vergi haraçtır" diyemiyorum. eğitim, sağlık, güvenlik ve yeri geldiğinde gıda gibi temel ihtiyaçların herkes için eşit şekilde karşılanması devletin esas ve belki de biricik görevi. insan topluluklarının bir arada yaşayıp birilerine yetki vermesinin tek nedeni temel ihtiyaçların eksiksiz ve herkes için karşılanması. bunu bile yapmıyorsan, ya da topladığın vergilerle gerekli hizmeti vermek yerine duble yol yaptırıyorsan sıkıntı var.
ayn rand bu konuda "devlet her şeyden elini eteğini çekip tamamen laissez faire bir tutum sergilerse, insanlar ihtiyaçları doğrultusunda zaten gerekeni yaparlar" diyor. misal, bir yere hastane gerekiyorsa, girişimci insan oraya hastaneyi yapar, fiyatlarını istediği gibi belirler, onun tekelleştiğini ve insanları sömürdüğünü gören başka bir girişimci gelip rekabeti sağlar ve denge bulunur. toplumun tüm katmanlarının birbiriyle etkileşimini tam olarak gözümde canlandıramadığım için bu görüşe balıklama atlamıyorum, hatta dediğim gibi, pek katılmıyorum da. çünkü onun aksine, insanların eşit olduğunu düşünmüyorum. herkese aynı fırsatların verildiğini söyleyenler düpedüz saçmalıyor. eğitimini, sağlığını geçtim, benim brad pitt'i tavlamam mümkün değilken kime eşit fırsatlı diyorsun?
yani, bu kadar dolandırdıktan sonra demek istediğim, kimsenin kimseye selam borcu bile yok. robin hood'u tekrar tekrar filme çekip gençleri boş umutlarla gaza getirmeyin.
iki adet sözlü özle bitirelim:
"i swear by my life and my love of it, that i will never live for the sake of another man, nor ask another man to live for mine."
ayn rand
"if you are good at something, never do it for free."
joker
dün gece izlediğim the edukators bu filmlerden biriydi ve güzeldi. kendilerine "the edukators" diyen birkaç genç "zengin.000.000.000.000$" insanların evlerine giriyorlar, hiçbir şey çalmıyorlar ama eşyaları üst üste dizip enteresan bir dekorasyon oluşturarak "gereğinden fazla paranız var" mesajı bırakıyorlar. işin içine manita durumları girince beklenmedik problemler çıkıyor. bir karmaşalar, bir heyecanlar derken, insanlar eriyor muradına, bir çıkıyoruz sosyal mesaj yüklü kerevetine.
filmde genç adım yavaştan aşık olmaya başladığı genç kıza "ne istiyorsun?" diye soruyor. fakir, borçlu, işe yarayacağına inanmadığı eylemlerde ön saflarda yer alan genç kız "i just want to live wild and free" diye cevap veriyor. ben gözlerimi devirip ters ters bakarak "yarrrrğğğğm!" diyorum ve devam ediyorum.
bu yapılamayacak bir şey değil. masafumi nagasaki 20 yıldır bir adada tek başına takılıyormuş mesela. böyle bir adaya yerleşmek, komün kurmak, kendi yaşam kaynaklarını üretip sistemden bağımsız olmak pekala mümkün. ama burada yol, su, internet istiyorsan, konformist şehir yaşamının nimetlerinden faydalanırken sistemden uzak yaşamayı hayal ediyorsan, bekle bi, sabit dur öyle, geliyor şaplak.
rent de aynı konsepti işleyen bir müzikaldi. toplumun fakir kesimi sevgi yumaklarından aldıkları güçle kira ödemeden yaşamayı daha uygun görüyor ve bunun için savaşıyordu. ama nedense "bu zenginler nasıl olmuşsa olmuş, voliyi vurmayı başarmışlar. peki paralarını neden kendi aileleri ve sevdikleriyle paylaşmak, kendi istedikleri gibi yaşamak yerine bizi seçsinler?" sorusunu sormuyorlardı. sanki sana bakmakla yükümlü adam anasını satayım.
ben de bayılmıyorum a'nın yılda 10 milyon dolar kazanırken b'nin günü 10 lirayla geçirmesine ama b'nin a'dan hak talep etmesine sinir oluyorum. b çalışmak istemiyor değil, verdiği emeğin karşılığını arıyor, eyvallah. ama demiyor ki, a'nın kafası benim kaslarımdan daha az bulunan bir materyal ve bu nedenle o daha değerli. eşit olmadığınız için üzgünüm ama doğruya doğru; adam bulaşık yıkayan karısına bakıp "hmm, makine yapılır bundan" diye düşünürken sen ancak "hanıııım çay nerdeeee?" diyebiliyorsan...
ayn rand'ın aksine sadece bir konuda "vergi haraçtır" diyemiyorum. eğitim, sağlık, güvenlik ve yeri geldiğinde gıda gibi temel ihtiyaçların herkes için eşit şekilde karşılanması devletin esas ve belki de biricik görevi. insan topluluklarının bir arada yaşayıp birilerine yetki vermesinin tek nedeni temel ihtiyaçların eksiksiz ve herkes için karşılanması. bunu bile yapmıyorsan, ya da topladığın vergilerle gerekli hizmeti vermek yerine duble yol yaptırıyorsan sıkıntı var.
ayn rand bu konuda "devlet her şeyden elini eteğini çekip tamamen laissez faire bir tutum sergilerse, insanlar ihtiyaçları doğrultusunda zaten gerekeni yaparlar" diyor. misal, bir yere hastane gerekiyorsa, girişimci insan oraya hastaneyi yapar, fiyatlarını istediği gibi belirler, onun tekelleştiğini ve insanları sömürdüğünü gören başka bir girişimci gelip rekabeti sağlar ve denge bulunur. toplumun tüm katmanlarının birbiriyle etkileşimini tam olarak gözümde canlandıramadığım için bu görüşe balıklama atlamıyorum, hatta dediğim gibi, pek katılmıyorum da. çünkü onun aksine, insanların eşit olduğunu düşünmüyorum. herkese aynı fırsatların verildiğini söyleyenler düpedüz saçmalıyor. eğitimini, sağlığını geçtim, benim brad pitt'i tavlamam mümkün değilken kime eşit fırsatlı diyorsun?
yani, bu kadar dolandırdıktan sonra demek istediğim, kimsenin kimseye selam borcu bile yok. robin hood'u tekrar tekrar filme çekip gençleri boş umutlarla gaza getirmeyin.
iki adet sözlü özle bitirelim:
"i swear by my life and my love of it, that i will never live for the sake of another man, nor ask another man to live for mine."
ayn rand
"if you are good at something, never do it for free."
joker
25 Temmuz 2012 Çarşamba
şiddetin normalleşmesi
a. geldi bu akşam. yaptığım deneysel noodle'la aklını çeliverdim, güzel de oldu. yemekten sonra buzlu çaylarımızı yudumlarken sanırım okuduğumuz kitaplar, sanat gibi entel dantel şeylerden bahsediyorduk. konuşmanın o kısmı çok entelektüel olduğu için hatırlamıyorum. rahatsız olup yarım bıraktığım bir kitaptaki anlamsız şiddeti anlatıyordum. aslında oradaki şiddet muhtemelen anlamsız değil, yazar bize bir şeyler söylemeye çalışıyor mutlaka. okuduğum film eleştirisine göre srpski film'i yapanlar da sırbistan'da insanların doğdukları andan itibaren zitilmeye başlandığını, bunun öldükten sonra bile devam ettiğini anlatıyormuş. fazlasıyla aslına uygun anlatıldığı için (newborn porn gibi bir olay var yahu!) film yasaklanmış.
gore ve aynı kafadaki iğrençliklerden ikimiz de rahatsız oluyoruz. işkence izlemeye anlam veremiyoruz. bu nedenle izlemiyoruz. şimdiye kadar izleyene karıştığımızı hatırlamıyorum ama bir yandan da sormak istiyorum: insanların iğrençliğe tahammül eşiğini neden yükseltiyorsunuz lağn?! çarpıcı mesaj vermek için hayli akıllıca yöntemler varken, beyin hücrelerinizi bu yönde zorlamak neden?
bunu ekşi sözlükte az önce gördüğüm iki başlık nedeniyle soruyorum: biri evsizleri öldüren ruslar, diğeri okul arkadaşlarına mezarlıkta işkence eden kızlar. belki bunların psikopatlıkları maruz kaldıkları normalleştirilmiş şiddetten kaynaklanmıyordur, gayet mümkün. ama aynı gün içinde ultra-violence içerikli iki haberle karşılaşınca sorasım geldi.
şiddetin çok enteresan bir gelişimi var aslında. mesela sinemada şiddet ilk kez potemkin zırhlısı'nda görülmüş. boş bebek arabasının merdivenlerden tıkır tıkır inerek düşme sahnesi insanları şoke etmiş, sinemayı terk edenler falan olmuş. şimdi elimizde hostel ve benzeri şiddet görüntüleri var. otomatik portakal'ı gözlerimi kapamaya gerek duymadan izleyebilirken (alex'e karşı en ufak bir acıma duymadığımı da belirtmeliyim burada) i saw the devil için "niye abi?!" diyorum.
gerçek yaşamda ise, çocuk pornosunu geçtim, 1,5-2 yaşındaki bebeğe tecavüz etmeyi akıl edebilen insanlar var. ekşi sözlük'te bu ve benzeri konularda yapılan yorumlar "insanın kanını donduruyor"dan "bir tarafına kızgın demir sokacaksın..." ile başlayan işkence fantezilerine kadar uzanabiliyor.
(not: good omens'da hastur ve ligur diye iki karakter var, cehennemin önde gelenlerinden. iblis crowley onlar için "yaptıkları işten o kadar büyük zevk alıyorlardı ki, onları insanla karıştırabilirdiniz" diyor.)
neyse işte, biz a. ile konuşurken konu böyle uzadı, gerçek yaşamdan örneklere geldi. "bir çocuğu nasıl cinsel obje olarak görebilirsin ki?" diyor a., "bunu yapabilen insanı öldürmek dışında ne yapabilirsin?"
ben başka bir şey yapılamayacağını, onların düzeltilemeyecek zararlılar olduğunu düşünenlerdenim. daha doğrusu, öyleydim, çünkü daha iyisini düşünenlerin olduğunu öğrendim. deneylerde hayvanlar yerine bu insanları kullanmayı akıl etmiş a.'nın bir tanıdığı. "buna da insan hakları ik bik diyenler çıkacaktır mutlaka ama çok mantıklı" dedim. hayvanlar ve gönüllü denekler yerine, yeni bir suç düzenlemesi yapıp "olağanüstü suçlar" işlemiş denekler kullanmak hiç de fena fikir değil bence.
josef mengele'nin tek iğrençliği, deneylerini aslında iğrenç olmayan insanlar üzerinde yapmasıydı diye düşünüyorum.
gore ve aynı kafadaki iğrençliklerden ikimiz de rahatsız oluyoruz. işkence izlemeye anlam veremiyoruz. bu nedenle izlemiyoruz. şimdiye kadar izleyene karıştığımızı hatırlamıyorum ama bir yandan da sormak istiyorum: insanların iğrençliğe tahammül eşiğini neden yükseltiyorsunuz lağn?! çarpıcı mesaj vermek için hayli akıllıca yöntemler varken, beyin hücrelerinizi bu yönde zorlamak neden?
bunu ekşi sözlükte az önce gördüğüm iki başlık nedeniyle soruyorum: biri evsizleri öldüren ruslar, diğeri okul arkadaşlarına mezarlıkta işkence eden kızlar. belki bunların psikopatlıkları maruz kaldıkları normalleştirilmiş şiddetten kaynaklanmıyordur, gayet mümkün. ama aynı gün içinde ultra-violence içerikli iki haberle karşılaşınca sorasım geldi.
şiddetin çok enteresan bir gelişimi var aslında. mesela sinemada şiddet ilk kez potemkin zırhlısı'nda görülmüş. boş bebek arabasının merdivenlerden tıkır tıkır inerek düşme sahnesi insanları şoke etmiş, sinemayı terk edenler falan olmuş. şimdi elimizde hostel ve benzeri şiddet görüntüleri var. otomatik portakal'ı gözlerimi kapamaya gerek duymadan izleyebilirken (alex'e karşı en ufak bir acıma duymadığımı da belirtmeliyim burada) i saw the devil için "niye abi?!" diyorum.
gerçek yaşamda ise, çocuk pornosunu geçtim, 1,5-2 yaşındaki bebeğe tecavüz etmeyi akıl edebilen insanlar var. ekşi sözlük'te bu ve benzeri konularda yapılan yorumlar "insanın kanını donduruyor"dan "bir tarafına kızgın demir sokacaksın..." ile başlayan işkence fantezilerine kadar uzanabiliyor.
(not: good omens'da hastur ve ligur diye iki karakter var, cehennemin önde gelenlerinden. iblis crowley onlar için "yaptıkları işten o kadar büyük zevk alıyorlardı ki, onları insanla karıştırabilirdiniz" diyor.)
neyse işte, biz a. ile konuşurken konu böyle uzadı, gerçek yaşamdan örneklere geldi. "bir çocuğu nasıl cinsel obje olarak görebilirsin ki?" diyor a., "bunu yapabilen insanı öldürmek dışında ne yapabilirsin?"
ben başka bir şey yapılamayacağını, onların düzeltilemeyecek zararlılar olduğunu düşünenlerdenim. daha doğrusu, öyleydim, çünkü daha iyisini düşünenlerin olduğunu öğrendim. deneylerde hayvanlar yerine bu insanları kullanmayı akıl etmiş a.'nın bir tanıdığı. "buna da insan hakları ik bik diyenler çıkacaktır mutlaka ama çok mantıklı" dedim. hayvanlar ve gönüllü denekler yerine, yeni bir suç düzenlemesi yapıp "olağanüstü suçlar" işlemiş denekler kullanmak hiç de fena fikir değil bence.
josef mengele'nin tek iğrençliği, deneylerini aslında iğrenç olmayan insanlar üzerinde yapmasıydı diye düşünüyorum.
24 Temmuz 2012 Salı
bir an
gün ortasında içmeye başlamak ve arkadaşlarla eğlenmeye devam etmek güzel bir şey.
gün ortasında, hatta ramazan başında içmeye başlamak ve olan biten her şeyi tek başına, biri hikaye anlatırmış gibi algılamak bambaşka. ne kadar ateist olursam olayım, ailem beni bir müslüman olarak yetiştirdi ve tüm mantıksızlığına rağmen iliklerime işlemiş bir şeyler var. suçluluk gibi. temel eğitim gibi. alkol kötüdür, herkes oruç tutarken daha kötüdür gibi.
az önce, ikinci biramın sonlarına gelirken tuvalete gittim ve gözüm bir an aynaya takıldı. suratımın halini görünce kaşlarımı kaldırıp “whoaaa” dedim. çünkü tuvalete doğru yürürken aklımdan geçen satırlar şöyleydi:
"inci mesanesinde ufak bir baskı hissetti ve zaten çok ilginç bir şey yapmadığı için kalkıp tuvalete gitmekte sakınca görmedi. birasına tekrar bakıp bu kadar sarhoş olmaması gerektiğini düşündü. sonuçta henüz iki bira bile içmemişti. ama üçüncü kez tuvalete gitmesi gerekiyordu. bilgisayarının başından kalktığında başı dönmeye başlamıştı bile. tuvalete on adım. teşekkürler vantilatör. aynaya bakmam şart değil. whoaaaa!"
bir yandan da ingilizce düşünüyorum. çok dilli yazmak, en azından sarhoşken yazanlar için iyi bir teknik olmalı. sarhoşken yazmak hoş bir şey değil. çünkü insan derin bir nefes alıp kafasını yana yatırarak “ne yapıyorum ben?” diye düşünürken, araya akşam yemeği için yapmayı planladığı alışveriş giriyor.
a. olsa "sıkıntı var" derdi. yazarak iletişim kurduğumuz zaman söylüyor bunu. konuşurken galiba ses tonumdan kurtarıyorum.
asıl sıkıntı midemdeydi. sanırım bir haftadır bakkaldan almak yerine sardığım sigaralardan çıktı. muhtemelen mide ve bağırsak kısımlarına yerleşmiş bir bakteri var ve boş anımı bulduğunda karın ağrısı olarak saldırıyor. bakterisel ağrıların birinci en iyi ilacı alkol, ikincisi kola. ilaç şirketleri kusura bakmasınlar, antibiyotikleri iki buzlu jack yanında ılık süt gibi kalır. ılık sütün bakteriler için nefis bir aile ortamı oluşturduğunu biliyor muydunuz? bilmiyorduysanız, faranjit gibi bir şey olduğunuzda asla ılık süt içmemenizi öneririm.
her neyse. evde kola yok ama bira var. ben de karın ağrımdan hoşnut değilim. bir tane içtiğimde (limonlu. normal biradan hiç hoşlanmam) karın ağrısı gayet geçti. ama diğer yanda 1500 derece sıcak var. güneşli ama esintili bir bahçede, karizmanın tavanını delmiş ama top peşinde koşturmaktan vazgeçmemiş bir doberman eşliğinde naneli limonata içme isteği var. bu sırada, evde sadece vantilatör çalışırken, etraftaki tek yeşil üzerimdeki elbiseyken ve perdeler dışarıdaki hafif esinti nedeniyle yalnız hafif hafif oynarken ve muhtemelen üçüncü kez good omens’a hayran kalırken, limonlu bira insanı oldukça hoş bir havaya sokuyor.
dolayısıyla bir tane daha açtım. akşam yemeği hazırlama planlarımı -şimdilik- çöpe attım. tuvalete giderken sarhoş olduğumu fark edip şaşırdım. yazmaya başladım.
ve sonra, ne yazık ki, ayıldım.
13 Temmuz 2012 Cuma
7 Temmuz 2012 Cumartesi
Kübler Ross gibi gibi
Sabah Predalien'ın şifonyerin üzerinden intihar etmesiyle uyandım. Bir saniye içinde aklıma gelen üç şey oldu:
1. Ananski!
2. Komşular?!
3. Saat?
Sadece üzerinde durduğum son merak noktası konusunda bir şey yapabilirdim. Oturma odasına gittim, şarjdaki telefonumu aldım ve saatin 7'ye yaklaştığını öğrendim. Tekrar yattım.
Oturma odasına gittiğimde gördüğüm ve anında gözümden kaçan bir şeyi o anda fark ettim. Diğer bir deyişle, jeton geç düştü. Pencere açıktı. Ben açmadığıma göre eve hırsız girmiş olmalıydı. Hırsız girdiğine göre artık bilgisayarım yoktu.
Odamdan çıkarken Aslı'yla karşılaştım. "Bilgisayarın pilini yeni değiştirmiştim, asıl ona acıyorum" diyerek güldüm. Birkaç dakika sürmüş gibi görünen yolda MacBook Pro almamın iyi olacağına karar verdim. Kafamın bir kısmında Troy'a gidip bilgisayarlara göz gezdirdim.
Sonunda oturma odasına ulaştım. Tahmin ettiğim gibi, bilgisayar yerinde değildi. Son zamanlarda gizlilik sözleşmesi imzaladığım bir iş yapmış mıydım? Hayır. O halde panik yapmadan polisi aramalıydım.
Şarjda olduğunu hatırladığım telefonumu almak için arkama döndüm. Tekrar masama baktığımda üç polisle karşılaştım. Biri İngiliz polisine benziyordu. Diğeri fötr şapkası ve pardesüsüyle karizmatik görünmeye çalışan, ancak komikten öteye gidemeyen bir dedektifti. Son polis serseri gibi görünüyordu. Yüzündeki ifade nedeniyle pis işler çevirdiğinden emindim.
Zabıt tutturmak istediğimi söylediğimde "Şu anda başka bir iş üzerindeyiz" dedi İngiliz polisi tipli adam. Benim evimde olmalarının nedeni gizli operasyonmuş. Dosyalarını toplayıp gittiler. Ev telefonundan 155'i aradım. Telefona tavuk çiftliği cevap verdi. Numarayı yanlış tuşlamış olabileceğimi düşündüm. Ve ev birden kalabalıklaştı.
Etrafta kimlerin dolaştığına göz attıktan sonra hard diskler aklıma geldi, son birkaç ayın işleri dışında her şeyi yedeklemiştim. Kalanların büyük bölümüne mail'imden ulaşabilirdim. Ama onlar da çalınmıştı. Hatta elinin ayarı olmayan hırsızlar hard diskleri ararken kesonumu da kırmıştı.
Annemin bilgisayarı masamda duruyordu. Annem burada bir şeylerimin çalınacağının belli olduğunu, daha dikkatli olmam gerektiğini söyleyerek beni azarlıyordu. Tartışmamız söylediğim bir cümleyle sona erdi. Aklımdan başka cümleler de geçiyordu ama daha fazla konuşmadım. Polise ulaşmam gerekiyordu. Artık sabırsızlanıyordum ve sıkılmaya başlamıştım.
Tekrar 155'i aradım. Karşıma yine tavuk çiftliği çıktı. Polisin numarası mı değişmişti? İnternetten öğrenebilirdim. Firefox'u açtım. Klavye tuhaf çalışıyordu ve otomatik tamamlama beni alakasız yerlere götürüyordu. Emre bu klavyeye alışık olmadığımı, ne aradığımı bildiğini söyleyerek bilgisayar başına geçti. Ama polisin yeni telefon numarasını aramıyordu. İnternette biraz takıldıktan sonra kalkıp bilgisayarı bana bıraktı. Sinirlenmeme rağmen bir şey demedim. Tartışarak zaman kaybetmek yerine polise ulaşmalıydım.
Firefox'tan umudu kesince, sıkıntıyla Internet Explorer'ı açmaya çalıştım. Açılmadı. Biraz bekledim. Açılmamaya devam etti. Acelem vardı ve Internet Explorer öylece duruyordu. Bir işe yaramayacağını bildiğim halde yeniden Firefox'a girdim. Beni polis markalı kadife döşeme kumaşlarının yer aldığı bir siteye götürdü. Sitenin tasarımı kötüydü ama kadife dokuma ve renk skalasında Türkiye'nin lideri olduklarını belirtiyorlardı.
Tamamen çaresiz olduğumu, bilgisayarımın hiçbir zaman geri gelmeyeceğini anladım. Bu ani anlayış sonucunda, aynı hızla, büyük bir umutsuzluk aurasının merkezine yerleştim. Durdum öyle. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu ve hareket etmem bile anlamsızdı. Ağlamaya başladım.
Sonra uyandım. Predalien hala yerdeydi. Saat 10'a çeyrek vardı. Galiba ilk kez bir sorun karşısında hissettiğim gerçek duygu hallerini sırayla yaşatan bir rüya görmüştüm. Rahatsız hissetmiyordum, sadece duyguların gerçekliğinin yarattığı şaşkınlık vardı.
Oturma odasına gidip pencereyi açtım.
1 Temmuz 2012 Pazar
kyle reese
bir ay kadar önce akıllı telefonumla satranç oynamayı öğrendim. öğrendiğimin ikinci günü telefonu yenince çok mutlu oldum. benden daha mantıklı bir aleti yenmek gururumu okşamıştı. sonra, ne zaman boş zamanım olsa oynamaya başladım. müthiş bir oyundu ve ara sıra da olsa telefonumu yenmek kendimi zeki hissetmemi sağlıyordu.
ne var ki bir gün, telefonum piyonla kraliçemi yiyebilecekken yemedi, bunun yerine çok anlamsız bir hamle yaptı. diğer tüm taşların yerlerini, onlarla ilgili olasılıkları düşünüp durdum. bir sürü hesaplamanın ardından telefonuma "benden akıllı olduğun için bana acımana ihtiyacım yok!" dedim öfkeyle. allak bullak olmuştum. akıllı telefonum karşımda aptala yatacak kadar akıllıydı. "bundan sonra sadece gerçekleri istiyorum" dedim sert bir sesle. o anda telefon çaldı. arayan kız arkadaşımdı.
ona neler olduğunu anlatamazdım. ya paranoyak olduğumu düşünecekti ya da o kadar da zeki olmadığımı anlayacak, bana saygısını kaybedecekti. sesimi olabildiğince normal, sevecen bir hale sokarak "merhaba canım" diye cevapladım telefonu. duymaktan her zaman memnun olduğum neşeli sesiyle "tatlım," dedi, "sadece gerçekleri istediğine göre, seni sık sık arayanın ben olmadığımı öğrenme vaktin geldi."
kanımın çekildiğini hissettim. bir anda dilim kurudu. kafatasımın içi su almaya başladı. gözlerim dolarken, hiçbir şey söylemeden telefonu kapadım.
yanlış duymuş olabilirdim. beynim bana oyun oynuyor olabilirdi. her şeyi hayal etmiş olabilirdim. ev telefonundan kız arkadaşımı aradım. beni en son ne zaman aradığını sordum. üç hafta önce ayrıldığımızı söylemek için aradığını söyledi. tatilde olduğunu, bu yüzden üç haftadır görüşmediğimizi sanıyordum. bir cümle daha kurmama izin vermeden, artık onu rahatsız etmememi söyleyip telefonu yüzüme kapadı.
o sinirle cep telefonuma bağırdım, küfür ettim ve sonunda elbette onu duvara fırlattım. pili bir tarafa, devreleri bir tarafa uçtu pezevengin.
o günden beri cep telefonu kullanmıyorum. iyice depresyona girdim. kendimi bilgisayar oyunlarına verdim. oyunda ginger diye bir kızla sohbet ediyoruz, iyi birine benziyor. bana inanmayacağını sanmıştım ama böyle şeylerin olabileceğini söyledi. çok iyi bir ekip olduk, birlikte hızla level atlıyoruz. travmayı hala atlatabilmiş değilim ama sanırım ondan hoşlanıyorum. ama bazen oyunda bir tuhaflık olduğunu hissediyorum.
örneğin, az önce yaptığım hamlenin ardından ölmem gerekiyordu.
ne var ki bir gün, telefonum piyonla kraliçemi yiyebilecekken yemedi, bunun yerine çok anlamsız bir hamle yaptı. diğer tüm taşların yerlerini, onlarla ilgili olasılıkları düşünüp durdum. bir sürü hesaplamanın ardından telefonuma "benden akıllı olduğun için bana acımana ihtiyacım yok!" dedim öfkeyle. allak bullak olmuştum. akıllı telefonum karşımda aptala yatacak kadar akıllıydı. "bundan sonra sadece gerçekleri istiyorum" dedim sert bir sesle. o anda telefon çaldı. arayan kız arkadaşımdı.
ona neler olduğunu anlatamazdım. ya paranoyak olduğumu düşünecekti ya da o kadar da zeki olmadığımı anlayacak, bana saygısını kaybedecekti. sesimi olabildiğince normal, sevecen bir hale sokarak "merhaba canım" diye cevapladım telefonu. duymaktan her zaman memnun olduğum neşeli sesiyle "tatlım," dedi, "sadece gerçekleri istediğine göre, seni sık sık arayanın ben olmadığımı öğrenme vaktin geldi."
kanımın çekildiğini hissettim. bir anda dilim kurudu. kafatasımın içi su almaya başladı. gözlerim dolarken, hiçbir şey söylemeden telefonu kapadım.
yanlış duymuş olabilirdim. beynim bana oyun oynuyor olabilirdi. her şeyi hayal etmiş olabilirdim. ev telefonundan kız arkadaşımı aradım. beni en son ne zaman aradığını sordum. üç hafta önce ayrıldığımızı söylemek için aradığını söyledi. tatilde olduğunu, bu yüzden üç haftadır görüşmediğimizi sanıyordum. bir cümle daha kurmama izin vermeden, artık onu rahatsız etmememi söyleyip telefonu yüzüme kapadı.
o sinirle cep telefonuma bağırdım, küfür ettim ve sonunda elbette onu duvara fırlattım. pili bir tarafa, devreleri bir tarafa uçtu pezevengin.
o günden beri cep telefonu kullanmıyorum. iyice depresyona girdim. kendimi bilgisayar oyunlarına verdim. oyunda ginger diye bir kızla sohbet ediyoruz, iyi birine benziyor. bana inanmayacağını sanmıştım ama böyle şeylerin olabileceğini söyledi. çok iyi bir ekip olduk, birlikte hızla level atlıyoruz. travmayı hala atlatabilmiş değilim ama sanırım ondan hoşlanıyorum. ama bazen oyunda bir tuhaflık olduğunu hissediyorum.
örneğin, az önce yaptığım hamlenin ardından ölmem gerekiyordu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)