23 Aralık 2012 Pazar

av mevsimi

evimde televizyon yok, bunun bir ihtiyaç olduğunu hiç düşünmedim. bundan en son apartman yöneticim haberdar oldu (zira kendi yazısı çok kötüymüş ve bana aidatını ödemeyenlerin listesini yazdırmak istemiş), hemen ilginç bulup takdir etti. adeta akşam yemeği için yumurta çırpsa yanında "sovinyon kaberneğ" içen, pijamasını bile bir tasarımcının koleksiyonundan alan, boş zamanlarını sergi gezip şehrin bohem manzaralarını fotoğraf karelerine hapseden bir rafine insanmışım gibi havalara girdim. neredeyse "bir şey içer misiniz?" soruma "şahsen çay olarak sadece earl grey kullanıyorum ama kahve koleksiyonum muhakkak ilginizi çekecektir" artistliğini ekleyecektim.

tabii öyle bir şey olmadı. zaten ben de rafine mafine olmadığım için hiç öyle havalara girmedim. televizyonsuzluğuma enteresan anlamlar yüklemeye gerek yok, genel izleyici kadar boş adamım. hele bu aralar öyle bir ağırlık bastırıyor ki bünyeye, ciddi ciddi kış uykusuna girdiğimi düşünmeye başladım. son uykumda yaklaşık 12 saati gözlerim kapalı geçirmişim ki, hem utandım hem de sinirlendim. bitmemiş rüyalardan oluyor bunlar hep. devamını merak edip alarmı kapatınca bir de bakıyorsun, üç saat geçmiş.

ne var ki, anlatacağım bu değil. daha önceden bahsetmiş miydim bilmiyorum, hafta sonu ailemin yanına gidince televizyon izlemem gerekiyor. annem de babam da zamanlarını televizyon karşısında geçirmekten hoşnut görünüyorlar. iletişim kurmanın en kolay yolu, ekranda cereyan eden olay veya tartışmalardan yola çıkıp bir laf atmak oluyor. özellikle iletişim kurmak şart olduğundan değil tabii. hazır yanlarındayken eskiden yaptığım gibi odama kapanmayayım, birlikte "kaliteli zaman" geçirelim, vur paylaşım çal kaynaşım yapalım diye. böyle moda terimler kullanmaya ne kadar bayılıyorum bir bilseniz. hele bunların uygulamaları...

neyse efendim, babamla televizyon izlerken türkmax diye bir kanal olduğunu ve bu kanalın döndürüp döndürüp aynı filmleri gösterdiğini öğrendim. bu sayede iki hafta önce ilk kez izlediğim (babamla) av mevsimi bugün yeniden karşıma çıktı (annemle).

film eleştirisi yapmak gibi bir niyetim yok. hoş bir film bu. eğlencelik. ekşi sözlük'te itin dötüne sokmuşlar diye söylüyorum, orada anlatıldığı kadar kötü değil kesinlikle. iki hafta arayla ikinci kez seyredebileceğim kadar da iyi değil ama. yalnız bir sahnesi var ki, üst üste birkaç kez izleyebileceğim kadar keyifli buldum. emekli olmuş bir meslektaşa veda ediyorlar burada.


böyle bir şıklık bu. filmin kalanında da isteyen eleştirecek çok şey bulur ama ne gerek var. cem yılmaz'ı da bir bakımdan jim carrey'e benzettim. yok, komiklik veya mimik değil. bu jim carrey başlarda hep komikti ya, ben de pek komedi insanı olmadığım için ciddiye almamıştım bunu. truman show sayesinde hayli izlenesi bir adam olduğuna karar verdim. (garip ama benzer bir durum brad pitt için de geçerliydi. vay anasını be, koca koca aktörler ne çekmiş bilinçsizliğimden ha. zamanında beatles albüm çıkarmak için bana gelse "geleceği yok bunların, bu ne böyle boyband gibi" derdim kesin.) neyse, cem yılmaz komik dışında rol de yapabiliyormuş. ekşiciler ona da çok giydirmişler (bu ne böyle "ekşi sözlük'ün yalanları yazı dizisi" gibi anasını satayım!) ama yüklenmeye gerek yok ya, olmuş işte gayet.

koskoca toplum benim bu iyi niyetli bakış açımdan gelişemiyor, söylemedi demeyin.

Hiç yorum yok: