28 Ekim 2011 Cuma

paralel-apokaliptik


Dünyada kaşif olmak kadar ilginç bir meslek yok. Ama diğer gezegenlerde daha ilginçleri varmış. Ben bunu 2115 yılında öğrendim.

2107’de artık dünya çok az canlı yaşamı barındırabilecek bir yere dönüşmüştü. Geçmişte, tarih derslerinde öğrendiğimiz kadarıyla insan nüfusunun 70 milyarı aştığı dönemler olmuş. Sonra küresel ısınma, doğal yaşamın neredeyse tamamen tahrip edilmesi ve buna bağlı olarak, kalan azıcık doğal kaynağa sahip olmak adına çıkan savaşlar sonucunda hepi topu 4 milyar civarında insan kalmış. Buna rağmen kaynaklar insan yaşamı (ve elbette konforu) için yetersizlik gösterince diğer gezegenlerde yaşam başladı. Dünyadaki yaşama uygun ortamlar oluşturmak için zaten çok uzun süredir çalışılıyormuş. Her şey ayarlanınca da 2107’de farklı gezegenlere toplu göçler başladı.

Ben bütün bu süreçte şanslı olanlardanım. Eski dünyada silah taciri olan bir soydan geliyorum. Anlayacağınız, her zaman çok zengindik. Göçler başladığı zaman evimizde ve topraklarımızda çalışan herkesi “Flora” ismini verdiğimiz tarım gezegenine ve “Minera” ismini verdiğimiz maden gezegenine gönderdik. Ailem diğer tüm zenginler ve bilim insanları gibi vazgeçilmezler sınıfından olanlarla birlikte, insan yaşamına en uygun gezegen olarak tasarlanmış “Sapia”ya taşındı. Dünyada kalanlar ise oradaki kaynakları geliştirme ve diğer gezegenlerde yaşamı destekleme görevini üstlendi.

Ben de artık 21 yaşına gelmiştim ve kendi yolumu çizmem gerekiyordu. Ya aldığım eğitime uygun bir şekilde diplomat olacak, ya babamın mesleğini sürdürecek ya da her şeyi geride bırakacaktım. Son seçeneği işaretledim. İki yılı daha eğitimle geçirdim, sonra da kendimi uzay boşluğuna bıraktım. O gün bugündür diğer gezegenleri inceleyen bir kaşifim. Hatta bulduğum minerallerden birine benim adım verildi. Şimdi sadece tencere kulbu yapımında kullanılıyor olması biraz gurur kırıcı olsa da Adidasium bana bir madalya, ansiklopedide bir madde ve üç tane gerçek elma kazandırdı. Birini hemen o akşam yedim. Birini uzayda insan dışında gördüğüm ilk akıllı canlıyla karşılaştığımda. Sonuncusunu da bunlar kadar özel bir an için saklıyorum.

Merak ediyorsunuzdur, hemen açıklayayım; şimdiye kadar gezdiğim 97 gezegenin hiçbirinde filmlerde gördüğünüz tipte uzaylılarla karşılaşmadım. Gördüğüm (ve bir elma değerinde olan) ilk akıllı canlılar genellikle dört ayak üstünde yaşıyorlardı. Kolları oldukça uzun ve güçlüydü. Bir yere uzanmak veya tırmanmak için arka ayaklarının üstüne kalkıyor, yürürken genellikle ön ayaklarını da kullanıyorlardı. Bilinen herhangi bir dilde konuşmuyorlardı. Genellikle çığlık ya da homurtu olarak tabir edebileceğimiz sesler çıkarıyor ama birbirleriyle bir şekilde anlaşıyorlardı. Tabii kullandıkları alfabe de bana çok yabancıydı, hatta daha çok dünyadaki bebeklerin ellerine kalem geçirdikleri zaman duvara çizdikleri anlamsız şekillere benziyordu. Onlarla iletişim kurmak için duvara yazı yazdıkları taşlardan birini alıp canlılardan birinin basit bir çizimini yapmaya başladım. O sırada bir tanesi arkamdan sinsice yaklaştı. Kafamı çevirip aniden yaratığı yanımda görünce çok korktum. Bayılmışım. Bir patlama sesiyle kendime geldim. Gözlerimi açtığımda hepsi çığlık çığlığa kaçıyordu. Silahımı almışlar. Muhtemelen beni öldürmeye çalışıyorlardı, neyse ki ıskalamışlar. Daha fazla uğraşmak yerine Sapia’daki amirime gezenenin koordinatlarını ve canlıların vahşi olduğu bilgisini veren bir mesaj gönderdim. Muhtemelen ben gezegenden ayrıldıktan sonra gelip hepsini gebertmişlerdir.

Daha sonra karşılaştığım yaşam formlarıyla da iletişim sorunları yaşadım. Dünyada kullanılan beş dilin tamamını ve iki ölü dili ana dil düzeyinde bilmeme, bilinen gezegenlerde kullanılan 2 dili de orta düzeyde konuşabilmeme ve tabii ki sözlüğünde pek çok ölü dilin kelimelerini de içeren konektöre sahip olmama rağmen uzay gerçek bir bilinmez. Mesela gezegenlerden birinde canlılar silikon gibi bir maddeden oluşuyor, bazı durumlarda böceklerin üstündeki kitin tabakası gibi katılaşabiliyorlardı. Jel ve katı kıvamlardayken çıkardıkları sesler de birbirinden farklıydı. Tabii onların da dilini öğrenemeden aralarından ayrılmak zorunda kaldım. Birkaç yıl sonra yeni koloni kurulduğu zaman, eğer hala hayattalarsa, bir süre aralarında yaşayıp öğrenmek istiyorum.

Gelelim 2115 yılında karşılaştığım ilginç gezegene. Samanyolu’ndan 700 milyon ışık yılı uzaklığındaki Yoreamon galaksisinde keşif gezisi yapıyordum. Gezegen gezegen dolaşıp taş toprak dışında ancak biraz metalle karşılaşmıştım. Miktarlar da Sapia’ya haber vermemi gerektirecek kadar yüksek değildi, sadece raporda belirtmem yeterli olacaktı. Ayak bastığım sekizinci gezegen ise barındırdığı su miktarıyla bile çişimi getirmeye yetmişti. Sapia’ya “hüleaaağn!” diye bağırmak için konektörü elime aldım ama heyecandan resmen kaskatı kesilmiştim. Sadece gözle görebildiğim alandaki bitkiler bile hayatım boyunca gördüklerimin en az 50 katı kadardı. Etrafta böcekler dışında birbirinden farklı iki hayvan daha dolaşıyordu ve ikisi de tüylüydü. Bitkilerin birinden müzikli bir ses geldiğinde üçüncü tüylü hayvanla karşılaştım. Ben öyle bakakalmışken uçup uzaklaştı. İnanabiliyor musunuz? Hayvan bir böcekten çok daha büyüktü ve uçabiliyordu!

Kendimden geçmiş bir halde çevreyi incelerken arkamdan gelen bir sesle irkildim.

“Birine mi bagdın bilader?”

Karşımda 1.20 boylarında, iki ayağı üstünde duran, tüy yoğunluğu gördüğüm hayvanlara oranla çok daha düşük, insana oldukça yakın görünümlü biri duruyordu. Yanyana duran iki gözü, gözlerinin arasından uzanan tombik bir burnu, insanlarda olandan biraz daha geniş bir ağzı ve kafasının yanlarında birer kulağı vardı. Kafası gövdesine boyunla bağlanıyor, kolları gövdenin iki yanından çıkıyor, bacakları da gövdenin altından çıkıp yere dik uzanıyordu. Tarih kitaplarında buna oldukça yakın olmakla birlikte, daha uzun boylu ve orantılı vücut hatlarına sahip eski insanı görmüştüm. Yaratığı biraz daha dikkatli inceleyip beynimi zorlayınca 2015 nükleer savaşından önce doğan tüm insanların yaklaşık bu şekilde göründüğünü hatırladım. Aslında yaratık düpedüz eski insandı. Dolayısıyla konektör büyük ihtimalle yaratığın hangi dili konuştuğunu algılayıp yarım yamalak da olsa çeviri yapabilecekti.

Konektörü çalıştırırken yaratık ürktü ve birkaç adım geri çekildi. Endişelenmemesi için elimi kaldırdığımda depar atıp gözden kayboldu. Tabii bu biraz da benim hatam olabilir. Ama sırtından çıkan üçüncü bir kolunun olmadığını ancak kaçarken görebildim. Herhalde o da sadece iki kolu olan türe mensuptu ve eski insanlardan olduğu için benim fiziksel özelliklerime alışık değildi.

Yaratık ya da artık insan demeliyim, kaçtıktan sonra söylediği şeyi konektöre tekrarladım. Sanırım birini izlediğimi düşünmüştü. O sırada çevreyi incelediğim için insanın iyi bir gözlemci olduğuna karar verdim. Ayrıca anlamlı cümle kurabiliyordu, demek ki akıllıydı. Kullandığı bilader kelimesi en çok, dünyada kullanılan dillerde yer alan kardeş kelimesine benziyordu. Dolayısıyla insanın dost canlısı olması kuvvetli bir ihtimaldi. Elimdeki verilerle çabucak bir genelleme yaptım ve gezegende yaşaması hayli muhtemel diğer insanları bulmak için adamın kaçtığı yönde ilerlemeye başladım.

Gördüklerimi nasıl tanımlayabileceğimi hala bilmiyorum. Pek çok şeyi raporuma görüntülü olarak aktarmak zorunda kaldım çünkü onları anlatacak kelimelerim yoktu. Bir kere, çeşit çeşit bitki ve hayvan vardı etrafta. Özellikle bu alanlarda yaptığım ölçümler, atmosferin insan ciğerinin kaldırabileceğinden çok daha fazla oksijen içerdiğini gösterdi. Maskemi çıkaramadığım için havayla ilgili bilgim raporda yer alan sayısal verilerden ibaret kaldı. Yapılar daha çok bizim garajlara benziyordu ama buradaki insanlar onların içinde yaşıyordu. İlkel motorlu taşıtlar kullanıyorlardı. Flora ve Minera’ya gönderilen insanlar kadar güçlü bir kas yapısına sahip oldukları ilk bakışta belli oluyordu. Önce bu insanların da başka bir gezegenin kolonisi olduklarını düşündüm ama sonradan yaptığımız araştırmalarda çevre gezegenlerde ve galaksilerde akıllı yaşama rastlamadık.

Kaçan insandan sonra karşılaştığım ilk insan (birinciye benziyordu ama ondan daha ince, göğüs kısmı daha geniş, kafasındaki tüyler daha uzundu) biraz ürkekti ama kaçmadı. Yerde dört ayak üstünde yürüyen, bir insan yavrusu mu yoksa tüysüz bir hayvan mı olduğuna karar veremediğim bir yaratık daha vardı. İnsan onun peşinden gidiyor, ciyaklamaya benzer sesler çıkarıyordu. Yanlarına yaklaştığımda, sanırım koruma içgüdüsüyle, küçük yaratığın önüne geçip aramızda durdu. Dünyada en çok konuşulan dille “merhaba” dedim.

“Eneee! Turiz gelmiş la!”

Konektör tam bir tercüme yapamamıştı ama gezegende kullanılan dilin dünyanın ölü dillerinden Türkçeye yakın olduğunu çözmeyi başarmıştı. Lehçeyi çözene kadar çat pat da olsa anlaşabilecektik.

“Lideriniz kim?”

“Mıhtarı mı diyon?”

“Onu nasıl bulabilirim?”

“Ha bu yolu takip ediyon. Gidiyon gidiyon gidiyon gidiyon, şeer merkezinde dört yol ağzına gelende duruyon. Sağa dönüyon, mıhtar orda.”

Aslında her şeyi lidere sorabilirdim ama insanın korkmadığını görünce onunla biraz daha konuşmaya karar verdim.

“Sen insan mısın?”

Anlamamış gibi baktı. Gözlerinin üstündeki iki sıra tüyden birini yay gibi hareket ettirdi. Biraz korkuyordum ama belli etmemeye çalıştım. Herhangi bir tepki vermediğimi görünce “hyeeaa?” gibi bir ses çıkardı. Konektör bunun olumlu bir cevap olduğunu belirtti.

“Sen kadın mısın?”

İnsanın gözlerinin üstündeki tüylerin ikinci sırası da yay gibi gerilerek yukarı kalktı. Gözleri yaşarırken alt dudağı da titremeye başladı.

“O orspu Hatça mı söyledi la? Kendisi yedi tane doğurdu yaaa, ben bir taneyi zar zor doğurunca çenesini tutamadı donuuuzz! Elin turizine bile yetiştirilir mi hea? Elin turizine bileğğğ!”

Doğumla ilgili bir şeyler söylediği ve artık yavrusu olduğunu sandığım yaratığı koruduğu için insanın kadın olduğuna karar verdim. Ama bu kadın nedense olduğu yerde tepinip ağlamaya, dizlerini dövmeye, başındaki uzun tüyleri çekiştirmeye başlamıştı. Ne yalan söyleyeyim, hasta olduğu için kriz geçiriyor sandım. Havayla bulaşabilecek hastalıklardan maskem sayesinde korunuyor olsam da saldırıp bir yerimi parçalarsa rahatlıkla mikrop kapabilirdim. Bir kaşif olarak bunu söylemekten utanıyorum ama korkup kaçtım. O zaman bunun duygusal bir tepki olduğunu, insanların hangi durumlarda ağladığını falan bilseydim onu rahatlatmaya çalışırdım.

Koşar adım yola devam ettim. Gördüğüm insanlar artınca şehrin merkezine doğru ilerlediğimi anladım. Burada daha az bitki ve daha çok yapı vardı. Her yapının önünde bir ya da iki insan ayakta duruyor, bir insan da yerde yatıyordu. Bazı insanlar yolun ortasında durmuş, tuhaf işaretler yaparak diğerlerini yönlendiriyorlardı. İlkel motorlu taşıtlar yok denecek kadar azalmıştı, insanlar birbirlerinin omuzlarına çıkıp hareket ediyordu. Herkes ikili ya da üçlü gruplar halinde hareket ediyordu ve bunlardan birinin elinde mutlaka taşıyacak bir şeyler oluyordu. Yollar sadece yürümek ve beklemek için kullanılıyor gibiydi, ne oluyorsa yapıların içinde oluyordu. Bazı yapıların önü geniş cam levhalarla kaplıydı. Bu levhaların ardında da farklı pozlarda sabit duran insanlar yer alıyordu. Daha küçük cam levhalarla kaplı yapılarda ise pişen yemekler, ne işe yaradığını anlamadığım gereçler ve hayvanlar vardı. Böyle bir zenginliğe akıl sır erdiremiyordum. Sapia’daki insanlar burada yarı bitkisel serumlar yerine sürekli gerçek, pişmiş yemekle beslenildiğini öğrenince akın akın geleceklerdi.

İnsanlar üçüncü kolumu görmeden de farklı olduğumu anlayabiliyordu. Bazıları yanlarındaki daha kısa boylu olanların gözlerini kapattı, bazıları giderek artan bir merakla beni izlemeye başladı. Burada nasıl davranmam ya da nasıl selam vermem gerektiğini bilmiyordum. Ben de onları taklit etmeye başladım. Konektör “Yazık, özürlü galiba” cümlesinin ne anlama geldiğini açıklayınca yanlış bir şey yaptığımı anlayıp yoluma devam ettim.

Liderin, yani bu halkın dilinde mıhtarın yaşadığı yapıyı bulana kadar peşimden gelenlerin sayısı iyice artmıştı. Yapının önünde dururken ayakta duran iki kişinin yanlara doğru çekildiğini, bir insanın da yerde yatanın üzerine basarak içeri girdiğini gördüm. Tabii önce beni baştan aşağı süzmeyi de ihmal etmedi. İçeri girince üzerinden bir parça giysi çıkarıp içeride ayakta duran kişiye verdi. Ya da daha doğrusu, astı. Böyle üst üste bir şeyler giymek gelenekleriydi herhalde.

Yerde yatan adamın üzerine neden basıldığını anlamamıştım. Belki bir alışkanlıktı, belki zorunluluktu, belki de sadece belirli kişiler basabiliyordu. Yanlış bir şey yapmamak için olduğum yerde bekledim. Belki bir kişi daha kapıdan geçerdi. O zaman ben de (nedense?) adamın üstüne basarak ya da basmayarak içeri girebilirdim.

Kısa süre sonra kapıdaki iki adam tekrar yanlara çekildi ve karşıma 1.60 boylarında, kafasının sadece yanlarında kısa tüyler olan ama gözleriyle dudaklarının üstünde ve kulaklarının içinde gür tüyler bulunan bir insan çıktı. O da bana önce “birine mi bagdın bilader?” dedi. Cümleyi ikinci kez duyunca bunun bir selamlaşma cümlesi olduğunu düşündüm ve tekrarladım. Bu sefer de “özürlü galiba” cümlesini ikinci kez duydum ve yanlış bir şey yaptığımı anladım.

“Merhaba. Ben Adidas” diyerek doğru olduğunu sandığım şekilde selam verdim ve kendimi tanıttım. Kalabalıktan biri “Koyyim de yan bas! Ehehehahaha!” diye bağırdı. Ardından herkes daha sonra gülme olduğunu öğrendiğim şekilde bağırmaya başladı. Bir şey anlamadığım için sustum. Mıhtar kalabalığa ters ters bakıp “Gel yeenim gel” diyerek içeri girmemi işaret etti. Ama hala adamın üstüne basmam gerekir mi, ya da neden basmam gerekir bilmiyordum. Yerdeki adama baktım, mıhtara baktım, “Bu adam ne yapıyor burada?” diye sordum. “Paspas o paspas, bas gel” dedi. Bir insanın paspas olarak kullanılması pek aklıma yatmadığı için yanlış çeviri olduğunu düşündüm, adamın üstünden atlayıp içeri girdim.

İçeride durum daha da tuhaftı. Masa yere çömelmiş dört insanın üstünde duruyordu. Sandalyeler ise ellerinin ve dizlerinin üstünde duran bir adam ve onun üstünde dik bir şekilde oturan bir kadından meydana geliyordu. Odada dolap yerine, çeşitli yerlerinde raflar taşıyan dört insan vardı. Ellerinde başka objeler tutan birkaç insan daha odanın çeşitli yerlerine dizilmişti. Mıhtar ikili insan gruplarından birini gösterip “Geç otur şööle” dedi. Ayakta durmam daha tuhaf görüneceğinden kadının kucağına ilişiverdim. Oturur oturmaz mıhtar “Çayçenmi?” dedi. Konektör buna bir anlam veremedi. Aptal aptal baktığımı görünce mıhtar daha yavaş tekrarladı; “Çayyy çen miii?”

Konektör çaydan bahsedildiğini tahmin ederek tercüme etmişti. Ve ben sadece ismini duyduğum çayın tadını delicesine merak ediyordum. Ama metabolizmama nasıl bir etkisinin olacağını bilmediğim için içemezdim, ancak örneklerini Sapia’ya götürüp gerekli testlerden geçtikten sonra deneyebilirdim. İstemeyerek de olsa “Hayır” dedim. Herhalde kelime ağzımdan yanlış bir tonlamayla çıkmış, mıhtar “O ne biçim hayır! Doğseydin bi de!” diye ters ters cevap verdi. Özür diledim, Sapia’dan gelen bir kaşif olduğumu ve farklı gezegenlerde beslenmemin kötü sonuçlarının olabileceğini kısaca anlattım. Bu gezegenin geleneklerini bilmediğim için bazı hatalar yapabileceğimi, beni mazur görmelerini rica ettim. Mıhtar anlattıklarımla ilgilenmiş gibi görünüyordu, muhakkak beni uzun bir sorguya çekecekti. Ondan önce davranıp bu kadar insanın odada ne yaptığını, kapıdaki insanların ne işe yaradığını, neden insanların üzerinde oturduğumuzu sordum.

“Biz buranın yerlisiyiz bildin mi?”

Cevap bana adamın yerde yatmasını açıklıyormuş gibi gelmedi ama devamının geleceğini anladığım için onaylamakla yetindim.

“Şindi buranın dopraa çoğ verimli. Yere tükürsen fide verir, o gadaa verimli. Her yerden buraya göçüyolla. Bahtıg burayı doldurcaklaa, bize yer kalmaycah, o vakit ihtiyar heyetini dopladıh. Dedih ne yapah? Biri dedi almayah. Biz dedik hyeeaa. Almadıh bunnarı, onnar da bizlen ticareti kestiler.”

Konektörün yapay zekası bu uzun konuşmadan sonra dili iyice çözmüştü. Ben de mıhtarı rahatça anlamaya başlamıştım. İyi ki daha önce anlamamışım, yoksa bizim de Sapia’dan buraya göç edebileceğimizi söyleyip her şeyi baştan bozabilirdim. “Hyeeaa?” diye cevap verdim. Mıhtar bunu duyunca bir sevindi, kalktı yerinden kucakladı beni. Odadakilere “La bu Safya mıdır nedir, ordan deel! Bizden la bu bizden!” diyerek yerine oturdu, daha bir keyifli anlatmaya başladı.

“Sonna dedik alak bunnarı ama şehre girerken bize para versinner. Ööle ufağından bir ücret belirledik, bunnar da gabul ettiler. Beyle yerli olmayannardan boyuna para doplamaa başladıh. Sonna dediler biz burda yaşamak isterik, üç katı fiyata ev sattık bunnara. Dediler tarla isterik, dedik satmayık, her ay kirayla birlikte mahsulün %25’ini alırık. Yok dediler olmaz ööle, yapmayın bööle falan, heeeç geri adım atmadıh. Bunnar da geldileeer.”

Tarım toplumu olmalarına rağmen kurnazlık gibi bir zeka formu geliştirdiklerini anladım. Ayrıca pek de savaşçı sayılmazlardı herhalde. Eski dünyayı düşününce, mesela doğal kaynaklara sahip olan ülkeler hiç böyle yapmamış. Çünkü bizimkiler daha kurnaz davranmış, sonra da gerek silah zoruyla, gerek farklı şekillerde baskı kurarak ellerinde ne var ne yoksa almışlar. Bir yandan da göçmenlerin, eski dünyadaki Yahudi ırkı gibi, yerleştikleri ülkenin insanlarını bir ara öldürmeye başlayabileceklerini düşündüm. O da zamanında çok başarılı bir asimilasyon, hatta soykırım politikası olmuştu. Mıhtar anlatmaya devam etti, ben de bu gezegendeki göçmenlerden bir bok olmayacağına karar verdim. (Bu terimi de orada öğrendim, şimdi hepimiz kullanıyoruz.)

“Zamanna bagtıh bunnarın yaşayışları farklı, dinleri farklı, başka başka diller konuşiyiler, her bişeyleri farklı yani. Bizim çocuhları da kötü etkileyecegler, garılar zaten onnar gibi olmaya dünden razı... Yassah gardeşim dedik, burda bööle yaşayaman! Ya gidecen nereye gidersen, ya tıpkı biz gibin yaşayacan. Dedik zaten bunnarın varı yoğu bura olmuş, başga yere göçecek para da galmamış, mutlah bize uyacaklar dedik. Olmaz ööle şey diyenner oldu, biz bunnarı bi güzel doğdük. Daha da dinnemeyenleri hapsettik. Daha da dinnemeyenleri öldürdük. Bizim yerlilerden de onnarı savunan zibidiler çıktı, onnara da aynısını yapdıh.”

Mıhtar bunları anlatırken ben de raporu düşünüyordum. Şöyle güzel bir savaş stratejisi yazarsam, önce muhalif grupları güçlendirip iç savaş çıkaralım diye girersem, kesin burayı ele geçirdiğimizde bana toprak verirlerdi. Yani kaşiflik güzel ama her gün gerçek yemek yemenin keyfi de resmen paha biçilmez be bilader! Ben böyle hayaller kurarken mıhtar devam etti.

“Bunnarı bööle eyice ezdik, sindirdik ama sinirimiz geçmiyi! Düşüniyik düşüniyik, nassı bize garşı ayaglanırlar diyik, yine sinirleniyik. Şindiki aklımız ossaaa baştan yerlileri de bunnara düşman edecez, topunu silip süpürecez memleketten. Onun yerine vergileri artırdıg, bunnarı kıt kanaat geçineceg duruma getirdig. Ama yine de git deriz gitmezler. Bir de hırsızlığa da başladılar. Biz hepten dellendik. O gadar düşündüg düşündüg, bir şey bulamadıh. Heyetten biri de düşünmekten sıkılmış, dedi ko götüne. Anaaağğğ dedig, doğru la, koyalım götlerine. Yine saldırdıh bunnara. Tuttuumuzu sittik ondan sonna, bizim soydan çoğalttık.”

Dinledikçe eski dünyayla aralarındaki bağlantılar daha da netleşiyordu. Görünüşe bakılırsa birkaç yüzyıl sonra gezegenlerini dünya gibi yok edeceklerdi. Buraya yerleşmek için zaman kaybetmeden kapsamlı bir araştırma yapıp elimizi çabuk tutmamız gerekiyordu. Zaten görünen o ki göçmenleri iyice azaltmış, topraklarını tamamen ellerinden almış, onları eşya olarak kullanmaya başlamışlardı. Kendi hikayesine dalmışken benim söylediklerimi iyice unutan mıhtar konuşmasına ara verip yeniden “Çayçenmi?” diye sorduğunda uzun yoldan geldiğimi ve yorgun olduğumu, yarın devam etmemizin daha iyi olacağını söyledim. “Olur mu ööle be Adidas kardeşim? Daha sizin şehrinizi annatacağıdın!” diye itiraz ederken ayağa kalkmıştım bile. Ertesi gün birlikte alışveriş yapmak ve gelecekteki ticari ilişkilerimiz hakkında konuşmak için sözleştik. Aldığım diplomasi eğitimi çok işe yaramıştı. Onlar için hem güçlü bir müttefik hem de iyi bir iş ortağı olacağımıza inandırmıştım mıhtarı. Beni hemen bir otele yerleştirdiler. Hava iyice karardığında odadaki masadan, gece lambasından ve sandalyeden gizlice, otelin penceresinden kaçmayı başardım. Uzay gemime atlayıp yol boyunca yazacağım raporu planladım.

Sonra da tahmin edeceğiniz gibi gezegeni ele geçirdik. Yerleştiğimizde pazarlığımıza uygun olarak bana toprak verdiler, uzun sayılabilecek bir süre orada yaşadım. Bir süre sonra yeni gezegenimiz NewDerthal’in de tadı kalmadı, zaten büyük bir hızla dünyanın gelişimini ve çöküş sürecini buraya da adapte etmiştik. Ben de daha fazla değer kaybetmeden toprağımı sattım, yeniden keşif yolculuklarına çıkmaya başladım. Henüz buna benzer bir gezegenle karşılaşmış değilim ama ölmeden önce mutlaka bir tane daha bulacağım ve ona kendi ismimi vereceğim.

6 yorum:

Süpersonik Çok Bombastik dedi ki...

İyi eğlendim gece gece. Aziz Nesin öykülerine benzemiş, ağzına sağlık =)

İnci Vardar dedi ki...

egom okşanıp pırıl pırıl oldu, içinden cin çıkaracak. :) yorumuna sağlık.

Ben dedi ki...

bayıldım be kuzum ;)

İnci Vardar dedi ki...

oooh, bu ego cini de sana geliyor neslin'cim. tut bir dilek bakalım, belki sonraki hikayenin konusu çıkar. :)

Positive dedi ki...

Eğlenceli yazı olmuş :)

İnci Vardar dedi ki...

teşekkür ederim. :)