Dünyada kaşif olmak kadar ilginç bir meslek yok. Ama diğer gezegenlerde
daha ilginçleri varmış. Ben bunu 2115 yılında öğrendim.
2107’de artık dünya çok az canlı yaşamı barındırabilecek bir yere
dönüşmüştü. Geçmişte, tarih derslerinde öğrendiğimiz kadarıyla insan nüfusunun
70 milyarı aştığı dönemler olmuş. Sonra küresel ısınma, doğal yaşamın neredeyse
tamamen tahrip edilmesi ve buna bağlı olarak, kalan azıcık doğal kaynağa sahip
olmak adına çıkan savaşlar sonucunda hepi topu 4 milyar civarında insan kalmış.
Buna rağmen kaynaklar insan yaşamı (ve elbette konforu) için yetersizlik
gösterince diğer gezegenlerde yaşam başladı. Dünyadaki yaşama uygun ortamlar
oluşturmak için zaten çok uzun süredir çalışılıyormuş. Her şey ayarlanınca da
2107’de farklı gezegenlere toplu göçler başladı.
Ben bütün bu süreçte şanslı olanlardanım. Eski dünyada silah taciri
olan bir soydan geliyorum. Anlayacağınız, her zaman çok zengindik. Göçler
başladığı zaman evimizde ve topraklarımızda çalışan herkesi “Flora” ismini
verdiğimiz tarım gezegenine ve “Minera” ismini verdiğimiz maden gezegenine
gönderdik. Ailem diğer tüm zenginler ve bilim insanları gibi vazgeçilmezler
sınıfından olanlarla birlikte, insan yaşamına en uygun gezegen olarak
tasarlanmış “Sapia”ya taşındı. Dünyada kalanlar ise oradaki kaynakları
geliştirme ve diğer gezegenlerde yaşamı destekleme görevini üstlendi.
Ben de artık 21 yaşına gelmiştim ve kendi yolumu çizmem gerekiyordu. Ya
aldığım eğitime uygun bir şekilde diplomat olacak, ya babamın mesleğini
sürdürecek ya da her şeyi geride bırakacaktım. Son seçeneği işaretledim. İki
yılı daha eğitimle geçirdim, sonra da kendimi uzay boşluğuna bıraktım. O gün
bugündür diğer gezegenleri inceleyen bir kaşifim. Hatta bulduğum minerallerden
birine benim adım verildi. Şimdi sadece tencere kulbu yapımında kullanılıyor
olması biraz gurur kırıcı olsa da Adidasium bana bir madalya, ansiklopedide bir
madde ve üç tane gerçek elma kazandırdı. Birini hemen o akşam yedim. Birini
uzayda insan dışında gördüğüm ilk akıllı canlıyla karşılaştığımda. Sonuncusunu
da bunlar kadar özel bir an için saklıyorum.
Merak ediyorsunuzdur, hemen açıklayayım; şimdiye kadar gezdiğim 97
gezegenin hiçbirinde filmlerde gördüğünüz tipte uzaylılarla karşılaşmadım. Gördüğüm
(ve bir elma değerinde olan) ilk akıllı canlılar genellikle dört ayak üstünde
yaşıyorlardı. Kolları oldukça uzun ve güçlüydü. Bir yere uzanmak veya tırmanmak
için arka ayaklarının üstüne kalkıyor, yürürken genellikle ön ayaklarını da
kullanıyorlardı. Bilinen herhangi bir dilde konuşmuyorlardı. Genellikle çığlık
ya da homurtu olarak tabir edebileceğimiz sesler çıkarıyor ama birbirleriyle
bir şekilde anlaşıyorlardı. Tabii kullandıkları alfabe de bana çok yabancıydı,
hatta daha çok dünyadaki bebeklerin ellerine kalem geçirdikleri zaman duvara çizdikleri
anlamsız şekillere benziyordu. Onlarla iletişim kurmak için duvara yazı
yazdıkları taşlardan birini alıp canlılardan birinin basit bir çizimini yapmaya
başladım. O sırada bir tanesi arkamdan sinsice yaklaştı. Kafamı çevirip aniden yaratığı
yanımda görünce çok korktum. Bayılmışım. Bir patlama sesiyle kendime geldim.
Gözlerimi açtığımda hepsi çığlık çığlığa kaçıyordu. Silahımı almışlar.
Muhtemelen beni öldürmeye çalışıyorlardı, neyse ki ıskalamışlar. Daha fazla
uğraşmak yerine Sapia’daki amirime gezenenin koordinatlarını ve canlıların
vahşi olduğu bilgisini veren bir mesaj gönderdim. Muhtemelen ben gezegenden
ayrıldıktan sonra gelip hepsini gebertmişlerdir.
Daha sonra karşılaştığım yaşam formlarıyla da iletişim sorunları
yaşadım. Dünyada kullanılan beş dilin tamamını ve iki ölü dili ana dil
düzeyinde bilmeme, bilinen gezegenlerde kullanılan 2 dili de orta düzeyde
konuşabilmeme ve tabii ki sözlüğünde pek çok ölü dilin kelimelerini de içeren
konektöre sahip olmama rağmen uzay gerçek bir bilinmez. Mesela gezegenlerden
birinde canlılar silikon gibi bir maddeden oluşuyor, bazı durumlarda böceklerin
üstündeki kitin tabakası gibi katılaşabiliyorlardı. Jel ve katı kıvamlardayken
çıkardıkları sesler de birbirinden farklıydı. Tabii onların da dilini
öğrenemeden aralarından ayrılmak zorunda kaldım. Birkaç yıl sonra yeni koloni
kurulduğu zaman, eğer hala hayattalarsa, bir süre aralarında yaşayıp öğrenmek
istiyorum.
Gelelim 2115 yılında karşılaştığım ilginç gezegene. Samanyolu’ndan 700
milyon ışık yılı uzaklığındaki Yoreamon galaksisinde keşif gezisi yapıyordum.
Gezegen gezegen dolaşıp taş toprak dışında ancak biraz metalle karşılaşmıştım.
Miktarlar da Sapia’ya haber vermemi gerektirecek kadar yüksek değildi, sadece
raporda belirtmem yeterli olacaktı. Ayak bastığım sekizinci gezegen ise
barındırdığı su miktarıyla bile çişimi getirmeye yetmişti. Sapia’ya
“hüleaaağn!” diye bağırmak için konektörü elime aldım ama heyecandan resmen
kaskatı kesilmiştim. Sadece gözle görebildiğim alandaki bitkiler bile hayatım
boyunca gördüklerimin en az 50 katı kadardı. Etrafta böcekler dışında
birbirinden farklı iki hayvan daha dolaşıyordu ve ikisi de tüylüydü. Bitkilerin
birinden müzikli bir ses geldiğinde üçüncü tüylü hayvanla karşılaştım. Ben öyle
bakakalmışken uçup uzaklaştı. İnanabiliyor musunuz? Hayvan bir böcekten çok
daha büyüktü ve uçabiliyordu!
Kendimden geçmiş bir halde çevreyi incelerken arkamdan gelen bir sesle
irkildim.
“Birine mi bagdın bilader?”
Karşımda 1.20 boylarında, iki ayağı üstünde duran, tüy yoğunluğu
gördüğüm hayvanlara oranla çok daha düşük, insana oldukça yakın görünümlü biri
duruyordu. Yanyana duran iki gözü, gözlerinin arasından uzanan tombik bir
burnu, insanlarda olandan biraz daha geniş bir ağzı ve kafasının yanlarında
birer kulağı vardı. Kafası gövdesine boyunla bağlanıyor, kolları gövdenin iki
yanından çıkıyor, bacakları da gövdenin altından çıkıp yere dik uzanıyordu.
Tarih kitaplarında buna oldukça yakın olmakla birlikte, daha uzun boylu ve
orantılı vücut hatlarına sahip eski insanı görmüştüm. Yaratığı biraz daha dikkatli
inceleyip beynimi zorlayınca 2015 nükleer savaşından önce doğan tüm insanların
yaklaşık bu şekilde göründüğünü hatırladım. Aslında yaratık düpedüz eski
insandı. Dolayısıyla konektör büyük ihtimalle yaratığın hangi dili konuştuğunu
algılayıp yarım yamalak da olsa çeviri yapabilecekti.
Konektörü çalıştırırken yaratık ürktü ve birkaç adım geri
çekildi. Endişelenmemesi için elimi kaldırdığımda depar atıp gözden kayboldu.
Tabii bu biraz da benim hatam olabilir. Ama sırtından çıkan üçüncü bir kolunun
olmadığını ancak kaçarken görebildim. Herhalde o da sadece iki kolu olan türe
mensuptu ve eski insanlardan olduğu için benim fiziksel özelliklerime alışık
değildi.
Yaratık ya da artık insan demeliyim, kaçtıktan sonra söylediği şeyi
konektöre tekrarladım. Sanırım birini izlediğimi düşünmüştü. O sırada çevreyi
incelediğim için insanın iyi bir gözlemci olduğuna karar verdim. Ayrıca anlamlı
cümle kurabiliyordu, demek ki akıllıydı. Kullandığı bilader kelimesi en çok,
dünyada kullanılan dillerde yer alan kardeş kelimesine benziyordu. Dolayısıyla
insanın dost canlısı olması kuvvetli bir ihtimaldi. Elimdeki verilerle çabucak
bir genelleme yaptım ve gezegende yaşaması hayli muhtemel diğer insanları
bulmak için adamın kaçtığı yönde ilerlemeye başladım.
Gördüklerimi nasıl tanımlayabileceğimi hala bilmiyorum. Pek çok şeyi
raporuma görüntülü olarak aktarmak zorunda kaldım çünkü onları anlatacak
kelimelerim yoktu. Bir kere, çeşit çeşit bitki ve hayvan vardı etrafta. Özellikle
bu alanlarda yaptığım ölçümler, atmosferin insan ciğerinin kaldırabileceğinden
çok daha fazla oksijen içerdiğini gösterdi. Maskemi çıkaramadığım için havayla
ilgili bilgim raporda yer alan sayısal verilerden ibaret kaldı. Yapılar daha
çok bizim garajlara benziyordu ama buradaki insanlar onların içinde yaşıyordu.
İlkel motorlu taşıtlar kullanıyorlardı. Flora ve Minera’ya gönderilen insanlar
kadar güçlü bir kas yapısına sahip oldukları ilk bakışta belli oluyordu. Önce
bu insanların da başka bir gezegenin kolonisi olduklarını düşündüm ama sonradan
yaptığımız araştırmalarda çevre gezegenlerde ve galaksilerde akıllı yaşama
rastlamadık.
Kaçan insandan sonra karşılaştığım ilk insan (birinciye benziyordu ama
ondan daha ince, göğüs kısmı daha geniş, kafasındaki tüyler daha uzundu) biraz
ürkekti ama kaçmadı. Yerde dört ayak üstünde yürüyen, bir insan yavrusu mu
yoksa tüysüz bir hayvan mı olduğuna karar veremediğim bir yaratık daha vardı.
İnsan onun peşinden gidiyor, ciyaklamaya benzer sesler çıkarıyordu. Yanlarına
yaklaştığımda, sanırım koruma içgüdüsüyle, küçük yaratığın önüne geçip aramızda
durdu. Dünyada en çok konuşulan dille “merhaba” dedim.
“Eneee! Turiz gelmiş la!”
Konektör tam bir tercüme yapamamıştı ama gezegende kullanılan dilin
dünyanın ölü dillerinden Türkçeye yakın olduğunu çözmeyi başarmıştı. Lehçeyi
çözene kadar çat pat da olsa anlaşabilecektik.
“Lideriniz kim?”
“Mıhtarı mı diyon?”
“Onu nasıl bulabilirim?”
“Ha bu yolu takip ediyon. Gidiyon gidiyon gidiyon gidiyon, şeer
merkezinde dört yol ağzına gelende duruyon. Sağa dönüyon, mıhtar orda.”
Aslında her şeyi lidere sorabilirdim ama insanın korkmadığını görünce
onunla biraz daha konuşmaya karar verdim.
“Sen insan mısın?”
Anlamamış gibi baktı. Gözlerinin üstündeki iki sıra tüyden birini yay
gibi hareket ettirdi. Biraz korkuyordum ama belli etmemeye çalıştım. Herhangi
bir tepki vermediğimi görünce “hyeeaa?” gibi bir ses çıkardı. Konektör bunun
olumlu bir cevap olduğunu belirtti.
“Sen kadın mısın?”
İnsanın gözlerinin üstündeki tüylerin ikinci sırası da yay gibi
gerilerek yukarı kalktı. Gözleri yaşarırken alt dudağı da titremeye başladı.
“O orspu Hatça mı söyledi la? Kendisi yedi tane doğurdu yaaa, ben bir
taneyi zar zor doğurunca çenesini tutamadı donuuuzz! Elin turizine bile
yetiştirilir mi hea? Elin turizine bileğğğ!”
Doğumla ilgili bir şeyler söylediği ve artık yavrusu olduğunu sandığım
yaratığı koruduğu için insanın kadın olduğuna karar verdim. Ama bu kadın
nedense olduğu yerde tepinip ağlamaya, dizlerini dövmeye, başındaki uzun
tüyleri çekiştirmeye başlamıştı. Ne yalan söyleyeyim, hasta olduğu için kriz
geçiriyor sandım. Havayla bulaşabilecek hastalıklardan maskem sayesinde
korunuyor olsam da saldırıp bir yerimi parçalarsa rahatlıkla mikrop
kapabilirdim. Bir kaşif olarak bunu söylemekten utanıyorum ama korkup kaçtım. O
zaman bunun duygusal bir tepki olduğunu, insanların hangi durumlarda ağladığını
falan bilseydim onu rahatlatmaya çalışırdım.
Koşar adım yola devam ettim. Gördüğüm insanlar artınca şehrin merkezine
doğru ilerlediğimi anladım. Burada daha az bitki ve daha çok yapı vardı. Her
yapının önünde bir ya da iki insan ayakta duruyor, bir insan da yerde
yatıyordu. Bazı insanlar yolun ortasında durmuş, tuhaf işaretler yaparak
diğerlerini yönlendiriyorlardı. İlkel motorlu taşıtlar yok denecek kadar
azalmıştı, insanlar birbirlerinin omuzlarına çıkıp hareket ediyordu. Herkes
ikili ya da üçlü gruplar halinde hareket ediyordu ve bunlardan birinin elinde
mutlaka taşıyacak bir şeyler oluyordu. Yollar sadece yürümek ve beklemek için
kullanılıyor gibiydi, ne oluyorsa yapıların içinde oluyordu. Bazı yapıların önü
geniş cam levhalarla kaplıydı. Bu levhaların ardında da farklı pozlarda sabit
duran insanlar yer alıyordu. Daha küçük cam levhalarla kaplı yapılarda ise
pişen yemekler, ne işe yaradığını anlamadığım gereçler ve hayvanlar vardı.
Böyle bir zenginliğe akıl sır erdiremiyordum. Sapia’daki insanlar burada yarı
bitkisel serumlar yerine sürekli gerçek, pişmiş yemekle beslenildiğini
öğrenince akın akın geleceklerdi.
İnsanlar üçüncü kolumu görmeden de farklı olduğumu anlayabiliyordu.
Bazıları yanlarındaki daha kısa boylu olanların gözlerini kapattı, bazıları
giderek artan bir merakla beni izlemeye başladı. Burada nasıl davranmam ya da
nasıl selam vermem gerektiğini bilmiyordum. Ben de onları taklit etmeye
başladım. Konektör “Yazık, özürlü galiba” cümlesinin ne anlama geldiğini
açıklayınca yanlış bir şey yaptığımı anlayıp yoluma devam ettim.
Liderin, yani bu halkın dilinde mıhtarın yaşadığı yapıyı bulana kadar
peşimden gelenlerin sayısı iyice artmıştı. Yapının önünde dururken ayakta duran
iki kişinin yanlara doğru çekildiğini, bir insanın da yerde yatanın üzerine
basarak içeri girdiğini gördüm. Tabii önce beni baştan aşağı süzmeyi de ihmal
etmedi. İçeri girince üzerinden bir parça giysi çıkarıp içeride ayakta duran
kişiye verdi. Ya da daha doğrusu, astı. Böyle üst üste bir şeyler giymek
gelenekleriydi herhalde.
Yerde yatan adamın üzerine neden basıldığını anlamamıştım. Belki bir alışkanlıktı,
belki zorunluluktu, belki de sadece belirli kişiler basabiliyordu. Yanlış bir
şey yapmamak için olduğum yerde bekledim. Belki bir kişi daha kapıdan geçerdi. O
zaman ben de (nedense?) adamın üstüne basarak ya da basmayarak içeri
girebilirdim.
Kısa süre sonra kapıdaki iki adam tekrar yanlara çekildi ve karşıma 1.60
boylarında, kafasının sadece yanlarında kısa tüyler olan ama gözleriyle
dudaklarının üstünde ve kulaklarının içinde gür tüyler bulunan bir insan çıktı.
O da bana önce “birine mi bagdın bilader?” dedi. Cümleyi ikinci kez duyunca
bunun bir selamlaşma cümlesi olduğunu düşündüm ve tekrarladım. Bu sefer de
“özürlü galiba” cümlesini ikinci kez duydum ve yanlış bir şey yaptığımı
anladım.
“Merhaba. Ben Adidas” diyerek doğru olduğunu sandığım şekilde selam
verdim ve kendimi tanıttım. Kalabalıktan biri “Koyyim de yan bas! Ehehehahaha!”
diye bağırdı. Ardından herkes daha sonra gülme olduğunu öğrendiğim şekilde
bağırmaya başladı. Bir şey anlamadığım için sustum. Mıhtar kalabalığa ters ters
bakıp “Gel yeenim gel” diyerek içeri girmemi işaret etti. Ama hala adamın
üstüne basmam gerekir mi, ya da neden basmam gerekir bilmiyordum. Yerdeki adama
baktım, mıhtara baktım, “Bu adam ne yapıyor burada?” diye sordum. “Paspas o
paspas, bas gel” dedi. Bir insanın paspas olarak kullanılması pek aklıma
yatmadığı için yanlış çeviri olduğunu düşündüm, adamın üstünden atlayıp içeri
girdim.
İçeride durum daha da tuhaftı. Masa yere çömelmiş dört insanın üstünde
duruyordu. Sandalyeler ise ellerinin ve dizlerinin üstünde duran bir adam ve
onun üstünde dik bir şekilde oturan bir kadından meydana geliyordu. Odada dolap
yerine, çeşitli yerlerinde raflar taşıyan dört insan vardı. Ellerinde başka
objeler tutan birkaç insan daha odanın çeşitli yerlerine dizilmişti. Mıhtar
ikili insan gruplarından birini gösterip “Geç otur şööle” dedi. Ayakta durmam
daha tuhaf görüneceğinden kadının kucağına ilişiverdim. Oturur oturmaz mıhtar
“Çayçenmi?” dedi. Konektör buna bir anlam veremedi. Aptal aptal baktığımı
görünce mıhtar daha yavaş tekrarladı; “Çayyy çen miii?”
Konektör çaydan bahsedildiğini tahmin ederek tercüme etmişti. Ve ben
sadece ismini duyduğum çayın tadını delicesine merak ediyordum. Ama
metabolizmama nasıl bir etkisinin olacağını bilmediğim için içemezdim, ancak
örneklerini Sapia’ya götürüp gerekli testlerden geçtikten sonra deneyebilirdim.
İstemeyerek de olsa “Hayır” dedim. Herhalde kelime ağzımdan yanlış bir
tonlamayla çıkmış, mıhtar “O ne biçim hayır! Doğseydin bi de!” diye ters ters
cevap verdi. Özür diledim, Sapia’dan gelen bir kaşif olduğumu ve farklı
gezegenlerde beslenmemin kötü sonuçlarının olabileceğini kısaca anlattım. Bu
gezegenin geleneklerini bilmediğim için bazı hatalar yapabileceğimi, beni mazur
görmelerini rica ettim. Mıhtar anlattıklarımla ilgilenmiş gibi görünüyordu,
muhakkak beni uzun bir sorguya çekecekti. Ondan önce davranıp bu kadar insanın
odada ne yaptığını, kapıdaki insanların ne işe yaradığını, neden insanların
üzerinde oturduğumuzu sordum.
“Biz buranın yerlisiyiz bildin mi?”
Cevap bana adamın yerde yatmasını açıklıyormuş gibi gelmedi ama
devamının geleceğini anladığım için onaylamakla yetindim.
“Şindi buranın dopraa çoğ verimli. Yere tükürsen fide verir, o gadaa
verimli. Her yerden buraya göçüyolla. Bahtıg burayı doldurcaklaa, bize yer
kalmaycah, o vakit ihtiyar heyetini dopladıh. Dedih ne yapah? Biri dedi
almayah. Biz dedik hyeeaa. Almadıh bunnarı, onnar da bizlen ticareti kestiler.”
Konektörün yapay zekası bu uzun konuşmadan sonra dili iyice çözmüştü.
Ben de mıhtarı rahatça anlamaya başlamıştım. İyi ki daha önce anlamamışım,
yoksa bizim de Sapia’dan buraya göç edebileceğimizi söyleyip her şeyi baştan
bozabilirdim. “Hyeeaa?” diye cevap verdim. Mıhtar bunu duyunca bir sevindi,
kalktı yerinden kucakladı beni. Odadakilere “La bu Safya mıdır nedir, ordan
deel! Bizden la bu bizden!” diyerek yerine oturdu, daha bir keyifli anlatmaya
başladı.
“Sonna dedik alak bunnarı ama şehre girerken bize para versinner. Ööle
ufağından bir ücret belirledik, bunnar da gabul ettiler. Beyle yerli olmayannardan
boyuna para doplamaa başladıh. Sonna dediler biz burda yaşamak isterik, üç katı
fiyata ev sattık bunnara. Dediler tarla isterik, dedik satmayık, her ay kirayla
birlikte mahsulün %25’ini alırık. Yok dediler olmaz ööle, yapmayın bööle falan,
heeeç geri adım atmadıh. Bunnar da geldileeer.”
Tarım toplumu olmalarına rağmen kurnazlık gibi bir zeka formu
geliştirdiklerini anladım. Ayrıca pek de savaşçı sayılmazlardı herhalde. Eski
dünyayı düşününce, mesela doğal kaynaklara sahip olan ülkeler hiç böyle
yapmamış. Çünkü bizimkiler daha kurnaz davranmış, sonra da gerek silah zoruyla,
gerek farklı şekillerde baskı kurarak ellerinde ne var ne yoksa almışlar. Bir
yandan da göçmenlerin, eski dünyadaki Yahudi ırkı gibi, yerleştikleri ülkenin
insanlarını bir ara öldürmeye başlayabileceklerini düşündüm. O da zamanında çok
başarılı bir asimilasyon, hatta soykırım politikası olmuştu. Mıhtar anlatmaya
devam etti, ben de bu gezegendeki göçmenlerden bir bok olmayacağına karar
verdim. (Bu terimi de orada öğrendim, şimdi hepimiz kullanıyoruz.)
“Zamanna bagtıh bunnarın yaşayışları farklı, dinleri farklı, başka
başka diller konuşiyiler, her bişeyleri farklı yani. Bizim çocuhları da kötü
etkileyecegler, garılar zaten onnar gibi olmaya dünden razı... Yassah gardeşim
dedik, burda bööle yaşayaman! Ya gidecen nereye gidersen, ya tıpkı biz gibin
yaşayacan. Dedik zaten bunnarın varı yoğu bura olmuş, başga yere göçecek para
da galmamış, mutlah bize uyacaklar dedik. Olmaz ööle şey diyenner oldu, biz
bunnarı bi güzel doğdük. Daha da dinnemeyenleri hapsettik. Daha da
dinnemeyenleri öldürdük. Bizim yerlilerden de onnarı savunan zibidiler çıktı,
onnara da aynısını yapdıh.”
Mıhtar bunları anlatırken ben de raporu düşünüyordum. Şöyle güzel bir
savaş stratejisi yazarsam, önce muhalif grupları güçlendirip iç savaş çıkaralım
diye girersem, kesin burayı ele geçirdiğimizde bana toprak verirlerdi. Yani
kaşiflik güzel ama her gün gerçek yemek yemenin keyfi de resmen paha biçilmez
be bilader! Ben böyle hayaller kurarken mıhtar devam etti.
“Bunnarı bööle eyice ezdik, sindirdik ama sinirimiz geçmiyi! Düşüniyik
düşüniyik, nassı bize garşı ayaglanırlar diyik, yine sinirleniyik. Şindiki aklımız
ossaaa baştan yerlileri de bunnara düşman edecez, topunu silip süpürecez
memleketten. Onun yerine vergileri artırdıg, bunnarı kıt kanaat geçineceg
duruma getirdig. Ama yine de git deriz gitmezler. Bir de hırsızlığa da
başladılar. Biz hepten dellendik. O gadar düşündüg düşündüg, bir şey bulamadıh.
Heyetten biri de düşünmekten sıkılmış, dedi ko götüne. Anaaağğğ dedig, doğru
la, koyalım götlerine. Yine saldırdıh bunnara. Tuttuumuzu sittik ondan sonna,
bizim soydan çoğalttık.”
Dinledikçe eski dünyayla aralarındaki bağlantılar daha da netleşiyordu.
Görünüşe bakılırsa birkaç yüzyıl sonra gezegenlerini dünya gibi yok
edeceklerdi. Buraya yerleşmek için zaman kaybetmeden kapsamlı bir araştırma
yapıp elimizi çabuk tutmamız gerekiyordu. Zaten görünen o ki göçmenleri iyice
azaltmış, topraklarını tamamen ellerinden almış, onları eşya olarak kullanmaya
başlamışlardı. Kendi hikayesine dalmışken benim söylediklerimi iyice unutan
mıhtar konuşmasına ara verip yeniden “Çayçenmi?” diye sorduğunda uzun yoldan
geldiğimi ve yorgun olduğumu, yarın devam etmemizin daha iyi olacağını
söyledim. “Olur mu ööle be Adidas kardeşim? Daha sizin şehrinizi annatacağıdın!”
diye itiraz ederken ayağa kalkmıştım bile. Ertesi gün birlikte alışveriş yapmak
ve gelecekteki ticari ilişkilerimiz hakkında konuşmak için sözleştik. Aldığım
diplomasi eğitimi çok işe yaramıştı. Onlar için hem güçlü bir müttefik hem de
iyi bir iş ortağı olacağımıza inandırmıştım mıhtarı. Beni hemen bir otele
yerleştirdiler. Hava iyice karardığında odadaki masadan, gece lambasından ve
sandalyeden gizlice, otelin penceresinden kaçmayı başardım. Uzay gemime atlayıp
yol boyunca yazacağım raporu planladım.
Sonra da tahmin edeceğiniz gibi gezegeni ele geçirdik. Yerleştiğimizde
pazarlığımıza uygun olarak bana toprak verdiler, uzun sayılabilecek bir süre
orada yaşadım. Bir süre sonra yeni gezegenimiz NewDerthal’in de tadı kalmadı,
zaten büyük bir hızla dünyanın gelişimini ve çöküş sürecini buraya da adapte
etmiştik. Ben de daha fazla değer kaybetmeden toprağımı sattım, yeniden keşif
yolculuklarına çıkmaya başladım. Henüz buna benzer bir gezegenle karşılaşmış
değilim ama ölmeden önce mutlaka bir tane daha bulacağım ve ona kendi ismimi
vereceğim.