29 Ekim 2012 Pazartesi

pasta

yemek blogları oluyor ya hani, böyle çok iştah açıcı görünen yemekler yapıyorlar, çok şık fotoğraflarını çekiyorlar falan. dün akşam anladım ki, bu blog hiçbir zaman onlardan biri olamayacak.

biyolojik silah (temsili resim)

ripley'nin uzay boşluğuna çekilmiş evladı gibi görünen bu şey aslen bir pasta. pandispanyanın nasıl öyle parçalandığını, krem şantinin nasıl genleşmeye devam ettiğini bir türlü anlayamadım. belki mutfağımın bir yerlerinde önceki deneylerden uranyum kalmıştır, emin olamıyorum.

bu arada, sofi okumayı öğrendi. şu anda sadece ingilizce okuyabiliyor, iki hafta içinde türkçe de öğretmeyi planlıyorum.

tam bir entelektüel

19 Ekim 2012 Cuma

Bir Zombi Hikayesi

Dünya kitlesel panik yapacak, isteri krizlerine girecek yer arıyordu. Yazılan onca senaryonun ve kalitesi giderek kötüleşen onca zombi filminin ardından dünya hükümetleri ortak bir bildiri yayınlayarak, insanları zombi yapmaya neden olan hiçbir bilimsel çalışma yapmayacaklarını beyan etmişlerdi. Herhangi bir deneyin zombilikle sonuçlanması ciddi yaptırımların uygulanmasına neden olacaktı. "Mazallah elimizden bir kaza çıkar" endişesi yaşayan bilim insanları bir süre işi gücü bıraksa da, onlara boşuna maaş ödemek istemeyen devletler kontrolü yeniden ele aldılar. Sonuçta bu zamana kadar hiç gerçek zombi üretilmemişti, insan gibi çalışırlarsa sorun çıkmayacağı belliydi. Rage virüsü gibi şeylerle oynamayacaklardı, bu kadar basit. Hem zaten neden bir insan kıçından virüs uydurmak istesindi ki?

Özellikle, yeni diş macunu ve diş fırçası onaylamak dışında hiçbir şey yapmayan İsviçreli bilim adamlarının endişesi ise tamamen yersizdi. Millet çalışmamak için bahane arıyordu resmen.

Bu karar bir tek Türkiye'yi etkilememişti. Bilim insanından sade vatandaşa kadar herkes dur durak bilmeden çalışıyordu. Kararın onaylanma aşamasında tüm yurtta gösteriler düzenlenmişti. Bir kısım, zombi araştırmalarının Allah'a şirk koşmak olduğunu söylüyor (pankartlar arasında "Yaratamazsın Kel Fatma, Allah Güzel Sen Çirkin" şeklinde bir tane vardı ki, Türkler dahil dünyada hiç kimse buna anlam verememişti); diğerleri ise bilimin sınırlandırılamayacağını, bunların hep hükümet sansürü olduğunu savunuyordu. Duyan da Türkiye'de bilimin ne biçim noktalara geldiğini düşünecekti. Ülkenin tek bilim kuruluşu TÜBİTAK, robot yapmak dışında pek bir çalışmaya imza atmamanın yanı sıra, evrimi bile kabul etmeyen tuhaf bir yerdi. Ne var ki onlar da gelişmeler sonucunda gaza gelmişti. Kurum içi kutuplaşmalar tuhaf noktalara gitmekteydi. O zamana kadar "Elhamdülillah müslümanım" diye kurumdan ihraç edilmekten kurtulan bir kısım bilim insanı açık açık zombi araştırmaları yapmaya başlamıştı. Diğer kesimin halkın tepkisini çekmemek için gizlice düzenlediği sabotajlar sonucunda araştırmalar laboratuarlardan merdiven altlarına kadar inmişti.

Bunlar sorun değildi, çünkü bilim adamlarının hayal gücü de filmlerden gördükleriyle sınırlıydı. Ancak bir kişi vardı ki, bu işe gerçekten gönül vermiş, tüm zombi filmlerini ve dizilerini izledikten sonra, kendi yaratıcılığını da kullanmayı akıl ederek "üstün zombi" teorisi üzerinde çalışmaya başlamıştı. TÜBİTAK'tan sıradışı çalışmaları ve istikrarlı görüşleri nedeniyle ihraç edilen Yelda Şipşirin, evindeki laboratuarda yaptığı deneylerin meyvelerini yemek ve ardından insanların gerdanlarına yumulmak üzereydi.

Bu deneylerin içinde genler, elektrik akımları, GDO'lar, radyoaktifler, termodinamikler, paralel evrenler, yeniden canlandırmalar, motorlar ve sıradan insanın ismini bile duymadığı bir sürü bilimsel kavram yer almaktaydı. Hayvanat bahçesi ve İsmet Usta'nın tamirhanesi arasında bir nokta sayılabilecek ev laboratuarı komşuların da tepkisini çekmekte, ancak Yelda'nın kapıya gelenlere yönelttiği aksi davranışlar sonucunda ayakta kalabilmekteydi. Tabii dedikodular ayyuka çıkmıştı. Bir kısım mahalleli Yelda'nın çöp evde yaşadığını düşünüyor, diğerleri "çılgın bilimciymiş, akıl hastanesinde doğmuş, geceleri sadece bir saat uyuyormuş" şeklinde çeşitli iddialar öne sürüyordu. Tüm mahallenin fikir birliğine vardığı nokta, Yelda'nın akıl hastası olduğu, er ya da geç toplumsal değerlere zarar vereceğiydi. Kendileri yaklaşamadıkları için belediyeyi ve çeşitli hastaneleri arayarak destek istediler.

Belediyenin yol yapımından insan sağlığına vakit ayıramaması, hastanelerin de form doldurup onaylatmak gibi bürokratik engellerle karşılaşması sonucunda 7 ay geçti. Bu süre içinde Yelda çalışmalarını tamamlamış, kendi üzerinde deneyler yapmış ve zombiye dönüşmüştü. Ölüm ve yeniden canlanma arasında geçen sürede beyin hücrelerinin bir kısmını kaybetmişti, bu nedenle kapı kolunun ne işe yaradığını bir türlü hatırlayamıyordu. Sıkıntılı bir şekilde kapının kırılmasını ve eve kurbanların doluşmasını beklerken, diğer deneylerin artıklarıyla beslenmeye ve güçlenmeye devam etti. Sonunda kapıda bir tıkırtı duyuldu. Beklenen an gelmişti.

"Beklenen an" dediğimiz kişi, mahallenin piçlerinden İbrahim Tatlı dışında biri değildi. Arkadaşlarıyla iddiaya girmiş, Yelda Şipşirin'in evine gizlice girip neler olduğunu öğrenecek cengaver olmayı kendi seçmişti. Geçimini hırsızlıkla sağlayan yeğeninden öğrendiği kapı açma yöntemlerinin onu bir dizi kesici ve öğütücü dişle karşılaştıracağını da elbette bilemezdi.

Yelda ve İbrahim mahalleliye saldırmaya başladığında silahlar çekildi, kafa travmaları için harekete geçildi ama filmlerden öğrenilen her şey nafileydi. Yelda Şipşirin imzalı üstün zombiyi yenilmez yapan element, modifiye edilmiş uçucu gazlardı. Omurilik soğanına tava indirildiğinde gazlar diz kapağının güvenli bölgelerine kaçıyor, beyne giren kurşun sonucunda midenin ücra köşelerine saklanıyorlardı. İşin tuhafı, zombiler filmlerdeki gibi aptal da değildi. İnsan etine duydukları açlık olmasa hayatlarına gayet devam edebilirler, hatta milletvekili bile olabilirlerdi. Bu nedenle alnından vurulan İbrahim Tatlı'nın Dom Dom Kurşunu'nu söylemeye başlaması Yelda'ya hiç tuhaf gelmemişti. İbrahim vurulduktan sonra sadece biraz yavaşladı, ah dedi ağladı, yaresini bağladı, bir de üstüne "Gel gel gümle gel böğrüme dom dom kurşunu" diyerek meydan okudu.

Mahalleli şaşkındı. Hemen marketi yağmalayıp evlerine döndüler ve uzun süre kapıyı kimseye açmadılar. Tabii bu arada birkaç kurban da vermiş bulundular. Zombiler diğer mahallelere ve semtlere akın ederken, Yelda Şipşirin eseriyle gurur duymaktan kendini alamıyordu.

Kısa sürede İstanbul ve hatta Türkiye sınırlarını aşan zombi sorununa ilk çözüm A.B.D Savunma Bakanlığı'ndan değil, lokantacı Rasim Usta'dan geldi. Besini tükenen halk açlıktan kırılırken, Rasim Usta kepenklerini indirdiği lokantasının et dolu buzluğuyla uzun süre yaşayabilirdi. Ancak insanlar mahalleyi üç öğün saran taze et kokusuna daha fazla karşı koyamayacaktı. Bir yandan zombiler, diğer yandan canlılar saldırınca kepenkler de fazla dayanamadı. Tek kişiye hizmet eden lokanta bir anda eski, tıka basa günlerine dönüverdi. Et stokları hızla tükeniyordu ve insan hala insandı. Müşteriler kalabalıktan ve servis kalitesinden şikayet etmeye başlamıştı bile. Tüm emeğine rağmen mızmızlanan müşteriye sinirlenen Rasim Usta, "yok öyle üç liraya beş köfte" anlayışıyla ocağa bir iki tane de zombi attı. Sonuç mükemmeldi. Hem uçucu gazların ateşle teması zombilik etkilerini ortadan kaldırıyor hem de çürümüş et yiyen müşteriler basit gıda zehirlenmesi nedeniyle ölüyorlardı. Rasim Usta elbette yakında dükkanı kapatmak zorunda kalacaktı ama olsundu. En azından bunca yıllık lokantacılık hayatında biriktirdiği öfkeyi, hep hayalini kurduğu zehirli et sayesinde dışa vurmuştu. Birkaç mıymıntı müşteri öldükten sonra lokum gibi bir adam olmaması için neden kalmamıştı. Ayrıca başka semtte dükkan açardı, zombi pişirdiğini kim bilecekti? Sağlık Bakanlığı mı kalmıştı allasen?

Zombilerin yakılarak öldürülebildiği haberi kısa sürede tüm dünyaya yayıldı. Karantinaya alınan şehirler, Napalm stoklarının ilk kez etkin bir şekilde kullanılması derken, zombi sorunu Asya ve Avrupa kıtalarındaki nüfusun 3'te 1'inin imha edilmesiyle çözüldü. Ne var ki, hükümetlerce verilen ortak karar bir kere bozulmuştu. Üstelik kimse hangi bilim adamını cezalandıracağını da bilemiyordu. Olayın Türkiye'de patlak verdiği belliydi ama TÜBİTAK sorumluluğu üstlenmek istese de "ya yapma hocam, saçma sapan konuşma" diyerek susturulmuştu.

Hükümetler yeniden bir araya gelip nerede yanlış yaptıklarını tartıştılar. İnsanların kendi hallerine bırakıldıkları zaman dizilerle ve filmlerle yetindiklerini göz önünde bulundurarak zombi araştırmaları yasağını kaldırdılar. Karar işe yaramıştı. Hiçbir bilim insanı zombi yapmakla ilgilenmiyordu; mevcut hastalıklara çare bulmak, uzay araştırmaları yapmak ve diş macunu geliştirmek hem daha ilginçti hem de daha çok kazandırıyordu.

Her şey normale dönmüştü. Ta ki hükümetler bir araya gelip ortak bir kararla vampir araştırmalarını yasaklayana kadar...

sofi

sevgili yavrumuz sofi (kendisi aslen bir kedi olmakla birlikte ara sıra tavşan veya sincaba da dönüşebiliyor) 3-4 hafta kadar süren ve bizi umutsuzluklara gark eden sokak maceralarının ardından yuvasına döndü. geldiğinde tek tek basaraktan, sek sek sekerekten yürüyordu ki, kısa sürede bunun kalça kırığı olduğunu öğrendik. tek bacağın sağından girip solundan çıkan köpek dişi iziyle birlikte hayli şenlikli zamanlar geçireceğimizi de çoktan anlamıştık.

veteriner bu arkadaşın fazla hareket etmemesi, hatta kutusundan çıkmaması gerektiğini söyledi. ardından sofi "the space cat" dünyanın kalan kısmından izole edilmiş, günlerini bir odada tek başına geçirir olmuştu. ancak kapu "the big brother" odada neler olduğunu ziyadesiyle merak etmekte, kapı önü turlarında miyavlama kanonları bestelemekteydi. ayrıca odadaki yatak sofi'nin hareketini kısıtlamak bir yana, hayvancağızı adeta hoplayıp zıplamaya teşvik ediyordu.

bu nedenle sofi mekan değiştirerek banyoma taşındı. onunla birlikte ben de zamanımın büyük bölümünü oturma odası yerine banyoda geçirmeye başladım. turuncu polar battaniye veya banyo paspası üzerinde insanın bütün elektriğini alabilecek zamanlar geçiriyoruz. çünkü bebekliğinden beri insanlardan sevgi dışında bir tepki görmemiş olan bu tavşan kılıklı, kendisini okşayan ele patisiyle dokunmak, uzanan kolu kucaklamak, banu alkan pozlarında gerinmek, karnını sevdirmek gibi hoş temassal özelliklere sahip.

dün akşama kadar banyo dışında bir dünyadan habersizdi ve nedense keşfe çıkmak için hiçbir hamle yapmamıştı. ne var ki, sevdiceğim gelince kedimizin oidipus kompleksi ortaya çıktı. birbirimize sarıldığımızda bacaklarımıza sürünüp miyavlamalar, evren'in ardından banyodan çıkmaya çalışmalar... daha bebekken annesinin kucağından alınıp evren'in şefkatli kucağına bırakılınca böyle oluyor. o gidince yine bana kaldı tabii zibidi. şimdi oyuncağı falan da yok, küçücük bir yerde yiyip içip yatıyor zavallım. sıkılmasın diye yanına bir kitap bırakacağım ve okumayı öğreteceğim galiba. sonuçta isminin uzun hali "sophisticat", neden olmasın?

13 Ekim 2012 Cumartesi

sesler, yüzler

acilen kat etmem gereken kısa bir mesafe için taksiye bindim. yolcuğumuz 5 dakika kadar sürdü. taksici amca oldukça paylaşımcıydı.

nereli olduğumu sordu. kendisi "güller şehri ısparta'dan" geliyormuş. bilir miydim ısparta'nın gülleriyle ünlü olduğunu? evet, biliyordum.

sonra müzik başladı. radyo değil, cd'ymiş. sanatçımız sibel can. bilir miydim sibel can'ı? evet. sever miydim? hayır.

peki orhan gencebay?
yok. çocukluğumdan bilirim ama dinlemem.
ceylan?
ı-ıh. aslına bakarsanız ben metal dinliyorum.
kısa bir duraklama... ferdi tayfur?
hayır.

ama taksiciye göre ferdi tayfur dinlemeliydim yine de. şarkıyı değiştirdi, sesini iyice açtı. şu anda sözlerini hatırlamıyorum. genizden gelen hafif bayık ses hala aklımda. sanırım hayatı boyunca çektiği acıları sembolize ediyor. aşk acısı, fakirlik, kadere isyan... hepsi zor bunların.

rahatsız edici sesler aklıma sürekli karşı apartmanda oturan bir çift komşuyu getiriyor. onların sesini her duyduğumda merakla cama çıksam da henüz nasıl bir yüze ve gırtlak yapısına sahip olduklarını görebilmiş değilim. anne ve ergen çocuğu olabilir bunlar. anne karakteri sinirlenip bağırmaya başladığında gırtlağı parçalanacak gibi hissediyorum. nasıl çatallı, nasıl bet bir ses... black metal vokalistleri yanında halt etmiş. oğlu ise o ses ve tonlamayla tam bir çirkef gay. henüz bir erkekle beraber olmamışsa bile ilk adımı sesiyle atmış, belki öfkesi bundan. gırtlağın arka tarafından, buruna yakın bir yerlerden çıkan yağ gibi kaygan bir ses bu. vurgular hep kelimenin sonunda, sürekli bir şikayet havasında. çok bağırdığı zaman detone oluyor, cümle sonlarında (yaağĞIIIII!) çatallanan bir sopranoyla karşılaşıyoruz. iki ses de o kadar kötü ki, kadın gözlerimin önüne paçavralar giymiş, saçları doğal rastalı bir kağıtçıyı getiriyor. erkeğin ise saçları açık kumral ve dalgalı, yanakları göbeği kadar etli. gözlerinde fatih ürek baygınlığı var. belki biraz da nicholas cage.

lisedeyken tuvalette sigara içen kızlardan çok rahatsız olduğumu hatırlıyorum. en köşedeki tuvalete dört kız doluşur, macera ihtiyaçlarını tek bir sigarayla giderirlerdi. tuvaletin duman altı olmasını sorun etmezdim. ama bazen tüm tuvaletler dolu olurdu ve çişini bile yapmayan insanları beklemek zorunda kalırdım. ayrıca o kabin doluyken sürekli kapıyı çalarak sakin sakin işeyen kızları rahatsız etmelerine de sinir olurdum. sonra bir gün onlara en azından bir kez sigara içirmemeye karar verdim.

ders bittiğinde neredeyse koşarak tuvalete gittim ve bu kızların kullandığı kabine çöreklendim. birkaç dakika sonra gelip kapıyı çalmaya başladılar. önce sakin bir sesle "dolu" dedim. devam edince sesimi biraz yükseltip "doluuuu" diye cevap verdim. ama durmadılar.

and i released the kraken...

boğazımdan "KES LAN!" kelimeleriyle çıkan ses beni bile şaşırtmıştı. o sesten sonra travestiliğe kadar yolum vardı diyeyim, dışarıdakilerin "bu kim ya?" deme nedeni anlaşılsın. tenefüsün bitmesine 2-3 dakika kala, artık sessizleşmiş olan tuvaletten çıktım. tabii kimse oradan kısa boylu, zayıf, pis bakışları dışında neredeyse sevimli sayılabilecek birinin çıkmasını beklemiyordu. ağzıma sıçacaklarını söylediler, psah yapıp devam ettim.

aynı gün bahçede servise doğru yürürken bu kızlar ve ekürilerinin sınıf penceresinden beni gösterdiklerini fark ettim. ne de olsa güvenli uzaklıktaydım, hemen bir orta parmak çıkardım. yine küfürler, tehditler... ciddi ciddi bir ara toplanıp dalacaklarını düşünüyordum ama hiç bulaşmadılar. belki önemsememişlerdir. belki de okulda beni tanıyan birkaç kişinin "psikopat o" demesi etkili olmuştur. eğer öyleyse, haksız sayılmazlar. havlayan köpeğin nadiren ısırdığı doğru. ama ben o kadar sessiz ve o kadar metalciydim ki, birileri "ailesini pişirip yemiş" diye dedikodu çıkarsa inanmamak için bir neden bulamazlardı. oysa ne kadar da zararsızdım.

o gün bugündür sessiz savunma mekanizmalarına saygım büyüktür. hürmetler.

9 Ekim 2012 Salı

bu aralar

bir tarafını yayıp paso kitap okumak, arada da bir şeyler yazmak çok kebap iş. iyi ki yıllardır bunu yapıyormuşum. bugün mesela bir değişiklik olsun diye birkaç spor hareketi yaptım (sonucunda hareketin kralını gördüm) ve yaklaşık dört aydır ertelediğim toz alma merasimini gerçekleştirdim (mobilyalarım beyazmış meğer).

insanlar bir süredir kilo aldığımı ve normal göründüğümü söylüyordu. ben sadece dizlerime kadar inen selülitleri fark etmiştim. yine de ısrarlara dayanamayarak (bazı durumlarda "kilo aldın" cümlesi ısrar anlamı taşır) yıllar sonra tartıya çıkmış bulundum. evet, son dört yılda 7 kilo kadar almışım. hatta bunu dört yıla yaymaya gerek yok, muhtemelen ilk adımı yemek yapmaya başladığım zaman attım. o tartı bana şimdiye kadar hiç 45 üstü bir rakam göstermemişti. ne var ki pilleri bitesice, devreleri yanasıca gibi şeyler söyleyemiyorum. kendim ettim, kendim buttum.

işte selülit kısmı biraz canımı sıkıyordu. ben de uzman tv'den evde nasıl spor yapılacağını öğrendim, bugün uyguladım. bacaklarım ağrıyor şu anda. eğilip doğrulurken guns n' roses dinliyordum. axl rose'un jungle king'den burger king'e dönüşmesi, o sahnelerde at gibi koşturan cillop gibi adamın bile dobiş olabilmesi bana ne kadar boş işlerle uğraştığımı gösteriyordu. yarın aynı hareketleri yine yapabilirim, emin değilim. ama yaşlanıyoruz vesselam. 32'ye girmeye kaç gün kaldı şunun şurasında.

toz alma konusundaki hislerimi ise tarif etmem zor. tozun büyük bölümünün insan derisi artıkları olduğunu düşünürsek, kendimi evden temizlemenin hafif bir ürküntü verdiğini söyleyebilirim. tabii sadece felsefi bir dokunuş için, yoksa kim korkar iki parmak tozdan? ama çok sıkıcı iş valla. hem birkaç gün sonra bir de bakıyorsun, aldığın tozun hayrını görememişsin bile.

ekim ve kasım doğum günü overdose ayları. hediye almak konusunda hiçbir zaman başarılı olamadım. enteresandır, biriyle iki saat oturup konuşsam ne kadar süre emzirildiğine kadar tahmin edebilecek kadar empatik (yoksa analitik mi demeliyim?) biriyim ama konu hediye almaya gelince elim kolum bağlanıyor. aklım alınıp satılabilecek şeyler değil de bir pişmanlığıyla yüzleşme fırsatı vermeye falan gidiyor. öyle hediye mi olur lan? oysa insan sami gibi olmalı. her özel günde, kim olursa olsun, bir çeyrek altın alacaksın. mis.

dün gece babama hediye almak yerine hikaye yazmak geldi aklıma. henüz kayda değer bir şey bile yazmamışken gözlerim doldu. bu adama karşı neden böyleyim bilmiyorum. ne zaman içten bir şeyler söyleyecek olsak, ikimizin de aklına bunca zaman birbirimizi ne kadar kırdığımız geliyor sanırım. o baba olduğu için ağlamıyor. on yıldan uzun süredir gayet iyi anlaşıyoruz aslında, sadece mazi gönlümüzde yaredir.

babama aldığım en fiyasko hediyelerden biri gömlekti sanırım. kardeşimin giyebileceği kadar küçükmüş meğer. adama o göbeği yakıştıramadım mı, şekli şemali gözüme çarpmadı mı bilemiyorum. en son bir şort almıştım. onu da sözde değiştirecekti ama üşengeçlikten sadece giymemeye karar verdi galiba.

bir de tüm bunların yanı sıra "keşke bilim adamı olsaydım" diyorum. matematiği beceremeyince fizik, kimya, biyoloji de yalan oldu. böyle şeyler biliyor olsaydım dizimdeki döküntüyü kendi kendime tedavi edebilirdim. bazı durumlarda doğru ilacı bulabiliyorum ama dizim konusunda şimdiye kadar yaptıklarım kızarıklığı büyütmek ve üzerinde kırmızı noktalar çıkarmak dışında bir işe yaramadı. doktorun da söyleyeceği şey "egzama olmuşsunuz, ilacı bir hafta kullanıp kontrole gelin" olacak. sırf doğru ilacı bulamadığı için insanın doktora gitmesi çok sıkıcı. ama adam matematik biliyor işte, yapacak bir şey yok.

savaş üzerine bir bahis sitesi açmak istiyorum bu aralar. zamanını, ilk olarak hangi ülkeler arasında başlayacağını ve olası ittifakları sorasım var. doğru tahmin eden kişiye sığınağa koyması için 20 kutu konserve (büyük boy) vermeyi planlıyorum, benim de maddi gücümün bir sınırı var. hşş, illuminati! beni de aranıza alın lan! bahis sitesini açtıktan sonra parayı toparlarım, dernek aidatlarımı düzenli öderim, valla bak.