millet tepemde güneşleniyor. çok ısındıklarında havuza dalıp iki kulaç atıyorlar, şezlonglarına serin serin yayılıyorlar. burada hava sıcaklığı 150.000 derece falan herhalde. hayatımı kurtarmak için diri diri fırına girmek zorunda kaldım. bu terleme hızıyla üç kilo falan vermiş olmalıyım. havuzun devridaimini sağlayan motorların bu kadar ses çıkardığı yukarıdayken belli olmuyordu. şimdi ya duyma kaybı yaşayacağım ya da birkaç gün kulaklarım çınlayacak. tabii bunların hepsi babamın beylik tabancasından çıkıp kürek kemiklerimin arasına saplanacak bir kurşundan daha iyi.
there’s not much left to love
too tired today to hate
i feel the empty
i feel the minute of decay
iyi ki bakkala giderken yanıma mp3 çalarımı almışım. kaçarken düşürmediğime de şükrediyorum bir yandan. ama telefonumu unutmuşum işte. ne arkadaşlara haber verebiliyorum ne de son durumları öğrenmek için annemi arayabiliyorum. belki de böylesi daha iyi. babam o kadar sinirliydi ki, sırf beni bulmak için cep telefonu sinyalimi bile takibe alabilirdi. alkolikliği değil, arnavut damarı beni daha çok korkutuyor.
babam en az 10 yıldır alkolik. başlarda çok çaktırmadığı için tam bir süre veremiyorum ama 10 yılı rahat vardır. ilkokulda öğlenciydim, elimden tutup okula götürürdü beni. annem hep arabayı almasını söylerdi ama babam "yürüyüş oluyor ikimiz için de" der, eline küçük su şişesini alır, 10 adımda bir küçük yudumlar alarak okula kadar yürürdü. sonradan su şişesinin içinde votka olduğunu, her gün okula gidene kadar babamın 50 promili aştığını öğrendik. annem çıldırdı. bir hafta falan anneannemlerde kalmıştık. babam eve dönmemiz için çok uğraştı. özrün, yeminin bini bir para. döndük sonra tabii ama babam sözünü tutamadı. ne kadar tedavi görürse görsün, bir bağımlının sözüne asla güvenilmeyeceğini o zaman öğrendim.
azılı bir alkolik olmasına rağmen babam beni hiç bakkala içki almaya göndermedi. nevalesini kendi alır, masasını kendi kurar, arkadaşlarıyla dışarıda içecekse eve makul bir saatte gelir ve zom olduğu halde kimseyi rahatsız etmemeye özen gösterirdi. ağzıma alkolün kendisini değil, adını alsam kaşlarını çatar, okkalısından bir küfür savururdu. çok küfür eder babam, değme küfürbaz eline su dökemez. hatta saydım bir kere, dakikada 47 küfür rekoru var. olayı tam hatırlamıyorm da biri birine iftira mı atmış ne, babam "siktirsin lan o pezevenk"le başladığı tiradın sonunda ne eşiktekini, ne beşiktekini ne de kendisini susturmaya çalışanların sülalelerini tatminsiz bırakmıştı. her neyse. bir keresinde de çaktırmadan bardağından bir yudum almaya çalıştığımda iki tokat çakmıştı. tavrı çok netti. bu ailede kendisi dışında kimse alkolik olmayacaktı.
biz de kurala uyduk. annem zaten sosyal içici bile sayılmaz, ben ve kardeşim de alkole özel bir ilgi göstermedik hiç. ama bu demek değil ki hiç içmiyorum. yazlık akşamlarını bilirsiniz. gece sahilde toplanılır, biralar açılır, repertuarı akdeniz akşamları'yla sınırlı bir gitarist tellere gelişi güzel vurup uykusu kaçmış manda gibi böğürmeye başlar. işte ben öyle akşamlarda maksimum iki bira içerim. daha rahat konuşmaya başlarım ama ne söylediğimi bilirim. çakırkeyiften ötesi sıkıntılı.
geçen sene bir kez diğer türlüsünü de yaptım, sonucunda hayatımın dayağını yedim. daha 16 yaşındayız, bir boktan anlamıyoruz ve platonik aşkların acısı başımıza vurmuş. dedik bunu bir büyüğe soralım. sahilde peynir ve kavundan ibaret bir çilingir sofrası kurduk. gerekir diye bir paket de sigara aldık ama sonra üstüne kustuğumuz için sadece birer tane içebildik. ikinci dubleden sonra, kafamız hali hazırda taşak gibi olmuşken, biri "dibini görmeyen sevdiğini görmesin" dedi. hop, fondip. salaklık işte, rakı fondiplenir mi? ondan sonra dördüncü dubleleri içebildik mi hatırlamıyorum. çıplak ayakla deniz kenarında yürürken dalgaya takılıp düşmeler, yıldız kaydırırken kendinden geçmeler... bol bol rezillik yaptık o gece ama asıl sorun eve dönmeye çalışırken çıktı. birbirimize yaslanıyoruz ama ayakta durabilen kimse yok. bizim siteye çıkan yokuş uçurum olmuş, iki adım atsak paraşüt gibi aşağı süzülüyoruz. bir şekilde eve ulaşmayı başardık. merdivenlerden sürünerek çıktım, ayağa kalksam düşüp bir tarafımı kıracağım. babam da gece yürüyüşünden dönüyormuş o sırada, beni merdivenlerde emeklerken görmüş.
i went to god just to see
and i was looking at me
babam eve ulaşana kadar yatağıma serilmiştim. başım olan dünyanın trilyonda biri çapındaki yuvarlak, merkez kaç kuvvetine dayanamıyordu. durduğum yerde saat yönünde dönerken, ışığın açılması ve babamın sol kroşeyle üstüme atlaması bir oldu. ben bunu güneş patlaması olarak algıladım tabii, annemin çığlığıyla kendime geldim.
"ulan pezevenk! ulan eşşoğlueşşek! ben sana demedim mi içersen götünden kan alırım diye?"
ben elimi "dur" diyerek kaldırdığımda allah'tan annem önüme geçmiş de o elim kırılmaktan kurtulmuş.
"yok," dedim, "bir daha sen ikram etsen de yok. anlamıyorum ki her gece her gece nasıl katlanıyorsun buna. ne sikik hayatın varmış be!"
sonra yine sızmışım ben. bunları da sabah gırtlağıma bir sürahi su boca etmeye çalışan annem anlattı. küfür ettiğimi duyunca babamın gözleri iyice açılmış, "gerizekalı" deyip çıkmış odadan. uykusunda konuşurken memnuniyetini belli etmiş. "öğrensin pezevenk, rezil olunca aklı başına geldi" gibi bir şeyler söylemiş.
tabii o dayağı yemeden de aklım başıma gelmişti. sonra babamla aramızda uzun süre alkolle ilgili bir konuşma da geçmedi. ta ki bugüne kadar. benim de salaklığım var biraz. adamın hassas noktasını bildiğim halde eve bira götürdüm. içmedim ama elimde şişeleri görünce çıldıracağını tahmin etmeliydim.
bizimkilerle iddiaya girdik tamam mı? sitede melis diye bir kız var, yazlığın yarısı ona aşık. bu da herkesle arkadaş geçiniyor. artık kırmamak için mi, yedekte tutmak için mi bilmiyorum, günahı boynuna. erhan dedi ki, şimdi buna çıkma teklif etsem reddeder kesin ama nasıl reddeder? herkes "arkadaş kalalım" diyeceğini söyledi, ben "çıktığım var der" dedim. birasına iddiaya girdik, dörde karşı tekim. sonra erhan gitti sordu melis'e, çıktığım var demiş. ben dört birayı kazandım, akşamı beklemek yerine gidip cayır cayır öğle sıcağında aldı bu gerizekalılar da biraları.
i was born into this
everything turns to shit
the boy that you loved is the man that you fear
nasıl olsa içmeyeceğim, babama götüreyim, akşam cila yapar dedim. eve elimde langır lungur şişelerle girince delirdi bu. daha ben ağzımı açamadan, kapının önünde yumruğu çıkardı. sinirlendim ben de tabii. 17 yaşında adam olmuşuz, herif daha nedir diye sormadan göçertiyor. fırlattım şişeleri, "yeter be!" diye bağırıp ittim bunu.
"babaya el kaldırmak ha?" diye gürleyip odasına daldı, annem yine çığlık çığlığa gitti peşinden. iki saniye sonra annem bağırıyor, "onur kaç! allahaşkına bırak orhan, silahla şaka olmaz, şeytan doldurur! onur! kaç, saklan!"
ben de gururuma yediremiyorum bir yerde, ne olacaksa olsun anasını satayım diyorum da annemin sesi ciddi. herif hakikaten balataları yakmış, "sikerim şakasını da şeytanını da puştun" diye bağırıp buldozer gibi geliyor. baktım, durursam istikbalim hakikaten göklere yükselecek, topuklayıp buraya saklandım. kimseye de haber veremiyorum. son anlarımda tek dostumun marilyn manson olacağını söyleseler o zirzopa mı kaldım derdim ama şarkı sözlerine bakınca herifin bir bildiği varmış diye düşünmeden edemiyorum.
-------
kaç saat beklediysem, uyumuşum motor dairesinde. kardeşim dürttüğünde şahadet getirip sıçrayarak uyandım. babam sakinleşince çıkıp aramaya başlamışlar, havuz kenarında güneşlenenler buraya kaçtığımı söylemiş.
"eve gel," dedi kardeşim, "babam konuşmak istiyormuş seninle."
"o puşt ölmeden dönmem eve. silahla kovaladı lan, gördüğü yerde ağzıma sıçacak."
"merak etme, sen kaçınca hırsını arabadan çıkardı. kaportayı yamultup iki duble içince silahı falan bıraktı. allah'ından bul diye söyleniyordu ben evden çıkarken."
"nasıl yamulttu kaportayı?"
"tekme, yumruk... kafa attı oğlum arabaya!"
"hadi ya... kendine geldi yani, eminsin di mi?"
"burnu kızaracak kadar kendine geldi. elini kadehe uzatmadığın sürece güvendesin."
döndük eve. babam balkondaydı. denize baka baka bir büyüğü yarılamış, kadehindeki dubleyle sessizce kavga ediyordu. masaya oturduğumda kafasını kaldırmadı. ben de bir şey söylemedim. yüzüme bakmadan konuşmaya başladı.
"neden geceleri yürüyüşe çıkıyorum, biliyor musun?"
"neden baba?"
"ölmek için."
"..."
"asansörü kullanmıyorum ki merdivenlerden yuvarlanıp boynumu kırabileyim. o olmayınca gecenin bir yarısı ıssız yerlerde dolaşıyorum ki, itin kopuğun biri bıçağı boynuma dayasın. dayasın ki ben dayılanayım, kendimi kıtır kıtır kestireyim. yoksa bu işin sonu yok."
"..."
"yakında gideceğim ben. öyle ya da böyle. bu yaşına kadar içmene izin vermedim, ölene kadar da karşıma birayla mirayla çıkarsan evladım demem, amına koyarım. anladın mı?"
"o biraları içmek için almadım ben. sana getirdim."
"getirmeyeceksin. elinde şişe görmeyeceğim."
"vurur musun yoksa?"
"vurmam. ama bana bir daha el kaldırırsan ya da annene bir terbiyesizlik yaparsan da..."
"evladım demez sikersin."
babam kaşlarını kaldırdı. ağzımdan küfür çıkmasına yine şaşırmıştı.
"sen ne zaman böyle küfür etmeye başladın yavşak? bana mı benzemeye çalışıyorsun?"
"hayır baba."
"bu aileye çok zarar verdim ben. canımdan çok sevdiklerimi perişan ettim. şeytan diyor, daya kafana silahı, siktir git bu alemden ama intihar en büyük günah."
"yok baba, en büyüğü o değil. ondan önce allah..."
"kes lan pezevenk! yok en büyüğü yarrakmış, en küçüğü tövbe tövbeee! alim kesildin başımıza, iki satır konuşturmuyorsun!"
"pardon baba."
"pardonmuş! ne diyordum ben?"
"en büyük günah intihar diyordun."
"he... unuttum ne söylediğimi. kafa bırakmadınız şerefsizim. neyse. anladın sen demek istediğimi. git şimdi, bu masada daha fazla durma."
"tamam baba."
kulaklıklarımı takıp dışarı çıktım. allak bullak olmuştum ve düşünmeye ihtiyacım vardı. ne düşüneceğimi de bilmiyordum. intihar eğilimli alkolik bir babam vardı ve bunu değiştirmek için elimden hiçbir şey gelmiyordu. melis'le karşılaştığımda kulaklarıma marilyn manson'ın love song'u dolmaktaydı.
got a crush on a pretty pistol
should i tell her that i feel this way
i've got love songs in my head
killing us away
"sizin evde bir şeyler olmuş. geçmiş olsun."
"önemli bir şey değil. aktör olmayı düşünüyorum da. babamla küçük bir western sahnesi oynadık."
biraz abartarak güldü. koluma girdi, yürümeye başladık.
"sen de erhan'ı reddetmişsin bugün, çıktığın varmış."
"yok aslında, kırmamak için yalan söyledim. hem aklımda başka biri var."
"hadi ya? kim o?"
melis cevap vermedi. utanmış gibi başını eğdi, yürümeye devam ettik. yolda bir ara çaktırmadan yüzüme baktığını fark ettim.
30 Haziran 2011 Perşembe
bir dergi okudum, hayatım değişti
huzurlarınızda küçükleri muzır neşriyattan koruma kurulunu tebrik etmek istiyorum. devletin çocukları olan, özgür iradeden ve düşünme yetisinden yoksun olan bizleri yine ahlakımıza hunharca saldıran bir basılı organdan kurtardı. organ dediğim şey elbette vajina, penis ve kalça. sayelerinde bir kez daha iğdiş edildik ve organlarımızı sadece üç çocuk yapmak için kullanmamızın en makul durum olduğu gözler önüne serildi.
sadece iki ay yayın yapabilen, ardından siyah poşete girme, reklam yapamama ve 150.000 tl cukka para ile cezalandırılan harakiri dergisi var ya, benim de düpedüz ahlakımı bozmuştu zaten. hepi topu iki sayısı var ama şahsen okurken içimde güzel bir hareketlenme oluyordu, şeytan oramı buramı okşuyormuş gibi hissediyordum. diyordum ki, evli değilim ama acilen sevişmem lazım! malumunuz, evlilik dışı ilişkiler toplumumuzda hoş karşılanmamakla birlikte, muassır medeniyetlerin ileri demokrasilerinde alttan alta yasaktır da.
hem sonra bu dergiyi henüz reşit olmamış sabi sübyan da okuyacak. 17 yaşına gelip de bekaretini canla başla korumuş aslanlar gibi erkeklerimiz bizzat bu dergiyi okuduktan sonra ya soluğu bir genelevde alacak ya da milletin karısına kızına sarkacak. hele o pir-ü pak kızlarımız... cennet vatanımızın bazı bölgelerinde, daha 14'lerinde, babaları yaşındaki adamlara satılmaları normal ama ya biraz daha büyümüşlerse, bu ahlaksız dergiyi almışlarsa, ateş şalvara düşmüşse? o kızlarımızın evlendiklerinde bakire olmaya, saflıklarını kocalarına saklamaya hakları yok mu?
acıyorum vallahi bu çocuklara. bir yandan halit ziya uşaklıgil bastırıyor ille de evlilik dışı ilişki kur diye, bir yandan chuck palahniuk 600 erkekle sırayla ilişkiye girip sağ kalmanın inceliklerini anlatıyor. yazık! allah'tan birini yasakladılar da biraz olsun koruma altındayız. ama ben geç kaldım tabii, çok fazla william s. burroughs okudum zamanında. hem eşcinselliğe hem de uyuşturucuya özendirdi beni. bu yaşa geldim, nasıl lezbiyen veya bağımlı olmadığıma şaşıyorum. allah korudu herhalde.
bir de ben o poşet içindeki dergilerin yayın hayatını nasıl sürdürdüğünü merak ediyorum. bırak yayın hayatını sürdürmeyi, harakiri'den çok satıyorlar her nasılsa. herhalde bizim çocuklar harakiri'yi gerçekten bir mizah dergisi zannetmişler, içindeki ahlaksızlık tohumlarını çok baba çizerlerin sanatı sanmışlar. yaa harakiri, 150.000 tl'yi görünce böyle kapanırsın işte! girdi mi?
bize girdi. girdiği zaman açılmaz dediler ama öyle bir zorluyor ki, korkarım açılacak da. tabii korkmaya gerek yok. devletimiz bir şemsiye açacaksa bizi korumak için açar. o müdahale etmeden karar veremeyeceğimizi bildiği için yapar bunu. görünen o ki kararımız, porno okumak istiyorsak pornografik dergi almak, mizah kisvesi altındaki muzır neşriyatı öldürmek şeklinde. pornografik dergilerde karikatür yok ama emmeli gömmeli hikayeleri yeter. tebessüm etmek, çizimleri incelemek istiyorsak da cin ali ne güne duruyor? üstelik cin ali bizi ne tembelliğe ne de maceraperestliğe özendiriyor.
bitirirken;
dün baktığım şu blogda gördüm: if a person doesn’t already understand that cruelty is wrong, he won’t discover this by reading the bible or the koran — as these books are bursting with celebrations of cruelty, both human and divine. we do not get our morality from religion. we decide what is good in our good books by recourse to moral intuitions that are (at some level) hard-wired in us and that have been refined by thousands of years of thinking about the causes and possibilities of human happiness.
sadece iki ay yayın yapabilen, ardından siyah poşete girme, reklam yapamama ve 150.000 tl cukka para ile cezalandırılan harakiri dergisi var ya, benim de düpedüz ahlakımı bozmuştu zaten. hepi topu iki sayısı var ama şahsen okurken içimde güzel bir hareketlenme oluyordu, şeytan oramı buramı okşuyormuş gibi hissediyordum. diyordum ki, evli değilim ama acilen sevişmem lazım! malumunuz, evlilik dışı ilişkiler toplumumuzda hoş karşılanmamakla birlikte, muassır medeniyetlerin ileri demokrasilerinde alttan alta yasaktır da.
hem sonra bu dergiyi henüz reşit olmamış sabi sübyan da okuyacak. 17 yaşına gelip de bekaretini canla başla korumuş aslanlar gibi erkeklerimiz bizzat bu dergiyi okuduktan sonra ya soluğu bir genelevde alacak ya da milletin karısına kızına sarkacak. hele o pir-ü pak kızlarımız... cennet vatanımızın bazı bölgelerinde, daha 14'lerinde, babaları yaşındaki adamlara satılmaları normal ama ya biraz daha büyümüşlerse, bu ahlaksız dergiyi almışlarsa, ateş şalvara düşmüşse? o kızlarımızın evlendiklerinde bakire olmaya, saflıklarını kocalarına saklamaya hakları yok mu?
acıyorum vallahi bu çocuklara. bir yandan halit ziya uşaklıgil bastırıyor ille de evlilik dışı ilişki kur diye, bir yandan chuck palahniuk 600 erkekle sırayla ilişkiye girip sağ kalmanın inceliklerini anlatıyor. yazık! allah'tan birini yasakladılar da biraz olsun koruma altındayız. ama ben geç kaldım tabii, çok fazla william s. burroughs okudum zamanında. hem eşcinselliğe hem de uyuşturucuya özendirdi beni. bu yaşa geldim, nasıl lezbiyen veya bağımlı olmadığıma şaşıyorum. allah korudu herhalde.
bir de ben o poşet içindeki dergilerin yayın hayatını nasıl sürdürdüğünü merak ediyorum. bırak yayın hayatını sürdürmeyi, harakiri'den çok satıyorlar her nasılsa. herhalde bizim çocuklar harakiri'yi gerçekten bir mizah dergisi zannetmişler, içindeki ahlaksızlık tohumlarını çok baba çizerlerin sanatı sanmışlar. yaa harakiri, 150.000 tl'yi görünce böyle kapanırsın işte! girdi mi?
bize girdi. girdiği zaman açılmaz dediler ama öyle bir zorluyor ki, korkarım açılacak da. tabii korkmaya gerek yok. devletimiz bir şemsiye açacaksa bizi korumak için açar. o müdahale etmeden karar veremeyeceğimizi bildiği için yapar bunu. görünen o ki kararımız, porno okumak istiyorsak pornografik dergi almak, mizah kisvesi altındaki muzır neşriyatı öldürmek şeklinde. pornografik dergilerde karikatür yok ama emmeli gömmeli hikayeleri yeter. tebessüm etmek, çizimleri incelemek istiyorsak da cin ali ne güne duruyor? üstelik cin ali bizi ne tembelliğe ne de maceraperestliğe özendiriyor.
bitirirken;
dün baktığım şu blogda gördüm: if a person doesn’t already understand that cruelty is wrong, he won’t discover this by reading the bible or the koran — as these books are bursting with celebrations of cruelty, both human and divine. we do not get our morality from religion. we decide what is good in our good books by recourse to moral intuitions that are (at some level) hard-wired in us and that have been refined by thousands of years of thinking about the causes and possibilities of human happiness.
29 Haziran 2011 Çarşamba
hava sıcaklığı şaşırtmaya devam ediyordu...
bir ilkbahar sabahı
dehşetle uyandın mı hiç?
çılgın gibi koşarak
kapıya tosladın mı hiç?
şiirlerle, şarkılarla, zibidiliklerle yaşıyorum isimli sahifemize hoş geldiniz. yine yazasım geldi benim. bir hikaye bekliyordum kendimden, piyango gaipten sesler'e vurdu. ama başka hikaye yazmak istiyorum bir yandan da. aklıma gelmiyor. yine parça pinçik cümleler takılıyor kafama ama ne girişi giriş, ne sonucu müstesna. gelişmesi ise bir yandan kalk gidelim diyor, bir yandan bok yeme otur.
bu aralar okumakta zorlanıyorum. gözlerim kapanıyor. bugün ursula k. leguin'den four ways to forgiveness'a başladım. ilk hikaye bitti. güzeldi ve fakat fransua, esnerken satır kaçırıyorum diyorum sana!
sonra biraz daha halktan, edebi kaygısız, tabir yerindeyse fasulyeden bir şeyler aradım. ekşi sözlük yazarlarının bloglarına bakayım dedim. yaklaşık 1400 kişi "ben buradayım" demiş, 15 tanesini falan açtım. hala browser'ın tepesinden göz kırpıyorlar bana, çoğuna bakmadım. daha ziyade hali hazırda takip ettiklerim için "ay bu da mı buradaymış", "a-aaa bu da buymuş meğersem" gibi şeyler düşündüm. bloglardan birinde tasarım üpfsfff şahaneliğinde ama içerik pek beni pek açmadı. bazıları detaylı incelenmek üzere beklemedeler.
aylardır reklam bloglarına bakmıyorum. çengel bulmaca çözmek daha anlamlı geliyor.
seçimler bitince ekşi sözlük bile pek sütliman oldu, sevindim. her yerde şakirt ve laikçi görmekten gına gelmişti.
yine gerzek gibi bir sürü çekirdek aldım. ilk günün bilançosu beş küçük sivilce, yanak ve burun birleşiminde anlamsız bir toparlak.
bir de şu meclis ve yemin işleriyle ilgili birileriyle konuşmak istedim ama bu aralar insan görmüyorum desem yeridir. yazmak istemedim çünkü bezelye beynim olan bitene anlam veremedi. belki kanundan falan daha fazla haberdar olan birileri açıklayabilir diye düşündüm. yani, madem seçilirse kabul etmeyeceksin, daha baştan adaylığını ne diye onaylıyorsun diye soruyorum. bu sadece bana mı saçma geliyor. şimdi ben de "du bakali n'olecak?" diye bekliyorum ama hikayeye bakarsak bu işin sonu yaş.
hikaye bulsam ya ben.
dehşetle uyandın mı hiç?
çılgın gibi koşarak
kapıya tosladın mı hiç?
şiirlerle, şarkılarla, zibidiliklerle yaşıyorum isimli sahifemize hoş geldiniz. yine yazasım geldi benim. bir hikaye bekliyordum kendimden, piyango gaipten sesler'e vurdu. ama başka hikaye yazmak istiyorum bir yandan da. aklıma gelmiyor. yine parça pinçik cümleler takılıyor kafama ama ne girişi giriş, ne sonucu müstesna. gelişmesi ise bir yandan kalk gidelim diyor, bir yandan bok yeme otur.
bu aralar okumakta zorlanıyorum. gözlerim kapanıyor. bugün ursula k. leguin'den four ways to forgiveness'a başladım. ilk hikaye bitti. güzeldi ve fakat fransua, esnerken satır kaçırıyorum diyorum sana!
sonra biraz daha halktan, edebi kaygısız, tabir yerindeyse fasulyeden bir şeyler aradım. ekşi sözlük yazarlarının bloglarına bakayım dedim. yaklaşık 1400 kişi "ben buradayım" demiş, 15 tanesini falan açtım. hala browser'ın tepesinden göz kırpıyorlar bana, çoğuna bakmadım. daha ziyade hali hazırda takip ettiklerim için "ay bu da mı buradaymış", "a-aaa bu da buymuş meğersem" gibi şeyler düşündüm. bloglardan birinde tasarım üpfsfff şahaneliğinde ama içerik pek beni pek açmadı. bazıları detaylı incelenmek üzere beklemedeler.
aylardır reklam bloglarına bakmıyorum. çengel bulmaca çözmek daha anlamlı geliyor.
seçimler bitince ekşi sözlük bile pek sütliman oldu, sevindim. her yerde şakirt ve laikçi görmekten gına gelmişti.
yine gerzek gibi bir sürü çekirdek aldım. ilk günün bilançosu beş küçük sivilce, yanak ve burun birleşiminde anlamsız bir toparlak.
bir de şu meclis ve yemin işleriyle ilgili birileriyle konuşmak istedim ama bu aralar insan görmüyorum desem yeridir. yazmak istemedim çünkü bezelye beynim olan bitene anlam veremedi. belki kanundan falan daha fazla haberdar olan birileri açıklayabilir diye düşündüm. yani, madem seçilirse kabul etmeyeceksin, daha baştan adaylığını ne diye onaylıyorsun diye soruyorum. bu sadece bana mı saçma geliyor. şimdi ben de "du bakali n'olecak?" diye bekliyorum ama hikayeye bakarsak bu işin sonu yaş.
hikaye bulsam ya ben.
20 Haziran 2011 Pazartesi
of anam ayaklarım oy oy oy...
cumartesi topuklu ayakkabılarla bilek burkmaca, pazar saatlerce ayakta durup varis sahibi olmaya ramak kalmaca... güzel bir hafta sonuydu ama akılsız baş, ayak yorgunluğuyla ölçülen bir mevhumsa yılın aptallığını yapmış bulunuyorum.
efendime söyleyeyim; biz dün slipknot gördük ve ürktük. o maskelerle herhangi bir kabusumda rahatlıkla figüran olabilirler, hatta gitarist biraz zorlasa başrole koşar. ben de kendimi telkin ettim bol bol, korkunç maskelerinin ardında pırlanta gibi bir kalpleri var dedim, o maskelerin altından belki new kids on the block çıkıyordur dedim... nafile. yaptıkları müzikte birkaç güzel numara var ama bu yaştan sonra kafam kaldırmaz benim.
alice cooper 70 yaşlarında, çok hoş bir amca. aldığım duyumlara göre heavy metal'i bırakıp golfe sarmış ama dün sahnede at misali koşturup her parçada farklı bir teatral güzellik yaparken ne yaşını ne de golf sevdasını belli ediyordu. i wanna be elected derken, adaylığını birkaç hafta önce koymuş olsa kendisine oy verebileceğimi düşündüm.
iron maiden yine iron maiden'dı. bu kez bruce dickinson eşliğinde görmek daha güzel oldu. adamları küçücük yere sıkıştırıp ayıp ettiler tabii. harbiye günlerini hasretle anarım. geçen yılın coşkusunu yaşamamış olsam da sesimi yine biraz kısmayı başardım. malumunuz, metal konserinde ses kısıklığı bir başarı ölçütüdür.
bunun dışında mastodon ve in flames diye iki grup varmış ama tanımıyorum. çıkışta birinin üstünde in flames tişörtü görene kadar "kim dinliyor ki bunları" diye düşünüyordum.
cumartesi günü de sevdiğimiz bir kızımız, sevdiğimiz bir oğlumuzla belgrad ormanları'nın ortasında evlendi. fotoğraf makineme pil bulamadım, hiçbir şey çekemedim. rahat olduklarını düşündüğüm, topuklu olmayan ama altında adeta bir bina yükselen ayakkabılarım çimende, toprakta, orman içi yürüyüşlerde falan sorun çıkarmadı... ta ki çakıl taşlarının üstüne çıkana kadar. iki bileği aynı anda burkmak, paha biçilmez.
işte böyle tontişler. neşeli bir hafta sonunun ardından yanaklarınızı mıncırır, gözlerinizden öbering. kalın salıncakla.
efendime söyleyeyim; biz dün slipknot gördük ve ürktük. o maskelerle herhangi bir kabusumda rahatlıkla figüran olabilirler, hatta gitarist biraz zorlasa başrole koşar. ben de kendimi telkin ettim bol bol, korkunç maskelerinin ardında pırlanta gibi bir kalpleri var dedim, o maskelerin altından belki new kids on the block çıkıyordur dedim... nafile. yaptıkları müzikte birkaç güzel numara var ama bu yaştan sonra kafam kaldırmaz benim.
alice cooper 70 yaşlarında, çok hoş bir amca. aldığım duyumlara göre heavy metal'i bırakıp golfe sarmış ama dün sahnede at misali koşturup her parçada farklı bir teatral güzellik yaparken ne yaşını ne de golf sevdasını belli ediyordu. i wanna be elected derken, adaylığını birkaç hafta önce koymuş olsa kendisine oy verebileceğimi düşündüm.
iron maiden yine iron maiden'dı. bu kez bruce dickinson eşliğinde görmek daha güzel oldu. adamları küçücük yere sıkıştırıp ayıp ettiler tabii. harbiye günlerini hasretle anarım. geçen yılın coşkusunu yaşamamış olsam da sesimi yine biraz kısmayı başardım. malumunuz, metal konserinde ses kısıklığı bir başarı ölçütüdür.
bunun dışında mastodon ve in flames diye iki grup varmış ama tanımıyorum. çıkışta birinin üstünde in flames tişörtü görene kadar "kim dinliyor ki bunları" diye düşünüyordum.
cumartesi günü de sevdiğimiz bir kızımız, sevdiğimiz bir oğlumuzla belgrad ormanları'nın ortasında evlendi. fotoğraf makineme pil bulamadım, hiçbir şey çekemedim. rahat olduklarını düşündüğüm, topuklu olmayan ama altında adeta bir bina yükselen ayakkabılarım çimende, toprakta, orman içi yürüyüşlerde falan sorun çıkarmadı... ta ki çakıl taşlarının üstüne çıkana kadar. iki bileği aynı anda burkmak, paha biçilmez.
işte böyle tontişler. neşeli bir hafta sonunun ardından yanaklarınızı mıncırır, gözlerinizden öbering. kalın salıncakla.
13 Haziran 2011 Pazartesi
fifti fifti
dün geceden beri izlediğim bloglara bakıyorum, seçim sonuçları hakkında bir şey yazan var mı merak ediyorum. henüz kimseden ses çıkmamış. %50'nin şaşkınlığını üzerimizden atamamış olmamız mümkün. ama ben köşe yazarı ya da siyaset bir şeysi olmayan, kendi blogunda usul usul yazan sade vatandaş yorumu istiyorum.
ben de herkes gibi "tayyip erdoğan hep başbakan"ın yine yerinde kalacağını biliyordum ama ülkenin yarısının ona oy vereceğini de düşünmemiştim. pek çok kişinin söylediği gibi, bu artık kömürle, makarnayla, aptallık veya cehaletle, ya da hile hurdayla açıklanabilecek bir durum değil. küfür etmek de son derece yersiz. zaten "akp'ye oy verenler yobazdır, paragöz şerefsizlerdir, ölün ulan" gibi cümleler kuranı demokrat değil, faşo sayarım. kimse ölmesin, bir yere de gitmesin. bugün olmasa da bir gün doğru adımlar atılır, belki birbirimizin varlığına alışıp kutuplaşmaları ortadan kaldırırız da kimsenin kafası gözü yarılmadan bir arada yaşayabiliriz. hayal bile etmediğimiz neler oluyor; bu neden olmasın?
gözüme takılan birkaç seçim dedikodusu oldu, kısaca not alayım.
canan arıtman (zerre kadar hazetmediğim bir bağyan olur kendisi) seçim sonuçlarından memnun kalmamış ve kılıçdaroğlu'nun istifa etmesi gerektiğini söylemiş. in may hambıl opinyın, böyle bir şey hem kılıçdaroğlu hem de chp açısından rahatlatıcı olabilir. kılıçdaroğlu yeni chp'yle uğraşmak yerine kendi partisini kursa halka daha sempatik bile görünebilir. serdar erener de röportajında "mesele kılıçdaroğlu değil, chp. kılıçdaroğlu’nun sırtında bir chp kamburu var" demiş, buna katılmadan edemedim. tabii diğer yandan, sorun sadece chp'de de değil. kılıçdaroğlu'nun sınıf başkanı tadında bir lider olmasını itici bulsam da arkasında chp olmasa daha fazla yandaş toplayabilir gibi geliyor. ama mevcut durumda chp'nin yapabileceği tek şey özgürlük ve demokrasi çizgisinden sapmaması gibi görünüyor. tabii tutarlı bir değişim isteniyorsa. eğer tek amaç iktidar olmaksa, elbette akp tavrını örnek alması, seçmenin isteklerini doğru yorumlayıp vaatlerini (gerçekleştiremeyecek olsa bile) buna göre düzenlemesi gerek.
birkaç kez yazılarını paylaştığım, her zaman da ilgiyle okuduğum eski patronum ilyas başsoy da seçimden önce "akp seçmenini tanıyalım" minvalinde, 4 bölümden oluşan bir yazı dizisi hazırlamıştı birgün gazetesi'nde. yine seçimden önce deniz coşan bu yazı dizisine bir cevap vermiş. benim asıl ilgimi çeken bu cevap oldu. "kimse dinlemek istemese bile doğru bildiğini mi söyleyeceksin, yoksa olabildiğince çok kişinin duymak istediklerini söyleyerek seçim mi kazanacaksın (ve ondan sonra pişkin pişkin kendi doğrularını mı dayatacaksın)?" sorusu da bu yanıtın ardından geldi.
ben doğru saydığım şeyi söyleyebilirim, bu sorun değil. nihayetinde ne siyasetçiyim, ne de buraya yazdığım 3-5 yazıdan bir kazancım ya da kaybım var. ama tkp mesela, bir mucize gerçekleşmezse meclise giremeyeceğini, sesini ancak çok küçük azınlıklara duyurabileceğini kabullenip aynı doğrultuda devam edebilir mi? ya da kılıçdaroğlu'nun iktidara gelmesi için akplileştirebildiklerimizden olması şart mı? başka yolu yok mu?
tamam, demokraside halkı dinlemek, onları ihtiyaç duydukları her şeyle olabildiğince beslemek ve iktidar için çoğunluğu toplamak esas. halk da bilinçli ya da bilinçsiz (kanımca bilinçli) bir şekilde oyunu verdi, ezici bir çoğunlukla akp'yi tekrar iktidara getirdi. bu durum akplileşmeden değişmez mi? değişir. doğru oynanırsa zamanla olabilir. çünkü aslında çoğunluk bir çeşit sürüdür. onu dış politikada gider yapmaya ihtiyaç duyduğuna ikna edersen, bunu yapınca alkışlanırsın. onu laikliğin elden gittiğine ikna edersen, laikliği savunarak oy toplarsın. bir politikacının da yaptığı şey, temelde, ikna etmektir. tayyip erdoğan bunu üç dönemdir yapabiliyor. onun sözlerinden tatmin olmayanlar da ya kendi görüşlerine uygun bir parti buluyor ya da kötünün iyisini seçiyor. chp bu seçimde ikna edemeyen, kötünün iyisi durumundaydı. geçmiş olsun.
son olarak, bir süre tayyip erdoğan'a ikna olmayanların en büyük kozlarından biri, zamanında kendisinin söylediği "demokrasi bir amaç değil, araçtır" tadında sözleri oldu (yalanları ve gafları saymıyorum, onlar sonraki dönemlerin konusu). ben başbakanı bunlara göre yargılayamıyorum, biraz daha demirel kafasında "dün dündür, bugün bugündür" şeklinde bakıyorum olaya. çünkü politikacıların hepsinin girdiği kabın şeklini aldığını düşünüyorum. futbol oyuncusu gibi. takım tutmazsın, takımının kazanması için uğraşırsın.
şimdi yine light faşizme dönüşme yolundaki ileri demokrasiyle nasıl başa çıkacağımıza bakacağız, kendimiz gibi yaşamak için elimizden geleni yapacağız. iktidar kim olursa olsun, belki de yapabileceğimiz tek şey kendimizi kaybetmemek.
pisi: son bir şey daha aklıma geldi, konuyla biraz alakasız ama kaybetmek istemediğim için yazıyorum. 22 ağustos filtreleri konusunda gani müjde'yle bir röportaj yapılmıştı. orada geçen bir cevabı olduğu gibi yapıştırıyorum: "egemenler kamuoyunu yönlendirebileceğini garanti görüp, seçimlerle gelen giden yönetimleri tercih ediyor. o yüzden bizde de diktatörlüğe heves edenleri bir süre sonra istemeyecekler. kişisel refah tamam ama bu refahın kalitesi de önemli. suudi arabistan’da kişi başına düşen milli gelir yüksek ama oradaki insanlar da kendi ülkelerinde değil, paris’te yaşamak istiyor..."
ben de herkes gibi "tayyip erdoğan hep başbakan"ın yine yerinde kalacağını biliyordum ama ülkenin yarısının ona oy vereceğini de düşünmemiştim. pek çok kişinin söylediği gibi, bu artık kömürle, makarnayla, aptallık veya cehaletle, ya da hile hurdayla açıklanabilecek bir durum değil. küfür etmek de son derece yersiz. zaten "akp'ye oy verenler yobazdır, paragöz şerefsizlerdir, ölün ulan" gibi cümleler kuranı demokrat değil, faşo sayarım. kimse ölmesin, bir yere de gitmesin. bugün olmasa da bir gün doğru adımlar atılır, belki birbirimizin varlığına alışıp kutuplaşmaları ortadan kaldırırız da kimsenin kafası gözü yarılmadan bir arada yaşayabiliriz. hayal bile etmediğimiz neler oluyor; bu neden olmasın?
gözüme takılan birkaç seçim dedikodusu oldu, kısaca not alayım.
canan arıtman (zerre kadar hazetmediğim bir bağyan olur kendisi) seçim sonuçlarından memnun kalmamış ve kılıçdaroğlu'nun istifa etmesi gerektiğini söylemiş. in may hambıl opinyın, böyle bir şey hem kılıçdaroğlu hem de chp açısından rahatlatıcı olabilir. kılıçdaroğlu yeni chp'yle uğraşmak yerine kendi partisini kursa halka daha sempatik bile görünebilir. serdar erener de röportajında "mesele kılıçdaroğlu değil, chp. kılıçdaroğlu’nun sırtında bir chp kamburu var" demiş, buna katılmadan edemedim. tabii diğer yandan, sorun sadece chp'de de değil. kılıçdaroğlu'nun sınıf başkanı tadında bir lider olmasını itici bulsam da arkasında chp olmasa daha fazla yandaş toplayabilir gibi geliyor. ama mevcut durumda chp'nin yapabileceği tek şey özgürlük ve demokrasi çizgisinden sapmaması gibi görünüyor. tabii tutarlı bir değişim isteniyorsa. eğer tek amaç iktidar olmaksa, elbette akp tavrını örnek alması, seçmenin isteklerini doğru yorumlayıp vaatlerini (gerçekleştiremeyecek olsa bile) buna göre düzenlemesi gerek.
birkaç kez yazılarını paylaştığım, her zaman da ilgiyle okuduğum eski patronum ilyas başsoy da seçimden önce "akp seçmenini tanıyalım" minvalinde, 4 bölümden oluşan bir yazı dizisi hazırlamıştı birgün gazetesi'nde. yine seçimden önce deniz coşan bu yazı dizisine bir cevap vermiş. benim asıl ilgimi çeken bu cevap oldu. "kimse dinlemek istemese bile doğru bildiğini mi söyleyeceksin, yoksa olabildiğince çok kişinin duymak istediklerini söyleyerek seçim mi kazanacaksın (ve ondan sonra pişkin pişkin kendi doğrularını mı dayatacaksın)?" sorusu da bu yanıtın ardından geldi.
ben doğru saydığım şeyi söyleyebilirim, bu sorun değil. nihayetinde ne siyasetçiyim, ne de buraya yazdığım 3-5 yazıdan bir kazancım ya da kaybım var. ama tkp mesela, bir mucize gerçekleşmezse meclise giremeyeceğini, sesini ancak çok küçük azınlıklara duyurabileceğini kabullenip aynı doğrultuda devam edebilir mi? ya da kılıçdaroğlu'nun iktidara gelmesi için akplileştirebildiklerimizden olması şart mı? başka yolu yok mu?
tamam, demokraside halkı dinlemek, onları ihtiyaç duydukları her şeyle olabildiğince beslemek ve iktidar için çoğunluğu toplamak esas. halk da bilinçli ya da bilinçsiz (kanımca bilinçli) bir şekilde oyunu verdi, ezici bir çoğunlukla akp'yi tekrar iktidara getirdi. bu durum akplileşmeden değişmez mi? değişir. doğru oynanırsa zamanla olabilir. çünkü aslında çoğunluk bir çeşit sürüdür. onu dış politikada gider yapmaya ihtiyaç duyduğuna ikna edersen, bunu yapınca alkışlanırsın. onu laikliğin elden gittiğine ikna edersen, laikliği savunarak oy toplarsın. bir politikacının da yaptığı şey, temelde, ikna etmektir. tayyip erdoğan bunu üç dönemdir yapabiliyor. onun sözlerinden tatmin olmayanlar da ya kendi görüşlerine uygun bir parti buluyor ya da kötünün iyisini seçiyor. chp bu seçimde ikna edemeyen, kötünün iyisi durumundaydı. geçmiş olsun.
son olarak, bir süre tayyip erdoğan'a ikna olmayanların en büyük kozlarından biri, zamanında kendisinin söylediği "demokrasi bir amaç değil, araçtır" tadında sözleri oldu (yalanları ve gafları saymıyorum, onlar sonraki dönemlerin konusu). ben başbakanı bunlara göre yargılayamıyorum, biraz daha demirel kafasında "dün dündür, bugün bugündür" şeklinde bakıyorum olaya. çünkü politikacıların hepsinin girdiği kabın şeklini aldığını düşünüyorum. futbol oyuncusu gibi. takım tutmazsın, takımının kazanması için uğraşırsın.
şimdi yine light faşizme dönüşme yolundaki ileri demokrasiyle nasıl başa çıkacağımıza bakacağız, kendimiz gibi yaşamak için elimizden geleni yapacağız. iktidar kim olursa olsun, belki de yapabileceğimiz tek şey kendimizi kaybetmemek.
pisi: son bir şey daha aklıma geldi, konuyla biraz alakasız ama kaybetmek istemediğim için yazıyorum. 22 ağustos filtreleri konusunda gani müjde'yle bir röportaj yapılmıştı. orada geçen bir cevabı olduğu gibi yapıştırıyorum: "egemenler kamuoyunu yönlendirebileceğini garanti görüp, seçimlerle gelen giden yönetimleri tercih ediyor. o yüzden bizde de diktatörlüğe heves edenleri bir süre sonra istemeyecekler. kişisel refah tamam ama bu refahın kalitesi de önemli. suudi arabistan’da kişi başına düşen milli gelir yüksek ama oradaki insanlar da kendi ülkelerinde değil, paris’te yaşamak istiyor..."
10 Haziran 2011 Cuma
vatandaş kime güvensin?
televizyonla ilişkim sıfıra yakın. babam ise her akşam haber ve tartışma programları izler. birbirimizle iletişimimizin kısıtlı olduğunu söyleyebilirim ama konuştuğumuzda da sorun çıkmaz. tartışırken küçük harfler kullanırız ve birbirimizi yargılamayız. birbirimize saygılıyız anlayacağınız.
geçen akşam bu kısıtlı iletişim zamanlarımızdan biriydi. birlikte haberleri izledik. libya'dan, suriye'den ve orta doğu'nun halk ayaklanmalarından bahsediliyordu. "umarım türkiye'de böyle bir şey olmaz da bizim psikopatlara gün doğmaz" dedim.
"orada insanlar öldürülüyor," dedi, "türkiye'de tabii ki böyle bir şey olmaz. polis protestolarda çıkan olayları yetkisi dahilinde dağıtıyor sadece."
"iyi de babacım, bunlar biber gazlarını da coplarını da insan gibi kullanmıyorlar. protestoda böyle davranıyorlarsa halk ayaklanması durumunda kim bilir ne yaparlar." diye cevap verdim.
babamın tutumu abarttığım yönündeydi. hatta sinirlendiğini hissettim, bir an sadece muhalefet olsun diye mi böyle konuşuyorum diye düşündüm hatta. bu düşünce sadece bir an sürdü. babam "saçmalama" tonuyla biber gazının dünyanın hemen her yerinde kullanılan, insan haklarına aykırı olmayan, doğal olarak türk polisinin de kullandığı bir araç olduğunu açıkladı. yöntem ölümcül olmadığına göre insan hakları ihlali, dolayısıyla sorun yoktu onun gözünde.
dediğim gibi, kendimden şüphem sadece bir an sürmüştü. türkiye'de biber gazı stoklarının bir halk ayaklanmasına gerek kalmadan, zamanından çok önce tükendiğini hatırlattım. metin lokumcu'nun nasıl öldüğünü hatırlattım. bebeğini düşüren kızı, sürekli konuşulan orantısız güç kullanımını hatırlattım. "bunları yapan insanların bir halk ayaklanması sırasında ne kadar vahşileşebileceğini tahmin edebiliyorum" dedim.
sonra başka habere geçildi. ülke gündemi gibi bu konu da yeni haberler arasında kaynadı gitti.
sonra bugün hopa olaylarını protesto etmek için akp ankara il başkanlığı önünde gözaltına alınan eylemcilerle ilgili haberi okudum. kendi kendime "umarım bu halk ayaklanmaz," dedim, "yoksa türkiye'nin kınadığı tüm orta doğu diktatörleri kıçlarıyla gülerken, amerika buraya da özgürlük getirmeye çalışacak."
aslında the economist'in makalesiyle başlayan haber/uyarı dalgası zemini hazırlamakta oldukları konusunda şüphe uyandırmıyor değil.
geçen akşam bu kısıtlı iletişim zamanlarımızdan biriydi. birlikte haberleri izledik. libya'dan, suriye'den ve orta doğu'nun halk ayaklanmalarından bahsediliyordu. "umarım türkiye'de böyle bir şey olmaz da bizim psikopatlara gün doğmaz" dedim.
"orada insanlar öldürülüyor," dedi, "türkiye'de tabii ki böyle bir şey olmaz. polis protestolarda çıkan olayları yetkisi dahilinde dağıtıyor sadece."
"iyi de babacım, bunlar biber gazlarını da coplarını da insan gibi kullanmıyorlar. protestoda böyle davranıyorlarsa halk ayaklanması durumunda kim bilir ne yaparlar." diye cevap verdim.
babamın tutumu abarttığım yönündeydi. hatta sinirlendiğini hissettim, bir an sadece muhalefet olsun diye mi böyle konuşuyorum diye düşündüm hatta. bu düşünce sadece bir an sürdü. babam "saçmalama" tonuyla biber gazının dünyanın hemen her yerinde kullanılan, insan haklarına aykırı olmayan, doğal olarak türk polisinin de kullandığı bir araç olduğunu açıkladı. yöntem ölümcül olmadığına göre insan hakları ihlali, dolayısıyla sorun yoktu onun gözünde.
dediğim gibi, kendimden şüphem sadece bir an sürmüştü. türkiye'de biber gazı stoklarının bir halk ayaklanmasına gerek kalmadan, zamanından çok önce tükendiğini hatırlattım. metin lokumcu'nun nasıl öldüğünü hatırlattım. bebeğini düşüren kızı, sürekli konuşulan orantısız güç kullanımını hatırlattım. "bunları yapan insanların bir halk ayaklanması sırasında ne kadar vahşileşebileceğini tahmin edebiliyorum" dedim.
sonra başka habere geçildi. ülke gündemi gibi bu konu da yeni haberler arasında kaynadı gitti.
sonra bugün hopa olaylarını protesto etmek için akp ankara il başkanlığı önünde gözaltına alınan eylemcilerle ilgili haberi okudum. kendi kendime "umarım bu halk ayaklanmaz," dedim, "yoksa türkiye'nin kınadığı tüm orta doğu diktatörleri kıçlarıyla gülerken, amerika buraya da özgürlük getirmeye çalışacak."
aslında the economist'in makalesiyle başlayan haber/uyarı dalgası zemini hazırlamakta oldukları konusunda şüphe uyandırmıyor değil.
9 Haziran 2011 Perşembe
kaybeden no:2
bant'ın bu ayki sayısında kaan çaydamlı ve mete avunduk'la bir röportaj yapmışlar. birkaç ay önce, sanırım filmin vizyona girmesine yakın bir yazı yazmıştım; programı dinlemeye katlanamadığımı söylemiştim. bundan sonrası röportajdan alıntı:
güldürdüler beni akşam akşam.
hakan tamar: sizin de dönüp programları yeniden dinleme durumunuz hiç oldu mu?
mete avunduk: ben dinleyemiyorum mesela.
kaan çaydamlı: ikimiz de katlanamıyorduk.
mete avunduk: hala da öyle... ancak iki dakikalık, komik bir yere denk gelirsek...
kaan çaydamlı: internetteki birkaç kaydı dinlemeye yeltendim ama mümkün değil.
güldürdüler beni akşam akşam.
3 Haziran 2011 Cuma
boş zaman
supernatural izliyor ve her tuvalete gidişimde kıçımdan bir demon çıkaracakmışçasına heyecanlanıyordum...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)