21 Temmuz 2010 Çarşamba

doğal seleksiyon vs. unicef

bu akşam da tünel'den taksim'e yürürken yolum yardımsever aktivistler tarafından kesildi. unicef çocuklara yardım etmemi istiyordu. (şu anda aklıma david ogilvy'nin "you can't bore people into buying" sözü geldi.) çocukları sevmediğimi söyledim. elbette bu kadarla kurtulamayacaktım, nedenini öğrenmek ve beni sevmesem de yardımcı olmaya ikna etmek isteyeceklerdi. hem belki o çocuklar açlıktan ölmek yerine sevebileceğim yetişkinlere de dönüşebilirlerdi. yani beni illa konuşturacaklardı.

çoğalmalarından hoşlanmadığımı söyledim.
biz de hoşlanmıyoruz ama hazır doğmuşken de ölmesinler dediler.
ölmelerinin benim için bir sakıncasının olmadığını, doğal seleksiyonu desteklediğimi söyledim.
yani şimdi buradaki herkes ölse... dediler.
yer açılırdı, fena olmazdı, diye cevap verdim.
öldürebilir miydin onları diye sordular.
saçmalamayın, dedim, ama yaşamaları için de bir şey yapacak değilim.

birbirimize veda ettik, yürümeye devam ettim. daha on adım atmıştım ki, başka bir unicef gönüllüsü elindeki kağıtları burnuma soktu.
az önce arkadaşlarıyla konuşup doğal seleksiyonu savunduğumu söyledim.

yemek yemem için somalili aç çocuklarla duygu sömürüsü yapılan bir evde büyüdüm. çok üzülüyordum onlar için. tabağımdaki yemeği seve seve onlarla paylaşırdım. sonra, kilom pek değişmediyse de büyüdüm. hayatlarını sürdürebilecek kadar yiyecek veya su bulamayan, sefaletten kırılan insanların çoğalmaya devam ettiklerini gördüm. bu sadece sefil ülkelerde değil, benim ülkemin doğusunda, benim yaşadığım şehirde, benim sokağımda da oluyordu. ne de olsa allah onun da rızkını verirdi, unicef ona da yardım ederdi.

dünya yardımseverlerle ve vicdanı sömüren dilencilerle ve açlıktan ölen milyonlarca insanla dolu sefil bir yerdi. ama herkesin bulunduğu durum için mutlaka geçerli bir nedeni vardı.

aslında çocukları sevmiyor değilim. onlar için çoğu zaman o kadar endişeleniyorum ki, içimdeki tüm anaç duyguları bu yüzden öldürmüş olma ihtimalim bile var. kimse çocuk yapmasın da demiyorum, bir felaketle karşılaşmadıkça o çocuğu kendilerince büyütüp yetiştirebilecek kişiler var. refah içinde yaşamayanlara bile çocuk yapmasınlar diyemem. nüfus artışı işsizliğiyle, suç oranıyla, doğal kaynakların hızla azalmasıyla ve hatta küresel ısınmayla bana dokunuyor elbette. ama yine de yapmayın diyemem.

tabi kimse de bana "yardım edin, bu çocuklar yaşasın" diyemez.

mutlaka soran olacaktır; zengin ailelerin çocuklarının yaşamaya hakkı var da fakirlerin yok mu? yaşamaya haklarının olması için önce doğmaya haklarının olması gerekir. hele ki fakir bir ailenin beşinci çocuğu olarak doğmaya hazırlanıyorlarsa. ailesi onu dünyaya getirecek cesareti gösterebiliyorsa, ölümü karşısında aynı oranda sabır gösterebilmeli.

11 yorum:

Emrah dedi ki...

merhaba.küstahça bir yazı yazdığınızı düşünüyorum. insanların yaşam hakları anne ve babaları onları doğurduktan sonra değil yüzyıllar öncesine dayanır. bir mücadelenin ürünüdür. insanın doğal seleksiyonda elbette yeri vardır. lakin sizin düşüncenizin doğal seleksiyonla ilgisi yoktur.aslında doğallık yoktur. bir yerlerde aç çocukların olması dışarından bir müdahalenin ürünüdür. sizin özelinizde değil ama insanların buna yardım etmek istemesi eşyanın tabiatına uygundur.
sevgiler
emrah

İnci Vardar dedi ki...

merhaba emrah. öncelikle üçüncü cümleni anlamadığımı (utanarak) söylemeliyim. doğmamış bir insanın yüzyıllar öncesinden gelen yaşama hakkını aklım almadı.

doğal olmayan bir seleksiyondan bahsettiğimin farkındayım. dünyanın pek çok yerinde her gün tonlarca yemek çöpe atılıyor, akıl almaz bir savurganlık söz konusu. dünyada açlığın olmasının bununla yakından ilgisi var. hatta değişim buradan başlamalı. çünkü sorunun kaynağını gözardı edip sadece sonuçları değiştirmeye çalışarak bir şey çözülemez. daha kötüsü, hayatta kalanların da çoğalmasıyla sorun daha da büyür.

yazıda (küstahça) belirttiğim gibi, sefaleti yaşayan insanlar, bu sefaletin içine çocukları da dahil etmekten beis duymuyorlarsa sonuçlarına katlanmalıdırlar. çocuğun bu şartlarda yaşamayı başarması da, bence, "survival of the fittest" ile eşanlamlıdır.

bana kalsa (ve nasıl yapacağımı bilsem), gayet faşizan bir tavırla tüketimi kısıtlar, israf etme özgürlüğünü ortadan kaldırırdım.

ama başkaları istedikleri gibi yardım etsinler tabi. ama ben sadakayı yardım olarak göremeyenlerdenim.

İnci Vardar dedi ki...

bu arada, teşekkür ederim. birilerinin okuyup bir de üstünde düşündüğünü bilmek güzel. :)

Emrah dedi ki...

merhaba.amacım yardım edilip edilmemesini tartışmak değil.bende yardım etmeyenlerdenim. lakin sonuçlarına katlanmaları gerekirde demiyorum. sadece daha iyi bir yaşam için çözümün yardımdan geçmediğine hatta insanları daha kötü bir duruma ittiğini düşünüyorum yardımın. örneğin sokakta mendil satan bir çocuktan mendil almadığımızda genel olarak kendimizi kötü hissederiz. mendil aldığımızda da çocuğa "aferin sen iyi bir iş yapıyorsun para kazanarak" demiş oluruz ve bir nevi onu teşvik ederiz. fakat bu çocuğun okuması, okul dışında parkta oynaması, kitap okuması gereklidir. burada önemli olan bu çocuğu çocukluğundan alıkoyan şey nedir?

bugün biz kendimiz için yada çocuklarımız için yararlı ne görüyorsak bunların aslında belli bir zaman diliminde belli mücadeleler sonucunda gerçekleşmiştir. anlık olaylar değillerdir.her ne kadar bizim ülkemizde çok az bir kısmı uygulansada dünyada bunu yapan ülkeler -az olsada- var. örnek vermem gerekirse -komik gelebilir belki- çocukların her gün süt içmesi. bu bizlere atalarımızdan gelen bir mirastır. 8 saatlik iş günü. bir taneside budur. bunun için ölen yüz binlerce insan var. aynı şekilde yaşam hakkıda bence böyledir. bahsettiğim kişinin istediği kadar çocuk yapması değil. "insan" gibi yaşaması. senin yazdıklarına katılmıyor değilim. eminim seninde elinde dünyanın güzelliklerinin nasılda savrulduğuna dair bir çok veri vardır. dediğin gibi bunlar insanların daha kötü bir durumda yaşamasının nedenlerinden bir tanesidir.
tabiki insanlar çocuklarının nasıl bir ortamda yetişeceklerine önem vermeliler. planlı bir şekilde olmalı. hemde insan üstü bir planlamanın dahilinde olmalı bütün bunlar. bu noktada bunun nasıl yapılacağı çok uzun bir tartışmayı gerektirir. bir cümleyle "planlı ülke ekonomisi"nden geçer bunun yolu. özelden genele gelirsek toplumların değişmesine bağlarım ben bunu. faşizm de bir yöntemdir. ben tercih etmiyorum.
lakin seninde faşizmden bahsetmediğinin düşünüyorum. bir yerde aynı cümleleri kuruyoruz. ben senden farklı olarak (küstahlığımı bağışla) tüketim,israflık, yüzde 5 lik bir kesimin yüzde 95 lik bir geliri elinde tutması ve bunu yönlendirmesini yukarıda dediğim gibi kişi bazında değil toplum bazında değerlendirmeye çalışıyorum. böyle bir düzende insanın ayakta kalması güçlü olduğunu göstermez.
ve son olarak insanların yardım etmelerini normal olarak karşıladım. ve ben yardım etmiyorum dedim. bahsettiğim kişilerin sorumluluklarını görmemek istemesi adına kendi vicdanlarını rahatlatmaya çalışmak istemeleriydi. onları mazur görmüyorum.
eleştiri yazın için teşekkürler. bazı noktalarda seni iyi anlamamışım. bir de özür borçluyum sana.
çok geniş bir konu aslında. elimden geldiğinca anlatmaya çalıştım.
sevgiler

Emrah dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
sokakpergeli dedi ki...

Insanlar her gun sut icebilmek ya da gunde 8 saat calisabilmek yerine ozgurlukleri icin mucadele etmeleri gerektigini anlayabilselerdi su an cok daha farkli bir dunyada olabilirlerdi. Her gun sut icebilmenin ya da gunde 8 saat calismanin ozgurluk olduguna inandirilmadan once elbette. Anladigim kadariyla burada İnci yi rahatsiz eden sey her zamanki gibi "ikiyuzluluk". Buna kendine ozgu bir bicimde tepki gostermis. Kanimca iyi de etmis.
Iskaladigi bir sey yok mu peki. Var. "Umut". Evet, sanirim O hala bir yerlerde kesfedilmeyi bekliyor. Kimbilir, belki de sefillik icinde yüzen bir ailenin 8.cocugunun gozbebeklerinde.

Emrah dedi ki...

merhaba çağdaş.
8 saat çalışmak, eğitim hakkı, sağlık hakkı, özgürlük, eşitlik... için mücadele açısından birbirinden ayrılan kavramlar değiller. yalnızca teoride ve pratikte birbirlerini öncelerler.

sokakpergeli dedi ki...

nosce te ipsum

İnci Vardar dedi ki...

emrah, daha dar bir çerçeveden bakınca hemen hemen aynı şeyleri söylemiş gibiyiz aslında. geniş bir çerçeve de bu blog yorumlarını aşar zaten, kahvede konuşarak ülkeyi kurtarmaya çalışan vatandaşa döneriz. ben de bu arada çok yanlış anlaşılabilecek veya en azından açıklama gerektiren şeyler yazdığımı kabul etmeliyim. ne de olsa bu yazıları sadece beni tanıyanların okuduğunu sanıyordum. :)

çağdaş, ikiyüzlülükten duyduğum rahatsızlık konusunda haklısın. ama ben umuttan da bir o kadar rahatsızım. yalnız umutla, gerçekçi bir plan yapılmadan çıkılan yolların çıkmaza gireceğini düşünüyorum. plan yapılınca da farklı nedenlerle patlayabiliyor ama sadece umut beni kesmiyor.

özgürlük ve inandırılmak konusunda söylediklerin de çok geniş, hatta benim sıkılmadan yazabileceğimden bile daha geniş. burada yanılsamalara hiç girmemeyi tercih ederim.

son olarak, yorumlarınız için teşekkür ederim. uzun süredir ilk kez bir şeyleri yazmaya değer buldum.

sokakpergeli dedi ki...

Emrah a "nosce te ipsum" aforizmasını önerme sebebim özgürlük kavramı konusunda bambaşka bir yaklaşıma sahip olduğumuzu vurgulamaktı. Bunu özellikle bilinç altını hedef alacak bir biçimde yapmaya çalıştım. Bana göre 'Özgürlük' ancak insanın kendisini tanıyabilmesi ve "ne" olduğunu kavrayabilmesi neticesinde anlaşılabilecek bir kavram. Özgür bir insan olmanın tek yolu da yine bireyin kendisi üzerinde çalışarak 'gerçek' bir şeye dönüşmesinden geçiyor. 'Umut' kavramı konusunda da anladığım kadarıyla farklı bir konuma sahibiz. İkimizin de pek sevdiğini bildiğim Trevanian ın şu cümlelerini hatırlarsın; "As you know, 'shibumi' has to do with great refinement underlying commonplace appearences. It is a statement so correct that it does not have to be bold, so poignant it does not have to be pretty, so true it does not have to be real. 'Shibumi' is understanding, rather than knowledge. Eloquant silence. In demeanor, it is modesty without pudency. In art, where the spirit of 'shibumi' takes the form of 'sabi', it is elegant simplicity, articulate brevity. In philosophy, where 'shibumi' emerges as 'wabi', it is spiritual tranquility that is not passive; it is being without the angst of becoming. And in the personality of a man, it is... how does one say it? Authority without domination? Something like that." İşte benim 'Umut' olarak nitelendirdiğim şey de tıpkı shibumi gibi. Kelimelere dökmek zor. O nu zamanla ilişkilendirebiliriz belki. Zamanı nefesle. Umudu hissetmek bu açıdan nefes alıp vermekten farksız olurdu. Hiç durmadan nefes alıp veririz ama ne kadar özgün bir işleve sahip olduğunu ancak meditatif durumda onu gercekten hissederek anlayabilir hatta belki de yaşayabiliriz.

Ben de sana ve Emrah a teşekkür etmek istiyorum, İnci. Benim için keyifli, öğretici bir paylaşımdı. Sevgilerimle..

Dalaylama Dallama dedi ki...

Kutsal bakirelerdir ölen her gülüşlerde.
Ersuları kirletirken yaşamın berraklığını.
Ve başlar çöplüğün ağır kokusu.
Kimse umursamazken umarsızca
Düşerken her bağ bağlanır hayata bir masum düş daha eklenirken
Her düş kehanet her düş ihanet!

Toplamalı melekler yeni gelenleri
Sağlaması yapılmadı yeni hesaplananların
Hepsi çarpık hepsi bozuk.
Her hikaye yanlış her yazılış yok oluş aslında
Ve her söylenen,yazılan yanlış yenilere keza.