28 Haziran 2010 Pazartesi

sonisphere

nasıl anlatılırdı bu hafta sonu? bilmiyorum. sürekli yazdıklarımı siliyorum. bazı konserlerde 20 yıldır biriktirdiğim kurtları döktüm mesela. ses tellerim, boyun kaslarım bu hafta sonunu beklemişler yıllarca. inanılmaz bir şey yoktu. yaşamış olmaktan mutluluk duyduğum çok şey vardı. çoğunu burada anlatmayacağım, bu sadece festival raporu.

aylardır megadeth dinliyorduk. iki gün nasıl en ön sıraya geçeceğimizi düşündük. evren ve hakan'ın müthiş bir planı vardı: unleash inci. şuradan gireriz, buradan infiltrate them derken alice in chains'i dinlemeye başladık. lisedeyken dinlerdim, would hala playlist'imde. ama fark ettim ki, şarkılarının çoğu bana yabancı, bildiklerimse artık sıkıcı. yalnız yeni vokal hem karizmatik, hem şeker... çıtır mı diyim, mahmut mu diyim, ne diyim?


evronimo "briefleri sahne önüne gönderin" yazmıştı. gönderdiler.


sonra rammstein çıktı. almanca bilmediğimden olsa gerek, hiç sevmem. sevmek için de hiç çaba sarfetmedim açıkçası, sözlerin çevirilerine bile bakmadım. yalnız adamlar bir sahne yapmışlar, dibim düştü! tabi o sahneden sonra şarkı söylemeseler de olurdu, öyle bir gaz vermiş oldular. hayranları çok hayran diye düşünürdüm, du hast haricinde hemen hemen kimse bir şeye eşlik etmedi. adamlar yardırdılar ama seyircide iş yoktu desem yeridir. hayatımda böyle şov görmedim, türkiye şimdiye kadar böyle bir şova sahne olmadı, bundan sonra da kolay kolay görmeyiz, o kadar!

ikinci gün "ulan neyle karşılaşacağız kim bilir, ezerler bizi herhalde" düşünceleriyle manowar konserine gittik. öne geçme planımız vardı ama bir yandan da tırsar gibiydik. velhasıl kelam, unleash inci'yi burada devreye soktuk ve aşağıdaki fotoğrafta görülen dördüncü sıraya ulaştık, en öne geçmek için de kasmadık. bu yöntemin tamamen nezaket ve şirinlik üzerine olduğunu da belirtmem gerek. elbette minimal bedenimde obelix potansiyeli taşıyorum ama diğeri daha kolay ve etkili. velhasıl kelam, adamlar bizi mest etti. joey demaio'nun iki paragraflık türkçe konuşmasını dinlemişsinizdir herhalde. henüz görmeyenleri şuraya alalım. adamları sahnede görmek harikaydı. konser sonunda sırılsıklam ve taş taşımış kadar yorgunduk. ne de olsa "other bands play, manowar kills!" accept'i dinlemeyi zaten düşünmüyorduk, çıktık.



ertesi gün aylardır beklediğimiz megadeth'i en önden dinlemek için nispeten erken gittik. tabi herkes bizden önce girmiş ve herhalde saat 2'den itibaren en öne kök salmıştı. anthrax dinledik, beğendik. severiz yani ama çok da sallamadık, megadeth bekliyorduk sonuçta. ayrıca bu kez en öne geçme konusunda çok kararlıydık. anthrax bitince ekibin başına geçip hain planı uygulamaya koydum. altıncı sıraya geldiğimizde karşımızda resmen etten duvar vardı, hiçbir yere kıpırdayamayacak haldeydik. hakan hemen görevi üstlenip "yardırma" taktiğini denedi, o da çuvalladı. sıkışıp kaldık, bekledik.

sıkışmak derken, kollarımızı kaldırsak bir daha indiremeyeceğimiz bir şeyden bahsediyorum. önümüzde de uzun ve öfkeli gençler var, o dev ekranlar dahil herhangi bir şeyi görmek zor. bir de ortamda manyak manyak dalgalanmalar oluyor, sağa sola giderken ayaklarım yerden kesiliyor... evronimo beni sabit tutmaya çalışırken ben de ona bir şey olacak, böğrüne dirsek girecek, kolu kopacak, kafasına pogo yapacaklar diye endişeleniyorum. öyle bir dalgalanma sırasında hakan'dan da koptuk, arkaya gittik. megadeth sahneye çıkmıştı zaten, holy wars çalıyorlardı. biz de ne çaldığını gayet net duyuyor ve ciğerlerimiz patlarcasına eşlik ediyorduk ama dave mustaine bize eşlik etmiyordu?! sabote mi ettiler güzelim adamı anlamadım, ilk üç parçada dave de kıçını yırttı ama sesini duyuramadı. sonra az bir şey düzelttiler ama adamlar da bu kadar aksaklık yaşadıkları bir sahnede, hem de sadece bir saat için bulunmaktan memnun kalmadılar. sahneden ayrılırken dave gitarıyla bir amfi devirdi. belki arkada gitarı birilerinin kıçına da sokmuştur.

bittiğinde evronimo'yla bağıra bağıra trust söylemeye başladık. belki eşlik ederler, megadeth çalmamış olsa da tüm stad birlikte söyleriz diye düşündük. detonelikten helak olmuş seslerimiz bir de "megadeth! megadeth!" çığlıklarıyla kesildi, devam edemedik.

yalnız broderick'in de gelmesiyle iki elf olmuşlar resmen. buna kalp dayanmaz. hatta sanırım bir çocuğun kalbi de dayanmamış. slayer çalarken stage dive misali taşıyıp ambulansa yerleştirmişler. yazık. orada ölen direkt cehenneme gidiyormuş diyorduk, keşke sağlamasını yapmasaymış.


dave mustaine'le tanışmayı çok istiyorduk. bir ara güvenliğe gidip "iyi günler, dave bey'le görüşecektik, iş için, şu anda bizi bekliyor olmalı" diyecektim. ama karşımızda freakshow'dan kaçıp güvenlik görevlisi olmuş dev adamlar olunca yutkunmakla yetindim.


slayer sevmediğimizden kelli kenarda oturduk ve ne ilginçtir ki, en ilgilenmediğimiz elemanları bu kadar yakınımızda bulduk.


slayer hayranlarını vahşi buldum ben. tribünlerde oturarak dinleyenler de vardı ama şu öndeki kalabalık aczimendilerden farksızdı. orta taraflarda millet birbirine giriyordu zaten, pogonun pogo olduğu yer orasıydı. saha içini görmedim ama orası daha acayipmiş.

metallica'da gemi azıya almış, beni artık sadece omuzlar paklar demiştim. böylece bir kamera tarlası da görmüş oldum. organik. bu arada metallica da pyro numaraları yaptı ama sahneye benzin pompası getirip izleyiciye alev sıkan, ağzından ateş çıkaran, sahnede adam yakan rammstein'dan sonra çok sönük kaldı.

bir yandan "dave kicks ass" desek de metallica'da o kadar coştuk ki, festivalin en iyi konseri oldu diyebilirim. kapanışa uygun, muazzam bir kalabalık ve buna yakışır coşku. yine ciğerlerimiz patladı ama bu kez hiç de yalnız değildik. koskoca inönü stadyumu çevre ilçeleri "seek and destroy!" diye bağırarak inletti. muhteşemdi. gerçekten. anlatılacak bir tarafı da yok, orada olmak gerekliydi.

bittiği zaman artık hacı olduğumuzu söylüyorduk. tam anlamıyla huşu içindeydik. tabi bu sadece konser kısmı. o hafta sonu benim için konserden fazlası da vardı. göz yaşartan mutluluklar.

sonra skik bir pazartesi başladı ve işe gittim. sesim hala travesti gibi çıkıyor.

22 Haziran 2010 Salı

sinirlendiren tasarımlar part x

bugünkü konumuz bir saat. daha doğrusu bir bileklik. 110$ tutarında, yazın en ilginç aksesuarlarından biri. web sitesinde diyor ki "the conceptual accessory introduces freedom from deadlines, time changes, alarm clocks (and the constant inching towards death) with its sleekly sustainable design". haklı. çünkü bu saatin zamanı gösteren kısmı yok. yani böyle bir aksesuar isterseniz eski bir saatinizin saat kısmını çıkarıp elde edebilirsiniz. peki bunu neden isteyesiniz? bu 110$'lık tasarım hangi ihtiyacımızı karşılıyor?



tasarım, buluş ve benzeri "yaratıcılık bazlı" şeyler kimsenin görmediği çok basit şeyleri görebilmekten çıkarlar genellikle. harikadırlar. bir ihtiyaca cevap verdiklerinde hem güzel hem de kullanışlı oldukları için iyice harikalaşırlar. bir ihtiyaca cevap vermiyorlarsa varolmalarının anlamı yoktur. beni sinirlendirmekten başka bir işe yaramazlar. bu bileklikte olduğu gibi.

21 Haziran 2010 Pazartesi

pazartesi gündemi

israil sorunu gündemde üç gün kaldı. şimdi görünürde kimse bununla ilgilenmiyor gibi. pkk her gün birilerini öldürmese o da unutulacak. teröre çözüm olarak çocuklara yaptığımız gibi ilgilenmemeyi önerebilir miyiz cevat abi? (siktir git lan!)

dün kadavra sergisine gittik. fotoğraf çekmenin yasak olması üzücüydü. çok ilginç şeyler vardı. apandisit beni tam anlamıyla hayal kırıklığına uğrattı. minicikmiş. zaten şişip patlamak dışında ne işe yaradığı da bilinmiyor.

cumartesi internet sansürüne karşı ortak platform toplantısındaydım. karamsar ve kofti bir aktivist olarak temelde izleyicilik yaptım diyebilirim. şahsen bu tip oluşumların bir yaptırım sayılmayacağını düşünüyorum. youtube sansürü hukuka aykırı olmakla birlikte yıllardır aşılamıyorsa, kararlar birilerinin şımarıklığına kaldıysa ve bu hükümet "no youtube land" olmaktan azıcık bile utanmıyorsa, bir de bunun üstüne en yüksek makamlardan biri pişkince "ben giriyorum, siz de girin" diyebiliyorsa... olmaz o iiiiş! daha da enteresanı, sokağa dökülmeyi, yürüyüş falan yapmayı düşünürken toplantıya ~70 kişinin katılması, toplantı sonunda ~50 kişi kalınması, bununla birlikte 500+ kişinin de internetten izleyici olarak katılmasıydı. misal, benim bir tane bile arkadaşım yoktu o toplantıda. na şuraya yazıyorum, kimsede kaldıracak kıç yok. (ay lütfen, moral bozmayalım!)

aynı günün akşamı liderlik üzerine konuştuk. böyle toplantılar falan pek işe yaramıyor, ayrıca katılımcı sayısı çoğaldıkça görüş birliğine varıp harekete geçmek zorlaşıyor. dolayısıyla bireylerin yapabildikleri kadar ve ellerine geçen ilk fırsatta harekete geçmeleri gerektiğini, iyi bir fikirse bunun zamanla taraftar toplayacağını söyledik. ne güzeldir ki, nefis bir örneğimiz de var: "Erişim engelleyenlere erişim engellendi"

şahsen bayıldım bu yapılan işe. üzerinde günlerce konuşulmayacak belki ama tepkinin tam zamanında verilmesi açısından harika bir örnek. sürekliliği sağlanırsa, hareket her gün, artan süreler ve artan sitelerle devam ederse çok daha başarılı olacağını da düşünüyorum. velhasıl kelam "süreklilik" ve "tutarlılık" mühim kavramlar.

bu arada, biz de sokağa dökülmemiz gerektiğini düşünüyoruz. kelime anlamıyla dökülme hem de. üzerimizde deklarasyon metni olan tişörtlerle, her neredeysek yere yatıp birileri sürükleyerek götürene kadar kalkmamak, hiçbir soruya cevap vermemek, bir yerden diğerine erişimi engellemek veya zorlaştırmak şeklinde. böyle bir şey için de kimse kıçını kaldırmayacak tabi. umutsuz olmakta haksız mıyım yoksa?

dün kadınlar ve erkekler üzerine de konuştuk. neden kadın rock gruplarının tırt olduğunu, neden bir joanna satriani'nin olmadığını, çok güzel şeyler üreten kadınların neden kadınlar arasında bile "ayrık otu" ve "erkeksi" olduğunu konuştuk. (halide edib adıvar'ı erkeksi bulmayan var mı? peki kötü yazdığını söyleyebilecek bir densiz?) kübra dışında bateri çalan kadın görmedim ben hiç. neden? bazı konularda taklitçi olarak katılım göstermemiz, bazılarında da hiç etliye sütlüye bulaşmamamız tuhaf geldi bana. x kromozomuna kazınmış yemek yapmak gibi bir olguyu bile erkekler bizden daha iyi yapabiliyorsa (zira en kallavi ve ünlü aşçılar erkektir) boşuna mı çıktı feminizm diye bir şey?

bu konuda yazmaktan sıkıldığım için şimdilik bırakıyorum, aslında nedenler konusunda birkaç fikrim var. her neyse. ortak görüşlerimizden biri de erkeklerin daha duygusal, kadınlarınsa daha odun olduğu yönündeydi. erkekleri mantık abidesi, duygusuz, sadece seks düşünen ve tek eşli olması imkansız, iğrenç yaratıklar olmakla itham eden kadınlar! kendinizi kandırmayın! (bireylere inmeden, genellemelerden genelleme beğenerek sonuna kadar da arkasında dururum bunun.)

canım tartışma çıkarıp muhalefet etmek istedi galiba. pazartesileri sevmiyorum.

14 Haziran 2010 Pazartesi

son zamanlarda...


taksim'den hala güneş varken geçtim.


kitapçıya uğradım. başkasına başladığım için henüz bitiremediğim kitaplarıma iki tane daha ekledim.


kapıya asılmış kültablasını beğendim.


keşke çizgi romanlar, en azından küçük bir bölümü, yine burada satılsaydı diye düşündüm.


yeniden sigara sarmaya başladım.



varlığımdan habersiz yalnız insanlar bulup deklanşöre bastım.





düğüne gittim.
gelin ve damatla çok ilgilenmedim...


yanımda oturanlar daha çok ilgimi çekti.
uzun süredir görmediğim insaları gördüm.


ve görmeyi düşünmediğim, fotoğrafları dışında hiç bir şeyleriyle ilgilenmediklerimi.


yeşilköy'de bir pazar günü, yeri geldiğinde seksi fotoğraflar için de tıklayabileceğimi fark ettim.

10 Haziran 2010 Perşembe

Hokus Domesticus

Küçükken yaşadığım yerde sihirbaz bir komşumuz vardı. Daha doğrusu ben onu sihirbaz sanıyordum. Çünkü balkonunda güvercinler, tavşanlar ve çiçekler vardı. O zamanki tahminlerim, adamın evindeki dolapta da ikiye bölmek için kadın beslediği yönündeydi. Adamı hiç sihirbazlık yaparken görmemiştim. Zaten yaşlıca, saçı sakalı birbirine karışmış biriydi. Onu ne zaman balkonda görsem, üzerinde kirli bir atlet ve dizleri çıkmış pijamaları olurdu. Hayalimdeki sihirbaz tarifine hiç uymuyordu ama olsundu. Kim bilir sihirbazlık yaptığı saatlerde ne kadar şık bir adama dönüşüyordu. Öyle olmalıydı elbette. Silindir şapkasını o iğrenç pijamayla giyecek hali yoktu ya.

Komşuyu aslında balkon dışında bir yerde görmüş de değildim. Ama o kadar istiyordum ki güzel kıyafetlerini giyip sokakta, tam bizim balkonun önünde muhteşem bir gösteri yapmasını. Tabi öyle bir şey yapamazdı. Çünkü o zaman yaşadığım mahallenin bir ucunda, adamın tavşanlarına bile tecavüz edebilecek kadar iğrenç serseriler, diğer ucundaysa güvercinleri bile sihirli oldukları için taşlayabilecek yobazlar vardı. Dolayısıyla Büyük Sihirbaz Komşumento (ona bu ismi uygun bulmuştum) hiçbir zaman sokakta gösteri yapamayacak, her zaman büyük salonlara ve renkli sahne ışıklarına mahkum olacaktı. Biraz düşününce bu pek de kötü bir kader gibi görünmüyordu.

Annem onun sihirbaz değil, sadece kendi halinde bir adam olduğunu söylüyordu. Tabi ki buna inanmıyordum. Adamın mahalle baskısından korunmak için pijamayla dolaştığından, geceleri evden gizlice çıkıp sihirbazlık yaptığından öyle emindim ki. Bir gün güvercinlerini beslemek için balkona çıktığında “Sırrınızı biliyorum” dedim.

“Ne sırrı?”

Elbette aşağıda sarıklı, cübbeli adamlar varken “Sihirbaz olduğunuzu” demeyecektim. Kim bilir ne zor şartlarda sihirbazlık eğitimini tamamlamış olan, el alemi eğlendirmek için üç kuruşa sanat icra eden bu güzel adamı ele vermeyecektim. Aşağıdakiler adamın ne yaptığını duyarlarsa kesin eve dalar, adamı sihirli kutuya koymadan ikiye bölerlerdi maazallah. Ben de el hareketleri yaparak “Anlarsınız ya” diye cevap verdim.

Anlamamıştı. Hala salak salak bakıyordu yüzüme. El hareketlerini mi yanlış yapmıştım, adam farklı bir sihir tekniği kullandığı için mi hareketlerime anlam verememişti, bilmiyordum. Tavşanları gösterip yine el hareketleriyle şapkadan çıkarır gibi yaptım. Tık yok. Hayatımda bu kadar geri zekalı bir sihirbaz görmemiştim. Birkaç denememden sonra “Tööbe tööbeee” diyerek güvercinlerine döndü, ıslık çala çala hayvanları beslemeye devam etti. “Merak etmeyin,” dedim, “sizi ele vermeyeceğim”. Gözlerini kısıp tek kaşını kaldırarak yüzüme baktı.

“Git lan içeri! Alırım ayağımın altına! Eşşoğlueşşek seni!”

O anda adamın gözlerinin ileri derecede bozuk olduğunu, bu yüzden hareketlerimi anlamadığını fark ettim. Belki elbise giymiyordum ve kısa saçlıydım ama düpedüz kız çocuğuydum ben. İnsan bir bakışta anlardı yani. Tam cevap verecekken annem balkona koştu. Gürültüyü duyup gelmiş. Adamla birbirlerine bağırıp çağırmaya başladılar. Yok efendim terbiyesizin tekiymişim, abuk subuk konuşup hareket çekiyormuşum; buraya gelirse kemiklerimi kırarmış falan. Annem de durur mu? Adama giydirdikçe giydirdi çocukla çocuk olduğu için. Sonunda adam iyice sinirlenip eline geçen ilk şeyi bize fırlattı. Ne yazık ki fırlattığı şey bir tavşandı.

Zavallı hayvan, bizim balkona düşerken fiziksel bir zarar görmedi neyse ki ama psikolojisi altüst oldu tabi. Ben bir yandan adama sinirimden, bir yandan tavşana üzüldüğümden ağlamaya başladım. Annem ağladığımı görünce iyice çıldırdı tabi, adama demediğini bırakmadı. En son hayvan hakları derneğine şikayet edeceğini söylerken adam küfür edip balkonu terk etti. Annemle bir süre balkonda kaldık, tavşanı okşayıp sakinleştirdik. Biraz da olay üzerine konuştuk. “Olmaz olsun böyle sihirbaz,” dedim, “adamın potansiyel velinimetine saygısı yok, üstüne üstlük, iş gereçlerinin de vebalini boynuna alıyor!” Annem kullandığım kelimelere gülmeye başladı. Akşam babama olan biteni anlatırken en çok bunun üzerinde durdu diyebilirim. Öfkesinden kelime haznem sayesinde kurtulması, bir de üstüne mutlu olması hoşuma gitmişti. Kariyerimi bunun üzerine kurmam küresel bağlamda faydalı olabilirdi.

O akşam yeni tavşanım Hokus’la oynarken bir yandan da gelecekte alacağım Nobel barış ödüllerini düşünüyordum.

9 Haziran 2010 Çarşamba

Nahilist Manifesto



1.İçimizdeki Nah
Hepimizin bildiği ve çoğumuzun sevdiği bir hareket olan nah, üç parmak, üç harf ve üç anlamdan oluşmaktadır. Şu anda konumuz olan nah, nihilizm, anarşizm ve hedonizmin birleşmesiyle oluşmuş, temel gereksinimlerimizi ortaya koyan bir tepkidir.



2.Nihilizm
Atın! Atın! Eskimiş beklentilerinizi atın! Neslimizin üzerine çöken umutsuzluğu, varoluşsal kaygıları, nefret ettiğiniz çaresizliği kucaklayın! Hayal ettiğiniz gelecek ne yazık ki gelmeyecek, bunu kabullenin. Kabul ettiğimiz değerler pamuk ipliğine bağlı. Sürekli günü kurtarıyor, günlük/anlık ruh halimize göre tepki veriyoruz. Olaylar gerçekleştikçe sinirleniyor, gündem değişince, henüz olgun bir karşılık veremeden tüm öfkemizi unutuyoruz. Duygularımızın sürekliliği altı ayla sınırlı. Düşüncelerimiz her kitapla, her haberle, hatta bazen kulaktan dolma bilgilerle değişebilecek kadar kırılgan. O halde s.ktir edin .mına koyim. Ruh haliniz, hormonlarınız bu kadar baskınsa “asla yapmam” demeyin. Şartlar gerektirdiğinde nah yapmazsınız. Ama “boş işler bunlar” demeden önce de bir düşünün, sizin de değişime ön ayak olabileceğiniz veya en azından katkıda bulunabileceğiniz zamanlar olabilir. Olmaz olmaz demeyin, şansınızı deneyin.



3.Anarşizm
Bir siyasal sistem olmakla birlikte anarşizm, öylesine topluma mal olmuş, öylesine içimize işlemiş bir kavramdır ki, babaannelerimiz bile enteresan bir olay çıktığında “anarşikler neler yapıyor bak” diyebilir. İsterseniz siz de uslu bir çocuk olup Şirinler’i görmek yerine biraz yaramazlık yapıp anarşist olabilirsiniz. Kofti anarşist ama olsun, bunu yapamayanlar da var. Nahilist oluşuma göre anarşist olmak için, anarşizm ilkelerini benimsemeniz veya sağa sola Molotof kokteyli atıp olay çıkarmanız gerekmiyor. Otoriteyle karşılaştığınızda ve yaptırımı kabul etmediğinizde nah yapın, yeter. Tutarlı olup görüşünüzü savunursanız, hoşlanmadığınız durumları değiştirmek için harekete geçerseniz artı puan kazanırsınız. En yüksek puan harekete geçtikten sonra “amaaan, sıkıldım artık ne uğraşacam” demeyen gerçek tutarlılara verilecektir. Yarışmacı arkadaşlara başarılar dilerim.



NOT: Anarşist oluşumlara katılıyor musunuz bilmiyorum ama herhalde hepinizin karşı çıktığı bir şey vardır. En azından internet sansürüne karşı çıkın yani, hepiniz kullanıcısınız nihayetinde. Neyse, böyle yürüyüşler, bilmem neler düzenleniyor ya, bunlarda bir sürü konuşma da yapılıyor. Benim önerim bu konuşmaları basit bir hareketle süslemek. Misal, bir milletvekilinin, hatta başbakanın konuşmasını dinliyorsunuz. Dangalakça bir şey mi söyledi? Meydanda toplanmış kişiler adamı yuhalamak yerine kaldırsalar kollarını, gösterseler nahlarını, çok açık bir tepki vermiş olmazlar mı? Üstelik medya değeri de daha yüksek. Şiddetle öneriyorum.



4.Hedonizm
Hayat keyiften ibaret olmasa da aslında hepimiz yaşam süremizi olabildiğince keyifli geçirmeye, bir diğer deyişle “mutlu olmaya” çalışıyoruz. Nesille mi ilgilidir, tarihin başlangıcından beri böyle miydi bilmiyorum, toplumsal davranışlarımız bile bireysel mutluluğumuza hizmet ediyor. Yani Fransız Devrimi aslında bir halk hareketiydi ama her katılımcı bireysel mutluluğunu ön planda tutarak dünyayı değiştirdi.



Şimdiye kadar nahı olumsuz durumlar karşısında bir tepki olarak inceledik. Ne var ki, bu güzide hareketin kullanım alanları mutsuzlukla sınırlı değil. Çaktırmadan arkadaşlarınıza gösterdiğinizde öküz gibi kahkaha atmanıza da neden oluyor, bazen de sıcacık bir selama dönüşüyor. Hatta kendi yaptığınız naha bakarken kah düşüncelere dalıyor, kah mal mal gülüyorsunuz. Dolayısıyla nahın bireysel mutluluğa katkısı tartışılmaz. Ara sıra yapın, yanılmadığımı göreceksiniz.



5.Orta parmak emperyalizminin sonu
Kendi kendinize sorduğunuzu duyar gibiyim, “neden nah?” Çünkü nah içimizden biri, kültürümüzün önemli bir yapıtaşı. Dış mihraklar tarafından hayatımıza sokulan orta parmağın coğrafyamızdaki öncülü. Ayrıca Zumi ile yaptığım konsept çalışmam bunun üzerineydi, tekrar bir sürü insana diğer hareketi yaptıramam. Hazır elimizde kültürel bir miras varken bunu değerlendirmeli, artık gerçek anlamıyla kullanmaya başlamalıyız. Bu, mutluluğu arayan herkes için yapılan bir çağrıdır.

japonluğumu kaybetmiş değilim




ama artık dişli bir japonum.



her japon gibi manzara bulunca kaçırmıyorum, gece bile.


bazen de günümü küçük ayrıntılarla güzelleştiriyorum, evet.


ve anlamsız sanatsal hareketlerden vazgeçmiyorum.


yine de fotoğraf tutkum asosyal olduğum anlamına gelmemeli.
arkadaşlarıma sinsice yaklaşır, deklanşöre basarım.

4 Haziran 2010 Cuma

silivri mahkemesi çalışıyor

resmen google'ı kapattılar lan!

komplo teorime göre tüm bu kapatmalar silivri mahkemesi'ni az biraz çalıştırmak içindi. hatta şöyle cereyan etmiş olabilir:

- başkanım, silivri mahkemesi'nde çalışmıyorlar. valla bakın, işleri yok, bütün gün çay içip geyik yapıyorlar. salla başı al maaşı yaparken bile biraz çalışıyor gibi görünmek gerek, ayıptır.
- n'oldu lan, vatandaşın ödediği vergiyi falan mı düşünmeye başladın dümbük?
- haşa başkanım! o nasıl söz?! diğer devlet dairelerinden fark eden olursa başımıza iş alırız diye şeyettim. zaten pek çalışmıyorlar, işi tamamen bırakırlarsa olay çıkar.
- ne bileyim, kapatın gitsin o zaman.
- adamları yerleştirecek bir yer bulmak zor başkanım. bizim amcaoğullarını yerleştiremedik daha.
- iş bulun o zaman adamlara, hayret bir şey! site falan kapattırın, ne bileyim...
- siz... bir dahisiniz başkanım!

işte o gün bu gündür silivri mahkemesi çalışıyor, siteler pıtır pıtır kapanıyor. vatana millete hayırlı olsun.

2 Haziran 2010 Çarşamba

zannedersem tek eksiğiniz...

bu devirde kendi işini kendin göreceksin şekerim. sosyal medya derinden ihtiyaç duyduğun, yokluğuyla uykularını kaçıran "dislike" butonunu sana sağlamıyorsa sıvayacaksın kolları, kendi butonunu yapacaksın. işte böyle:

|=q Dislike|

şimdi her ilgimi çeken şeyi beğeniyormuş gibi yapmak veya beğenmediklerime tepkisiz kalmak yerine yorumlarda her şeye posta koyabilirim, her türlü sosyal ortamın içine limon sıkabilirim. hahhaaayt! resmen bir ferahlama geldi, iyi mi?

öfkeyle kalkan hayal kırıklığıyla oturur

murat menteş'i hiç sevmem. islami tandansı falan beni hiç ilgilendirmiyor, derdim bu değil. başından beri sinirime dokunan şey çok iyi bir yazar olmadığı halde hemen herkesin kendisine bayılıyor olmasıydı. o da zevktir, renktir, eyvallahtır. ben iki kitabını okudum ve beğenmedim, beğenene engel olmak istemem.

ne var ki şu israil-türkiye olayında sinirlerimi öyle zıplattı ki, sabah sabah "hassiktir lan salak" dedim. ilk sinirin verdiği gazla yazı yazmak yasaklansın, insanlar durup dururken komik duruma düşmesin. şöyle ki, 31 mayıs'ta murat menteş, afili filintalar'da şu cümleyi kurmuş: Onları öyle pataklayacağım ki, "Keşke çocukken ölseydim" diyecekler!

ben bu cümledeki çaresizliğe çok üzüldüm. o da çok üzülmüş, çocuk gibi asarım keserim diye ağlıyor dedim kendi kendime. ta ki bugünkü yazısında sık sık "siyonist" kelimesini kullanıp yine aynı çocuk edasıyla atıp tuttuğunu görene kadar. taksim'de israil'e tepkilerini "allahuekber" nidalarıyla dile getirenleri gördüğümde sinirlendiğim kadar, belki daha fazla, sinirlendim.

abi senin aydın olman gerekmiyor mu? nasıl olur da israil devleti yerine yahudi ırkını suçlarsın? demek istediğin bu değilse, derdin israil devletiyse, nasıl kelimelerine dikkat etmezsin sen? yazar olacaksın bir de... denyo. politik bir meselenin dini platformda tartışılması öyle tiksindiriyor ki beni. bir devletin uyguladığı manyakça politika nedeniyle bir "ırkın" hedef tahtasına oturtulması vicdansızlık. bunu yapan bir yazar olunca, rezalet.

murat menteş'in çaresizliğini, öfkesini anlamıyor değilim. aynı tepkiyi son günlerde binlerce insanda görüyorum. filistin bayrağıyla sokaklara dökülmesem de ben de israil hükümetine ve izlediği politikaya yıllardır tepkiliyim. ama bir yazar, işe yarayacak bir şeyler yapacaksa, öfkesini akıllı kullanmalı, akıllı yazmalıdır diye düşünüyorum.

afili filintalar ve afisiz dostların mücadelesi burada toplanan imzalarla sürüyor. işlevselliğine inanmadığım için imzamı atmadım ama inananlar buyursunlar.