Dünya kitlesel panik yapacak, isteri krizlerine girecek yer arıyordu. Yazılan onca senaryonun ve kalitesi giderek kötüleşen onca zombi filminin ardından dünya hükümetleri ortak bir bildiri yayınlayarak, insanları zombi yapmaya neden olan hiçbir bilimsel çalışma yapmayacaklarını beyan etmişlerdi. Herhangi bir deneyin zombilikle sonuçlanması ciddi yaptırımların uygulanmasına neden olacaktı. "Mazallah elimizden bir kaza çıkar" endişesi yaşayan bilim insanları bir süre işi gücü bıraksa da, onlara boşuna maaş ödemek istemeyen devletler kontrolü yeniden ele aldılar. Sonuçta bu zamana kadar hiç gerçek zombi üretilmemişti, insan gibi çalışırlarsa sorun çıkmayacağı belliydi. Rage virüsü gibi şeylerle oynamayacaklardı, bu kadar basit. Hem zaten neden bir insan kıçından virüs uydurmak istesindi ki?
Özellikle, yeni diş macunu ve diş fırçası onaylamak dışında hiçbir şey yapmayan İsviçreli bilim adamlarının endişesi ise tamamen yersizdi. Millet çalışmamak için bahane arıyordu resmen.
Bu karar bir tek Türkiye'yi etkilememişti. Bilim insanından sade vatandaşa kadar herkes dur durak bilmeden çalışıyordu. Kararın onaylanma aşamasında tüm yurtta gösteriler düzenlenmişti. Bir kısım, zombi araştırmalarının Allah'a şirk koşmak olduğunu söylüyor (pankartlar arasında "Yaratamazsın Kel Fatma, Allah Güzel Sen Çirkin" şeklinde bir tane vardı ki, Türkler dahil dünyada hiç kimse buna anlam verememişti); diğerleri ise bilimin sınırlandırılamayacağını, bunların hep hükümet sansürü olduğunu savunuyordu. Duyan da Türkiye'de bilimin ne biçim noktalara geldiğini düşünecekti. Ülkenin tek bilim kuruluşu TÜBİTAK, robot yapmak dışında pek bir çalışmaya imza atmamanın yanı sıra, evrimi bile kabul etmeyen tuhaf bir yerdi. Ne var ki onlar da gelişmeler sonucunda gaza gelmişti. Kurum içi kutuplaşmalar tuhaf noktalara gitmekteydi. O zamana kadar "Elhamdülillah müslümanım" diye kurumdan ihraç edilmekten kurtulan bir kısım bilim insanı açık açık zombi araştırmaları yapmaya başlamıştı. Diğer kesimin halkın tepkisini çekmemek için gizlice düzenlediği sabotajlar sonucunda araştırmalar laboratuarlardan merdiven altlarına kadar inmişti.
Bunlar sorun değildi, çünkü bilim adamlarının hayal gücü de filmlerden gördükleriyle sınırlıydı. Ancak bir kişi vardı ki, bu işe gerçekten gönül vermiş, tüm zombi filmlerini ve dizilerini izledikten sonra, kendi yaratıcılığını da kullanmayı akıl ederek "üstün zombi" teorisi üzerinde çalışmaya başlamıştı. TÜBİTAK'tan sıradışı çalışmaları ve istikrarlı görüşleri nedeniyle ihraç edilen Yelda Şipşirin, evindeki laboratuarda yaptığı deneylerin meyvelerini yemek ve ardından insanların gerdanlarına yumulmak üzereydi.
Bu deneylerin içinde genler, elektrik akımları, GDO'lar, radyoaktifler, termodinamikler, paralel evrenler, yeniden canlandırmalar, motorlar ve sıradan insanın ismini bile duymadığı bir sürü bilimsel kavram yer almaktaydı. Hayvanat bahçesi ve İsmet Usta'nın tamirhanesi arasında bir nokta sayılabilecek ev laboratuarı komşuların da tepkisini çekmekte, ancak Yelda'nın kapıya gelenlere yönelttiği aksi davranışlar sonucunda ayakta kalabilmekteydi. Tabii dedikodular ayyuka çıkmıştı. Bir kısım mahalleli Yelda'nın çöp evde yaşadığını düşünüyor, diğerleri "çılgın bilimciymiş, akıl hastanesinde doğmuş, geceleri sadece bir saat uyuyormuş" şeklinde çeşitli iddialar öne sürüyordu. Tüm mahallenin fikir birliğine vardığı nokta, Yelda'nın akıl hastası olduğu, er ya da geç toplumsal değerlere zarar vereceğiydi. Kendileri yaklaşamadıkları için belediyeyi ve çeşitli hastaneleri arayarak destek istediler.
Belediyenin yol yapımından insan sağlığına vakit ayıramaması, hastanelerin de form doldurup onaylatmak gibi bürokratik engellerle karşılaşması sonucunda 7 ay geçti. Bu süre içinde Yelda çalışmalarını tamamlamış, kendi üzerinde deneyler yapmış ve zombiye dönüşmüştü. Ölüm ve yeniden canlanma arasında geçen sürede beyin hücrelerinin bir kısmını kaybetmişti, bu nedenle kapı kolunun ne işe yaradığını bir türlü hatırlayamıyordu. Sıkıntılı bir şekilde kapının kırılmasını ve eve kurbanların doluşmasını beklerken, diğer deneylerin artıklarıyla beslenmeye ve güçlenmeye devam etti. Sonunda kapıda bir tıkırtı duyuldu. Beklenen an gelmişti.
"Beklenen an" dediğimiz kişi, mahallenin piçlerinden İbrahim Tatlı dışında biri değildi. Arkadaşlarıyla iddiaya girmiş, Yelda Şipşirin'in evine gizlice girip neler olduğunu öğrenecek cengaver olmayı kendi seçmişti. Geçimini hırsızlıkla sağlayan yeğeninden öğrendiği kapı açma yöntemlerinin onu bir dizi kesici ve öğütücü dişle karşılaştıracağını da elbette bilemezdi.
Yelda ve İbrahim mahalleliye saldırmaya başladığında silahlar çekildi, kafa travmaları için harekete geçildi ama filmlerden öğrenilen her şey nafileydi. Yelda Şipşirin imzalı üstün zombiyi yenilmez yapan element, modifiye edilmiş uçucu gazlardı. Omurilik soğanına tava indirildiğinde gazlar diz kapağının güvenli bölgelerine kaçıyor, beyne giren kurşun sonucunda midenin ücra köşelerine saklanıyorlardı. İşin tuhafı, zombiler filmlerdeki gibi aptal da değildi. İnsan etine duydukları açlık olmasa hayatlarına gayet devam edebilirler, hatta milletvekili bile olabilirlerdi. Bu nedenle alnından vurulan İbrahim Tatlı'nın Dom Dom Kurşunu'nu söylemeye başlaması Yelda'ya hiç tuhaf gelmemişti. İbrahim vurulduktan sonra sadece biraz yavaşladı, ah dedi ağladı, yaresini bağladı, bir de üstüne "Gel gel gümle gel böğrüme dom dom kurşunu" diyerek meydan okudu.
Mahalleli şaşkındı. Hemen marketi yağmalayıp evlerine döndüler ve uzun süre kapıyı kimseye açmadılar. Tabii bu arada birkaç kurban da vermiş bulundular. Zombiler diğer mahallelere ve semtlere akın ederken, Yelda Şipşirin eseriyle gurur duymaktan kendini alamıyordu.
Kısa sürede İstanbul ve hatta Türkiye sınırlarını aşan zombi sorununa ilk çözüm A.B.D Savunma Bakanlığı'ndan değil, lokantacı Rasim Usta'dan geldi. Besini tükenen halk açlıktan kırılırken, Rasim Usta kepenklerini indirdiği lokantasının et dolu buzluğuyla uzun süre yaşayabilirdi. Ancak insanlar mahalleyi üç öğün saran taze et kokusuna daha fazla karşı koyamayacaktı. Bir yandan zombiler, diğer yandan canlılar saldırınca kepenkler de fazla dayanamadı. Tek kişiye hizmet eden lokanta bir anda eski, tıka basa günlerine dönüverdi. Et stokları hızla tükeniyordu ve insan hala insandı. Müşteriler kalabalıktan ve servis kalitesinden şikayet etmeye başlamıştı bile. Tüm emeğine rağmen mızmızlanan müşteriye sinirlenen Rasim Usta, "yok öyle üç liraya beş köfte" anlayışıyla ocağa bir iki tane de zombi attı. Sonuç mükemmeldi. Hem uçucu gazların ateşle teması zombilik etkilerini ortadan kaldırıyor hem de çürümüş et yiyen müşteriler basit gıda zehirlenmesi nedeniyle ölüyorlardı. Rasim Usta elbette yakında dükkanı kapatmak zorunda kalacaktı ama olsundu. En azından bunca yıllık lokantacılık hayatında biriktirdiği öfkeyi, hep hayalini kurduğu zehirli et sayesinde dışa vurmuştu. Birkaç mıymıntı müşteri öldükten sonra lokum gibi bir adam olmaması için neden kalmamıştı. Ayrıca başka semtte dükkan açardı, zombi pişirdiğini kim bilecekti? Sağlık Bakanlığı mı kalmıştı allasen?
Zombilerin yakılarak öldürülebildiği haberi kısa sürede tüm dünyaya yayıldı. Karantinaya alınan şehirler, Napalm stoklarının ilk kez etkin bir şekilde kullanılması derken, zombi sorunu Asya ve Avrupa kıtalarındaki nüfusun 3'te 1'inin imha edilmesiyle çözüldü. Ne var ki, hükümetlerce verilen ortak karar bir kere bozulmuştu. Üstelik kimse hangi bilim adamını cezalandıracağını da bilemiyordu. Olayın Türkiye'de patlak verdiği belliydi ama TÜBİTAK sorumluluğu üstlenmek istese de "ya yapma hocam, saçma sapan konuşma" diyerek susturulmuştu.
Hükümetler yeniden bir araya gelip nerede yanlış yaptıklarını tartıştılar. İnsanların kendi hallerine bırakıldıkları zaman dizilerle ve filmlerle yetindiklerini göz önünde bulundurarak zombi araştırmaları yasağını kaldırdılar. Karar işe yaramıştı. Hiçbir bilim insanı zombi yapmakla ilgilenmiyordu; mevcut hastalıklara çare bulmak, uzay araştırmaları yapmak ve diş macunu geliştirmek hem daha ilginçti hem de daha çok kazandırıyordu.
Her şey normale dönmüştü. Ta ki hükümetler bir araya gelip ortak bir kararla vampir araştırmalarını yasaklayana kadar...