bugün kendimi biraz eşek gibi hissediyorum. serap ikidir aklıma karpuz kabuğu düşürüyor.
bir hikayeye başlamış, karşısına dal dal dizilen düşüncelerde bir oraya bir buraya atlamış (bazen serap'ı serçeye benzetirim ben, konuşması da öyle bıcır bıcır), bambaşka bir yere ulaşmış. beni tetikleyen de bir paragrafını ayırdığı "duygu pezevengi" oldu. tanımını
onun blogunda okursunuz, ben işin hikaye kısmına geçeyim.
1982'de bir konferans için ege'ye gittim. istanbul'dan da sıkılmıştım o dönem, binalar üstüme üstüme gelmeye başlamıştı. konferans arasına bir de tatil sıkıştırmak çok işime gelecekti. arabayla gittiğim için izmir senin, manisa benim dolaştım. istanbul'a dönmek üzere son kez gaza bastığımda burhaniye tabelasını gördüm. yakın bir arkadaşım çok bahsetmişti buradan. çocukluğunun geçtiği, ara sıra da annesini görmek için gittiği bir ilçecikmiş. ben hiç görmemiştim. yolu biraz daha uzatmakta sakınca görmedim, zaten evde bekleyenim de yok. kırdım direksiyonu, bir gece de orada kalmaya karar verdim.
şimdi burhaniye'nin zeytininden, denizinden, kumundan bahsetmeyeceğim. isterseniz gider kendiniz görürsünüz. bunun yerine size, öylesine uğradığım burhaniye'de üç yıl kalışımın hikayesini anlatacağım.
dedim ya, istanbul beni iyice boğmuş, alıp başımı kaçasım var; işte burhaniye tam böyle kaçmalık bir yermiş. henüz güneydeki tatil beldelerine dönüşmemiş, daha çok yazlıkçıların konakladığı, kafa dinlemeye müsait bir mekan. şimdi gitsem öyle kolay olmaz ama otelde şıp diye oda buldum. eşyalarımı yerleştirip duşumu aldıktan sonra da çıkıp etrafı kolaçan etmeye başladım. hem yemek yiyecek güzel bir yer bulurum hem de istanbul'a götürmek için zeytin alırım diye düşünüyorum. baktım sadece bir sigaram kalmış, unutmadan onu da aradan çıkarayım diye gördüğüm ilk bakkala girdim. işte o bakkal, sami efendi, benim burhaniye macerasını başlatan kişi oldu.
sami'nin tipini görseniz "bu mu gitmeni engelleyen adam?" dersiniz. ağzını açmadığı sürece hiçbir özelliği yok. 55-60 yaşlarında, griye çalan saçları tepeden seyrelmiş, oradaki herkes gibi bronzlaşmış, zayıfça, bıyıklı bir adam. öyle gözlerinde cin fikirli bir parlaklık da yok, neredeyse ilgisiz. ben içeri keten takım elbiseyle girince de şöyle bir baktı, sigaraya uzandı. içtiğim markayı ben söylemeden tezgaha koyunca şaşırdım. gözlüğümü çıkarıp afallamış bakışlarımı yüzüne dikecekken, elini elimde buruşturduğum pakete uzatıp "onu da çöpe atayım istersen" dedi. dikkatine hayran kaldığımı belirtirken, askerde komandoluk yaptığını, her şeye dikkat etme huyunun oradan geldiğini söyledi.
çok muhabbetçi bir adam sayılmam ama sami dikkatimi çekmişti. belki bir şekilde muhabbeti ilerletiriz diye akşam yemeği için bir yer önermesini istedim. soruma soruyla karşılık verdi.
"buralı olmadığın belli de... nereden geliyorsun?"
"istanbul'dan. dönüş yolunda tabelayı gördüm, bir gece de burada kalayım dedim."
"iyi yapmışsın. büyük şehirlerde yaşayanlar için burası tam kafa dinleme yeri. hele istanbul... peeeeh! çok fena oralar. binalar insanın üstüne üstüne geliyor."
yola çıkarken aklımdan geçen cümleyi sami'den duyunca kardeş bir ruh bulmuş gibi sevindim. "çok kaldınız mı istanbul'da?" soruma dudağını büküp elini "ohoooo" der gibi sallayarak cevap verdi. sonra elini tezgaha vurup akşamın planını anlatmaya başladı.
"bak şimdi... adın neydi?"
"murat."
"ben de sami. bak şimdi murat, ben sana güzel lokanta söylerim. ama sen orada güzel muhabbet bulamazsın. biz bu akşam 3-5 arkadaş sahilin orada mangal yapacağız. istersen misafirimiz ol, gecen boşa gitmesin."
arkadaşlar bana soğuk nevale derler hep ama ne yalan söyleyeyim, çok sevindim. bir gece kalacağım zaten, onu da güzel bir ortamda geçirmek istiyorum. hemen kabul ettim. "o zaman," dedim, "bir de rakı sar sen, akşam gelirken getireyim."
sami'nin suratı ekşidi. yok efendim misafire de saygı yapamayacak mıymış, biz istanbullular her şeye sazan gibi atlarmışız böyle zaten... vermedi rakıyı. onun yerine nerede buluşacaklarını tarif edip selametle sepetledi beni. ben de akşama kadar dolaştım, otele dönüp biraz kitap okudum, yol yorgunu da olunca içim geçmiş, uyumuşum.
uyandığımda saat sekizi geçiyordu. apar topar üstümü değiştirip koştura koştura sami'nin tarif ettiği yere gittim. mangal yakılmış, rakı açılmış, gaz lambasıyla aydınlatılan küçük bir masanın etrafına birbirine benzeyen dört adam yerleşmiş. beni öyle koştururken görünce sami gülmeye başladı.
"yavaş ol yavaş! balıklar kaçmıyor!"
"ya kusura bakmayın, uyuyakalmışım. siz başladınız mı?"
"daha mangalı yeni yaktık. bir dublelik gecikmen var ama, dolduralım da yetiş hemen."
sami balıkları mangala atarken beni masadakilerle tanıştırdı. ahmet burhaniye'nin şampiyon balıkçısıymış, bir açıldı mı beş kilo yakalamadan dönmezmiş. salih dünyanın en rahat kunduralarını yaparmış, ayağıma bir kez giysem istanbul'un en iyi ayakkabısı tahta takunya gibi gelirmiş. hasan zeytinciymiş, dedesinden kalan toprağı ekip biçiyormuş ve dünyanın on altı ülkesine zeytinyağı gönderiyormuş. aralarında bir sami dünyanın en iyi bir şeyi olamamış, o da bakkalında kendi yağında kavruluyormuş.
masadakiler bu lafı duyunca gülüp "tabii tabii" dediler, sami'nin omzuna dostça vurdular. ben de biraz kendimden bahsettikten sonra sami yine sazı eline aldı, bütün gece anlattıkça anlattı. yugoslav göçmeniymiş sami, yıllar önce türkiye'ye gelip sırayla edirne'de, istanbul'da ve çanakkale'de yaşamış. her on yılda bir güneye doğru inerken onun da yolu burhaniye'ye düşmüş, inşallah hayatını burada tamamlayacakmış. ama bosna'da savaş çıkınca içi memleketini yüzüstü bırakmaya el vermemiş, gidip birkaç ay orada çarpışmış. gösteremeyeceği bir yerinde savaş yarası da varmış, bir şarapnel parçasıyla gazi olmuş. istanbul çok bunaltmış onu, yıllarca ohri'nin güzelliğini düşünüp avunmuş, sonra daha güneyde, küçük kasabalarda yer bakmış kendine. burada bir arsası varmış, o zamanın fiyatıyla resmen şansa bulmuş. parayı denkleştirmek için bir ara yasadışı işlere bulaşmış, sonra paçayı zor kurtarmış.
sami anlatırken masadaki herkes sanki ilk kez anlatıyormuş gibi dinliyordu. sohbet neredeyse sabaha kadar sürdü. kaç duble içtiğimi hatırlamıyorum, sami'nin anlattıklarını hatırladığım için de kendimi şanslı sayıyorum. sonra ertesi gün ne başımı kaldırabildim, ne midemi toparlayabildim. alkole çok alışık değilim ben. bazen yazarlarla tanışmak, yayın evleriyle bağlantı kurmak için kokteyllere katılmam gerekiyor. onlarda bile dört kadehin üstüne çıksam yamulup kalıyorum. bu adamlar öyle mi? karşılarında nefis deniz manzarası, her yerde zeytin ağaçlarının mis gibi kokusu, güneşin bin bir renge girip usul usul batışı derken kim bilir kaç mangal başında kaç şişe devirmişler. ben de onların gazına gelip kökledim, böyle oldum. sonuçta o gün araba kullanacak duruma gelemedim, bütün günü otelde geçirdim.
ertesi gün hemen yola çıkmayayım dedim. buranın pazartesi pazarı ünlüymüş, gidip öteberi aldım. sahilde güneşlenip denize girdim. o kadar rahattım ki, yeniden yola koyulmak için neden bulamıyorum. akşama doğru kalktım, sigara almak için otele dönmeden sami'ye uğradım. daha önce gitmem gerekirdi ama o gece benim sigaradan iki paket getirmiş. birini cebime sıkıştırdı, diğerini masada yarıladım. akşamdan kalma olduğum gün de sigarayı ağzıma süremedim. neyse. bakkala girdiğimde sami'nin bir müşterisi vardı. 30 yaşlarında bir kadın. dertleşiyor gibi görünüyorlar ama konuşan sami, kadın sadece kafasını sallıyor. beklerken sami'nin anlattıklarına kulak misafiri oldum.
"her yerin hassaslaşır, hem de nasıl ağrır," diyor sami, "böyle kasıklara kasıklara vurur ağrısı, insanın kendini duvarlara çarpası gelir. ama öyle bir ağrı ki, ayağa kalkamıyorsun resmen! bir de baş ağrısı yapıyor bazen, o da çok beter. deve bağırtan derler ya, öyle bir şey! sende yoksa şanslısın, ilaç işlemiyor!"
anlatırken de suratı şekilden şekle giriyor, o ağrıyı sanki o anda çekiyor gibi. kasıldı, iki büklüm oldu, tezgaha vurdu da vurdu. sırf empatiden ağlamak geldi içimden. kadın da karnını tuta tuta kafasını salladı, poşetini alıp çıktı bakkaldan. giderken göz göze geldik. "geçmiş olsun" dedim, ters ters bakıp aceleyle uzaklaştı.
"geçmiş olsun ya, n'olmuş?"
"muayyen sancısı tutmuş, onu anlatıyor."
benim yine şaşkınlıktan ağzım açık kaldı. sami inanılmazdı! öyle bir anlatıyordu ki, sanki her ay çocuk doğuruyor mübarek. bakın, yazar olduğum halde ben başımdan geçmemiş - ve asla geçmeyecek - bir şeyi bu kadar yaşayarak anlatamam. ihtimal dahilinde olmasına rağmen prostatı bu kadar iyi anlatamam yahu!
"ya sami, görmesem inandıracaksın! sen anlatıyordun yahu, kadıncağız tek kelime etmedi. hem sen nereden biliyorsun muayyen sancısını?"
"bilirim ben, bilirim" dedi, uzatmama izin vermeden, kıvrak bir hamleyle konuyu değiştirdi. "e, sen geçen gün istanbul'a dönüyordun, n'oldu?"
tatili biraz daha uzatmaya karar verdiğimi ama bir daha o kadar içmeyeceğimi anlattım. o akşam için yine sözleştik. bu kez rakıyı benim almama izin verdi.
akşam erkenden çıktım. biraz dolaştığım halde mekana ilk gidenlerden biri oldum. mekan dediğim ahmet'in eviymiş. derme çatma bir baraka. sami'nin söylediğine göre çok büyük, müthiş bir evi daha varmış ahmet'in, buraya sadece demlenmeye geliyorlarmış. kapıyı çalacakken ahmet'in ilerideki iskeleye oturmuş balık tuttuğunu gördüm. elinde oltası, yanında kovası, öylece bekliyor. iskeleden öyle büyük balıkların çıkmasına ihtimal vermediysem de arada çıtır çıtır yutulacak bir şeyler tutuyordur diye düşündüm. yanına vardığımda kovaya baktım, bomboş. "bu akşam aç kalacağız galiba" diyerek yanına oturdum. büyük bir ciddiyetle "yok yok," dedi, "balıkları salih getirecek."
"salih de mi balıkçı?"
"yoo, ayakkabı yapıyor o, unuttun mu? ne biçim içmişsin o gece! adımı hatırladığına şükür!"
"ondan değil de... ne bileyim yahu! şampiyon balıkçısın ya, hep sen tutuyorsundur diye düşündüm."
"yok bee... ne şampiyonu..."
hazır konuşmaya başlamışken o gün bakkalda olanları anlattım. ahmet hiç şaşırmış gibi görünmüyordu. "biraz daha kalırsan sen de şaşırmazsın" dedi.
meğer dünyanın en iyi bilmem neleri olan bu adamların hiçbiri anlatıldığı gibi değilmiş. asıl sami dünyanın en iyi yalancısıymış. hayatı boyunca burhaniye'den dışarı adım atmamış bu adam çocukken gıkını çıkarmaz, herkesi ve her şeyi incelermiş. biraz büyüyünce bakkalda, babasının yanında çalışmaya başlamış. yıllarca bakkala giren çıkanı, kaldırımda yanından geçeni, eve misafirliğe geleni dinleyip durmuş. babası ölüp bakkal ona kalınca da çenesi bir açılmış, susturabilene aşk olsun."şimdi birazcık susup dinlese malzeme topladığını anlarız," dedi ahmet, "bir cümleden roman yazacak kafa var adamda."
hayallerim yıkıldı desem yalan olur. bunun yerine sami'ye bir kez daha kıskançlıkla karışık bir saygı duydum. diyorum ya, ben yazarım, bu kadar incelemeyi de böyle inandırıcı anlatmayı da beceremem. o anda karar verdim, burhaniye'de kalıp sami'den uydurma sanatını öğrenecektim. işin büyüsünü bozmamak için de hiç çaktırmadım. ne de olsa sami dinleyen birini buldukça anlatacaktı, ben de sürekli onun rakısını tazeleyip öğrenecektim.
böyle üç yıl geçti. sami'den yaşanmamış aşkların nasıl acıttığını, kazanılmamış paraların nerelerde harcandığını, avlanmamış aslanların nasıl korkuttuğunu, evlenilmemiş kadınların dırdırını, doğmamış kızların yanaklarını pembeleştiren sırlarını öğrendim. ahmet'ten balıkçılık, salih'ten kunduracılık, hasan'dan zeytincilik de cabası oldu. bu arada yazmaya devam ettim. istanbul'a bir kez adım atsam dönmeyeceğimi bildiğimden kitaplarımın ilk bölümlerini yayınevlerine gönderdim, kabul edenlerle de bol bol mektuplaştım. üç yıla iki buçuk kitap sığdırdım.
burhaniye'de kalışımın hikayesi bu. dönüşümün hikayesi ise çok sıkıcı, çok basit. sami bir gece evde kalp krizi geçirip öldü. bakkalın kapalı olduğunu görünce, sami'nin gecikmesi konusunda, onun anlatmaya tenezzül etmeyeceği yavanlıkta senaryolar düşündük. iki saat daha ortalıkta görünmeyince merak ettik, evine gittik. kapı açılmadı, polise gittik. kapıyı kırınca yerde yattığını gördük, doktora gittik. doktor ölüm raporunu yazdı, cenazeye gittik.
artık cenaze de bitince burhaniye'de kalmak için bir neden bulamadım. o gün bugündür istanbul'dayım. hala da sami kadar iyi uyduramıyorum.