bir haftanın ardından yeniden meleba sayın seyirciler. bilmiyorum beni merak ettiniz mi ama ben etmişsiniz gibi davranacak, biraz kendi kendime gelin güvey, biraz senli benli, biraz da konu komşu şeklinde özet geçeceğim. başlıktaki küfürlü kısımda kendimden bahsediyorum, evet.
şimdi efendiler, çalıştığım yer beni hayli memnun etti. benden pek beklenen bir davranış olmamakla birlikte, ortamı da insanları da sevdim. buna kendim de çok şaşırdım. böyle vit vit konuşmaya ve gülüşmeye başladık hemen, tık tık tık maşallah. velhasıl kelam, yabancılık çekmedim, hatta "eneee negzel yermiş la" dedim. kazın bir de diğer ayağı var tabii ama ilk haftam olduğundan kelli büyük bir rahatsızlık yaratmadı. çalıştığım hiçbir yerde ilk haftam bu kadar dolu geçmemişti. bir haftadır ilk kez bugün eve sekiz buçukta mı ne geldim, hemen peynir dükkanına düşmüş fare gibi iş dışı hayata saldırdım. film izledim, şimdi bunu yazıyorum, birazdan kitap okuyacağım. sonra yarın ve cumartesi yine iş. ama diyorum ya, sanırım yeni olduğum için rahatsız etmiyor. sevdicek de hındırı hındırı şeklinde çalışıyor zaten, aklım birlikte yapabileceğimiz muuuteçem şeylerde çok fazla kalmıyor.
rahatsız eden bir şey var ama bu da ajans için çok olumlu olan bir durumun bendeki olumsuz yansıması. gördüğüm kadarıyla ajanstaki herkes akıllı, fikirli, yetenekli, böyle zehir gibi insanlar. ne var ki, ben kendimi öyle hissetmemeye başladım. bir anda çok işle karşılaşıp panik mi yaptım yoksa bulduğum fikirler hep kıytırık mıydı bilemiyorum şu anda. belki brief'e uygun bir şeyler yapmaya çalışırken kendimi engelliyorumdur diye düşündüm geçen gün ama dün akşam doğru düzgün brief'i bile olmayan bir işe öyle ahım şahım bir fikir bulamadım. daha doğrusu, sınırsızlığım içinde bir şey patlattıysam da ona ne müşteri ne de türkiye hazırdı galiba. dolayısıyla çöp oldu. hem uygulanabilir hem de çok cin işler reklamcıları her gün bulmuyor, bunun farkındayım. yine de kendimden daha iyi bir performans beklerdim. bilmiyorum, belki de çalışma şekline zırt diye uyum sağlayamamışımdır. bir sürü mantıklı açıklaması olabilir. bunların hiçbiri kendimi daha iyi hissetmemi sağlamıyor. bildiğiniz, aptal gibi hissediyorum.
belki şimdiye kadar çalıştığım yerlerde düşündüğüm kadar iyi değildim. beni geri istemelerinin nedeni de çok iyi olmam değil, sadece kötü olmamamdı belki. incilik yapmama alıştıkları için "gel yine bizimle çalış" diyorlardı. benim az çok yeterli olmam onlar için de yeterliydi. bilmiyorum ki hiç. çevremdeki hemen herkes egomu pompalasa da biraz özgüven problemim var. aman neyse, bu konuyu kapatalım.
iyiyim ben. biraz zaman geçsin, şahane bile olabilirim.
28 Ekim 2010 Perşembe
22 Ekim 2010 Cuma
yeniden!
sayın seyirciler, bir aylık işsizlik sürecimi tamamlamama ramak kalmıştı ki, bugün gelen neşeli bir haber üzerine yarın yeni işime başlıyorum! önümdeki bir aylık deneme süresi kıçıma kaçmazsa heyecan verici durumlar olabilir.
kitap falan yazamadım ama ağzım kulaklarımda şu anda.
kitap falan yazamadım ama ağzım kulaklarımda şu anda.
21 Ekim 2010 Perşembe
hayat hep canım cicimle geçmez.
yeri gelir, kendi aramızda politik parodiler de yaparız.
e: wooohoooo! basın özgürlüğünde etiyopya nın üstündeymişiz! 138 ülkenin de altındaymışız...
i: aaa ama dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden de biriyiz, new york times övmüş bizi. öyle her yerden kazanmak olmaz, ya özgürlük olacak ya huzur. ikisi bir arada olursa ölürüz.
e: evet evet bence de. en iyisi biz sesimizi hiç çıkartmayalım, uslu uslu oturup kızların başını örtme özgürlüğü üzerinden eşsiz bir demokrasi savaşı veren özgürlükçü, samimi, bilinçli, benzersiz, inanılmaz, muhteşem hükümetimizi destekleyelim...
i: ve bu arada dünyanın en naif video paylaşım sitesi kapatılsın, gazeteciler işten çıkarılsın, hükümet ve yalakaları medyaya gönüllerince saldırsın, büyüyen ekonomimiz satacak bir karış toprak kalmayana kadar büyüsün, türban velev ki siyasal simge olsun... ne gam! zenginiz ya, anamızı da alır gideriz şekerim! yeter ki padişahımız çok yaşasın, yeter ki kifayetsiz siyasilerimiz istedikleri gibi at koştursun.
e: "amaaan! açalım yemekteyiz seyredelim, dizi seyredelim, kendimizi alışverişe verelim, kaç kere gelioruz şu hayata şekerim?!" çıt çıt çıt
e: wooohoooo! basın özgürlüğünde etiyopya nın üstündeymişiz! 138 ülkenin de altındaymışız...
i: aaa ama dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden de biriyiz, new york times övmüş bizi. öyle her yerden kazanmak olmaz, ya özgürlük olacak ya huzur. ikisi bir arada olursa ölürüz.
e: evet evet bence de. en iyisi biz sesimizi hiç çıkartmayalım, uslu uslu oturup kızların başını örtme özgürlüğü üzerinden eşsiz bir demokrasi savaşı veren özgürlükçü, samimi, bilinçli, benzersiz, inanılmaz, muhteşem hükümetimizi destekleyelim...
i: ve bu arada dünyanın en naif video paylaşım sitesi kapatılsın, gazeteciler işten çıkarılsın, hükümet ve yalakaları medyaya gönüllerince saldırsın, büyüyen ekonomimiz satacak bir karış toprak kalmayana kadar büyüsün, türban velev ki siyasal simge olsun... ne gam! zenginiz ya, anamızı da alır gideriz şekerim! yeter ki padişahımız çok yaşasın, yeter ki kifayetsiz siyasilerimiz istedikleri gibi at koştursun.
e: "amaaan! açalım yemekteyiz seyredelim, dizi seyredelim, kendimizi alışverişe verelim, kaç kere gelioruz şu hayata şekerim?!" çıt çıt çıt
20 Ekim 2010 Çarşamba
az önce okuduğum şeyi aynen alıntılıyorum:
"April’in bu ay yayınlayacağı kitaplardan bir tanesi de Elizabeth Kübler-Ross’un, Ölüm ve Ölmek Üzerine adlı yapıtı. Ross’a göre ölüme verilen tepki 5 aşamalı, bu model günümüzde bir insanın yaşadığı her türlü değişiklik için temel model kabul ediliyor."
afilifilifili'de yazılmış.
şimdi de küfür ediyorum: hay mnkym.
ağzıma sıçtın kübler ross
şöyle bir yazmaya yeltendikçe, hatta aklımın ucundan kitabı geçirdikçe yeni yeni türbülanslara giriyorum sayın okurlar. bugünkü suçlama ve yazamama nedenim de bizzat çıkış kaynağım olan kübler-ross modelidir.
şöyle ki sayın okur, içten içe hüzünlü ve umutsuz bir birey olsam da genellikle neşeli, hatta bir akıl hastasıymışçasına düpedüz mutlu bir kişiliğim ben. kaptırıyorum bir anda, yazarken dalga geçmeye başlıyorum. ama kübler ross modeli öyle bir şey değil. kayıpla başlıyor, eğer mümkünse hayatın bir şekilde devam etmesiyle sonuçlanıyor. baştan aşağı hüzün kokuyor koskoca model. onunla bununla alay ederken kendime bir "höt!" diyorum, "lan kayıp nerede?! başka bir şey anlatıyordun sen olm, bir derdin vardı hani içinde tutamadığın?" sonra başlıyorum gözümden akan bir damla yaşla konuşmaya. söyleyecek çok şeyi var garibimin. gel gör ki sıkıcı! ben gelemem böyle paso hüzünmüş, vahşetmiş, yok karı dayak yemiş, yok okulda çıkıntılık yapmış falan. aman be! bir umutsuzluk deryasında debelenirken kıçımın aklına gelmiş böyle bir şey yazmak, ben de çok akıllıca bulmuşum. ama olmuyor a dostlar, olmuyor heyhat! içimde mıngıldayan neşe, alay edip kahkaha atmak için fingirdeyen pıtırcıklar bana izin vermiyor. kendimi ciddiyete davet etsem de sürdüremiyorum. anlatacak milyon tane derdim var belki ama yanlarımdan dürten mutluluk nedeniyle toparlayamıyorum.
şimdi ben var ya, şu kitabı kübler ross'tan şaşmadan yazabilirsem gerçekten tebrik etmelik bir iş yapmış, kendimi aşmış olacağım. benden söylemesi.
yemişim kitabı
18 Ekim 2010 Pazartesi
pffff
işsizlikte dördüncü haftama hayli depresif girdim. hala iş aramaya başlamamakla birlikte, insan kaymaklarımın ekmek kadayıfı konumundaki b. beni iki görüşmeye gönderdi. biri olur gibi görünüyordu ama maslak nahiyesinde olması tüylerimi ürpertti. zamanında maslak günlerim olmuştu ve trafikte yaşadığım akıl almaz zaman kaybı kafamda soru işaretleri ve yer yer ünlemler doğuruyordu. bugün gelen telefona "maslak benim gözümde büyüyor" diye cevap verdim ve neşeli olabilecek bir işi teptim. pişman mıyım, henüz bilmiyorum.
perşembe mi, cuma mı, hatırlamıyorum, aniden geldi bu haller. eve adım atar atmaz depresyondaydım ve yatağa saklanmak istiyordum. belki yine sabah 9.30 akşam 18.00 çalışma düzeninin yüksek bir ihtimal haline gelmesi neden oldu buna. belki alakası yok, doğru düzgün güneş görmeyen bünye dopamin stoklarını tüketti. ya da belki bambaşka bir şeydir de ismini koyamıyorumdur, bilmiyorum. velhasıl kelam, o gün bugündür hiçbir şey yazmıyorum. şimdiye kadar yazdıklarımın tümüne yabancılaştım. şöyle bir açıp baksam "bu ne be bok gibi" diyeceğim, onu bile yapmak istemiyorum.
sırf yazmak da değil, neredeyse hiçbir şey yapmıyorum. stop motion bir şeyler yapmak var aklımda, yapmıyorum. kitap bile okumuyorum. yakında hiçbir şey yapmamaktan da sıkılırım, geçer. yazmaktan sıkıldım mesela şimdi.
böyle bir neşeli, enerjik hallerim vardı benim, nereye koydum acaba?
12 Ekim 2010 Salı
yeniden
ilk taslağı okuyanlar biliyor, çok farklı bir başlangıç yapmıştım. aşağıda ise başka bir başlangıç var, bu kez "şunu anlatmak için böyle bir olay uydursam kurtarırım"la değil, kendi cümlelerimle.
Bir ergeni nasıl bilirsiniz?
Aklı karışıktır, değil mi? Düşüncelidir, kafasında bin tilki döner durur. Ama hiçbirinin gittiği bir yön yoktur. Ergen de kafasının içinde döner, beyin kıvrımları arasında kaybolur. Yolunu kaybettikçe umutsuzluğa kapılır, bir çıkış bulmak onun için zordur. Bir umut, bir ışık vardır hayalinde; onu da sık sık yaklaşan bir trenle karıştırır. Giderek öfkelenir, giderek umutsuzlaşır. Gerçekten umursadığını göstermek istemez, istese de gösteremez. Biz sadece öfkesini, ön yargılarını, inatçılığını görürüz ama içinden geçenleri kendisi dahil, kimse bilmez.
O gözle okuyun bu bölümü.
Yargılamak yerine, bir yetişkin olarak, bilinçle.
---------
Ece nazik bir kızdı, adeta bir prenses. Herkese teşekkür eder, her zaman sempati kazanırdı. Onu ideal çocuk olarak görürlerdi. Hiç yaramazlık yapmaz, kendisiyle konuşulduğunda cevap verir, büyüklerinin sözlerini bölmez, büyümüş de küçülmüşlerin aksine, burnunu her şeye sokmazdı. Parlak kahverengi gözleri merakla bakardı. Ufacıktı Ece. Zayıflığı neredeyse sağlıksızdı. Yine de sık hastalanmaz, hastalansa bile ses çıkarmazdı. Sanki başkalarının canını sıkmamak için kendini feda edecek, kimse üzülmesin diye, herkes yerine ağlayabilecek bir havası vardı. Daha küçücükken bile onunla konuşmak, çocuk bilgeliğiyle kurduğu cümleleri duymak, insanı rahatlatırdı.
Türkiye’nin utancı sayılan Darbe’den kısa süre sonra doğmuştu Ece. Gözlerini değişen, kuralları sertleşen bir ülkeye açmıştı. Neslinin hemen her üyesi gibi, politikadan uzak büyüyecekti. Kendi küçük dünyası ve ailesinin mal varlığı içinde yoksulluğu, açlığı, eğitimsizliği, sömürüyü, isyanı yıllarca görmeyecekti. O da nüfus kağıdında yazan “İslam” maddesini sorgusuz kabullenecek, okulda, din derslerinde ezberletilen Arapça dualardan ibaret zannedecekti. Atatürk onun için de Tanrı’yla eş anlamlı olacak, her Pazartesi ve Cuma Andımız’ı okurken, ona ibadet edecekti. Darbe’nin ardından “sorgulanmaz” addedilen hiçbir şeyi sorgulamayacak, iyi bir öğrenci, sigortalı bir çalışan, sevgi dolu bir eş ve tonton bir ihtiyar olarak hayatını geçirecekti. Şu ergenlik meselesi olmasaydı, kanı fıkır fıkır kaynamasaydı, ailesine ve ülkesine hayırlı bir evlat, nüfus sayımlarındaki istatistiklerden biri olacaktı.
Olamadı. Çünkü bir gün, apartmandaki komşularından biri, kocası tarafından eşek sudan gelinceye kadar dövüldü, ezildi, aşağılandı. Kırılan kemikleri aylarca alçıda kaldı, halıyı kirleten kanını alçılı kollarıyla temizlemek zorunda bırakıldı. Çok ağladı kadın, çok beddua etti de bir yere kaçamadı. Evlenirken ellerine kına yakılmıştı kadının, kocasına kurban olsun diye. Kocası da eline geçen her fırsatta kesiyordu kurbanının boynunu, gözlerini bile bağlamadan, acısına, yalvarışına aldırmadan. Her gün yükseliyordu kadının çığlıkları apartman boşluğundan. Kaç kere polis çağırılmıştı, kadın şikayetçi olmamıştı, olamamıştı. Bu yaştan sonra, bir kez kocasına vardıktan sonra şikayet etse ne olacaktı? Sokaklarda mı kalacaktı, kötü yola mı düşecekti, bedenini yabancılara mı satacaktı? Ele güne karşı rezil olmamak, boşanıp da ortada kalmamak için her gece giriyordu kocasının koynuna. Başını sokacak bir ev karşılığında satıyordu bedenini, ruhunu, benliğini, neşesini o adama. Yaşadığı her gün, bir parça kopuyordu ruhundan. Duaları işe yaramıyor, inancı bu zulme kendi elleriyle son vermesini engelliyordu. Yaşamı Tanrı’nın kitabında kutsaldı. Oysa Tanrı dışında kimsenin gözünde de bir değeri kalmamıştı.
Ece’nin minik, ilkokul çocuğu kalbi dayanamıyordu buna. Apartman boşluğundan yükseldikçe çığlıklar, kaskatı kesiliyordu vücudu. Dolan gözleri, yaşları dışarı bırakana kadar için için ağlıyordu. İçine akan göz yaşları, kalbinde kapkara bir göl oluşturdu. Gün geldi, Ece komşusu için daha fazla ağlayamadı, onu “kocasından dayak yiyen kadın” olarak kanıksadı. Bir daha kadının yüzüne bile bakmadı. Sesini, yüzünü, çığlığını, konuşmasını, kocasını, acısını sildi aklından, kalbindeki kara deliğe hapsetti. Ece daha ilkokulda ezilen kadınları bilincinden aforoz etti. Öyle canı yanmıştı ki, acıya kapattı kalbini, beynini.
11 Ekim 2010 Pazartesi
şimdiye kadar yazdıklarım üzerine
ilk bölümü 18 a4'le "kotarmış", ikinci bölümden de 5 sayfa yazmış biri olarak söyleyebilirim ki; çok yanlış, bir o kadar da romantik bir başlangıç yaptım. yazdıklarımın romantizmle ilgisi yok, bizzat benim var. öylesine düşünürken bulduğum beş bölüm fikrine o kadar kaptırdım ki, bölüm içeriklerinin ne olacağını etraflıca düşünmeden klavyeye saldırdım. düşüncelerim "şöyle bir olayla pekala anlatılabilir" şeklinde dökülmeye başladı. dökülenler sadece belirli konular üzerine sahip olduğum, çok net fikirlerdi, kör göze parmak misali yazıldılar. ama bu arada tatlarını kaybettiler. bir tarzım varsa, ki olduğuna inanıyorum, başladığım romanda onu tutturamadığımı gördüm. reklam yazar gibi, konuya odaklanarak, okurun herhangi bir soru sormasına, hatta düşünmesine bile izin vermeden yazdım. bu bakımdan kendimi başarısız buluyorum.
şimdi izleyebileceğim iki yol var. aynı şekilde yazmaya devam edip düşüncelerimi kusmam, birkaç ay sonra tüm yazdıklarımı okuyup bu kez kendi dilime göre şekillendirmem mümkün. ikinci seçenek ise iyice odaklanmam, her bölümün başını, sonunu ve içeriğini planlamam, ondan sonra yeniden, bu kez plan dahilinde yazmaya başlamam. ikinci yöntem daha doğru. ne var ki, bazı sorunlar içeriyor.
işsizlikte üçüncü haftama giriş yaptım ve hala keyfime bakıyorum. yeni bir portfolyo hazırladığım halde hiçbir yere başvurmadım, işsizlikten de henüz sıkılmış değilim. maddi durumum da hiç fena değil, herhangi bir girdi olmasa da beni bir süre daha idare edebilecek düzeyde. yine de bir ara iş bulmam ve yeniden çalışmaya başlamam gerekecek. önümde rahat geçirebileceğim en az bir ay olduğunu düşünsem de sabah 9.30, akşam 18.00 arası zamanımı birilerine satacağım günler çok uzakta değil. kafama sorarsak, çok yakında. bu kısa süre içinde ne kadar yazsam kardır, sonra ilgilenecek zamanım olmayacak diye düşünüyor, ortada ne fol, ne yumurta varken panik yapıyorum. bu panik içinde her şeyi ayrıntılı düşünerek, sindirerek yazmam çok kolay değil. dolayısıyla ağzıma ve aklıma geldiği gibi sıralıyorum cümleleri ve düşünceleri. bir gün onları yazacak zaman bulamayacağımı düşünerek kendimi telaşa sokuyorum.
bir diğer korkum da düşüncelerin bir süre sonra kaybolacak olması. düşündüğüm her şeyi içselleştirdiğim, kafamın çekmecelerine düzgünce yerleştirip yaşamıma, karakterime kattığım için kaybolacaklar gibi geliyor. örneğin, iki hafta önce yazdığım "maaşıma zam, işime son" yazısını bugün, aynı şekilde yazamazdım. konu hakkındaki düşüncelerim sabit kalırdı ama onlardan bahsetmek aklıma gelmezdi. not almış olsam bile hissettirdikleriyle, şekliyle, unutulup giderdi.
bu iki panik halinden kurtulmadıkça içime sinen, olgun bir şey yazamayacağım, haberiniz olsun. olur da şimdiki gibi devam edersem, roman herhalde birkaç aya tamamlanır. onun da kapağına ismimi hevesle yazar mıyım, emin değilim.
5 Ekim 2010 Salı
kitaptan
Sevgili okur, az sonra yazacağım şeyi bir kıyak olarak ele alabilirsin. Eğer zeki olduğundan şüphelendiğin, Ece gibi biri, üzgün bakışlarla, gözlerinin içine bakarak, hatta elini tutarak sana “Kendini suçlamana gerek yok, ebeveynler bazen hata yaparlar ve bu çocuklarının hayatlarını akıl almaz şekilde etkileyebilir” derse hiç çekinme, onun ağzını burnunu kır. Kurduğu cümlenin anlamı, şekerle kaplanmış olsa bile, ya orospu çocuğu ya da piçtir.
Bu paragrafı sevdim. Ne dersiniz?
4 Ekim 2010 Pazartesi
çekilme sendromu
bugün 11.30 itibariyle işsizlikte ikinci haftama başarılı bir giriş yaptım. hala reklam yazarlığı dışında ne yapacağımı bilememekle birlikte, yola tersinden çıktığımı da gördüm. eski solcu yazarlar ve şairler mevcut işlerinde pek ekmek olmadığını anlayınca reklam yazarlığına başlıyorlardı, ben tersini yaptım. and i am doomed for eternity!
dikkatim feci şekilde dağınık. kitabı yazmaya devam edemiyorum. içimden bir ses giderek daha sikko bir şeye dönüştüğünü söylüyor ama belki yanılıyorumdur. aslında yazsam da ne olacak bilmiyorum. belki kendi kendime farklı bir bakış açısı kazandırırım. umutsuz olsam ve yeteneksiz hissetsem de yazmam gerek, çok kişiye yapacağımı söyledim. galiba bu da kendimi gaza getirme yöntemim. haydi madem, yelkenler fora.
oturduğum yerde heyecanlanıyorum. nabzım normalden biraz daha yüksek. solunumum hafif düzensiz. göğsümdeki deriyi şöyle bir tırnaklarımı geçirip parçalayasım var. çıkıp bir hava almak, sevgiliye gitmek, mutfağa dalıp bir şeyler atıştırmak dikkatimi daha da dağıtacak, mutfak kısmını denediğimden biliyorum. ama günlük sistem kaydığı için böyle de odaklanamıyorum. sanırım bu akşam düzgün bir çalışma planı yapıp yarın erken kalkmalıyım. hiç de canım istemiyor oysa. yine de ufacık bir istek bulursam yapmalıyım yoksa bitkiye dönüşmem yakındır.
vücudum cold turkey sinyalleri veriyor sanırım. son derece paradoksal. bir hafta tatil yapsam muhtemelen yeterli bulmam, daha hafta başında yeniden işe döneceğimi düşünerek salak gbi tatilimin içine ederim. şimdi döneceğim bir iş yok, başka şeyler yapmak için yeterli kaynağa sahibim ve sabah erken kalkmamı sağlayacak bir sisteme ihtiyaç duyuyorum. aslında şu anda bir stop motion film denemesi yapmamam için hiçbir sebep yok. isteksizlik dışında.
yarını bugün gibi yaşamamaya çalışacağım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)