30 Haziran 2011 Perşembe

kötülüklerin babası

millet tepemde güneşleniyor. çok ısındıklarında havuza dalıp iki kulaç atıyorlar, şezlonglarına serin serin yayılıyorlar. burada hava sıcaklığı 150.000 derece falan herhalde. hayatımı kurtarmak için diri diri fırına girmek zorunda kaldım. bu terleme hızıyla üç kilo falan vermiş olmalıyım. havuzun devridaimini sağlayan motorların bu kadar ses çıkardığı yukarıdayken belli olmuyordu. şimdi ya duyma kaybı yaşayacağım ya da birkaç gün kulaklarım çınlayacak. tabii bunların hepsi babamın beylik tabancasından çıkıp kürek kemiklerimin arasına saplanacak bir kurşundan daha iyi.

there’s not much left to love
too tired today to hate
i feel the empty
i feel the minute of decay


iyi ki bakkala giderken yanıma mp3 çalarımı almışım. kaçarken düşürmediğime de şükrediyorum bir yandan. ama telefonumu unutmuşum işte. ne arkadaşlara haber verebiliyorum ne de son durumları öğrenmek için annemi arayabiliyorum. belki de böylesi daha iyi. babam o kadar sinirliydi ki, sırf beni bulmak için cep telefonu sinyalimi bile takibe alabilirdi. alkolikliği değil, arnavut damarı beni daha çok korkutuyor.

babam en az 10 yıldır alkolik. başlarda çok çaktırmadığı için tam bir süre veremiyorum ama 10 yılı rahat vardır. ilkokulda öğlenciydim, elimden tutup okula götürürdü beni. annem hep arabayı almasını söylerdi ama babam "yürüyüş oluyor ikimiz için de" der, eline küçük su şişesini alır, 10 adımda bir küçük yudumlar alarak okula kadar yürürdü. sonradan su şişesinin içinde votka olduğunu, her gün okula gidene kadar babamın 50 promili aştığını öğrendik. annem çıldırdı. bir hafta falan anneannemlerde kalmıştık. babam eve dönmemiz için çok uğraştı. özrün, yeminin bini bir para. döndük sonra tabii ama babam sözünü tutamadı. ne kadar tedavi görürse görsün, bir bağımlının sözüne asla güvenilmeyeceğini o zaman öğrendim.

azılı bir alkolik olmasına rağmen babam beni hiç bakkala içki almaya göndermedi. nevalesini kendi alır, masasını kendi kurar, arkadaşlarıyla dışarıda içecekse eve makul bir saatte gelir ve zom olduğu halde kimseyi rahatsız etmemeye özen gösterirdi. ağzıma alkolün kendisini değil, adını alsam kaşlarını çatar, okkalısından bir küfür savururdu. çok küfür eder babam, değme küfürbaz eline su dökemez. hatta saydım bir kere, dakikada 47 küfür rekoru var. olayı tam hatırlamıyorm da biri birine iftira mı atmış ne, babam "siktirsin lan o pezevenk"le başladığı tiradın sonunda ne eşiktekini, ne beşiktekini ne de kendisini susturmaya çalışanların sülalelerini tatminsiz bırakmıştı. her neyse. bir keresinde de çaktırmadan bardağından bir yudum almaya çalıştığımda iki tokat çakmıştı. tavrı çok netti. bu ailede kendisi dışında kimse alkolik olmayacaktı.

biz de kurala uyduk. annem zaten sosyal içici bile sayılmaz, ben ve kardeşim de alkole özel bir ilgi göstermedik hiç. ama bu demek değil ki hiç içmiyorum. yazlık akşamlarını bilirsiniz. gece sahilde toplanılır, biralar açılır, repertuarı akdeniz akşamları'yla sınırlı bir gitarist tellere gelişi güzel vurup uykusu kaçmış manda gibi böğürmeye başlar. işte ben öyle akşamlarda maksimum iki bira içerim. daha rahat konuşmaya başlarım ama ne söylediğimi bilirim. çakırkeyiften ötesi sıkıntılı.

geçen sene bir kez diğer türlüsünü de yaptım, sonucunda hayatımın dayağını yedim. daha 16 yaşındayız, bir boktan anlamıyoruz ve platonik aşkların acısı başımıza vurmuş. dedik bunu bir büyüğe soralım. sahilde peynir ve kavundan ibaret bir çilingir sofrası kurduk. gerekir diye bir paket de sigara aldık ama sonra üstüne kustuğumuz için sadece birer tane içebildik. ikinci dubleden sonra, kafamız hali hazırda taşak gibi olmuşken, biri "dibini görmeyen sevdiğini görmesin" dedi. hop, fondip. salaklık işte, rakı fondiplenir mi? ondan sonra dördüncü dubleleri içebildik mi hatırlamıyorum. çıplak ayakla deniz kenarında yürürken dalgaya takılıp düşmeler, yıldız kaydırırken kendinden geçmeler... bol bol rezillik yaptık o gece ama asıl sorun eve dönmeye çalışırken çıktı. birbirimize yaslanıyoruz ama ayakta durabilen kimse yok. bizim siteye çıkan yokuş uçurum olmuş, iki adım atsak paraşüt gibi aşağı süzülüyoruz. bir şekilde eve ulaşmayı başardık. merdivenlerden sürünerek çıktım, ayağa kalksam düşüp bir tarafımı kıracağım. babam da gece yürüyüşünden dönüyormuş o sırada, beni merdivenlerde emeklerken görmüş.

i went to god just to see
and i was looking at me


babam eve ulaşana kadar yatağıma serilmiştim. başım olan dünyanın trilyonda biri çapındaki yuvarlak, merkez kaç kuvvetine dayanamıyordu. durduğum yerde saat yönünde dönerken, ışığın açılması ve babamın sol kroşeyle üstüme atlaması bir oldu. ben bunu güneş patlaması olarak algıladım tabii, annemin çığlığıyla kendime geldim.

"ulan pezevenk! ulan eşşoğlueşşek! ben sana demedim mi içersen götünden kan alırım diye?"

ben elimi "dur" diyerek kaldırdığımda allah'tan annem önüme geçmiş de o elim kırılmaktan kurtulmuş.

"yok," dedim, "bir daha sen ikram etsen de yok. anlamıyorum ki her gece her gece nasıl katlanıyorsun buna. ne sikik hayatın varmış be!"

sonra yine sızmışım ben. bunları da sabah gırtlağıma bir sürahi su boca etmeye çalışan annem anlattı. küfür ettiğimi duyunca babamın gözleri iyice açılmış, "gerizekalı" deyip çıkmış odadan. uykusunda konuşurken memnuniyetini belli etmiş. "öğrensin pezevenk, rezil olunca aklı başına geldi" gibi bir şeyler söylemiş.

tabii o dayağı yemeden de aklım başıma gelmişti. sonra babamla aramızda uzun süre alkolle ilgili bir konuşma da geçmedi. ta ki bugüne kadar. benim de salaklığım var biraz. adamın hassas noktasını bildiğim halde eve bira götürdüm. içmedim ama elimde şişeleri görünce çıldıracağını tahmin etmeliydim.

bizimkilerle iddiaya girdik tamam mı? sitede melis diye bir kız var, yazlığın yarısı ona aşık. bu da herkesle arkadaş geçiniyor. artık kırmamak için mi, yedekte tutmak için mi bilmiyorum, günahı boynuna. erhan dedi ki, şimdi buna çıkma teklif etsem reddeder kesin ama nasıl reddeder? herkes "arkadaş kalalım" diyeceğini söyledi, ben "çıktığım var der" dedim. birasına iddiaya girdik, dörde karşı tekim. sonra erhan gitti sordu melis'e, çıktığım var demiş. ben dört birayı kazandım, akşamı beklemek yerine gidip cayır cayır öğle sıcağında aldı bu gerizekalılar da biraları.

i was born into this
everything turns to shit
the boy that you loved is the man that you fear


nasıl olsa içmeyeceğim, babama götüreyim, akşam cila yapar dedim. eve elimde langır lungur şişelerle girince delirdi bu. daha ben ağzımı açamadan, kapının önünde yumruğu çıkardı. sinirlendim ben de tabii. 17 yaşında adam olmuşuz, herif daha nedir diye sormadan göçertiyor. fırlattım şişeleri, "yeter be!" diye bağırıp ittim bunu.

"babaya el kaldırmak ha?" diye gürleyip odasına daldı, annem yine çığlık çığlığa gitti peşinden. iki saniye sonra annem bağırıyor, "onur kaç! allahaşkına bırak orhan, silahla şaka olmaz, şeytan doldurur! onur! kaç, saklan!"

ben de gururuma yediremiyorum bir yerde, ne olacaksa olsun anasını satayım diyorum da annemin sesi ciddi. herif hakikaten balataları yakmış, "sikerim şakasını da şeytanını da puştun" diye bağırıp buldozer gibi geliyor. baktım, durursam istikbalim hakikaten göklere yükselecek, topuklayıp buraya saklandım. kimseye de haber veremiyorum. son anlarımda tek dostumun marilyn manson olacağını söyleseler o zirzopa mı kaldım derdim ama şarkı sözlerine bakınca herifin bir bildiği varmış diye düşünmeden edemiyorum.

-------

kaç saat beklediysem, uyumuşum motor dairesinde. kardeşim dürttüğünde şahadet getirip sıçrayarak uyandım. babam sakinleşince çıkıp aramaya başlamışlar, havuz kenarında güneşlenenler buraya kaçtığımı söylemiş.

"eve gel," dedi kardeşim, "babam konuşmak istiyormuş seninle."
"o puşt ölmeden dönmem eve. silahla kovaladı lan, gördüğü yerde ağzıma sıçacak."
"merak etme, sen kaçınca hırsını arabadan çıkardı. kaportayı yamultup iki duble içince silahı falan bıraktı. allah'ından bul diye söyleniyordu ben evden çıkarken."
"nasıl yamulttu kaportayı?"
"tekme, yumruk... kafa attı oğlum arabaya!"
"hadi ya... kendine geldi yani, eminsin di mi?"
"burnu kızaracak kadar kendine geldi. elini kadehe uzatmadığın sürece güvendesin."

döndük eve. babam balkondaydı. denize baka baka bir büyüğü yarılamış, kadehindeki dubleyle sessizce kavga ediyordu. masaya oturduğumda kafasını kaldırmadı. ben de bir şey söylemedim. yüzüme bakmadan konuşmaya başladı.

"neden geceleri yürüyüşe çıkıyorum, biliyor musun?"
"neden baba?"
"ölmek için."
"..."
"asansörü kullanmıyorum ki merdivenlerden yuvarlanıp boynumu kırabileyim. o olmayınca gecenin bir yarısı ıssız yerlerde dolaşıyorum ki, itin kopuğun biri bıçağı boynuma dayasın. dayasın ki ben dayılanayım, kendimi kıtır kıtır kestireyim. yoksa bu işin sonu yok."
"..."
"yakında gideceğim ben. öyle ya da böyle. bu yaşına kadar içmene izin vermedim, ölene kadar da karşıma birayla mirayla çıkarsan evladım demem, amına koyarım. anladın mı?"
"o biraları içmek için almadım ben. sana getirdim."
"getirmeyeceksin. elinde şişe görmeyeceğim."
"vurur musun yoksa?"
"vurmam. ama bana bir daha el kaldırırsan ya da annene bir terbiyesizlik yaparsan da..."
"evladım demez sikersin."

babam kaşlarını kaldırdı. ağzımdan küfür çıkmasına yine şaşırmıştı.

"sen ne zaman böyle küfür etmeye başladın yavşak? bana mı benzemeye çalışıyorsun?"
"hayır baba."
"bu aileye çok zarar verdim ben. canımdan çok sevdiklerimi perişan ettim. şeytan diyor, daya kafana silahı, siktir git bu alemden ama intihar en büyük günah."
"yok baba, en büyüğü o değil. ondan önce allah..."
"kes lan pezevenk! yok en büyüğü yarrakmış, en küçüğü tövbe tövbeee! alim kesildin başımıza, iki satır konuşturmuyorsun!"
"pardon baba."
"pardonmuş! ne diyordum ben?"
"en büyük günah intihar diyordun."
"he... unuttum ne söylediğimi. kafa bırakmadınız şerefsizim. neyse. anladın sen demek istediğimi. git şimdi, bu masada daha fazla durma."
"tamam baba."

kulaklıklarımı takıp dışarı çıktım. allak bullak olmuştum ve düşünmeye ihtiyacım vardı. ne düşüneceğimi de bilmiyordum. intihar eğilimli alkolik bir babam vardı ve bunu değiştirmek için elimden hiçbir şey gelmiyordu. melis'le karşılaştığımda kulaklarıma marilyn manson'ın love song'u dolmaktaydı.

got a crush on a pretty pistol
should i tell her that i feel this way
i've got love songs in my head
killing us away


"sizin evde bir şeyler olmuş. geçmiş olsun."
"önemli bir şey değil. aktör olmayı düşünüyorum da. babamla küçük bir western sahnesi oynadık."

biraz abartarak güldü. koluma girdi, yürümeye başladık.

"sen de erhan'ı reddetmişsin bugün, çıktığın varmış."
"yok aslında, kırmamak için yalan söyledim. hem aklımda başka biri var."
"hadi ya? kim o?"

melis cevap vermedi. utanmış gibi başını eğdi, yürümeye devam ettik. yolda bir ara çaktırmadan yüzüme baktığını fark ettim.

4 yorum:

honour knowledge dedi ki...

çok şık olmuş!

İnci Vardar dedi ki...

sana ilham vermek için kendi ellerimle yaptım. senden bir hikaye, bir şiir, herhangi bir yazılı doküman kuplesi (yıl sonu raporu hariç) beklemeyi şu andan itibaren hakkım olarak görüyorum.

Aslı Soylu dedi ki...

hassiktiiiirrrr... çok güzel olmuş lan. (öle küfürlü hikayeye böle şakşak. hehehe )

İnci Vardar dedi ki...

hiçbir hikaye senden güzel değil gadınım. öberink.