28 Temmuz 2011 Perşembe

genellemeler... genellemeler...

bu aralar funda danışman ve rojin canan akın tarafından derlenen "bildiğin gibi değil" isimli kitabı okuyorum. belki duymuşsunuzdur, 80'lerde güneydoğu'da çocuk olan ve bugün de aynı bölgelerde yaşayan gençlerin anlattıkları var kitapta.

bilirsiniz, belgeseller ne kadar korkunç gerçeklerden bahsederlerse bahsetsinler, güzel yazılmış bir roman ya da schindler'in listesi gibi bir film kadar iç parçalayamazlar. bildiğin gibi değil de böyle bir kitap. yer yer dehşete düşürecek çirkinlikte gerçekler anlatılıyor, moral bozuyor ama öyle soğuk ki yüzüne çarptığı tokat, hissedip de ağlayamıyorsun. en azından bendeki etkisi bu şekilde. siz okusanız parçalanır mısınız bilemem.

şimdi benim yaşlarımda olan insanlar nasıl meydanlarda toplanıp dövüldüklerini, ailelerinin ve akrabalarının nasıl öldürüldüğünü, köylerini terketmeye ve kamplarda yaşamaya zorlandıklarını, eğitimsizliklerini, hangi şartlar altında dağa çıkmaya karar verip neden gitmediklerini anlatıyorlar. aşiretlerden, fakirlikten, bunların üstüne binen devlet-pkk-hizbullah savaşlarından bahsediyorlar. benim hiç yaşamadığım, über travmatik durumlar.

milliyetçi bir anne ve kardeşe sahip olmama rağmen benim hiç kürt antipatim olmadı. ölen kişi ister dağdaki gerilla olsun, ister ordudaki türk, ister sokaktaki ermeni, ister hopa'daki eylemci; hepsine mesafem aynı. bazılarının isimlerini gazetede okuduğum için biliyorum, bazılarından o kadar bile haberim yok. nihayetinde yakınım olmadıkları için hepsi gözümde "insan" sınıfındalar, başka bir özellik yükleyemiyorum. öldüklerinde üzüntüm basit bir "tüh" olarak kalıyor, bir istatistikle ne kadar empati kurulabilirse o kadar. yaşayanlara mesafem de aynı. ilk öfkeyle burada aman efendim başörtüsüne izin verilmemiş, vay efendim sınava yine katakulli sokmuş diye yazıyorum ama etkisi kendi başıma gelmiş gibi unutulmaz ve affedilmez değil. ben bu tutku eksikliğimi normal ya da anormal olarak adlandıramıyorum, belki aranızda bu cümlelere, özellikle şehitler konusunda, "insan mısın ulan sen?!" tepkisini verenler vardır. amacım kesinlikle "büyütüyorsunuz" demek değil, sadece ben çok küçük yaşıyorum. hissizlik bir seçim değil, ne yapayım?

ama hak hukuk konusunda kafam karışık işte. dağdaki gerillanın nasıl bir travma sonucu oraya çıktığını, neden kana susamış bir şekilde saldırdığını öğrenince "sen bu seçimi yaptığın için %100 haksızsın ve ölmeyi hak ediyorsun" diyemiyorsun. en azından ben diyemiyorum. mesela türk askerinin de o bölgeye istemeden gittiğini, öldürmeye zorlandığını, aslında suçsuz olduğunu düşünürdüm. ama türk ordusunda da kana susamış, kürt öldürmeye can atan kafatasçılar yok mu? 80'lerde gerillayı paramparça etmek için panzerin arkasına bağlayıp saatlerce sürükleyen caniler yok mu? bunların hiçbirini görmedim. ya duydum, ya okudum. ama bu bile hayli kafa karışıklığına neden oluyor...

belirtmem gereken bir konu var: pkk'yı ve yöntemlerini savunmuyorum, savunamam. insanların ve toplumların haklarını aramasını doğal ve gerekli görsem de iş teröre gelince kafa karışıklığım gidiyor, çizgimi çekiyorum. (başka türlüsü olabilir miydi diye düşününce aklıma amerikan zencileri geliyor. çok yanlış bir benzetme de olabilir, emin değilim, ama insan yerine koyulmayan ve sistematik olarak katledilen kölelerin artık toplumun büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmesi, eşit şartlarda yaşaması bu iş terörsüz de halledilebilirdi izlenimi yaratıyor.)

aldığım haberlere göre ece temelkuran'ın da kafası karışıkmış, hilal kaplan eski ve yeni yazıları arasında bir karşılaştırma yapmış. yaptığı alıntıları onun gibi yorumlayamadım, bunun tek nedeni de ece temelkuran sevgim değil. aynı şekilde yorumlayamadım çünkü ece temelkuran'ın genelleme yapmak yerine daha küçük gruplardan bahsettiğini düşündüm. link'ini de verdim ama ufaktan burada da incelemek istiyorum.

"Zalimler ellerimi kelepçeye vurdular, aşiretime haber verin. 'Zalimler' dediği JİTEM oluyor yani." Oysa, geceleri yollarda BMW cipler geçiyor, dağların ortasında kat kat yükselen Akmerkez yavrusu alışveriş merkezleri önünden. Rakıyla bileylense de öfke, "ticaret" devam ediyor. Ham uyuşturucunun şişe geçirilip içilenine "dilyak", mangala konulanına "okka" deniyor. Hizbullah, iki-üç ay önce, düğünlerde kadınlı erkekli, halay çekilmesin diye birilerine işkence ediyor."

Yani "Zalimler" diye JİTEM'e diyorlar, OYSA bu Kürtler BMW ciplere bile biniyorlar, AVM'lerde dolanıyorlar; üstelik uyuşturucu müptelalığı, irtica baskısı, ne arasan var. Daha çok Batı'da oturan Milliyet okurunun "JİTEM oysa" paragrafından çıkarabileceği sonucun "Bunları anca JİTEM paklar"dan öte olduğunu düşünen varsa beri gelebilir."


genelleme yaparak bakarsak, bölgede yaşayan bütün kürtleri anca jitem paklar, ölsün ibineler diye düşünürsek ece temelkuran'ın yanlış bir şey söylediğini kabul etmek gerekir. bahsi geçen topluluğu küçültüp uyuşturucu ticaretiyle zengin olan, aşireti tarafından el üstünde tutulan, hizbullah'a destek olan ve yaşadığı yerde kendi insanını ezen bir hale getirirsek... istanbul'daki arkası sağlam, dinci (dinini sosyal statü için değil, din olarak yaşayan müslümanlar alınmasın lütfen), yasa dışı işlerle zengin olan örneklerini birebir olmasa da biliriz. yok mu bunlar doğu'da da? istanbul'da bu tip adamların olduğunu bildiğimiz halde bütün bir türk milletini zan altında bırakmaya çalışmıyorsak, neden bu yazıdan ece temelkuran'ın "bütün kürtler şerefsizdir" dediği anlamını çıkaralım ki? belki de ece temelkuran'ın kafası karışık değildir, hilal kaplan onun anlatmak istediği gibi anlamamıştır. belki de ben fazla iyimserim, bu da bir ihtimal.

yazıdaki diğer örnekleri de inceleyip daha fazla uzatmak istemiyorum. kafa karışıklığımı yazmak istedim sadece, taraf tutamadığımı, empati kuramadığımı, belki biraz da bazı konularda genelleme yapmanın yanlışlığını. çözüm önerisi elbette yok. ne taraf ne de tamamen tarafsız olabildiğim konularda "eeaaa bence silahlar bırakılsın, barış çok güzel bir şey, mesela eğitim şart yani" gibi sığ sığ konuşmalar yapıp kendimden utanmak istemiyorum.

26 Temmuz 2011 Salı

modern sanat

bugün bir blog buldum, şimdilik gördüğüm kadarıyla ilgi çekici bazı yazılar ve sanatla ilgili yorumlara yer veriyor. bu sanat yorumlarından biri ai weiwei'nin tate modern'da sergilenen ve açılıştan sonraki gün minik ve pahalı hediyelik eşyalara dönüştürülmek üzere müze tarafından satın alınan enstalasyonuyla ilgili.

enstalasyon porselenden üretilmiş ve yere serilmiş milyonlarca ay çekirdeğinden oluşuyor. açılışta insanlar bunların üzerinde yürümüş, sanattan bir avuç alıp ceplerine doldurmuşlar, üzerine uzanmışlar falan. hoş bir ortam yani. ama bunun neresinin sanat olduğunu anlamadım ben.

çoğu zaman modern sanat bana hiçbir şey ifade etmiyor. bazen ne anlatmaya çalıştığını merak ediyorum. bu yere serilmiş porselen ayçekirdekleri mesela. ai weiwei niye böyle bir şey yapmış ki? biz buna sadece insan yapımı olduğu için mi sanat demişiz?

yoksa hepsi şu videodan mı ibaret?

20 Temmuz 2011 Çarşamba

duygu pezevengi

bugün kendimi biraz eşek gibi hissediyorum. serap ikidir aklıma karpuz kabuğu düşürüyor. bir hikayeye başlamış, karşısına dal dal dizilen düşüncelerde bir oraya bir buraya atlamış (bazen serap'ı serçeye benzetirim ben, konuşması da öyle bıcır bıcır), bambaşka bir yere ulaşmış. beni tetikleyen de bir paragrafını ayırdığı "duygu pezevengi" oldu. tanımını onun blogunda okursunuz, ben işin hikaye kısmına geçeyim.

1982'de bir konferans için ege'ye gittim. istanbul'dan da sıkılmıştım o dönem, binalar üstüme üstüme gelmeye başlamıştı. konferans arasına bir de tatil sıkıştırmak çok işime gelecekti. arabayla gittiğim için izmir senin, manisa benim dolaştım. istanbul'a dönmek üzere son kez gaza bastığımda burhaniye tabelasını gördüm. yakın bir arkadaşım çok bahsetmişti buradan. çocukluğunun geçtiği, ara sıra da annesini görmek için gittiği bir ilçecikmiş. ben hiç görmemiştim. yolu biraz daha uzatmakta sakınca görmedim, zaten evde bekleyenim de yok. kırdım direksiyonu, bir gece de orada kalmaya karar verdim.

şimdi burhaniye'nin zeytininden, denizinden, kumundan bahsetmeyeceğim. isterseniz gider kendiniz görürsünüz. bunun yerine size, öylesine uğradığım burhaniye'de üç yıl kalışımın hikayesini anlatacağım.

dedim ya, istanbul beni iyice boğmuş, alıp başımı kaçasım var; işte burhaniye tam böyle kaçmalık bir yermiş. henüz güneydeki tatil beldelerine dönüşmemiş, daha çok yazlıkçıların konakladığı, kafa dinlemeye müsait bir mekan. şimdi gitsem öyle kolay olmaz ama otelde şıp diye oda buldum. eşyalarımı yerleştirip duşumu aldıktan sonra da çıkıp etrafı kolaçan etmeye başladım. hem yemek yiyecek güzel bir yer bulurum hem de istanbul'a götürmek için zeytin alırım diye düşünüyorum. baktım sadece bir sigaram kalmış, unutmadan onu da aradan çıkarayım diye gördüğüm ilk bakkala girdim. işte o bakkal, sami efendi, benim burhaniye macerasını başlatan kişi oldu.

sami'nin tipini görseniz "bu mu gitmeni engelleyen adam?" dersiniz. ağzını açmadığı sürece hiçbir özelliği yok. 55-60 yaşlarında, griye çalan saçları tepeden seyrelmiş, oradaki herkes gibi bronzlaşmış, zayıfça, bıyıklı bir adam. öyle gözlerinde cin fikirli bir parlaklık da yok, neredeyse ilgisiz. ben içeri keten takım elbiseyle girince de şöyle bir baktı, sigaraya uzandı. içtiğim markayı ben söylemeden tezgaha koyunca şaşırdım. gözlüğümü çıkarıp afallamış bakışlarımı yüzüne dikecekken, elini elimde buruşturduğum pakete uzatıp "onu da çöpe atayım istersen" dedi. dikkatine hayran kaldığımı belirtirken, askerde komandoluk yaptığını, her şeye dikkat etme huyunun oradan geldiğini söyledi.

çok muhabbetçi bir adam sayılmam ama sami dikkatimi çekmişti. belki bir şekilde muhabbeti ilerletiriz diye akşam yemeği için bir yer önermesini istedim. soruma soruyla karşılık verdi.

"buralı olmadığın belli de... nereden geliyorsun?"
"istanbul'dan. dönüş yolunda tabelayı gördüm, bir gece de burada kalayım dedim."
"iyi yapmışsın. büyük şehirlerde yaşayanlar için burası tam kafa dinleme yeri. hele istanbul... peeeeh! çok fena oralar. binalar insanın üstüne üstüne geliyor."

yola çıkarken aklımdan geçen cümleyi sami'den duyunca kardeş bir ruh bulmuş gibi sevindim. "çok kaldınız mı istanbul'da?" soruma dudağını büküp elini "ohoooo" der gibi sallayarak cevap verdi. sonra elini tezgaha vurup akşamın planını anlatmaya başladı.

"bak şimdi... adın neydi?"
"murat."
"ben de sami. bak şimdi murat, ben sana güzel lokanta söylerim. ama sen orada güzel muhabbet bulamazsın. biz bu akşam 3-5 arkadaş sahilin orada mangal yapacağız. istersen misafirimiz ol, gecen boşa gitmesin."

arkadaşlar bana soğuk nevale derler hep ama ne yalan söyleyeyim, çok sevindim. bir gece kalacağım zaten, onu da güzel bir ortamda geçirmek istiyorum. hemen kabul ettim. "o zaman," dedim, "bir de rakı sar sen, akşam gelirken getireyim."

sami'nin suratı ekşidi. yok efendim misafire de saygı yapamayacak mıymış, biz istanbullular her şeye sazan gibi atlarmışız böyle zaten... vermedi rakıyı. onun yerine nerede buluşacaklarını tarif edip selametle sepetledi beni. ben de akşama kadar dolaştım, otele dönüp biraz kitap okudum, yol yorgunu da olunca içim geçmiş, uyumuşum.

uyandığımda saat sekizi geçiyordu. apar topar üstümü değiştirip koştura koştura sami'nin tarif ettiği yere gittim. mangal yakılmış, rakı açılmış, gaz lambasıyla aydınlatılan küçük bir masanın etrafına birbirine benzeyen dört adam yerleşmiş. beni öyle koştururken görünce sami gülmeye başladı.

"yavaş ol yavaş! balıklar kaçmıyor!"
"ya kusura bakmayın, uyuyakalmışım. siz başladınız mı?"
"daha mangalı yeni yaktık. bir dublelik gecikmen var ama, dolduralım da yetiş hemen."

sami balıkları mangala atarken beni masadakilerle tanıştırdı. ahmet burhaniye'nin şampiyon balıkçısıymış, bir açıldı mı beş kilo yakalamadan dönmezmiş. salih dünyanın en rahat kunduralarını yaparmış, ayağıma bir kez giysem istanbul'un en iyi ayakkabısı tahta takunya gibi gelirmiş. hasan zeytinciymiş, dedesinden kalan toprağı ekip biçiyormuş ve dünyanın on altı ülkesine zeytinyağı gönderiyormuş. aralarında bir sami dünyanın en iyi bir şeyi olamamış, o da bakkalında kendi yağında kavruluyormuş.

masadakiler bu lafı duyunca gülüp "tabii tabii" dediler, sami'nin omzuna dostça vurdular. ben de biraz kendimden bahsettikten sonra sami yine sazı eline aldı, bütün gece anlattıkça anlattı. yugoslav göçmeniymiş sami, yıllar önce türkiye'ye gelip sırayla edirne'de, istanbul'da ve çanakkale'de yaşamış. her on yılda bir güneye doğru inerken onun da yolu burhaniye'ye düşmüş, inşallah hayatını burada tamamlayacakmış. ama bosna'da savaş çıkınca içi memleketini yüzüstü bırakmaya el vermemiş, gidip birkaç ay orada çarpışmış. gösteremeyeceği bir yerinde savaş yarası da varmış, bir şarapnel parçasıyla gazi olmuş. istanbul çok bunaltmış onu, yıllarca ohri'nin güzelliğini düşünüp avunmuş, sonra daha güneyde, küçük kasabalarda yer bakmış kendine. burada bir arsası varmış, o zamanın fiyatıyla resmen şansa bulmuş. parayı denkleştirmek için bir ara yasadışı işlere bulaşmış, sonra paçayı zor kurtarmış.

sami anlatırken masadaki herkes sanki ilk kez anlatıyormuş gibi dinliyordu. sohbet neredeyse sabaha kadar sürdü. kaç duble içtiğimi hatırlamıyorum, sami'nin anlattıklarını hatırladığım için de kendimi şanslı sayıyorum. sonra ertesi gün ne başımı kaldırabildim, ne midemi toparlayabildim. alkole çok alışık değilim ben. bazen yazarlarla tanışmak, yayın evleriyle bağlantı kurmak için kokteyllere katılmam gerekiyor. onlarda bile dört kadehin üstüne çıksam yamulup kalıyorum. bu adamlar öyle mi? karşılarında nefis deniz manzarası, her yerde zeytin ağaçlarının mis gibi kokusu, güneşin bin bir renge girip usul usul batışı derken kim bilir kaç mangal başında kaç şişe devirmişler. ben de onların gazına gelip kökledim, böyle oldum. sonuçta o gün araba kullanacak duruma gelemedim, bütün günü otelde geçirdim.

ertesi gün hemen yola çıkmayayım dedim. buranın pazartesi pazarı ünlüymüş, gidip öteberi aldım. sahilde güneşlenip denize girdim. o kadar rahattım ki, yeniden yola koyulmak için neden bulamıyorum. akşama doğru kalktım, sigara almak için otele dönmeden sami'ye uğradım. daha önce gitmem gerekirdi ama o gece benim sigaradan iki paket getirmiş. birini cebime sıkıştırdı, diğerini masada yarıladım. akşamdan kalma olduğum gün de sigarayı ağzıma süremedim. neyse. bakkala girdiğimde sami'nin bir müşterisi vardı. 30 yaşlarında bir kadın. dertleşiyor gibi görünüyorlar ama konuşan sami, kadın sadece kafasını sallıyor. beklerken sami'nin anlattıklarına kulak misafiri oldum.

"her yerin hassaslaşır, hem de nasıl ağrır," diyor sami, "böyle kasıklara kasıklara vurur ağrısı, insanın kendini duvarlara çarpası gelir. ama öyle bir ağrı ki, ayağa kalkamıyorsun resmen! bir de baş ağrısı yapıyor bazen, o da çok beter. deve bağırtan derler ya, öyle bir şey! sende yoksa şanslısın, ilaç işlemiyor!"

anlatırken de suratı şekilden şekle giriyor, o ağrıyı sanki o anda çekiyor gibi. kasıldı, iki büklüm oldu, tezgaha vurdu da vurdu. sırf empatiden ağlamak geldi içimden. kadın da karnını tuta tuta kafasını salladı, poşetini alıp çıktı bakkaldan. giderken göz göze geldik. "geçmiş olsun" dedim, ters ters bakıp aceleyle uzaklaştı.

"geçmiş olsun ya, n'olmuş?"
"muayyen sancısı tutmuş, onu anlatıyor."

benim yine şaşkınlıktan ağzım açık kaldı. sami inanılmazdı! öyle bir anlatıyordu ki, sanki her ay çocuk doğuruyor mübarek. bakın, yazar olduğum halde ben başımdan geçmemiş - ve asla geçmeyecek - bir şeyi bu kadar yaşayarak anlatamam. ihtimal dahilinde olmasına rağmen prostatı bu kadar iyi anlatamam yahu!

"ya sami, görmesem inandıracaksın! sen anlatıyordun yahu, kadıncağız tek kelime etmedi. hem sen nereden biliyorsun muayyen sancısını?"
"bilirim ben, bilirim" dedi, uzatmama izin vermeden, kıvrak bir hamleyle konuyu değiştirdi. "e, sen geçen gün istanbul'a dönüyordun, n'oldu?"

tatili biraz daha uzatmaya karar verdiğimi ama bir daha o kadar içmeyeceğimi anlattım. o akşam için yine sözleştik. bu kez rakıyı benim almama izin verdi.

akşam erkenden çıktım. biraz dolaştığım halde mekana ilk gidenlerden biri oldum. mekan dediğim ahmet'in eviymiş. derme çatma bir baraka. sami'nin söylediğine göre çok büyük, müthiş bir evi daha varmış ahmet'in, buraya sadece demlenmeye geliyorlarmış. kapıyı çalacakken ahmet'in ilerideki iskeleye oturmuş balık tuttuğunu gördüm. elinde oltası, yanında kovası, öylece bekliyor. iskeleden öyle büyük balıkların çıkmasına ihtimal vermediysem de arada çıtır çıtır yutulacak bir şeyler tutuyordur diye düşündüm. yanına vardığımda kovaya baktım, bomboş. "bu akşam aç kalacağız galiba" diyerek yanına oturdum. büyük bir ciddiyetle "yok yok," dedi, "balıkları salih getirecek."

"salih de mi balıkçı?"
"yoo, ayakkabı yapıyor o, unuttun mu? ne biçim içmişsin o gece! adımı hatırladığına şükür!"
"ondan değil de... ne bileyim yahu! şampiyon balıkçısın ya, hep sen tutuyorsundur diye düşündüm."
"yok bee... ne şampiyonu..."

hazır konuşmaya başlamışken o gün bakkalda olanları anlattım. ahmet hiç şaşırmış gibi görünmüyordu. "biraz daha kalırsan sen de şaşırmazsın" dedi.

meğer dünyanın en iyi bilmem neleri olan bu adamların hiçbiri anlatıldığı gibi değilmiş. asıl sami dünyanın en iyi yalancısıymış. hayatı boyunca burhaniye'den dışarı adım atmamış bu adam çocukken gıkını çıkarmaz, herkesi ve her şeyi incelermiş. biraz büyüyünce bakkalda, babasının yanında çalışmaya başlamış. yıllarca bakkala giren çıkanı, kaldırımda yanından geçeni, eve misafirliğe geleni dinleyip durmuş. babası ölüp bakkal ona kalınca da çenesi bir açılmış, susturabilene aşk olsun."şimdi birazcık susup dinlese malzeme topladığını anlarız," dedi ahmet, "bir cümleden roman yazacak kafa var adamda."

hayallerim yıkıldı desem yalan olur. bunun yerine sami'ye bir kez daha kıskançlıkla karışık bir saygı duydum. diyorum ya, ben yazarım, bu kadar incelemeyi de böyle inandırıcı anlatmayı da beceremem. o anda karar verdim, burhaniye'de kalıp sami'den uydurma sanatını öğrenecektim. işin büyüsünü bozmamak için de hiç çaktırmadım. ne de olsa sami dinleyen birini buldukça anlatacaktı, ben de sürekli onun rakısını tazeleyip öğrenecektim.

böyle üç yıl geçti. sami'den yaşanmamış aşkların nasıl acıttığını, kazanılmamış paraların nerelerde harcandığını, avlanmamış aslanların nasıl korkuttuğunu, evlenilmemiş kadınların dırdırını, doğmamış kızların yanaklarını pembeleştiren sırlarını öğrendim. ahmet'ten balıkçılık, salih'ten kunduracılık, hasan'dan zeytincilik de cabası oldu. bu arada yazmaya devam ettim. istanbul'a bir kez adım atsam dönmeyeceğimi bildiğimden kitaplarımın ilk bölümlerini yayınevlerine gönderdim, kabul edenlerle de bol bol mektuplaştım. üç yıla iki buçuk kitap sığdırdım.

burhaniye'de kalışımın hikayesi bu. dönüşümün hikayesi ise çok sıkıcı, çok basit. sami bir gece evde kalp krizi geçirip öldü. bakkalın kapalı olduğunu görünce, sami'nin gecikmesi konusunda, onun anlatmaya tenezzül etmeyeceği yavanlıkta senaryolar düşündük. iki saat daha ortalıkta görünmeyince merak ettik, evine gittik. kapı açılmadı, polise gittik. kapıyı kırınca yerde yattığını gördük, doktora gittik. doktor ölüm raporunu yazdı, cenazeye gittik.

artık cenaze de bitince burhaniye'de kalmak için bir neden bulamadım. o gün bugündür istanbul'dayım. hala da sami kadar iyi uyduramıyorum.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

bilgi üzerine birkaç not

bir şeylere ne zaman ve ne şekilde tepki vereceğimizin başkaları tarafından belirlendiği, ne kadar "protest" takılsak da sürü gibi güdüldüğümüz en son ne zaman dikkatinizi çekti?

bilinmeyen bir durum değil bu, muhtemelen herkes özgür iradesinin bilinmeyen güçler tarafından sekteye uğratıldığının farkında. benim bu yazıyı yazmama da üç diyalog neden oldu.

bu diyaloglarda yer alan arkadaşları x, y ve z isimleriyle ele alalım.

2-3 hafta önce yaz mevsiminin geleneksel atraksiyonlarından mangal şenlikleri çerçevesinde buluştuk. yeteri kadar rakı içilince askerlik anılarını anlatmaya başladılar. x, askerliğini hatırlamadığım bir tarihte (yaş itibariyle 5 ila 8 yıl önce olsa gerek), doğu'da bir yerlerde yapmış. zor bir askerlik geçirmiş, muhtemelen pek çok kişinin yaşadığından daha zor. bir kayanın arkasına siper aldığında, çevresinde vızır vızır kurşunlar uçuşurken, bir anlığına düşünmüş: "nasıl ya?"

çünkü "istanbul'dan bakınca hiç de öyle görünmüyordu," diyor, "gazeteler ve televizyon terörden bahsetmiyordu, bittiği söylenmişti. türkiye'de bize anlatılmayan bir iç savaşın yaşandığını askerlikte öğrendim."

bunları dinlerken, yerinde öğrenmem gerekmediği için şanslı olduğumu düşünüyordum. görünen o ki, o zamanlar neler yaşandığını hiçbir şekilde öğrenememişim. kendimi hala şanslı sayıyorum. bugün şehitler için türkiye'nin pek çok şehrinde yürüyüşler düzenlendi. olan bitenin yeri, zamanı, verilen tepkinin şekli ve şiddeti önceden tasarlanmış olabilir mi? tam şu anda sadece pkk'ya değil, kürtler'e de tavır almamızı isteyen birileri olabilir mi? mesela inşaat işçilerine pkk mensubu değil, sadece kürt oldukları için saldırmanın psikopatlık değil, sadece milliyetçilik olduğunu düşünmemizi isteyen, bu aralar istanbul'da durup dururken bir kürt öldürülse bunu normal karşılamamız için zemin hazırlayan birileri olabilir mi? neden olmasın?

geçelim konu 2'ye. dün y'nin de içinde bulunduğu minik bir toplulukla heybeli'ye gittik. vapurda y ile biraz havadan sudan, biraz da demokratik özerklikten konuşuyorduk. y tanıştığımızdan beri hippi zihniyetinde bir insandı. dün "onlar demekten nefret ediyorum ama elimde değil. sonra da böyle düşünebildiğim için kendimden nefret ediyorum" dedi. ben son yıllarda içinde bulunduğumuz ayrımcılığın bir şekilde çok daha fazla keskinleştiğini, kürt ya da türbanlı olmanın her nasılsa küfür* sayılmaya başlandığını söylerken devam etti;

"benim ailemde herkes kapalıdır, şimdiye kadar da bununla hiç sorunum olmamıştı. bunun içinde büyüdüm sonuçta, garipsenecek bir şey değil. ama öyle bir duruma geldik ki, türbanlı birini gördüğüm anda tepki duyuyorum artık; yani aileme falan değil ama tanımadıklarıma... kürtlere karşı da aynı şekilde ön yargılıyım, ki beni bilirsin, hayatım boyunca bana ırkçılık kadar uzak bir şey olmadı. biliyorsun, seçimlerden önce hepimiz ne kadar gaza geldik. bizi neyle beslerlerse çevremize onu yayıyoruz."

seçim öncesi ve sonrasında facebook'ta paylaşılanları, ekşi sözlük'te yazılanları, hatta gazeteleri karşılaştırdığımızda buna hak vermemek elde değil. ama seçim dönemlerinde olur öyle. eskiden propaganda kulaktan kulağa yapılıyordu, şimdi binary sistem içinde hallediyoruz. ama o zamanlar insanlar farklı partilere oy verdikleri için birbirine küfür ediyor muydu; bizzat içinde bulunmadığım için bilemiyorum.

geldik z'ye... z facebook'ta "burada attığımız hiç bir politik mesaj, hiç bir bilinçlendirme hareketi, asıl ulaşması gereken yere gitmiyor" yazmış. bunun bilinciyle oflayıp puflayan biri olarak hemen dertleşme ve kıçından çözüm üretme pozisyonuma geçtim, sohbete bahane oldu. seçimlerden önce sosyal medyada bir tane bile akp yanlısı mesaj görmediğini, bu nedenle sonuçları çok şaşırtıcı bulduğunu söyledi.

ekşi sözlük ve haber yorumlarını takip etmesem ben de aynı yanılgıya düşerdim. bu blogda bile adsız dışında anti-demokrasi savunuculuğu yapan kimse olmadı şimdiye kadar. blogun az okunması bunda önemli bir etken ama asıl kayda değer durum, sosyal çevremizin bizim gibi insanlardan oluşuyor olması. gerek internette, gerekse gerçek yaşamda diyalog kuracağımız kişileri kendi görüşlerimize yakın olanlar arasından seçiyoruz. azınlık olduğumuz halde, birlikte bir güç oluşturduğumuzu sanıyoruz. yanlış ama. karşımızda bizden çok daha büyük, belki hayatında bir kez bile internete girmemiş, belki de internette bizim dönüp bakmaya tenezzül etmediğimiz sayfalarda cirit atan milyonlar var. internette paylaştıklarımız ise birileri istediği için ortaya çıkan, oltayı yutanları gaza getiren, küçük topluluklar içinde yayılan bilgiden (ya da dezenformasyondan) ibaret. yeri, zamanı ve türü bize değil, kitle yönetim yöntemlerine bağlı.

yani neymiş? yani bir bilginin yayılması planlanmamışsa bundan benim de haberim olmazmış, haber aldığımda yapacağım yorumlar bile tehdit oluşturmayacak kadar kontrol altındaymış. orijinal bir şey yapacak kadar bile lider kanı taşımıyorum anasını satayım. böyle boşu boşuna yazdığım şeyleri bile okuyanlara teşekkürü borç bilirim.

yanaklarınızı sevgiyle mıncırıyor, gözlerinizden öpüyorum sevgili okur kitlesi.

* x'in anlattığı bir şey daha var, trajikomik yöremizden geliyor. x uçakta, arka sıralarda bir yerde bir patırtı kopuyor. yaşlı, sakallı bir amcanın telefonu çalıyor. yanındaki kadın müdahale ediyor ama amca hiç umursamadan telefonunu açmaya çalışıyor. kadın "öldürecek misin bizi adam" diyerek telefonu adamın elinden almaya çalışıyor ama nafile. amca telefonu saklıyor, kapatmamakta ısrar ediyor, ara sıra da kadına dönüp "alamazsın işte oh" falan diyor. hostes çağırılıyor ama amcanın dinleyeceği yok. bir de laf arasında hacı olduğu öğreniliyor. hacı amcanın savunucuları birer ikişer artarken telefon hostes aracılığıyla kapattırılıyor. sonracığıma, sağ sağlim iniyorlar uçaktan. hava alanı 2 oda 1 salondan hallice boyutlarda. dolayısıyla uçaktan direkt alana iniliyor. orada bir arbede daha yaşanıyor zira hacı amca müdahale eden kadına sözlü olarak sataşmış yine. kadın da bunun altında kalmamış, hatta başka yolcular da olaya karışmış. kadın uçakta cep telefonu kullanımının tehlikelerini anlatmaya çalışadursun, çevredekiler hacı amcayı ateşli bir biçimde savunmakta. kadıncağızın yanındakilerin olay çıkmadan müdahale etmeye niyetleri yok. x de işlerin kızıştığını görünce kadına destek olmak için araya girecek ama enteresan bir vaziyetle karşılaşıyor. yolcular arasında gençten bir adam kadının üzerine "çağdaş mısın lan sen?!" diye bağırarak yürüyor. birileri adamı tutup kontrol altına alırken x mavi ekran veriyor. "çağdaş kelimesinin küfür olarak kullanımına ilk kez şahit oldum ve karışmamın çok saçma olacağını fark ettim" diye anlatıyordu.

14 Temmuz 2011 Perşembe

Ah bu şarkıların gözü kör olsun

Bugün en mutlu günüm olacaktı sözde. Birkaç saat önce imzayı basıp evlenmiş olacaktım. Şimdi yatağımda, artık eşim olan sevgilimle pozisyondan pozisyona koşuyor olacaktım. Yarın balayı için Venedik'e uçacaktık, gondollarda şarap içip romansa gark olacaktık. Bu akşamdan sonra, evlenene kadar yaşadığımız stresin zerresi yanımıza uğramayacaktı, ailelerimizi bile bir daha bir araya getirmeyecektik. Ama ben ne yapıyorum şimdi? Dizlerinden ve omuzlarından yırtılmış gelinliğimle yatağımdan tavanı seyrediyorum, Gadget kollarım olsa da şöyle uzunundan bir yumruk atıp bu odayı yerle yeksan etsem diyorum.

Damat olacak damızlığa mı sinirleneyim, arkadaşım olacak angusa mı, arkadaşımın sevgilisi olacak sarıkıza mı? Yoksa “evlen evlen” diye tutturan büyük baş sürüsüne mi? Bende de bir eşeklik var tabii, suçsuz değilim. Sevgilime karşı o güzel eşek gözlerimi açsaydım, aileme karşı o bet eşek sesimi çıkarsaydım... haydi hiçbiri olmadı, en azından düğün sırasında eşek kulaklarımı kullansaydım şimdi evliydim, şu anki halimden bir nebze daha mutluydum.

Sevgilimin, daha doğrusu eski sevgilimin adı Caner. Bir yıldır beraberdik. Ara sıra tartışsak da genellikle iyi anlaşıyorduk. Şimdi düşününce o tartışmalardan geleceğe dair bir sürü ipucu çıkarıyorum ama o zaman bilemedim işte, taviz üstüne taviz verdim. En basiti, akşam dışarı çıkacağız diye şıkır şıkır giyinince bunun bir asabı bozuluyordu. Ya aklına bir şey geliyordu ve planı iptal ediyorduk ya da gittiğimiz yerde somurtup hiç yoktan kavga çıkarıyordu. Ben de biraz kıskançlığın her ilişkide olduğunu düşünüp alttan alıyordum. Gel gör ki bu mandanınki kıskançlık değil, paranoyanın önde gideniymiş. Ben de öğrene öğrene düğün gecesi öğrendim, iyi mi? Eşek kafa işte...

Ya yıllardır can ciğer kuzu sarması olduğumuz Meriç'e ne demeli? Üniversitede tanıştık biz bununla. Ben o zamanki arkadaşlarımla dersten kaçınca Meriç benim için not tutardı, bir derdim olduğunda gidip onun omzunda ağlardım. Gel zaman git zaman samimiyetimiz iyice arttı, içtiğimiz su ayrı gitmemeye başladı. Ama hep arkadaşız bu arada, hatta birbirimize sevgili ayarlıyoruz. Eh, durum böyleyken ben nereden bileyim her şeyin reklamdaki gibi olduğunu, arkadaşımın bana göz koyduğunu? Bir de gidip saf saf anlatıyorum ailemin evlilik konusunda nasıl baskı kurduğunu, Caner'in anlamsız ısrarını. Meriç gerzeği de ne biçim aşıksa bana sürekli cesaret veriyor, evlenmenin faziletlerinden bahsediyor. Yani ufacık bir tedirginlik görsem anlayacağım, arkadaşlığımızı gözden geçireceğim. Ama yok! Manyak mıdır nedir, içinden geçen her şeyi düğüne saklamış. Düğünde çalacak şarkı listesini hazırlamasını isteyerek ben de hain planların zeminini hazırlamışım. Bilemedim işte, ne yapayım? Hiç açık vermedi ki terbiyesizin evladı!

Şimdi siz de tüm bunlardan düğünün romantik komedi tadında geçtiğini düşünüyorsunuz, değil mi? Hiç de öyle olmadı efendim! Filmi çekilse romantik trajedi diye bir şey çıkardı ortaya, öyle bir anlamsızlık silsilesi yaşadık.

Düğün gününe kadar strese stres demedik tabii ama olur öyle dedim, yine alttan aldım. Düğün günü geldi çattı, ben şahit olarak Meriç'in ismini yazdırınca Caner yine kıyameti kopardı. Yok efendim nikah masasında onun ne işi varmış, bir de aramızda yatsaymış... Ben de açtım ağzımı, yumdum gözümü, salona girene kadar birbirimizin yüzüne bakmadık. Bu gece toparlarız artık diye düşünüyorum, hele bir bu geceyi atlatalım, düğün stresinden eser kalmayacak, her şey güllük gülistanlık olacak.

Salonun kapısına doğru yürürken el ele tutuştuk, ilk adımımızla giriş müziği başladı. Ben Meriç'e o kadar güveniyorum ki, listeyi kontrol etmeye bile gerek duymadım. Aptal kafam işte. Attığımız ilk adımla birlikte Mozart'ın Requiem'i başlamasın mı? Salonda bir sessizlik. Biri çıkıp "Eee, rahmetli Beethoven'ı da bununla gömmüştük" diyecek diye ödüm patlıyor. Neyse ki konuklar arasında klasik müzik dinleyen yok, herkes entel dantel işler yaptığımızı düşünüyor. Merdivenlerden inene kadar Dies Irae darbesi, nikah masasına ulaşana kadar Confutatis dehşeti ile öldüm öldüm dirildim. Caner de gerildi ama müziğin sadece yersiz olduğunu düşünüyor, henüz en kötü senaryo aklına gelmemiş.

Neyse, müzik bitti, biz nikah masasına oturduk. Birazdan nikah memuru gelecek, evet hayır seramonisi başlayacak. Herkes yerine oturmuş, pür dikkat bizi izliyor. Bir ara kalabalığın içinden çok hafif bir müzik sesi gelmeye başladı. Sanki küçük bir radyodan sessiz sessiz çalıyorlar gibi Ümit Besen'den Nikah Masası'nı dinliyoruz. O sessizlikte hoparlöre bağlanmış gibi duyuluyor tabii. Ben kızarıp bozarır ve sesin nereden geldiğini anlamaya çalışırken kalabalıktan bir kahkaha koptu, Ümit Besen de arada kaynayıp gitti. Ama köpürdüm sinirden. Benim düğünümde böyle bir şaka yapmaya cesaret eden kişiyi bulsam oracıkta paralayacağım.

Ben öyle kıpkırmızı kesilmişken nikah memuru geldi. Yüzümün rengini heyecana bağlayıp salak salak espriler yaptı, nikah şahitlerini masaya çağırdı. Hepimizin sırayla ismini soruyor, Meriç gerizekalısının da espri yapacağı tutmuş, memur ismini sorduğunda "evet" dedi. Komedyenden bozma memur da "damat bey, gelin elden gidiyor" diye espri yapınca Caner'in rengi kırmızıdan mora çalmaya başladı. "Dur daha, senin sıran gelmedi, sevgilini kap gel, seni de aradan çıkaralım" falan dedim toparladım, yoksa rezalet çıkmasına ramak kalmıştı. Sonraki beş dakikayı olaysız geçirdik. Evet dedik, imza attık, alkışlandık, derken...

Dans müziğimiz başladı. Kolonlardan gelen belli belirsiz konuşma sesleri ve klarnet eşliğinde piste çıktık. Öyle uzun zamandır dinlememişim ki, ne olduğunu anlamadım.

Cheers darlin'
Here's to you and your lover boy
Cheers darlin'
I got years to wait around for you
Cheers darlin'
I've got your wedding bells in my ear
Cheers darlin'
You gave me three cigarettes to smoke my tears away


Aklım Caner'i ilerleyen saatlerde nasıl yumuşatacağıma takılmış, şarkının sözlerini dinlemiyorum bile. Meriç bana kadeh kaldırıyor, gülümseyip selam veriyorum.

"And I die when you mention his name" derken aklım başıma geldi. "And I lied, I should have kissed you" demeden dansı bitirdim, müzik sesi de yavaş yavaş azaldı. Ne var ki Caner de olan bitene uyanmıştı, bir an yüzünün allak bullak olduğunu gördüm. Şarkı listesini Meriç'in hazırladığını öğrenmeden buna bir son vermeliydim. Ama akrabalar... Günlerce bu ana hazırlanmış, müzik biter bitmez yaylarından fırlamış gibi piste doluştular. Onlar önümüzde bitmeyecek gibi görünen bir sıraya girerken, takı takma törenine eşlik etmek üzere sıradaki parçalara geçildi.

I want you
He tossed some tatty compliment your way
I want you
And you were fool enough to love it when he said
"I want you"


İçimden "Allah belanı versin Meriç" diyorum, karşıma çıksa müziği hemen değiştirmesini söyleyeceğim. Aksi gibi aşağılık Meriç ortadan kaybolmuş, kimse nerede olduğunu bilmiyor. Bir ara sevgilisi Merve gözüme çarpıyor. Görünen o ki o da Meriç'i kaybetmiş, elinde iki kadehle salak salak ortalıkta dolaşıyor. Kızın dikkatini çekmek için yaptığım kaş göz hareketleri daha sonra Caner'in sülalesinde alay konusu oldu ama o sırada umrumda değil. Caner'in yüzünün renkten renge girişini görükçe bana ayrı bir fenalıklar geliyor, o gürültüde çaresizce Merve'ye ulaşmaya çalışıyorum. Bu arada müzik devam ediyor...

'Cause the love that you gave that we made 

Wasn't able to make it enough for you to be open wide, no!
And every time you speak her name 

Does she know how you told me 

You'd hold me until you died... 

Till you died, but you're still alive!


Takı takma töreni bitene kadar soğuk terler dökmekten rahat üç kilo verdim. İnsanlar biraz uzaklaşınca Caner öyle bir bakış attı ki, hemen Meriç gerzeğini bulup gözlerinin önünde dövmezsem gece bitmeden boşanacağımızı anladım. Göbek atma şarkıları başlayınca biz de masa masa dolaşıp fotoğraf çektirmeye başladık. Piste çıkanlara sonra uğramak üzere oturanların yanına gidiyoruz ama benim gözlerim sürekli Meriç'i arıyor. Hayatımın en kötü fotoğraflarını bu gece çektirdim, inanır mısınız? Meriç'i görürüm diye etrafı kolaçan ederken bir fotoğrafta bile kameraya bakamadım. Bu da Caner'in iyice şüphelenmesine neden oldu. O sırada ne çalıyordu dersiniz?

Yakacaksın sobayı
Isıtacan odayı
Saat beşe gelince
Göreceksin pompayı
Arabada beş, evde on beş
Hoşuma da giderse bedave!


Haydi Meriç dünyanın en kötü niyetli bilmem kimin çocuğu diyelim... Bu şarkıları çalan DJ hiç mi düşünmüyor düğünde böyle şeyler çalınmayacağını? Caner’e acilen DJ'i bulmamız gerektiğini söyledim, cehenneme kadar yolumun olduğunu öğrenip salonun arka taraflarına doğru ilerlemeye başladım. Pistten geçerken Meriç'i gördüm. Kollarını kaldırıp iyice havaya girmiş, kendinden geçercesine göbek atıyor. Konuşmamız gerektiğini söyledim ama hiç oralı değil. Kalabalıktan uzaklaştırmak için kolundan tuttum, dananın kuyruğu da o anda koptu.

Meriç içmeden sarhoş olmuş, kıskançlıktan deliye dönmüş, beni belimden kavrayıp pistin ortasında dudaklarıma yapıştı. Kollarından kurtulmak için çırpınırken pistteki kalabalık da "ohaaaa!" sesleriyle dağılıp korku filmlerinden fırlamış gibi görünen bu sahneyi Caner'in gözlerinin önüne serdi. Ben Meriç'in bacaklarının arasına okkalı bir diz geçirene kadar Caner salonu terk etmişti bile.

Sonra ne mi oldu? O kadar sinirlendim ki, Caner'in peşinden koşmak yerine önce Meriç'e daldım. Böyle ufak tefek göründüğüme bakmayın, sinirlenince ormanda 20 Amazon gücüne ulaşıyorum ben. Yer misin, yemez misin... Ben Meriç'in kıymaya dönmüş suratına hala sağlı sollu çalışırken, sevgilisini aramaktan helak olmuş Merve ortaya çıktı. Manzara müthişti. O da dişi bir panter edasıyla Meriç'i kurtarmak için saldırırken İsmail YK "Allah belanı versin" diye haykırmaktaydı.

Bizi zar zor ayırdılar. O anda müzik de sustu. Ya DJ'in aklı başına geldi, ya konuklardan biri neler çaldığını gerçekten dinlemeye başladı da müdahale etti, hiçbir fikrim yok. Caner'i arayıp açıklama yapmaya çalıştım ama dinlemek yerine küfür etmeyi tercih etti. Zaten ne mal olduğum başından belliymiş de beni kurtarmaya çalışırken harcadığı emekler haram olsunmuş da... Zaten canım burnumda, durumu düzeltmeye çalışmaktan vazgeçip "ulan sen kimi nereden kurtarıyorsun" diye buna da saydırmaya başladım. İyice delirip çelenkleri indirmeye başlayınca sakinleştiriciyi bastılar, zar zor eve getirdiler. O zamandan beri de yatıyorum burada. Bir de fonda müzik var tabii...

For everything you do

I'd like to swallow you

And everyday I'm gonna blame you

Even if you justify

Every fucking bullshit lie

It only makes me want to break you
'Cause I fucking hate you

You're such a liar

And I love to hate you

You're all the same to me

yeni bir

dün akşam yaptığım yeni parçayı müzikli sunmak istiyorum. malt isimli güzide gruptan geliyor:
"ne anlarlar dertten, halden
mystique gelmiş neanderthalden."



saçlara hiç girmiyorum şimdi, nasıl yapmam gerektiğini pek düşünmedim, dreadlock gibi yerleştirdim sadece. ne var ki alnını ve göz kapaklarını yanlış yaptığımı daha sonra fark edip toparlayamadım. alın bu kadar geri gidince burun da kocaman bir tepe olarak kaldı ortada. parmaklarımın sığmadığı minicik alanda tığ ve kalem ucu gibi araçlarla çalışınca dudaklarda da bir sakatlık oldu ama olsun. buna da prehistoric mystique deriz, farklı bir yorum katmış gibi sıvışırız. olmağ mı?



çirkin baykuş'a mor bir gaga ekledim bu arada. şimdi biraz daha normal görünüyor.

eylemlerim sürecek.

11 Temmuz 2011 Pazartesi

yamulma

her canlı hayatının bir denemesinde mutlaka yamulmayı yaşayacaktır. ben de bir süredir ellerimi çalıştırmak yerine yatak ve koltuk isimli yayma mekanlarında mekik dokuyan biri olarak, bunun iki örneğini yaşadım. hem de elime oyun hamurlarımı aldığım son iki sefer, üst üste.

ilk deneme bir baykuştu. beyaz hamurum vardı ve tek renk bir şey yapmak istemiyordum. sonuçta ortaya çirkin baykuş çıktı. yalnız renklerin karışması hususunda değil, önce gagada, ardından da gözlerde sıçtım. gözleri toparlamaya çalışırken daha da beter sıçtım. sonuçta ortaya bu hilkat garibesi çıktı:



ayaklarını sevdiğim için şimdilik çöpe atamadığım, masamın üzerinde adeta bir besleme gibi duran çirkin baykuş el işi çalışmalarıma bir süre ket vurdu. "maden elimin övünülecek bir şeyi yok, ben de aleti çalıştırırım" dedim. ne de olsa beyin bedava. oturdum hikaye yazdım, neyse ki o iyi oldu.

ellerimde "ay bir şeyler yapsam ya" hislenmesinin yokluğunda çok kitap okudum. aslında o kadar çok değil ama okudum işte bir şeyler. eski çizgi romanlara da göz attım biraz, sandman'in çok çok çok güzel olduğuna yeniden kanaat getirdim. ve o sırada başladı...

ellerim bir şeyler yapmak istiyordu. siyah hamurum vardı. beyaz, alçımsı bir şey de vardı ve neden duracaktım ki? yine verdim kendimi el sanatlarına. o "alçımsı" dediğim şey beyaz kilmiş. bu yaşa kadar elime kil almamışım, ne yapacağımı bilemedim. sonra aklıma demi moore ve hayatının hayaletiyle oynaştıkları sahne geldi, hee dedim ve ıslattım kili. anam o ne?! her yere bulaşıyor anasını sattığımın materyali! yine de jovi gibi kolay şekil almıyor. ama beyaz jovi gibi kolay kirlenmiyormuş da. bu özelliğini sevdim. yine de yılmadım, sandman'i andıracak bir şey çıkarmayı başardım.



belki de ne yapmaya çalıştığımı bildiğim için sadece bana andırıyor.



bittikten sonra "heee aslında şöyle yapsaydım daha iyi olurdu" falan dedim ama muhtemelen deneseydim de daha iyi bir sonuç alamayacaktım. zira kil enerji ve sabır işiymiş, parmak ve tığ dışında aletler de gerektirebilirmiş. belki bir ara daha büyük bir şey yaparım (zira hala hayvan gibi beyaz kilim var) bundan daha iyi görünür. bilemiyorum. yamulmalarımı cümle aleme ifşa edip bu bahsi şimdilik kapatıyorum.

7 Temmuz 2011 Perşembe

homofobi

az önce facebook'ta ntvmsnbc'nin bir haberini gördüm. demişler ki, california'da gaylerin başarılarının da tarih kitaplarında yer alması için bir yasa tasarısı sunulmuş. henüz haberin altında yorum yok (çünkü ana sayfadaki başlık sadece "başarıları tarih derslerine girecek" şeklinde) ama olur da dikkat çekerse en fazla yorumlanan haberlerden olmaya aday. facebook'ta 3 saatte 100 yorumu geçmiş.

yorumlar nasıl? tabii bol küfürlü, "allah belalarını versin"li, "yalnız o bi hastalık yaneee"li, "ahlaksız la bunlar"lı falan filan. genel resmi anladınız. haber gay olduğunu saklamayan iki politikacıdan çıkıyor; bizim dilinden pornoyu düşürmeyen bülent arınç'ımızdan iyi olmasınlar, bir şekilde halkın ileri gelenleri statüsündeler. yorum yapanlar da sanırsın ki heteroluklarıyla penisilini bulmuşlar, bohemian rhapsody bestelemişler. kendilerine hayrı dokunmayan ibibikler "onların ne başarısı olabilir ki?" diye soruyorlar.

ben şimdi çok merak ediyorum, kendileri de sapiens dışında bir şey olmayan bu homo arkadaşlar kimi, ne zaman, nasıl bu kadar rahatsız ettiler de din kitaplarında lanetlenmeyi, toplumdan böylesine dışlanmayı, hasta olarak kabul edilmeyi, çoğu zaman kendilerinden bile utanacak duruma gelmeyi başardılar? benim bildiğim homoseksüeller (çok bildiğimi söyleyemeyeceğim. sadece gay bir iş arkadaşı ve yıllar önce çok yakın olduğum iki lezbiyen arkadaşla sınırlıyım) hiç de önüne gelene yazmıyor, günümüz abazanından çok daha masumlar. gay olmayanlardan da hoşlandıkları oluyor ama platonik aşklar heteroların da ortak derdi. kırıtan kokoş erkek sevmemek mümkün ama şahsen kırıtan kokoş kadınlardan da hiç hazetmem ben, hepsi bir. kaldı ki kırıtmayan nice civan oğlanlar var, değme erkekten daha erkek. e nasıl böyle yadırganıyorlar peki?

şimdi iki dakika allahınızı falan bu işe karıştırmayın, homoseksüelliğin günah olmadığını varsayın. nesine karşı geleceğinizi çok merak ediyorum. doğal olmadığını mı söyleyeceksiniz mesela? doğal nedir? çocuk yapmak için sevişmek mi, zevk almak için sevişmek mi? iğrenç olduğunu mu söyleyeceksiniz? iğrenç nedir? terli iki erkeğin boks esnasında sarılması mı, sevgiyle sarılması mı? benim empatim bu konuda küçük kalıyor, aklıma başka neden gelmiyor. bu yüzden soruyorum, dinen yasak ve toplumda azınlık olmaları dışında bir nedeni var mı? oldu da alakasız birine yazdılar diyelim; "sağol ben almayayım" demek yerine küfür edip dalmanın anlamı ne?

---- az sonra -----

bunları yazarken facebook'ta durum nedir diye baktım. hemen ardından gereksiz bir hamlede bulundum ama yazmasam içimde kalırdı.

biri "bu toplumun bir ahlakı var. ben ve benim gibiler bu toplumda çocuk yetiştirecekler, çocuklarımın ahlakını bozmanıza izin veremem" yazmış. bu da el cevab:

"çocuklarınızın bu toplumda aldığı ahlak baştan yanlış, ayrımcılığa ve tahammülsüzlüğe dayanıyor. size ya da çocuklarınıza hiçbir zararı olmayan insanlara karşı önyargılı davranıyorsunuz ama bilmelisiniz ki, kimsenin cinsel seçimi sizi ilgilendirmez. çocuklarınıza öğrettiğiniz ahlak kuralları da şiddetle sonuçlanmadığı sürece başkasını ilgilendirmez. üstelik bunun için çocuklarınızı fanusta büyütmenize de gerek yok. onu öncelikle yetiştiren sizsiniz, televizyonda, sokakta ya da tarih kitaplarında gördüğü bir gay değil. bu kadar endişelenmeyin."

şimdi buna ağızlarına geleni döşerler tahminimce. ama bihter ve behlül çocuklarına boynuzlamayı öğretince bir şey demezler. şanlı tarihimiz "başkalarının topraklarına hükmetmek için kardeş öldürmek mübahtır" yazınca bir şey demezler. şimdi aklıma gelmeyen ama toplum yaşamına indirdiği darbelere rağmen normalleştirilen pek çok konuda bir şey demezler. haydi bakalım, öyle olsun.

---- devamı caps'li!!! ----



dipnot: nezaket güzel bir şey.

güldürüşlü

sosyal medya işine de biraz girdim ben. bir markanın facebook ve twitter sayfaları için ıvır zıvır yazıyorum. bir yarışma başlattılar twitter'da, soru soruluyor, doğru cevabı veren ilk kişi ödül kazanıyor. bir de bu sorulardan önce "birazdan soruyoruz" babında bir hazırlık tweet'i yazılıyor.

bu hazırlık tweet'ine cevaben facebook'ta bir kullanıcı "admin ne kullanıyorsun sen? bu kafa neyin kafası?" yazmış. gecenin beklenmedik güldürüşlüsü oldu. :)