taksim'de gönül rahatlığıyla yürümemizi sağlayacak inşaat başladığında, türk halkından indiana jones klonları yaratmaya çalıştıklarını fark etmemiştim. oysa işin içinde akrobatik saltolarla bezeli maceralar, kayıp şehirlere ilerleyen kazılar ve kutsal boru hatları varmış. zannedersem tek eksiğimiz hazineydi.
iki hafta önce florya dolmuşlarının yeri değişti. çok büyük bir değişiklik sayılmaz, sadece karşı kaldırıma alındı. ama ben bu cümlenin 5-10 metre yerine 25 kilometreyi kapsadığını henüz bilmiyordum.
geçen sefer karşı kaldırıma geçmek için araç yolunu kullanmam gerekmişti. tek şeride indiği için zaten zar zor ilerleyen trafiği daha fazla engellemek istemiyordum. ayrıca iyice daralmış araç yolunun kenarından yürümek, diğer kenardaki vadilerden uzak durmaya çalışan bir sürücünün sağ koluma yan ayna dövmesi yapmasına sebep olabilirdi. velhasıl kelam, farklı bir yol denemeye karar verdim.
beşiktaş dolmuşundan indikten sonra meydana gitmek yerine gezi parkına, nam-ı diğer talimhane'ye doğru dümdüz ilerledim. otobüslerin gittiği yol uçsuz bucaksız paravanlarla çevrelenmişti. meydana yakın bir yerlere ulaşmak için sola doğru yürüdükçe sağda uzanan parkın içine çekiliyordum. fizik kuralları alt üst olmuş gibiydi. paravanları izlemek dışında bir şansım yoktu. 5 dakika sonra, diğer deneklerle birlikte labirentte kaybolmuştum.
mekanı daha önceden de pek bilmezdim ama sanırım eskiden adım başı köfteciyle karşılaşılmıyordu. daha sonradan anladığım üzere, köftecilerin ve kestanecilerin bir kısmı labirentte 1-2 hafta önce yollarını kaybetmiş ve park içinde kendilerine yeni bir hayat kurmak zorunda kalmış talihsizlerdi. başlangıçta parkta yaşayan kedi ve köpekleri hammadde olarak kullanmış, sağlık problemleri baş gösterince helikopterle aşağı bırakılan et ve sebzelere dönüş yapmışlardı. kestanecilerin ise hala at kestanesi kızarttıklarından şüpheleniyorum.
parkta yolunu bulmaya çalışan onlarca denek birbirine çıkış yolunu soruyordu. en acıklısı da ellerinde bavullarıyla dolaşan turistlerdi. zavallıların "how can i go to sultanahmet?" diye soracak kadar bile halleri kalmamıştı. her adımda yüzlerimizdeki umutsuzluk artıyor, gözlerimizin feri bir parça daha sönüyordu.
sadece karşı kaldırıma geçmek amacıyla çıktığım yol, giderek bir hayatta kalma mücadelesine dönüşmekteydi. allah hepimizin sonunu hayır etsindi. amin.
ağaçların oluşturduğu serin gölge, içinden çıkılamadığı için post-apokaliptik bir tehdit unsuru gibi görünüyordu. çalıların arasından fırlayıp saldıracak mutasyona uğramış hayvancıklar beklentisi içindeydim. neredeyse annemi arayıp beni beklememesini söyleyecektim. dudaklarım titrerken hayata, diğer deneklere ve aileme elveda dememek için kendimi zor tutuyordum.
ilerledikçe artan laboratuar faresi hissiyatı, harbiye sınırlarına ulaşıp ufak bir açıklık görmemle yerini özgürlük neşesine bıraktı. ama yolculuğum henüz bitmemişti ve beni yeni tehlikeler bekliyordu.
sonunda yine araç yolundan geçerek de olsa karşı kaldırıma ulaşmıştım. çok gerekmediği halde bazı yerlere "yayalar için mecburi istikamet" tabelaları yerleştirilmişti. anladığım kadarıyla bu tabelalar ara sokakları gösteriyor, yayalara "buradan yürüyeceğinize paralel yolu kullanın, daha oraya girmedik" demeye çalışıyorlardı. bulunduğum sokakta yürüyen ve deneyimli görünen birkaç insanı takibe aldım. fakat o da nesi? etrafa bakarken onları kaybetmeyeyim mi?! gördüğüm ilk mecburi istikamet tabelasını izleyerek dar bir aralıktan girdim.
oysa hislerimi dinlemeliydim. eğer bir aralık sadece göbeği 100 kilo olan bir bireyin geçebileceği kadar geniş değilse, geçmek için yapılmamıştır. bunu bilmeliydim işte.
bilinçsizliğim beni inşaat alanı isimli yepyeni bir dünyaya ulaştırmıştı. karşımda bir buldozer vardı. kaybettiğim insanlar ise sol tarafımda, araç yolunda yürümekteydiler. kaygan kumlar, tıkırdayan çakıllar, fantastik renklere bürünmüş perukçular ve buldozer arasında kalmıştım. geri dönemezdim. fazla renkli olduğu için hiçbir perukçuya sığınamazdım. tek tek basarak, yeri geldiğinde sek sek sekerek ilerlemeye devam etmek zorundaydım. kaldırımdan geriye kalan parçalar üzerinde akrobasi yeteneklerimi sergilerken, "bir kamçı gerçekten işime yarayabilirdi" diye düşünüyordum.
ufukta sarı dolmuşları gördüğümde kurtuluşun yakın olduğunu anlamıştım. dönüşte neler olacağını düşünmeden, umutla gülümsedim.
her şey taksim'de rahat yürümemiz içindi. öyle bir talebimiz olmamıştı ama sonuçta biz ne bilirdik ki?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder