28 Ekim 2011 Cuma

paralel-apokaliptik


Dünyada kaşif olmak kadar ilginç bir meslek yok. Ama diğer gezegenlerde daha ilginçleri varmış. Ben bunu 2115 yılında öğrendim.

2107’de artık dünya çok az canlı yaşamı barındırabilecek bir yere dönüşmüştü. Geçmişte, tarih derslerinde öğrendiğimiz kadarıyla insan nüfusunun 70 milyarı aştığı dönemler olmuş. Sonra küresel ısınma, doğal yaşamın neredeyse tamamen tahrip edilmesi ve buna bağlı olarak, kalan azıcık doğal kaynağa sahip olmak adına çıkan savaşlar sonucunda hepi topu 4 milyar civarında insan kalmış. Buna rağmen kaynaklar insan yaşamı (ve elbette konforu) için yetersizlik gösterince diğer gezegenlerde yaşam başladı. Dünyadaki yaşama uygun ortamlar oluşturmak için zaten çok uzun süredir çalışılıyormuş. Her şey ayarlanınca da 2107’de farklı gezegenlere toplu göçler başladı.

Ben bütün bu süreçte şanslı olanlardanım. Eski dünyada silah taciri olan bir soydan geliyorum. Anlayacağınız, her zaman çok zengindik. Göçler başladığı zaman evimizde ve topraklarımızda çalışan herkesi “Flora” ismini verdiğimiz tarım gezegenine ve “Minera” ismini verdiğimiz maden gezegenine gönderdik. Ailem diğer tüm zenginler ve bilim insanları gibi vazgeçilmezler sınıfından olanlarla birlikte, insan yaşamına en uygun gezegen olarak tasarlanmış “Sapia”ya taşındı. Dünyada kalanlar ise oradaki kaynakları geliştirme ve diğer gezegenlerde yaşamı destekleme görevini üstlendi.

Ben de artık 21 yaşına gelmiştim ve kendi yolumu çizmem gerekiyordu. Ya aldığım eğitime uygun bir şekilde diplomat olacak, ya babamın mesleğini sürdürecek ya da her şeyi geride bırakacaktım. Son seçeneği işaretledim. İki yılı daha eğitimle geçirdim, sonra da kendimi uzay boşluğuna bıraktım. O gün bugündür diğer gezegenleri inceleyen bir kaşifim. Hatta bulduğum minerallerden birine benim adım verildi. Şimdi sadece tencere kulbu yapımında kullanılıyor olması biraz gurur kırıcı olsa da Adidasium bana bir madalya, ansiklopedide bir madde ve üç tane gerçek elma kazandırdı. Birini hemen o akşam yedim. Birini uzayda insan dışında gördüğüm ilk akıllı canlıyla karşılaştığımda. Sonuncusunu da bunlar kadar özel bir an için saklıyorum.

Merak ediyorsunuzdur, hemen açıklayayım; şimdiye kadar gezdiğim 97 gezegenin hiçbirinde filmlerde gördüğünüz tipte uzaylılarla karşılaşmadım. Gördüğüm (ve bir elma değerinde olan) ilk akıllı canlılar genellikle dört ayak üstünde yaşıyorlardı. Kolları oldukça uzun ve güçlüydü. Bir yere uzanmak veya tırmanmak için arka ayaklarının üstüne kalkıyor, yürürken genellikle ön ayaklarını da kullanıyorlardı. Bilinen herhangi bir dilde konuşmuyorlardı. Genellikle çığlık ya da homurtu olarak tabir edebileceğimiz sesler çıkarıyor ama birbirleriyle bir şekilde anlaşıyorlardı. Tabii kullandıkları alfabe de bana çok yabancıydı, hatta daha çok dünyadaki bebeklerin ellerine kalem geçirdikleri zaman duvara çizdikleri anlamsız şekillere benziyordu. Onlarla iletişim kurmak için duvara yazı yazdıkları taşlardan birini alıp canlılardan birinin basit bir çizimini yapmaya başladım. O sırada bir tanesi arkamdan sinsice yaklaştı. Kafamı çevirip aniden yaratığı yanımda görünce çok korktum. Bayılmışım. Bir patlama sesiyle kendime geldim. Gözlerimi açtığımda hepsi çığlık çığlığa kaçıyordu. Silahımı almışlar. Muhtemelen beni öldürmeye çalışıyorlardı, neyse ki ıskalamışlar. Daha fazla uğraşmak yerine Sapia’daki amirime gezenenin koordinatlarını ve canlıların vahşi olduğu bilgisini veren bir mesaj gönderdim. Muhtemelen ben gezegenden ayrıldıktan sonra gelip hepsini gebertmişlerdir.

Daha sonra karşılaştığım yaşam formlarıyla da iletişim sorunları yaşadım. Dünyada kullanılan beş dilin tamamını ve iki ölü dili ana dil düzeyinde bilmeme, bilinen gezegenlerde kullanılan 2 dili de orta düzeyde konuşabilmeme ve tabii ki sözlüğünde pek çok ölü dilin kelimelerini de içeren konektöre sahip olmama rağmen uzay gerçek bir bilinmez. Mesela gezegenlerden birinde canlılar silikon gibi bir maddeden oluşuyor, bazı durumlarda böceklerin üstündeki kitin tabakası gibi katılaşabiliyorlardı. Jel ve katı kıvamlardayken çıkardıkları sesler de birbirinden farklıydı. Tabii onların da dilini öğrenemeden aralarından ayrılmak zorunda kaldım. Birkaç yıl sonra yeni koloni kurulduğu zaman, eğer hala hayattalarsa, bir süre aralarında yaşayıp öğrenmek istiyorum.

Gelelim 2115 yılında karşılaştığım ilginç gezegene. Samanyolu’ndan 700 milyon ışık yılı uzaklığındaki Yoreamon galaksisinde keşif gezisi yapıyordum. Gezegen gezegen dolaşıp taş toprak dışında ancak biraz metalle karşılaşmıştım. Miktarlar da Sapia’ya haber vermemi gerektirecek kadar yüksek değildi, sadece raporda belirtmem yeterli olacaktı. Ayak bastığım sekizinci gezegen ise barındırdığı su miktarıyla bile çişimi getirmeye yetmişti. Sapia’ya “hüleaaağn!” diye bağırmak için konektörü elime aldım ama heyecandan resmen kaskatı kesilmiştim. Sadece gözle görebildiğim alandaki bitkiler bile hayatım boyunca gördüklerimin en az 50 katı kadardı. Etrafta böcekler dışında birbirinden farklı iki hayvan daha dolaşıyordu ve ikisi de tüylüydü. Bitkilerin birinden müzikli bir ses geldiğinde üçüncü tüylü hayvanla karşılaştım. Ben öyle bakakalmışken uçup uzaklaştı. İnanabiliyor musunuz? Hayvan bir böcekten çok daha büyüktü ve uçabiliyordu!

Kendimden geçmiş bir halde çevreyi incelerken arkamdan gelen bir sesle irkildim.

“Birine mi bagdın bilader?”

Karşımda 1.20 boylarında, iki ayağı üstünde duran, tüy yoğunluğu gördüğüm hayvanlara oranla çok daha düşük, insana oldukça yakın görünümlü biri duruyordu. Yanyana duran iki gözü, gözlerinin arasından uzanan tombik bir burnu, insanlarda olandan biraz daha geniş bir ağzı ve kafasının yanlarında birer kulağı vardı. Kafası gövdesine boyunla bağlanıyor, kolları gövdenin iki yanından çıkıyor, bacakları da gövdenin altından çıkıp yere dik uzanıyordu. Tarih kitaplarında buna oldukça yakın olmakla birlikte, daha uzun boylu ve orantılı vücut hatlarına sahip eski insanı görmüştüm. Yaratığı biraz daha dikkatli inceleyip beynimi zorlayınca 2015 nükleer savaşından önce doğan tüm insanların yaklaşık bu şekilde göründüğünü hatırladım. Aslında yaratık düpedüz eski insandı. Dolayısıyla konektör büyük ihtimalle yaratığın hangi dili konuştuğunu algılayıp yarım yamalak da olsa çeviri yapabilecekti.

Konektörü çalıştırırken yaratık ürktü ve birkaç adım geri çekildi. Endişelenmemesi için elimi kaldırdığımda depar atıp gözden kayboldu. Tabii bu biraz da benim hatam olabilir. Ama sırtından çıkan üçüncü bir kolunun olmadığını ancak kaçarken görebildim. Herhalde o da sadece iki kolu olan türe mensuptu ve eski insanlardan olduğu için benim fiziksel özelliklerime alışık değildi.

Yaratık ya da artık insan demeliyim, kaçtıktan sonra söylediği şeyi konektöre tekrarladım. Sanırım birini izlediğimi düşünmüştü. O sırada çevreyi incelediğim için insanın iyi bir gözlemci olduğuna karar verdim. Ayrıca anlamlı cümle kurabiliyordu, demek ki akıllıydı. Kullandığı bilader kelimesi en çok, dünyada kullanılan dillerde yer alan kardeş kelimesine benziyordu. Dolayısıyla insanın dost canlısı olması kuvvetli bir ihtimaldi. Elimdeki verilerle çabucak bir genelleme yaptım ve gezegende yaşaması hayli muhtemel diğer insanları bulmak için adamın kaçtığı yönde ilerlemeye başladım.

Gördüklerimi nasıl tanımlayabileceğimi hala bilmiyorum. Pek çok şeyi raporuma görüntülü olarak aktarmak zorunda kaldım çünkü onları anlatacak kelimelerim yoktu. Bir kere, çeşit çeşit bitki ve hayvan vardı etrafta. Özellikle bu alanlarda yaptığım ölçümler, atmosferin insan ciğerinin kaldırabileceğinden çok daha fazla oksijen içerdiğini gösterdi. Maskemi çıkaramadığım için havayla ilgili bilgim raporda yer alan sayısal verilerden ibaret kaldı. Yapılar daha çok bizim garajlara benziyordu ama buradaki insanlar onların içinde yaşıyordu. İlkel motorlu taşıtlar kullanıyorlardı. Flora ve Minera’ya gönderilen insanlar kadar güçlü bir kas yapısına sahip oldukları ilk bakışta belli oluyordu. Önce bu insanların da başka bir gezegenin kolonisi olduklarını düşündüm ama sonradan yaptığımız araştırmalarda çevre gezegenlerde ve galaksilerde akıllı yaşama rastlamadık.

Kaçan insandan sonra karşılaştığım ilk insan (birinciye benziyordu ama ondan daha ince, göğüs kısmı daha geniş, kafasındaki tüyler daha uzundu) biraz ürkekti ama kaçmadı. Yerde dört ayak üstünde yürüyen, bir insan yavrusu mu yoksa tüysüz bir hayvan mı olduğuna karar veremediğim bir yaratık daha vardı. İnsan onun peşinden gidiyor, ciyaklamaya benzer sesler çıkarıyordu. Yanlarına yaklaştığımda, sanırım koruma içgüdüsüyle, küçük yaratığın önüne geçip aramızda durdu. Dünyada en çok konuşulan dille “merhaba” dedim.

“Eneee! Turiz gelmiş la!”

Konektör tam bir tercüme yapamamıştı ama gezegende kullanılan dilin dünyanın ölü dillerinden Türkçeye yakın olduğunu çözmeyi başarmıştı. Lehçeyi çözene kadar çat pat da olsa anlaşabilecektik.

“Lideriniz kim?”

“Mıhtarı mı diyon?”

“Onu nasıl bulabilirim?”

“Ha bu yolu takip ediyon. Gidiyon gidiyon gidiyon gidiyon, şeer merkezinde dört yol ağzına gelende duruyon. Sağa dönüyon, mıhtar orda.”

Aslında her şeyi lidere sorabilirdim ama insanın korkmadığını görünce onunla biraz daha konuşmaya karar verdim.

“Sen insan mısın?”

Anlamamış gibi baktı. Gözlerinin üstündeki iki sıra tüyden birini yay gibi hareket ettirdi. Biraz korkuyordum ama belli etmemeye çalıştım. Herhangi bir tepki vermediğimi görünce “hyeeaa?” gibi bir ses çıkardı. Konektör bunun olumlu bir cevap olduğunu belirtti.

“Sen kadın mısın?”

İnsanın gözlerinin üstündeki tüylerin ikinci sırası da yay gibi gerilerek yukarı kalktı. Gözleri yaşarırken alt dudağı da titremeye başladı.

“O orspu Hatça mı söyledi la? Kendisi yedi tane doğurdu yaaa, ben bir taneyi zar zor doğurunca çenesini tutamadı donuuuzz! Elin turizine bile yetiştirilir mi hea? Elin turizine bileğğğ!”

Doğumla ilgili bir şeyler söylediği ve artık yavrusu olduğunu sandığım yaratığı koruduğu için insanın kadın olduğuna karar verdim. Ama bu kadın nedense olduğu yerde tepinip ağlamaya, dizlerini dövmeye, başındaki uzun tüyleri çekiştirmeye başlamıştı. Ne yalan söyleyeyim, hasta olduğu için kriz geçiriyor sandım. Havayla bulaşabilecek hastalıklardan maskem sayesinde korunuyor olsam da saldırıp bir yerimi parçalarsa rahatlıkla mikrop kapabilirdim. Bir kaşif olarak bunu söylemekten utanıyorum ama korkup kaçtım. O zaman bunun duygusal bir tepki olduğunu, insanların hangi durumlarda ağladığını falan bilseydim onu rahatlatmaya çalışırdım.

Koşar adım yola devam ettim. Gördüğüm insanlar artınca şehrin merkezine doğru ilerlediğimi anladım. Burada daha az bitki ve daha çok yapı vardı. Her yapının önünde bir ya da iki insan ayakta duruyor, bir insan da yerde yatıyordu. Bazı insanlar yolun ortasında durmuş, tuhaf işaretler yaparak diğerlerini yönlendiriyorlardı. İlkel motorlu taşıtlar yok denecek kadar azalmıştı, insanlar birbirlerinin omuzlarına çıkıp hareket ediyordu. Herkes ikili ya da üçlü gruplar halinde hareket ediyordu ve bunlardan birinin elinde mutlaka taşıyacak bir şeyler oluyordu. Yollar sadece yürümek ve beklemek için kullanılıyor gibiydi, ne oluyorsa yapıların içinde oluyordu. Bazı yapıların önü geniş cam levhalarla kaplıydı. Bu levhaların ardında da farklı pozlarda sabit duran insanlar yer alıyordu. Daha küçük cam levhalarla kaplı yapılarda ise pişen yemekler, ne işe yaradığını anlamadığım gereçler ve hayvanlar vardı. Böyle bir zenginliğe akıl sır erdiremiyordum. Sapia’daki insanlar burada yarı bitkisel serumlar yerine sürekli gerçek, pişmiş yemekle beslenildiğini öğrenince akın akın geleceklerdi.

İnsanlar üçüncü kolumu görmeden de farklı olduğumu anlayabiliyordu. Bazıları yanlarındaki daha kısa boylu olanların gözlerini kapattı, bazıları giderek artan bir merakla beni izlemeye başladı. Burada nasıl davranmam ya da nasıl selam vermem gerektiğini bilmiyordum. Ben de onları taklit etmeye başladım. Konektör “Yazık, özürlü galiba” cümlesinin ne anlama geldiğini açıklayınca yanlış bir şey yaptığımı anlayıp yoluma devam ettim.

Liderin, yani bu halkın dilinde mıhtarın yaşadığı yapıyı bulana kadar peşimden gelenlerin sayısı iyice artmıştı. Yapının önünde dururken ayakta duran iki kişinin yanlara doğru çekildiğini, bir insanın da yerde yatanın üzerine basarak içeri girdiğini gördüm. Tabii önce beni baştan aşağı süzmeyi de ihmal etmedi. İçeri girince üzerinden bir parça giysi çıkarıp içeride ayakta duran kişiye verdi. Ya da daha doğrusu, astı. Böyle üst üste bir şeyler giymek gelenekleriydi herhalde.

Yerde yatan adamın üzerine neden basıldığını anlamamıştım. Belki bir alışkanlıktı, belki zorunluluktu, belki de sadece belirli kişiler basabiliyordu. Yanlış bir şey yapmamak için olduğum yerde bekledim. Belki bir kişi daha kapıdan geçerdi. O zaman ben de (nedense?) adamın üstüne basarak ya da basmayarak içeri girebilirdim.

Kısa süre sonra kapıdaki iki adam tekrar yanlara çekildi ve karşıma 1.60 boylarında, kafasının sadece yanlarında kısa tüyler olan ama gözleriyle dudaklarının üstünde ve kulaklarının içinde gür tüyler bulunan bir insan çıktı. O da bana önce “birine mi bagdın bilader?” dedi. Cümleyi ikinci kez duyunca bunun bir selamlaşma cümlesi olduğunu düşündüm ve tekrarladım. Bu sefer de “özürlü galiba” cümlesini ikinci kez duydum ve yanlış bir şey yaptığımı anladım.

“Merhaba. Ben Adidas” diyerek doğru olduğunu sandığım şekilde selam verdim ve kendimi tanıttım. Kalabalıktan biri “Koyyim de yan bas! Ehehehahaha!” diye bağırdı. Ardından herkes daha sonra gülme olduğunu öğrendiğim şekilde bağırmaya başladı. Bir şey anlamadığım için sustum. Mıhtar kalabalığa ters ters bakıp “Gel yeenim gel” diyerek içeri girmemi işaret etti. Ama hala adamın üstüne basmam gerekir mi, ya da neden basmam gerekir bilmiyordum. Yerdeki adama baktım, mıhtara baktım, “Bu adam ne yapıyor burada?” diye sordum. “Paspas o paspas, bas gel” dedi. Bir insanın paspas olarak kullanılması pek aklıma yatmadığı için yanlış çeviri olduğunu düşündüm, adamın üstünden atlayıp içeri girdim.

İçeride durum daha da tuhaftı. Masa yere çömelmiş dört insanın üstünde duruyordu. Sandalyeler ise ellerinin ve dizlerinin üstünde duran bir adam ve onun üstünde dik bir şekilde oturan bir kadından meydana geliyordu. Odada dolap yerine, çeşitli yerlerinde raflar taşıyan dört insan vardı. Ellerinde başka objeler tutan birkaç insan daha odanın çeşitli yerlerine dizilmişti. Mıhtar ikili insan gruplarından birini gösterip “Geç otur şööle” dedi. Ayakta durmam daha tuhaf görüneceğinden kadının kucağına ilişiverdim. Oturur oturmaz mıhtar “Çayçenmi?” dedi. Konektör buna bir anlam veremedi. Aptal aptal baktığımı görünce mıhtar daha yavaş tekrarladı; “Çayyy çen miii?”

Konektör çaydan bahsedildiğini tahmin ederek tercüme etmişti. Ve ben sadece ismini duyduğum çayın tadını delicesine merak ediyordum. Ama metabolizmama nasıl bir etkisinin olacağını bilmediğim için içemezdim, ancak örneklerini Sapia’ya götürüp gerekli testlerden geçtikten sonra deneyebilirdim. İstemeyerek de olsa “Hayır” dedim. Herhalde kelime ağzımdan yanlış bir tonlamayla çıkmış, mıhtar “O ne biçim hayır! Doğseydin bi de!” diye ters ters cevap verdi. Özür diledim, Sapia’dan gelen bir kaşif olduğumu ve farklı gezegenlerde beslenmemin kötü sonuçlarının olabileceğini kısaca anlattım. Bu gezegenin geleneklerini bilmediğim için bazı hatalar yapabileceğimi, beni mazur görmelerini rica ettim. Mıhtar anlattıklarımla ilgilenmiş gibi görünüyordu, muhakkak beni uzun bir sorguya çekecekti. Ondan önce davranıp bu kadar insanın odada ne yaptığını, kapıdaki insanların ne işe yaradığını, neden insanların üzerinde oturduğumuzu sordum.

“Biz buranın yerlisiyiz bildin mi?”

Cevap bana adamın yerde yatmasını açıklıyormuş gibi gelmedi ama devamının geleceğini anladığım için onaylamakla yetindim.

“Şindi buranın dopraa çoğ verimli. Yere tükürsen fide verir, o gadaa verimli. Her yerden buraya göçüyolla. Bahtıg burayı doldurcaklaa, bize yer kalmaycah, o vakit ihtiyar heyetini dopladıh. Dedih ne yapah? Biri dedi almayah. Biz dedik hyeeaa. Almadıh bunnarı, onnar da bizlen ticareti kestiler.”

Konektörün yapay zekası bu uzun konuşmadan sonra dili iyice çözmüştü. Ben de mıhtarı rahatça anlamaya başlamıştım. İyi ki daha önce anlamamışım, yoksa bizim de Sapia’dan buraya göç edebileceğimizi söyleyip her şeyi baştan bozabilirdim. “Hyeeaa?” diye cevap verdim. Mıhtar bunu duyunca bir sevindi, kalktı yerinden kucakladı beni. Odadakilere “La bu Safya mıdır nedir, ordan deel! Bizden la bu bizden!” diyerek yerine oturdu, daha bir keyifli anlatmaya başladı.

“Sonna dedik alak bunnarı ama şehre girerken bize para versinner. Ööle ufağından bir ücret belirledik, bunnar da gabul ettiler. Beyle yerli olmayannardan boyuna para doplamaa başladıh. Sonna dediler biz burda yaşamak isterik, üç katı fiyata ev sattık bunnara. Dediler tarla isterik, dedik satmayık, her ay kirayla birlikte mahsulün %25’ini alırık. Yok dediler olmaz ööle, yapmayın bööle falan, heeeç geri adım atmadıh. Bunnar da geldileeer.”

Tarım toplumu olmalarına rağmen kurnazlık gibi bir zeka formu geliştirdiklerini anladım. Ayrıca pek de savaşçı sayılmazlardı herhalde. Eski dünyayı düşününce, mesela doğal kaynaklara sahip olan ülkeler hiç böyle yapmamış. Çünkü bizimkiler daha kurnaz davranmış, sonra da gerek silah zoruyla, gerek farklı şekillerde baskı kurarak ellerinde ne var ne yoksa almışlar. Bir yandan da göçmenlerin, eski dünyadaki Yahudi ırkı gibi, yerleştikleri ülkenin insanlarını bir ara öldürmeye başlayabileceklerini düşündüm. O da zamanında çok başarılı bir asimilasyon, hatta soykırım politikası olmuştu. Mıhtar anlatmaya devam etti, ben de bu gezegendeki göçmenlerden bir bok olmayacağına karar verdim. (Bu terimi de orada öğrendim, şimdi hepimiz kullanıyoruz.)

“Zamanna bagtıh bunnarın yaşayışları farklı, dinleri farklı, başka başka diller konuşiyiler, her bişeyleri farklı yani. Bizim çocuhları da kötü etkileyecegler, garılar zaten onnar gibi olmaya dünden razı... Yassah gardeşim dedik, burda bööle yaşayaman! Ya gidecen nereye gidersen, ya tıpkı biz gibin yaşayacan. Dedik zaten bunnarın varı yoğu bura olmuş, başga yere göçecek para da galmamış, mutlah bize uyacaklar dedik. Olmaz ööle şey diyenner oldu, biz bunnarı bi güzel doğdük. Daha da dinnemeyenleri hapsettik. Daha da dinnemeyenleri öldürdük. Bizim yerlilerden de onnarı savunan zibidiler çıktı, onnara da aynısını yapdıh.”

Mıhtar bunları anlatırken ben de raporu düşünüyordum. Şöyle güzel bir savaş stratejisi yazarsam, önce muhalif grupları güçlendirip iç savaş çıkaralım diye girersem, kesin burayı ele geçirdiğimizde bana toprak verirlerdi. Yani kaşiflik güzel ama her gün gerçek yemek yemenin keyfi de resmen paha biçilmez be bilader! Ben böyle hayaller kurarken mıhtar devam etti.

“Bunnarı bööle eyice ezdik, sindirdik ama sinirimiz geçmiyi! Düşüniyik düşüniyik, nassı bize garşı ayaglanırlar diyik, yine sinirleniyik. Şindiki aklımız ossaaa baştan yerlileri de bunnara düşman edecez, topunu silip süpürecez memleketten. Onun yerine vergileri artırdıg, bunnarı kıt kanaat geçineceg duruma getirdig. Ama yine de git deriz gitmezler. Bir de hırsızlığa da başladılar. Biz hepten dellendik. O gadar düşündüg düşündüg, bir şey bulamadıh. Heyetten biri de düşünmekten sıkılmış, dedi ko götüne. Anaaağğğ dedig, doğru la, koyalım götlerine. Yine saldırdıh bunnara. Tuttuumuzu sittik ondan sonna, bizim soydan çoğalttık.”

Dinledikçe eski dünyayla aralarındaki bağlantılar daha da netleşiyordu. Görünüşe bakılırsa birkaç yüzyıl sonra gezegenlerini dünya gibi yok edeceklerdi. Buraya yerleşmek için zaman kaybetmeden kapsamlı bir araştırma yapıp elimizi çabuk tutmamız gerekiyordu. Zaten görünen o ki göçmenleri iyice azaltmış, topraklarını tamamen ellerinden almış, onları eşya olarak kullanmaya başlamışlardı. Kendi hikayesine dalmışken benim söylediklerimi iyice unutan mıhtar konuşmasına ara verip yeniden “Çayçenmi?” diye sorduğunda uzun yoldan geldiğimi ve yorgun olduğumu, yarın devam etmemizin daha iyi olacağını söyledim. “Olur mu ööle be Adidas kardeşim? Daha sizin şehrinizi annatacağıdın!” diye itiraz ederken ayağa kalkmıştım bile. Ertesi gün birlikte alışveriş yapmak ve gelecekteki ticari ilişkilerimiz hakkında konuşmak için sözleştik. Aldığım diplomasi eğitimi çok işe yaramıştı. Onlar için hem güçlü bir müttefik hem de iyi bir iş ortağı olacağımıza inandırmıştım mıhtarı. Beni hemen bir otele yerleştirdiler. Hava iyice karardığında odadaki masadan, gece lambasından ve sandalyeden gizlice, otelin penceresinden kaçmayı başardım. Uzay gemime atlayıp yol boyunca yazacağım raporu planladım.

Sonra da tahmin edeceğiniz gibi gezegeni ele geçirdik. Yerleştiğimizde pazarlığımıza uygun olarak bana toprak verdiler, uzun sayılabilecek bir süre orada yaşadım. Bir süre sonra yeni gezegenimiz NewDerthal’in de tadı kalmadı, zaten büyük bir hızla dünyanın gelişimini ve çöküş sürecini buraya da adapte etmiştik. Ben de daha fazla değer kaybetmeden toprağımı sattım, yeniden keşif yolculuklarına çıkmaya başladım. Henüz buna benzer bir gezegenle karşılaşmış değilim ama ölmeden önce mutlaka bir tane daha bulacağım ve ona kendi ismimi vereceğim.

27 Ekim 2011 Perşembe

yedik onu biz.

bu yazının başlığı "duble vergi, duble yol" da olabilirdi. tahmin ettiğiniz gibi konumuz 1999'dan beri toplanan deprem vergilerinin nereye gittiği. bunca yıldır devlet elini cebimize soktuğunda sessizce küfür ediyorduk. van depreminde yaşanan trajedi ve ardından gördüğümüz yetersizlik sonucunda açık açık eleştirmeye başlayabildik. bu konuda bir arkadaşım "halkın 11 yıl boyunca verdiğini sandığı bir şeyi, üç günde birleşip yeniden toplamasına deprem vergisi denir" demiş.

şimdi ilk şoku atlattığımız için rasyonel beyin yine devreye girmeye başladı, sorular yükseliyor. insanlar sosyal ve asosyal medyalarda bunu sorup duruyorlar. devletin resmi televizyonu trt, daha soru gelirken sağ kanattan defansa yöneliyor ve nazikçe teşekkür ederek golü engellemeye çalışıyor. ama kale kabak gibi ortada, kaleci herkesin başka tarafa baktığını teyit etmek için etrafı inceliyor ve beklenen son gerçekleşiyor. haber videosu artık facebook ağlarıyla buluşuyor.

bu kadar soru yükselince maliye bakanı açıklama yapma gereği duyuyor. "biz sizin deprem için ödediğiniz vergileri depremle ilgili güçlendirme ve telafi çalışmalarına harcamadık, bunun yerine sağlık, eğitim, duble yollar ve demir yolları için kullandık" diyor. çünkü biz zaten deprem bölgesinde yaşamıyoruz. çünkü biz 12 yıl önce şehirleri dümdüz eden, kurtarma, yardım ve telafi çalışmalarında yetersiz kaldığımız bir depremle karşılaşmadık. 12 yıl önce olan şey ders yerine vergi almamız gereken bir durumdu.

tabii sonra insanlar başka bir şey de soruyor. diyorlar ki, "deprem vergisini bunlara harcadınız, onun dışında aldığınız vergilerimiz ne oldu peki?"

bu sorunun üzerinde özellikle duruyorlar; çünkü türkiye'de herkes kusursuz sağlık hizmeti alsa (en azından devletten korkup özel sigorta şirketlerine para yedirmeyecek kadar), eğitim parasız olsa (hatta parasız eğitim isteyenler 18 aydır hapiste yargılanmayı bekliyor olmasa*), memleketin tüm okulları ve her okulun eğitimi aynı kalite standartlarını karşılasa, o çok övünülen duble yollar doğu'da saatlerce çamurda yürüp okula gitmeye çalışan çocukların işine yarasa belki herkes "aferin, helali hoş olsun" diyecek. ama diyemiyoruz. "helal etmiyorum" demenin de bir işe yaramadığını görüyoruz. ve ben merak ediyorum, devlete bu ek vergilerle ilgili dava açsam ne olur acaba?

konuyla ilgili daha aydınlatıcı bir yazı şurada bulunuyor. hangi haracın hangi isim altında kesildiğini merak edenler buyursunlar.

* bunlar olurken deniz feneri hırsızlarının 3 ay içeride kalıp "tutuklamaların cezaya dönüştüğü" gerekçesiyle sessiz sedasız serbest bırakıldığını biliyor muydunuz?

bir diğer gündem maddemiz olan "yaşarken diktatör, ölünce badem gözlü" addedilmiş kaddafi'ye kısaca değinmek istiyorum. yine facebook'ta kaddafi'nin nasıl bir diktatör olduğunu anlatan bir video dolaşıyor. bu videoyu libya halkının nankörlüğünün bir göstergesi olarak yorumlayanlar vardır mutlaka. ben bunu sonradan olanları da göz önünde bulundurarak libya halkının bağırsaklarında birikmiş gaz şeklinde yorumluyorum.

videoda yer alan, libya halkının bolluk ve bereket içinde yaşadığını anlatan veriler kaddafi'yi daha az diktatör yapmıyor. maddi refaha rağmen bu halkın kendi kararlarını alabilen, demokratik bir toplum olduğunu söyleyemeyiz. ama görüyoruz ki adamlar zaten demokrasi falan istemiyormuş. hatta savunmasız kalmış yaralı bir adamı vahşice linç etmeleri kendilerinin de insaniyet açısından, kendi insanını gözünü kırpmadan öldürebilen kaddafi'den daha üstün olmadıklarını gösteriyor.

o zaman, madem devrimi özgürlük için yapmadınız, kimin gazına geldiniz de böyle ayaklandınız diye sormak sanırım çok yanlış olmaz. madem böyle medeniyetten nasibini almamış bir sürüydünüz, ne diye çobanınızı öldürüp kendinizi kurtlara teslim ettiniz? bu kadar kan boşuna mı aktı?

hayır, boşuna akmadı. en azından kanla beslenen petrol ve maden çıkarma şirketlerinin, bankaların, inşaat firmalarının, çeşitli marka zincirlerinin libya'ya giriş vizesi olarak çok işe yaradı. aldıkları gazla diktatörlük sonrası rejim için hiçbir hazırlık yapmayan, ırak ve somali örneklerinden hiç ders almayan halk bu ani geçişin sonuçlarıyla henüz karşılaşmış değil. yargısız infaz ettikleri kaddafi'nin yerine avrupa ve amerika geçtiğinde, "biz bu devrimi neden yapmıştık ki?" diye düşünmek için belki de çok geç olacak.

bu doğrudan erdoğan'ı eleştiren bir yazı olmayacaktı ama onun kaddafi kadar bile sevilecek bir yönetici olmadığını söyleyerek bitirebilirim. ileri demokrasiyle alttan alta faşoluğun yolunu yapan, büyüdüğünü belirttiği türk ekonomisinin halka etkisi konusunda "büyük diktatör" kaddafi'nin yanına bile yaklaşamayan başbakan, bu halkın gözünün açılmasından kork. kalan %50 aynı tas, aynı hamam devam etmememiz için elinden geleni yapıyor.

19 Ekim 2011 Çarşamba

iki satır

öğlene kadar sadece haberleri okuyup "hala böyle konuşmaya nasıl yüz buluyorlar?" diye düşündüm. öğleden sonra iki satır yazmamı gerektiren iş geldi: x sayfasında yayınlanmak üzere terörü kınayan, fazla suya sabuna dokunmayan bir şey yazabilir miydim?

bir ya da iki cümle, daha fazlası değil. yazdım, sildim, yeniden yazdım. böyle birkaç dakika geçti. o zamana kadar bana belli bir mesafede durmuş anneler, babalar, kardeşler, çocuklar, eşler ve sevgililer kulağıma fısıldamaya başladılar. ne "vatan sağolsun" dediler, ne de "leşlerinize tüküreceğim orospu çocukları". benim hiç yaşamadığım, hiç yaşamak istemediğim öyle bir acıyı fısıldadılar ki kulağıma, kelimelerin anlamı kalmadı, söylenebilecek her şey gözlerimden akmaya başladı.

herkesin bu konuda bir yorumu var. sosyal medya bugün nefret söylemleriyle kaynıyor, insanlar sokaklarda, kadınlar askere alınmak istiyor. pek çok kişinin çözüm önerisi var. ya uzlaşmaya ya da 30 yıldır kazananı olmamış savaşa destek veriyor. bugün herkes çok ama çok konuşuyor, bağırıyor, öfke kusuyor. yarın, iki gün sonra, bir hafta sonra bugün konuşanların çok azı ne dediğini hatırlayacak. 30 yıldır olduğu gibi sözün bittiği yerde kalacağız, kemiğe dayanmış bıçak ileri ya da geri gitmeyecek. bazılarımız unutacak. bazılarımız ancak yeri geldiğinde iki kelam etmeye çalışacak.

çok boktan bir dünyada yaşıyoruz. çok boktan zamanlar. bu sadece iktidar, muhalefet, türk, kürt, asker, terörist işi değil. bireylerden öte, insanlığı, gezegendeki canlı yaşamı tehdit eden, yok eden bir anlayış çarpıklığı bu. benim insanlığa dair en ufak bir umudum yok, kendi kusmuğumuzda boğulacağız. ama sağduyulu, vicdan sahibi, silahların sadece yok etmeye yaradığının bilincinde olan bir avuç insan belki o korkunç sonu erteleyebilir.

gidenler çok üzücü bir şekilde gitti. bu kez de bulaşmadan, uzaktan izleyecektim. iş kaleme düşünce, azıcık yaklaşmak gerekince, terörü bitirmek için atılması gereken adımları yazmak gelmiyor insanın içinden. iyi ki de hala vatan için ölmeyi normal bir şeymiş gibi kabul edemiyorum. istemesem de, ancak milyonda birini hissetsem de, yakında silinecek olsa da o acıyı paylaşıyorum.

16 Ekim 2011 Pazar

niye bu lagaluga anlamıyorum ki.

abicim, bu zamana kadar düşünemediysen sende kabahat. devletin, aldığın maaşın yarısına vergilerle falan el koyuyorsa, sen de bu şekilde haraç kesilmesinden memnun değilsen, hayat asıl sana kolay. şimdilik hava bedava, su bedavaya yakın (bedava olanı kirli, kullanacaksan da dikkatli ol), daha ne istiyon lan it?

sigaraya paso zam yapılıyor zaten, bir süredir beş buçuktan içiyorsun diye rahat olduğunu sanma. içmezsin, olur biter. hem avrupa'da hep öyle. biz de avrupa'nın ahlakını, demokrasisini falan değil ama işimize gelen yönlerini alıyoruz, bence çoşşaane bir şey. bu kadarcık şeyle de kıçı kırık avrupa'ya yüz verdiğimizi sanma sakın. asıl avrupa birliği bize muhtaç ooooluuuum! osuruğumuzla yıkarız lan orayı istesek, mahvederiz! atara atar, gidere gider. bizde böyle!

alkol biraz daha alengirli bir durum. %50'nin başbakanı yine insaflı davranmış, az iç demiş. ama az içmeyi kabul ediyorsan cebinden gerekirse ellerini sokarak alırlar o parayı. sen sen ol, sağlığının kıymetini bil, üzüm ye, elma ye, hopla zıpla işte. azıcık bile içmezsen, azıcık bile vergi alamazlar.

o şahane porsche'n var ya, götüne girsin o senin. ha... yok mu? varsın olmasın. eğer devlete vergi ödemek istemiyorsan, küçük bir araban varsa da binmeyeceksin. biniyorsan da dünyanın en pahalı benzinini kullandığın için şikayet etmeyeceksin. yollar sürekli yapılan düzeltme çalışmaları yüzünden dört mevsim tarla gibiyse, arabanın oynamadık vidası kalmadığı için servis masrafı vergiyi aşıyorsa gıkını çıkarmayacaksın. zaten trafik yapıyorsun .mına koduumun fakiri, araba kullanmak senin neyine? o zammı da porsche'si olan adam düşünecek değil elbet; güpgüzel, zepzengin bir insan o. hem daha üçüncü köprü yapılacak, sus ve ödemeye devam et.

bu zamlarla birlikte yine milletin aklına elektrik ve doğalgaz zamları gelmiş. ayıptır. tek odanın ışığını açın, ailece oturup kaynaşın diye bunlar. tabii televizyon karşısında değil, o da elektrik yer. hem öyle bir arada yaşayınca ısınırsınız da, doğalgaz zammından çok etkilenmezsiniz. hatta iyi çocuklar olursanız bir gün şirinleri bile görebilirsiniz.

cep telefonu faturandaki vergiler bölümünü her gördüğünde kalp krizi geçiresin geliyorsa, kullanma yavrum. hem yüzyüze konuşmak daha samimi. gidin beyoğlu'nda bir kafeye, zıkkımlanın çayınızı, saatlerce konuşun. onlara da yazık hem, sigara yasağı başladığından beri doğru düzgün iş yapamıyorlar. neden? hep sizin gibi pis tiryakiler yüzünden. vefasız ipneler! sigara içilirken iyiydi de şimdi böyle mi oldunuz? hem içmeyin diyorum şu zıkkımı! cari açığımızı sigarayla kapatamazsak, başka bir yol bulunur. ne bileyim, mahmutpaşa'daki dükkanlara değil de harvey nichols'a yüksek vergi koyulur bu kez. yapılır bir şeyler. devlet düşünür onu da, sana ne? bir de üretimle, ihracatla falan mı kapatmayı düşünecekti? git allaasen. beni de burada ekonomiden çok anlarmışım gibi konuşturuyorsun...

şimdilik "alın, verin, ekonomiye can verin" gibi reklamlarla takılabilirsin. araba kullanmazsan, sigara içmezsen, alkol almazsan, telefonla falan konuşmazsan, sonra ne bileyim yaptığın işlerden vergi kaçırırsan, daha az yersen, daha çok çalışıp daha az yaşarsan alışveriş yapmak için elinde gani gani para kalır. harcamaya zaman ya da takat kalmayabilir ama onu da mı devlet düşünecek? hem yaşlandığında gerekir onlar, biriktir sen. çünkü devlet sana üç kuruş emekli maaşının yanı sıra ancak kolayca ölmemeni sağlayacak kadar sağlık hizmeti verecek ya... sonra sen bundan korktuğun için onun bunun çocuğu özel sigorta şirketlerine yıllardır prim yatırıyor olacaksın ya... sonra hastalandığında falan o sigorta şirketleri ödeme yapmamak için bin takla atacak ve bir açık bulup ödemeyecekler ya... hah, işte o zaman şimdi biriktirdiğin parayı kullanacaksın. akıllı olacaksın yani. aferin.

öyle her güzel icraatta lagaluga yapıyorsunuz ya, yanlışlardasınız annem. %50'nin başbakanı milletin tasvip etmediği hiçbir politikayla ilerlemiyor bir kere. millete ne zaman sorduklarını bilmiyorum ama sormuşlardır mutlaka. en azından %50'ye sorulmuştur, onların başbakanı ne de olsa. halkın geri kalanı seçim dönemleri ve vergi alımları dışında türkiye'den sayılmadığı için bize sorulmasını beklemiyoruz herhalde.

bak güzelim, bu ülke artık liderliğe oynuyor, tüm dünyada söz sahibiyiz, ekonomimiz ışık hızıyla büyüyor. dün 70 cent'e muhtaçtık, bugün 300 milyon dolar bağış toplayabiliyoruz. tabii bu size yansımıyor olabilir. bir avrupa'ya falan gittiğinizde (az biraz paranız varsa gidebiliyorsunuz, cazcuz yapacağınıza turları takip edin. fakirseniz de en azından alamancı olma şansınız hala var.) sizin hala medeniyetten nasibinizi almadığınızı düşünüyor olabilirler. hatta dünya meseleleriyle biraz daha ilgili olanlar türkiye'nin demokratik bir ülke olmadığını biliyor, "sizin işiniz de zor kardeş" muhabbeti yapıyor olabilirler. gösterin liderliğinizi abi, tutan mı var? avrupalı dediğin tırsaktır, devlet adamlarından belli. iki atar yaptın mı susar, anca gazetelerine falan yazıp millete şikayet ederler seni. o kadarı da olacak.

bu kadar konuştum ama aradığın tüm cevaplar bu haberde var. okumakla kalma, sakla bu haberi. birkaç yıl sonra, cüccük kadar demokrasinin yerini türkiye'nin dünya liderliğine depar atması aldığında bakarsın, "en çok palazlandığı dönem bu sanıyorduk, dahası varmış" dersin tamam mı annem? yorumlara da bakarsın hem, "%99'u müslüman olan bir ülkede alkol tüketimini bitirmek şart" diyen zihniyete de bir küfür sallarsın istersen.

ben de bu arada elimden böyle gerzek yazılar yazmak dışında bir şey gelmediği için bir sigara daha yakarım.

11 Ekim 2011 Salı

kombi o_O

lan olm, hakikaten arayıp işlettiniz mi adamı? üç buçuk aya ulaştığımız bugünlerde paramı verdi adam!

7 Ekim 2011 Cuma

gerçekler


içeriğinde bir imza olmasa bile birlikte yaşama durumu, insanın gazını kıçında düğümleyen bir olgudur. bir gün sevgiliniz size "evlenirsek bir şeylerin bozulacağından korkuyorum" derse, konunun boşaltım sistemiyle ilgili olabileceğini unutmayın.



Green Grass


Kadın rüya görüyordu. Bazen de hayal. Sanrı aşamasına ulaşması için beyninin çok yol alması, rüyalarını ve hayallerini unutması gerekecekti.

Rüyasında kadın bir mezarın başındaydı. Başını eskiden sevgilisinin kalbinin attığı yere yasladı. Kucaklamak için uzanan kolu bir avuç toprağı sardı. Yeşil çimenlerin üzerine uzandı ve onu sevdiği zamanları anımsadı.

Gel, diyordu adam toprağın altından, çekinme, yaklaş. Kadın gözleri dolu dolu - ama ağlamadan - içini çekerek uyandı. Yanında yatan adam hafif hafif horluyordu. Bir süre uyuyan adamı izledi. Sabah yine yalnız uyanacağını fark etti. Tek başına kahvaltı edeceğini, işe gideceğini ve kapıyı anahtarla açarak eve gireceğini.

İnsanı küçük şeylerin ele verdiğini düşünürdü. Ağızdan istemsizce çıkan bir kelime, dudaktaki küçük bir seyirme, unutulmuş ufak bir detay. Büyük hataları affetmek daha kolaydı, küçükler ise tam anlamıyla nifak tohumuydu. İsmini tam olarak koyamadığın için tedavisini bulamadığın bir tümör gibi, çok geç olana kadar beyninde büyüyüp dururdu. Asıl küçük şeylere dikkat etmek gerekiyordu.

Çekmecedeki şırıngayı çıkarırken kadın bunları düşünüyordu.

- o -

Polis kadının terkedildiğinden emindi. İfade verirken bile o kadar çok konuşmuş, kayıp eşini o kadar çok kötülemişti ki, polis onunla bir ömür geçirmenin kabus gibi olacağını düşünüp ürperdi. İşin kötüsü, bu kabustan uyanmanın tek yolu uyumaktı, tabii kadının en azından uyurken çenesini kapadığı varsayılırsa.

Görünüşe bakılırsa, adam düşman sahibi olamayacak kadar sıradan biriydi. Başarılı bir borsacıydı. Dünyanın tepe taklak olduğu dönemler dışında hiçbir müşterisine para kaybettirmemiş, kriz durumlarında da zararı makul düzeylerde tutmayı başarmıştı. Güzel bir arabası, güzel bir banka hesabı ve en azından paketi güzel olan bir eşi vardı. Sigara kullanmıyor, düzenli spor yapıyor, mezun olduğu okulların pilav günlerine katılmayı ihmal etmiyor, eve iş getirmek yerine ara sıra ofiste sabahlıyordu.

Kadın Uzak Doğu borsalarından bahsederken polis de adamın geceleri kim bilir nereyi ofis olarak kullandığını düşündü. Dudağının kenarı istemsizce, sadece 1 milisaniyeliğine kıpırdadı. Kadının bu kadar küçük bir hareketi gözden kaçırmaması ise dakikalarca süren bir "siz erkekler" seansının başlangıcı oldu.

Kayıp ihbarı alındıktan sonra aramaya başlamak için 24 saatin geçmesi gerekiyordu. Adam kendini alkole boğduktan sonra aptallık edip evine dönmüş olabilirdi. Polis buna pek ihtimal vermiyordu ama adam o kadınla sadece güzelliği için evlenecek kadar aptalsa, her şeyin yoluna gireceğini düşünecek kadar Polyanna ruhlu da olabilirdi. Polis, pişman olacağını bile bile teyit etmek için kadını aradı. 5 gün sürmüş gibi gelen 5 dakikalık hakaret fırtınasının ardından soruşturmayı başlattı.

Aslına bakılırsa, adamı ortadan kaldırmak isteyebilecek tek kişi eşi olabilirmiş gibi görünüyordu.

- o -

Kadın uyku tutmadığında yatakta dönüp durmak yerine kendini yormaya çalışanlardandı. Sabaha karşı uyanmışsa bahçeyle ilgilenir, gece yarısıysa bütün mutfak dolaplarını aşağı indirirdi. Sırf uykusu kaçtığı için sık sık birbirinden lezzetli yemekler yapar, hepsini yiyemediği için her hafta sokak hayvanlarına ziyafet çekerdi.

Bu gece banyo temizliğiyle başlamaya karar verdi. Küveti ve fayansları hastanelerin steril odaları kadar hijyenik hale getirdiğinde henüz yeteri kadar yorulmamıştı. Mutfağa geçip içinden bir kez bile dana eti geçmemiş kıyma makinesinde etleri hazırlamaya başladı. Uyuyakalmazsa yüzlerce köfte hazırlayacaktı. Kalın, baharatsız, %100 et köfteler. Sokak hayvanlarının bayram etmesi için onları kızartmasına bile gerek kalmayacaktı.

Bütün eti kıyma makinesinden geçirdikten sonra saate baktı. Neredeyse 4.30 olmuştu ama hala uykusu yoktu. Bahçenin mutfak penceresinden görünen kısmı hala zifiri karanlıktı ama yakında diğer taraftan güneş doğmaya başlayacaktı. Mutfak penceresi, büyük ağacın gölgesi nedeniyle bunu bir süre daha farketmeyecekti. Bahçede biri büyük, diğerleri henüz fidandan ağaca yol alan büyüklüklerde altı ağacı vardı. Büyük ağaç dışında hepsini kendisi dikmişti. Hepsini sevgiyle sulamış, gübrelemiş, ölü dallarını kimseden yardım almadan kesmişti. Ağaçlar onun hem çocuğu, hem sırdaşı hem de sevgilisiydi.

Henüz uykusu gelmediğine göre bugün sırdaşlarına bir yenisini ekleyecekti.

- o -

Polis adamın gidebileceği her yeri inceliyor, tüm tanıdıklarıyla teker teker görüşüyordu. İş yeri ve spor salonu incelemelerinde şüphe uyandıracak hiçbir şeyle karşılaşmadılar. Araştırmalar adamın telefonunu sadece eşinden azar işitmek ve işle ilgili görüşmeler yapmak için kullandığını gösteriyordu. Ayrı bir hattı bulunmuyordu, ofisinin hiçbir yerinde şüpheli notlar yoktu, randevu defteri kullanmıyordu, e-postaları özel yaşamıyla ilgili en ufak bir bilgi vermiyordu. Adamın görünürdeki sicili bebek poposu kadar pürüzsüz, başkalarıyla paylaştığı sırlar yok denecek kadar hiçti.

Polis böyle tipleri iyi bildiğini düşündü. Kusursuz erkek profili içinde robot gibi yaşıyor, 35 yaş civarında, ölüm korkusu ilk yoklamalarına başladığı sıralarda, kendilerine ne biçim bir hayatları olduğunu sorup ya çocuk yapıyor ya da evden kaçıyorlardı. Örneklerini görmüştü. Gördüğü örnekler çocuk yapanlarla, evden kaçanlar ise Rus edebiyatıyla sınırlıydı. Aklı Rus edebiyatına kaymışken, adamın bir Rus'la kaçmış olabileceğini düşünüp gülümsedi. Ufacık gülümsemesi, adamın eşinin aklına gelmesiyle birlikte yerini sıkıntılı bir somurtmaya bıraktı.

Her şeyin bu kadar normal olması anlamsızdı. Adamın ortadan kaybolması için bir neden gerekiyordu. Eşi yeterliden de büyük bir nedendi ama polis kadına gidip "bu kadar şirret olmazsanız en azından bundan sonraki evliliğinizde bir şansınız olabilir" diyemezdi. Kimsenin öldürmeye bile tenezzül etmeyeceği bu adam bir yerlerde ipucu bırakmış olmalıydı. Tek sorun, bu kadar steril bir ortamda ipucunun halı püskülü gibi görünebilecek olmasıydı.

Ofisteki araştırma ikinci kez aynı sonuçsuzlukla devam ederken adamın arabasının bulunduğu haberi geldi. Hayır, kendisi arabada değildi; hayır, anahtar da yoktu; hayır, boğuşma izine rastlanmamıştı; hayır, kendisinin ve eşinin parmak izleri dışında bir iz bulunmuyordu. Araba Levent’te bir alışveriş merkezinin otoparkındaydı. Kamera kayıtlarına göre adam eczaneye uğrayıp vitamin aldıktan sonra alışveriş merkezinden çıkmıştı. Metro kameralarında görünmüyordu ve taksiciler fotoğraftaki adamı hatırlamıyordu. Dolmuş şoförleri ise soru karşısında önce kahkaha atmış, ısrar edince, karşılarında polisin olduğunu unutturan bir refleksle levyeye uzanmışlardı.

İş yerinde ve sıkça gittiği diğer yerlerde Levent civarında oturan kişilerin listesi çıkarıldı. Bu kişilerle yapılan görüşmeler, adamın nerede olabileceği konusunda bilgi vermese de eve dönmediği gecelerde nerede olmadığını ortaya koymuştu.

Tabii eşini her fırsatta aldatıyor olması şüpheleri kadın üzerine yoğunlaştırmıştı.

- o -

Kadın her şeyden haberdardı. Müthiş bir gözlemciydi, yüzleri okumasını iyi bilirdi. Bir yüzüğün ne zaman çıkarıldığını, bir kokunun kimden kaldığını, "canım" kelimesindeki tonlama farklarını şıp diye anlayabiliyordu.

Polisin soruşturması yavaş yavaş ilerliyordu, şimdilik her şey yolunda gidiyordu. Adamın, hiç iz bırakmasa da ne mal olduğunu çözmeyi başarmışlardı. Nasıl iz bırakmadığı onlar için hala muammaydı ama kadın bunu da biliyordu. Adam telefon numaralarını ve adresleri büyük, dopdolu, karalanmış kağıtlara yazıp ezberler, ofisten çıkarken mutlaka tüm kağıtları parçalama makinesinden geçirirdi. Birlikte olacağı kadınları genellikle aramazdı, çok gerekiyorsa telefon kulübelerini kullanırdı. Arabasını ilgisiz bir yere park ettikten sonra ara sokaklarda uzun uzun yürür, kameralara yakalanmamaya özen gösterir, alakasız bir yerden taksiye binerdi.

Pek sık yalan söylemezdi, kadınlar berbat bir evliliğinin olduğunu bildikleri için onu yataklarına kabul ederlerdi. Eğer ortaya çıkarsa, karısının onu uyurken öldüreceğini söylerdi. Bu yüzden hiçbir kadını arabasına almaz, hiçbiriyle birlikte görünmez, kadınların evine girdiği anda soyunup giysilerini paketlerdi. Sabah mutlaka kendi şampuanıyla duş alır, üzerinde kendisininki dışında hiçbir kokunun kalmamasına özen gösterirdi. Kuşlar ve çocuklar da dahil olmak üzere evcil hayvan besleyen hiçbir kadınla ilişkisi olmamıştı. Prezervatiflerini kadınlara aldırır, işler yolunda gitmeyecek gibi olursa yavru köpek bakışlarıyla yaşadığı stresi anlatır, kapıdan son kez çıkarken teşekkür eder ama son bir öpücük vermezdi.

Kadın, adamın başına gelen her şeyi hakettiğini düşünüyordu. Onu hiç sevmemişti. Birlikteliklerinin tek amacı plana uygun olmasıydı.

Saat geç olmuştu. Polisle yüzyüze görüşmeler birkaç gün daha sürecekti. Daha fazla kalamayacağını söyledikten sonra evine döndü. Son sevgilisi bahçesinde su, gübre ve sevgi beklemekteydi.

- o -

Yüzyüze görüşmelere devam ettikçe polisin adama olan tiksintisi artıyordu. Tek gecelik ilişkilere karşı değildi, iki tarafın da birbirini kullanmasıyla sorunu yoktu. Evli olmasaydı her gecesini başka bir kadınla geçireceğini düşünüyor, eşini sevdiği için ona sadık olduğuna kendini inandırmaya çalışıyordu. Elbette asıl sorun tipinin, mesleğinin ve ekonomik durumunun bunu imkansız kılmasıydı ama testesteron içerikli hayaller gerçeğe çok az yer bırakıyordu.

Adama duyduğu tiksintinin ise hayalleriyle pek ilgisi yoktu, onun gibi olmak istemiyordu. Bu adam flörtün başında karizmatik, ortasında müteşekkir, sonunda ise resmen acınası oluyordu. Tabii kadınların algısı çok farklıydı. Onlar adama bu zor günlerinde destek olmaya çalışırken, ne olduğunu anlamadan aralarında bir elektriklenme oluyor ve her ikisi de çok yanlış olduğunu bildikleri halde, suçluluktan ne yapacaklarını şaşırıp kendilerini yatakta buluyorlardı.

Adam herhalde oyunculukta da başarılıydı ve ağzı iyi laf yapıyordu. Kadınlar ise bu numaralara akıl almaz bir şekilde kanıyor, adama en ufak bir sorumluluk yüklemiyor, hatta onu koruyorlardı. Tanıştıklarında burnundan kıl aldırmayan adam nasıl oluyordu da üç gün sonra sırdaş kesiliyor, eşiyle yaşadığı problemleri ilk kez birine anlatıyor, bir hafta içinde ise acı içinde kıvranan bir kedicikten Energizer tavşanına dönüşüyordu? Polis asıl kadınları anlamıyordu.

Mesai biteli çok olumuştu ve kalan son üç kadın evlerine dönmüştü. Polis bu işi olabildiğince çabuk bitirmek istiyordu ve yarını beklemeyecekti. Kadınları evlerinde ziyaret etmeye karar verdi.

- o -

Kadın hazırladığı köfteleri Sarıyer’in neredeyse bütün sokaklarına dağıtmış, bir tane bile aç hayvan bırakmamıştı. Evine dönüp bahçesini suladıktan sonra geceliğini giydi ve kitabını eline aldı. En geç bir saat sonra göz kapakları ağırlaşacak, birkaç saat sonra uyanmak üzere duvarlara tutunarak, yarı kapalı gözlerle yatağına gidecekti.

Polis kapıda olmasaydı tam olarak bunu yapacaktı.

Geceliğinin, daha doğrusu incecik kombinezonunun üstüne sabahlık giymemişti. Polis rahatsız ettiğini, daha uygun bir zamanda gelebileceğini söylediği halde onu oturma odasına davet etti. Bir süre adam hakkında konuştular. Sonra biraz da kitaplar hakkında. Ve biraz da bahçe ve ağaçlar hakkında. Kadın polisin yüzünü inceliyordu, gözleri sık sık dudaklarına takılıyordu. Hayat hakkında konuştular. Sonra adamın eşi ve bekar olmanın güzellikleri hakkında. Ve yalnızlık hakkında. Kadın polisin elmacık kemiğindeki olmayan lekeyi sildi. Yanağındaki elini yavaşça çenesine doğru indirdi. Gözleri polisin dudaklarından pantolonuna kaydı.

Polis kadının evine basit bir sorgu için gitmişti oysa. Karşısına kombinezonla çıkacağını, kokusuyla başını döndüreceğini, sohbetiyle soruşturmayı unutturacağını, çayına afrodizyak sıvılar damlatacağını tahmin etmemişti. Soruşturmanın sağlıklı yürümesi açısından birkaç kez gitmeye yeltendiyse de kadının ilk temasından itibaren temel içgüdü etkisine girmişti. Bu gece onun için beklediğinden de yorucu geçecekti.

Enerjisini en çok sömürecek kısım koltuktan kalkmak, kadının kendisine tekrar dokunmasına izin vermeden evden çıkmak ve kasıklarındaki zonklamaya rağmen gözünü yoldan ayırmayıp eve gitmek olacaktı. Kurduğu tüm hayallere rağmen hiçbir kadının - polis fetişisti olsa bile - ilk görüşte kucağına atlamayacağını biliyordu. Anlam veremediği küçük detaylar nedeniyle, adamın kayboluşunun kadınla ilgili olduğuna inanıyor ama beynindeki bütün kan alt katlara indiği için sonuca varamıyordu. Soruşturmaya başka zaman devam edecekti. Öncelikle evine gidip eşiyle sevişmesi gerekiyordu.

Kadın polisin ardından kapıyı kapatırken, onu öldürmek zorunda kalmadığı için memnundu. O gece birlikte olsalardı polisin eşi için üzülecekti, çünkü polis konuşma süresince evliliğindeki tatminsizliği ima bile etmemişti. Aklından geçen tüm senaryolara rağmen, diğerleri gibi avcı değildi.

Bahçeye çıkıp öfkeli bir fısıltıyla eski sevgililerine "örnek alın biraz," dedi, "bu halinizle bile polenlerinizi etrafa yaymadan duramıyorsunuz." Adamın kemiklerinin üzerine diktiği fidana yaklaştı. Yapraklarını okşarken, eşinin tüm çirkefliğine rağmen şimdi çok üzgün olduğunu, onu aldatarak değil ama ortadan kaybolarak intikamını aldığını anlattı.

Sonra büyük ağacın altındaki yeşil çimenlere uzandı. Başını eskiden eşinin kalbinin attığı yere yasladı. Kucaklamak için uzanan kolu bir avuç toprağı sardı. "Her şey seninle başladı" derken, onu sevdiği zamanları anımsadı.

4 Ekim 2011 Salı

kombi!*?&!^*

bu sabah 8.30 civarında sinirden köpürerek uyandım. ilgili bir rüya mı görmüştüm yoksa sinirlerim bambaşka bir şeye mi bu tepkiyi veriyordu bilmiyordum, tekler ısıtma-soğutma isimli kombi servisini havaya uçuracak kadar delirmiştim. tabii bu aşamaya nasıl geldiğimi anlatmam gerekiyor.

3 ay önce kombi bozuldu. sevdiğimiz yaz sporlarından biri soğuk suya girip çıkmak olsa da bunu duşta yapmamayı tercih ediyoruz, bu nedenle servis çağırmam gerekti. gözüme kombiyle ilgili herhangi bir belge çarpmadığı için google'dan vaillant florya servisi gibi bir şey aradım. çünkü salağım ve adamların vaillant.com.tr'de ikamet edebilecekleri bir türlü aklıma gelmiyor. çünkü kombi servisini tesisatçı gibi bir şey sanıyorum ve vaillant'ın kurumsal bir yer olduğu da aklıma gelmiyor. çünkü dediğim gibi, bazen cidden salak olabiliyorum. ilk çıkan siteye tıklayıp sayfanın yarısı büyüklüğünde vaillant logosunu ve çağrı merkezi numarasını görünce de ancak "vay anam, görgüsüzlere bak! logoyu büyütelim anlayışında son nokta!" diyebildim, başka da bir şeyden şüphelenmedim. sonuçta herhangi bir üçüncü partiyle ilgili bilgi de yok ortada.

arayıp servisi çağırdım. özel servis olduklarını ve 35 tl ücret alacaklarını söylediler, kabul ettim, ertesi gün gelmelerini beklemeye başladım. akşam da kardeşim hali hazırda bozuk olan kombiyle oynamış, su damlatır hale getirmeyi başarmış. ama ben hala rahatım çünkü ertesi gün adamlar gelip tüm sorunlarımızı hünerli dokunuşlarıyla çözecekler diye umuyorum.

geldiler, bir şeyler yaptılar, yaklaşık 200 tl tutarında bir fatura çıkardılar önüme. aklımdan "n'aaptınız olm siz?!" diye geçirdiysem de baktım sıcak su akıyor, paralarını verip teşekkür ettim. akşam babama durumu anlattığımda "bizim servis sözleşmemiz vardı, para almamaları gerekiyordu" dedi, bambaşka bir dosyada duran belgeleri falan gösterdi. sağlık olsun dedim, bir dahaki sefere bunları çağıracağımı öğrenmiş ve biraz para kaybetmiş oldum. akılsız başımın dersini alması dert değil, ne de olsa kombi çalışıyor ya...

ama nah çalışıyor. su yine soğuk, alet yine aynı hatayı veriyor ve ulan yavşaklar, su ayarıyla biraz oynadığımda ben de beş dakikalık düzelme sağlıyordum kombide.

adamları tekrar çağırmayı düşündüysem de ailem benden erken davranmış, anlaşmalı olduğumuz yetkili servisi çağırmış. (yetkili servis ve özel servis arasındaki farkı da böylece öğrenmiş oldum, birincilik telini hak ettim bence.) adamlar gelip fazla uğraşmadan sorunu çözdüler, hatta bununla da kalmayıp "iyi de bu adamlar parça falan değiştirmemiş ki, bu bizim orijinal parçamız, siz tabure falan getirmek için yanlarından ayrıldığınızda silip aynen takmışlar" şeklinde göz yaşartıcı bir bilgi de verdiler.

elimde üzerinde vaillant yerine tekler ısıtma-soğutma yazan faturayla adamları aradım. bana fatura ettikleri hiçbir şeyi yapmadıklarını, bu yüzden paramı geri istediğimi söyledim. adam "ama o kadar uğraştık, gördünüz" dedi. nezaketimi kaybetmeden, sabırla açıklamaya çalıştım. bizim kapıcıyı çağırsam o da sizin kadar uğraşacak ve tamir edemeyince bu kadar para almayacaktı dedim. adam sonunda işi vicdanıma bıraktı, ben de telefonu kapadıktan sonra kötü adam gülüşü yapmamaya gayret ederek paranın hesabıma yatırılmasını bekledim. tabii bu arada 35 liralık servis ücretini istemiyorum, sadece yapmadıkları şeylerin parasını ödemelerini rica ediyorum.

önce haftalık, sonra günlük, en sonunda da 15 dakikada bir aramalarım sonucunda mıncık beyinlilere ulaştım, iki kez banka hesap numaramı verdim, iki kez "bugün öğleden sonra ödemeniz yapılacak" sözü aldım ama sıçtığımın 153 lirası hala hesabıma yatırılmadı. iki buçuk ay sonra patron olduğunu sandığım şadan diye birinin numarasını verdiler (burada arayıp işletmek isteyenler içinnumara yazıyordu ama ödemeyi alınca sildim) ama adama ulaşmam pek mümkün olmadı. daha doğrusu, genellikle telefona cevap vermemekle birlikte, olur da açarsa ya cenazede, ya toplantıda ya da hastanede oluyor şerefsiz. ben de "amaaan boşver" diyebilecekken sadece iş inada bindiği için arayıp duruyorum. bugün de böyle öfkeyle uyanınca en azından yazıp kafamı boşaltmaya karar verdim.

elimdeki bütün numaralarını pornografik dergilere "şişme kadınlarda inanılmaz indirim! hemen arayın!" şeklinde ilan olarak mı versem diye düşünüyorum ama onları da arayan var mıdır bilemiyorum ki. o kadar ilan verdikten sonra sadece üç kişinin arayıp "he pardon, yanlış numara" deme ihtimali de var. bir de zaten arasalar benim nereden haberim olacak, içim nasıl rahatlayacak?

bunlar bir yana, gidip adamların yüzüne tükürme şansım olsa daha iyi hissederdim sanırım. alnına koduğumun yavşakları.