Bir insan neden hayvanat bahçesinden ağzıyla burnu yer değiştirmiş olarak çıkar? Anlatayım.
Birine bir şey getirmeye söz verirsiniz. Çeşitli nedenlerle sözünüzde duramazsınız. Hayvanat bahçesinde buluşursunuz. Siz söz verdiğiniz şeyi getiremezken, o, söz konusu bile olmayan ağabeylerini getirmiştir. Olay bundan ibaret.
Anlaşılmıyor mu? O halde baştan başlayayım.
Üniversiteden endüstri mühendisi olarak mezun olduğumda büyük bir şey başardığımı hissetmiştim. Bu his iki yıl boyunca yaptığım her iş görüşmesiyle azaldı ve sonunda, bir sigortacılık şirketinde çalışmaya başlamamla tamamen ortadan kayboldu. Sen onca yıl oku, aklına gelen en kıytırık tasarımla milyon dolarlar kazanacaksın diye hayal kur, sonunda geldiğin yer "Allah korusun, bir kazayla karşılaşmanız durumunda şirketimiz zararınızı karşılayacak" olsun. İnsanı hayata küstüren şeyler bunlar.
Yaptığım işin beni çileden çıkaran pek çok yönü var ama iki tanesi daha ilk günden bu mesleğe uygun olmadığımı düşünmeme neden oldu. Öncelikle, ben Allah'a inanmam. Ama aldığımız eğitimde, genellikle müslümanlara hitap ettiğimiz ve kaza olasılığından bahsederken "Allah korusun" demezsek tepki göreceğimiz uzun uzun anlatıldı. Şahsen kimseyi batıl inançlara teşvik etmemeyi tercih ederim. Ne var ki, sigortacılık batıl inançlar üzerine kurulu bir meslek. Hem insanları normal bir günün kabusa dönebileceğine ikna etmeye çalışıyorsun hem de zor zamanlarında onlara yardım edeceğini söylüyorsun. Külliyen yalan. Normal şartlarda, normal bir gün, sadece normal geçer. Ve anormal bir şey olursa, bir sigortacı sana yardım etmemek için elinden gelen her şeyi yapar.
İşe uygun olmamamın ikinci nedeni, insanlarla konuşmayı sevmemem. Düzgün cümleler kurarak havlayan köpeğe susmasını söyleyebilir, ağlayan çocuğa aslında canının acımadığını açıklayabilir veya çarptığım masaya ana avrat küfür edebilirim. Ama cümlelerime anlam verebilecek kişilerle konuşmakta zorlanıyorum. Çünkü cevap veriyorlar. Diyalog kuruluyor. Konuşma uzuyor. Sıkılıyorum.
Neyse ki aradığım kişilerin %90'ı sigorta satmaya çalıştığımı anladıkları anda telefonu yüzüme kapatıyorlar. Alacağım primi tehlikeye atsa da işin tek katlanılır yönü bu.
Bir de işi cazip kılan şeyler var. Bunlardan biri Buse. Kendisiyle iki yıl önce tanıştım. Tabii keşke tanışmasaydım ama o kısma birazdan geleceğim.
Buse o gün aradığım 57. kişiydi. Söyleyeceklerimi sonuna kadar dinleyen 12. kişi olacaktı. Aradığım 54 kişi gibi ona da sigorta satamayacaktım. Ama diğer 56 kişinin aksine, onunla iletişimimiz telefon kablolarının sınırlarını aşacaktı. Ve ben tanıştığımız günün tek bir ayrıntısını bile unutmayacaktım.
Standart prosedür gereği kendimi tanıtıp, başına Allah korusun gelebilecek korkunç şeylerden bahsedip ürünlerimizi ve sunduğumuz benzersiz fırsatları anlattıktan sonra Buse'nin soruları başladı. Kaç yaşındaydım? Ne kadar zamandır sigortacıydım? Sadece sağlık sigortası mı satıyordum? Başka alanlara geçmeyi düşünüyor muydum? Terfi etmem mümkün müydü? Gözlerim ne renkti? Üzerimde ne vardı? Bu akşam için bir planım var mıydı? Nerede buluşacaktık?
Sağlık sigortasıyla başlayan konuşmamız yaklaşık yarım saat sürdü. Telefonu kapadığımda mutluydum. Dışarı çıkıp bir sigara yaktım. O sırada aklıma Buse'nin Godzilla gibi bir şey olabileceği geldi. 120 kilo ağırlığında, bıyıklı, en iyi arkadaşı bir somun ekmek olan biri olabilirdi. Belki de ölümcül bir hastalığı vardı ve onu tanıyanlar geleceğe dair cümleler kurmaktan çekiniyordu. Ya da belki sesinin aksine oldukça yaşlıydı, cinsel hayatının son kozlarını oynamak için ancak telefondaki bir fikirsizden yararlanabilecek durumdaydı. Daha kötüsü, sesini gayet iyi kullanan bir erkek bile olabilirdi. Veya adem elmalı bir kadın.
Bunları düşünürken sigaram bitmiş, masama dönme vaktim gelmişti. Mesai bitimine kadar ne yaptığımı hatırlamıyorum bile. Telefonda sigorta satarken hatırlamaya değer çok fazla olay gerçekleşmiyor. Olabilecek en ilginç şey, birilerinin sağlık sigortası yaptırmaya karar vermesi.
Buse'yle buluşmama hazırlanmak üzere eve gittiğimde ikilemde kalmıştım. Görücü usulü bile o anki durumumdan daha güvenilir bir seçenekti. Karşıma ne çıkacağı hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Buse'yi haber vermeyip ektiğimi düşünmek bile suçlu hissetmeme yetiyordu. Yani mümkün değildi. Arayıp gelemeyeceğimi söyleseydim telefon numaramı öğrenecekti, daha sonra sorun çıkarabilirdi. Başka birini de gönderemezdim. Hem kimseyi ateşe atamazdım hem de zaten benim yerime geçmeyi kabul edebilecek tek bir arkadaşım bile yoktu. Bu kadar yalnız olmak insana gerçekten tuhaf şeyler yaptırabiliyor. Buse’nin de benim gibi biri olabileceğini düşündüm o an. Umutlandım. Tıraş oldum. Duş aldım. Giyindim. Aynaya son bir kez baktım. Pişman oldum. Ama bunu büyütmedim. Evden çıktım.
20 dakika sonra buluşma yerindeydim. Benim gibi üç adam daha bekliyordu. Çaktırmadan etrafta kamera aramaya başladım. Yarın kendimi Facebook'ta "mallar sürüsü" başlıklı bir fotoğrafta görebilirdim. Fotoğraf başlığını düşünmemle, ne kadar mal olduğumu fark etmem bir oldu. Çiçek almamıştım. Koşarak karşı kaldırıma geçerken neredeyse eziliyordum.
Yerime döndüğümde hala dört kişiydik. Diğer adamlar gözlerini elimdeki çiçeklere dikmişti. Biri oflayarak karşı kaldırıma yürüdü. Diğerleri de onu takip ettiler. Arkalarından pis pis gülerken, hafif bir öksürükle kendime geldim. Gayet alımlı, bakımlı, iyi giyimli, 25 yaşlarında bir kadın, nazik bir sesle "Çağdaş Bey?" dedi.
Tüm kötü senaryolarımın boşa çıkmasıyla yüzüme bir gülümseme yayılırken "Evet," dedim. Buse gülümsemiyordu. Tek kaşı kalkmıştı.
"Adımı söyler misiniz lütfen Çağdaş Bey?"
"B-buse Hanım?"
"Evet, doğru. Doğru Çağdaş Bey olduğunuzdan emin olmak istedim. Yani, olur olur..."
Yüzümdeki salak ifadeden kurtulmak için tekrar gülümseyerek "Haklısınız," dedim, "tanıştığımıza memnun oldum."
Buse uzattığım eli hafif bir gülümseme eşliğinde sıktı, gözlerime baktı ve hiçbir şey demedi. Belki çok yakışıklı birini hayal etmişti. Belki daha zekice bir tanışma bekliyordu. Bilmiyorum. Ama hayal kırıklığına uğradığı belliydi. Yine de insan en azından nezaketen tanıştığına sevindiğini söyler. Elini tutarak biraz daha bekledim. Söylemedi. Güzel görünüşünün altında Buse düpedüz öküz çıkmıştı. İşte bunu gerçekten beklemiyordum.
Elini çekerken "Haydi bir şeyler yemeye gidelim, açlıktan ölüyorum" diyerek döndü ve arkasına bile bakmadan yürümeye başladı. Orada dönüp gitsem belki fark etmeyecekti bile. Yine de yapmadım. Büyüklük bende kalsın dedim. İki adımda yetişip yanında yürümeye başladım. Yetiştiğimi fark edince yüzüme bakıp "Nereye gitsek?" diye sordu. Biriyle yemeğe çıktığı halde yemeği hiç düşünmemiş insanların şapşallığıyla "Bilmem?" dedim.
Buse durdu. Yere bakıp kaşlarını çattı. Saniyeler sessizce geçerken bu kadar seri bir şekilde hayal kırıklığına uğrattığım tek kadının annem olabileceğini düşündüm. Çatık kaşlarını hiç düzeltmeden bakışlarını gözlerime kaydırdığında çok fena fırça yiyeceğimi sandım ama o sadece "Rakı balıkla aran nasıl?" diye sordu. Ne dese kabul edecektim zaten. Yüzündeki ifade yeniden sakin bir gülümsemeye dönüştüğünde yürümeye başladık.
I think I'm paranoid...
And complicated...
Sonraki saatlerde Buse'nin bir şeyler düşünürken kaşlarını çatıp yere baktığını, sağlam içtiğini, beklenmedik cümlelerle şaşırttığını, şaşırttığına şaşırdığını, kolayca iletişim kurabildiğini, esprileri daha tamamlanmadan anladığını, rahatlığıyla rahat hissettirdiğini, konuşmayanları bile konuşturabildiğini ve nefis bir gülümsemeye sahip olduğunu öğrendim. Harika bir gece geçirmiştim. Ayrılırken Buse "Tanıştığımıza memnun oldum" dedi. Bu sayede aslında öküz olmadığını da öğrenmiş bulundum. Bir de sanırım aşık olmuştum.
Bend me, break me anyway you need me
All I want is you...
Birkaç gün sonra yine buluştuk. Sonra yine. Sonra bir de bakmışız, sevgili olmuşuz. Bir de bakmışım, mutluymuşum.
Buse her anlamda iyi hissetmemi sağlıyordu. Dış görünüşümle ilgili kaygılarımı iltifata gerek duymadan, sanki yoklarmış gibi davranarak ortadan kaldırmıştı. Öyle ki, daha fit görünüyor ve daha iyi giyiniyor olduğum için neredeyse kısmetim açılmıştı. Kişiliğimle ilgili zayıf bulduğum yönler onun yanındayken üzerinde hiç konuşmadan, kendiliğinden düzeliyordu. Güçlü hissediyordum. Onun da yardımıyla kendime yeni hedefler koymuştum. O kadar güzel gülüyordu ki, esprili bir adam olduğumu bile düşünmeye başlamıştım. Onun için değişiyor değildim. Sadece o hayatıma girmişti ve ben potansiyelimi kullanmaya başlamıştım.
Bu farkındalıkla birlikte işimde de yükselmeye başladım. Bu mesleğe saygı duymam hiçbir zaman mümkün olmasa da yeni yeni gelişmeye başlayan özgüvenim onu bile iyi yapmamı gerektiriyordu. Bu sayede birkaç ay içinde departman değiştirdim, takım elbise giyip insanlarla yüz yüze görüşmeye başladım ve sağlık sigortacılığından nakliye sigortacılığına geçiş yaptım. Bu alanda da sıradan taşınmalarla değil, müze envanteri ve antikalar gibi değerli, hatta yer yer paha biçilmez eşyalarla ilgilenmeye başladım.
Şimdi dönüp geriye baktığımda Buse'nin beni bu konuda nasıl ustaca yönlendirdiğini daha iyi görüyorum. O olmasa, 4 milyon dolarlık bir tablo çalmak aklımın ucundan geçmezdi.
İki yıllık beraberliğimiz süresince beni hipnotize mi etti, rüyalarıma girip beynime bir düşünce mi yerleştirdi, Jedi mind trick mi yaptı, hiçbir fikrim yok. Sadece bir gün çok zengin olsak ne yapardık diye konuştuğumuzu, ardından soygun planlamaya başladığımızı biliyorum. Tabii planı yapan Buse'ydi, ben sadece taşınma sürecinin detaylarında yardımcı oldum. Şimdi o detayları bile çoktan planlamış olduğunu düşünüyorum. Tek ihtiyacı, planı uygulayacak bir dangalaktı. Onu kıvamına getirmesi de iki yıl sürmüştü.
Bend me, break me, breaking down is easy
All I want is you...
Plana göre, tek yapmam gereken orijinal tabloyu sahtesiyle değiştirmekti. Paketleme işleminde bizzat yer alacaktım. Değerli eşyaların yerleştirileceği kutuları bizzat hazırlatacaktım. Kutulardan birine iki bölme yaptıracak, tablonun mükemmel bir kopyasını bu bölmelerden birine koyacaktım. Taşıma elemanlarından birine sağlam para yedirecek, eşyalar yeni eve götürüldüğünde kutudan sahte tablonun çıkarılacağından emin olacaktım. Oldum da. Üzerime düşen her şeyi yaptım. Ne var ki, taşıma elemanının bir gece önce karısıyla kavga edip kafasına yediği çelik tava sonucunda beyin sarsıntısı geçirmesine engel olamadım. Nakliyatın yapılacağı gün onu hastaneden çıkaramadım, onun yerine gelen elemana da güvenip planı anlatamadım. Sonuçta tek yapabildiğim, delili yok etmek ve eksik kutu götürdüğüm için fırça yemek oldu.
Tabii gerçekleşemeyen bu planın bir de devamı var.
Buse tablonun satışını ayarlamış bile. Alıcı, şehirdeki tek hayvanat bahçesinin müdürü. Sanki etrafında yeteri kadar hayvan yokmuş gibi, hala atlı matlı bir tabloya bir sürü para bayılacak adam. Tabii şüpheci de. Buse'yle anlaşmış ve onun dışında kimsenin bu alışverişe bulaşmasını istemiyor. Biz de bunun için hayvanat bahçesinin en az ziyaret edilen noktasında, en dipte yer alan yaban domuzlarının kafesinin önünde buluşacağız. Ben bir sanat öğrencisi gibi elimde şövale ve boyalarla gideceğim. Buse geldiğinde kağıtlarımın arasına sakladığım tabloyu vereceğim. O alışverişi tamamlayıp hayvanat bahçesinden ayrılacak, ben biraz daha postmodern domuz çizeceğim, üç gün sonra evimde buluşacağız.
Tabii ortada tablo olmayınca planın bu kısmı da gerçekleşmedi. Ama soygundan önceki ve sonraki üç gün boyunca birbirimizi hiç aramamaya karar verdiğimiz için, hayvanat bahçesine gidip haber vermem gerekiyordu. Yerimi almış, yaban domuzlarını izlerken, Buse yanında zebellah gibi iki adamla geldi. Bir an oyuna geldiğini, yakalanmış olduğunu, işimizin bittiğini düşündüm. Ama Buse'nin çatık kaşlarını görünce yanıldığımı anladım. İki yılda öğrendiğim kadarıyla bunlar düşünceli ya da çaresiz değil, düpedüz sinirli bakışlardı. İyice yaklaştıklarında, biraz da sevimli görünmeye çalışarak, ellerimi iki yana kaldırıp omuz silktim. Buse etkilenmedi.
"Tablo nerede lan?!"
Bu tavır, iki yıl boyunca karşılaşmadığım, dolayısıyla öğrenemediğim bir şeydi. Anlam veremedim. Sevimli görünme çabam yerini önce şaşkınlığa, ardından paniğe bırakırken, "Ulan gerizekalı! Bir bok beceremedin di mi?! Alın bunu n'aparsanız yapın!" cümlesi ve elmacık kemiğime inen ilk yumruk kafamdaki anlayış hücrelerini çalıştırmaya başladı. Sevgilimin devasa ağabeylerinden hayatımın dayağını yedim.
Just a perfect day
You made me forget myself
I thought I was someone else...
Sonrası, siz deyin Picasso, ben diyeyim Pollock.
Hastaneye nasıl gittiğimi hatırlamıyorum. Çıkışım ise hayli acı vericiydi, muhtemelen uzun süre unutmayacağım. Polise gitmem tabii ki mümkün olmadı. Sigortamın bu durumu kaza kapsamına almadığı için hastane masraflarımı karşılamaması da cabası. İş yerindekiler gasp edildiğimi sanıyor. Aslında bir yerde, ben de gasp edildiğimi düşünmüyor değilim. Keşke çaldıkları şey para olsaydı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder