24 Ekim 2013 Perşembe

canı acıyan - gerçekten acıyan - insanlara söyleyebileceğim hiçbir şey yok. o acı bana şöyle bir dokunup geçiyor sadece ve bu kadarı bile kurulabilecek tüm cümlelerden çok daha büyük.

gözlerim doluyor.

25 Ağustos 2013 Pazar

bayram, robinson ve yaşam

bir şeyler oldu ama yine not almadan yazmadığım için çoğunu hatırlamıyorum. endişelenme sayın okur, o kadar da ilginç şeyler olmadı.

mesela olmayan ilginç şeylerden biri robinson crusoe 389'un hala kapanmaması. istiklal kitabevi d&r olduktan sonra devamı daha hızlı gelir sanıyordum. şimdi işgal sırasının pandora'ya gelmiş olması da hiç şaşırtıcı değil. ama istanbul'da yaşayan ve kitap okuyanlardan ricam, şu güzelim kitabevlerini direnmeden kapattırmamaları. belki ölü yatırım olacak ama lütfen gidip robkart alın. şahsen ilk çizgiromanımı aldığım, her ay gidip "adbusters geldi mi?" diye sorduğum, türkiye'nin başka hiçbir yerinde bulanamayan ingilizce kitapları satan bu güzel esnaf ortadan kalkarsa ağlarım ben. bir martıyı ağlatmayalım. hadi beni bırakın, kendiniz için kapattırmayın. robinson'dan kitap alıp okumak çok güzel bir şey çünkü.

kapitalistim ama sermayeye sinir oluyorum. paradokslardan paradoks beğen.

süreç uzadıkça direnişi, polisi, gazı ve sloganları normalleştirdik galiba. ajansın yeni yeri mısır apartmanı. cuma akşamları tipini zittiklerim sektirmeden geliyorlar, hiç şaşırmıyoruz. bir basın açıklaması ve iki sloganla hükümet devrilecek sanki amk. tamam, belki biz çoook acayip küresel oyunlara alet oluyoruz, kandırıldık, çok aptal insanlarız. peki siz neden silah satıcılarının bir numaralı maşası olmayı bu kadar kolay kabulleniyorsunuz? emir kulu olunca adam öldürmek normalleşmez ki.

harbi bak, bunlarla uğraşmak yerine rabiacılarla takılın. çok güzel arapça sloganları var onların. ben bir şey anlamıyorum ama hayli oynak ezgilerle slogan atıyorlar, dansöz beklentisi doğuyor. gidin iki kıvırın, kurtlarınızı dökün.  (hayır, amacım dış politika ve ortadoğu hakkında ahkam kesmek değil, sadece teğet geçtim.)

arada isviçre'ye gidip medeniyet gördüm. koca memleketin nüfusu istanbul'un yarısından az olunca insanlar da ister istemez daha medeni oluyor. bir de tabii çok ciddi kuralları ve cezaları var. misal, şehir içinde 30'la gitmek gereken yerler var. o bölgelerde hız sınırını ihlal edince 1.200 frank ceza ödeniyormuş ki, bu da 2.500 tl civarı bir rakam ediyor. her şeyin çok pahalı olduğunu söylememe bilmem gerek var mı? ya da türkiye'de swatch oradakinden daha ucuz diyeyim, siz pahalılığı hesap edin. ne var ki, bir fabrika işçisi o pahalılıkta ay sonunu borca girmeden getirebiliyor, böyle bir durum da var.

aşırı yeşillik ve çöpsüzlük dışında (not: adamlar çöpü para verip atıyorlar, çok acayip) dikkatimi çeken iki şey oldu. birincisi, hemen her şeye referandumla karar veriliyor ve en kallavi kanun bile, eğer bir açığı varsa, 24 saat içinde değiştirilebiliyor. ikincisi ise, alpler'in dibindeki memlekette ayı ve kurt kalmamış, çünkü hepsini öldürmüşler. sokak hayvanı diye bir şey de yok. başıboş hayvan görürlerse alıp iki hafta sahibinin gelmesini bekliyorlar, sonra uyutuyorlar.

normal şehir bu. gayet büyük. her bahçe bir gezi parkı adeta.

şehir merkezinde böyle şeyler var. binaları oyup kakmak yerine boyamışlar.

koskoca ülkede gördüğüm tek başkaldırı bu oldu. kardeşim zürih'teyken bir festivale denk gelmiş. taşkınlık sadece içip sıçma düzeyinde, bunu yapanlar da turistler. gazeteler eğlencenin sabaha kadar devam ettiğini yazdılar türkiye'de ama belediye işçileri 23.00 itibarıyla temizliğe başlamışlar, herkes dağılmış. aralarında türklerin de bulunduğu yerliler "lanet olası turistler, festival için gelip güpgüzel şehrimizi kirletiyorlar!" diyormuş.

burası göl kenarında minik bir köy. tabii bu durum, şehirden farklı olmasını gerektirmiyor. çin restoranından striptiz kulübüne kadar ne ararsan var. at kesimhanesi gibi pek aranmayan şeyler de var.

at eti falan satılabiliyor, evet. ama paketin üstünde tam olarak ne eti olduğunu yazmak son derece zorunlu. "dana bu" deyip geyik satarsan iflasa kadar yolun var.

bu da göl kenarındaki oyun parkı. o kadar mantıklı yapmışlar ki, kendisine "sanayi devrimi çocuk parkı" ismini verdim.


bunun dışında (biliyorum, çok uzadı) üniversiteden bir arkadaşım beni bir yaşam koçuyla tanıştırmak istiyor. ona çok yararı olmuş, mutluluğu ve huzuru bulmuş. önce insanlarla tanışmadığımı, sonra yaşam koçlarını şarlatanlardan daha üstün görmediğimi, ardından halihazırda yeteri kadar mutlu ve huzurlu olduğumu, son olarak da muhtemelen kendisine çok kötü davranacağımı söyledim. hala ısrar ediyor. belki bu hafta görüşürüz. yaşam koçu için çok enteresan bir deneyim olacağını sanıyorum.

27 Temmuz 2013 Cumartesi

çimenler

bir süredir aklıma hikayeler ya da söyleyecek bir şeyler gelir gibi oluyor. araya ya iş ya da daha saçma şeyler giriyor, yazamıyorum. hiçbir yere not da almıyorum. yazabileceklerim bana bile eften püften geliyor gibi.

sanki "iki direndik, şimdi susup olacakları bekleme zamanı" der gibi bir halim var ama öyle değil. beklemek insanı öldürmekten başka bir şey yapmaz. bir de yavaş oluyor biliyor musun, o sıkıntı işte.

bana yine her şey boş geliyor, orası ayrı bir problem. ama sonucu, değişimi önemsemeden iyi ki de oldu bütün bunlar diyorum - muhtemelen ben veya sevdiğim biri ciddi zarar görmediği için. lazımdı. başbakan veya yandaşlar ne derse desin, ne kadar yalan söylerlerse söylesinler, istersek birilerinin gözünde haksız olalım veya aramızda kötü niyetliler olsun; bi' titreyip kendimize gelmemiz gerekiyordu. dışlanmışlar birbirinin varlığını görmeden devrim ya da evrim yok.

artık "biz" diye bir şey var.

bir de "he canım he" tepkisinden bir damla fazlasını hak etmeyen zevzekler var. dedem yaşında adama zevzek demek benim de hoşuma gitmiyor ama "hamileler sokağa çıkmasın" diyen adamın ya ağzına bir tane patlatırsın ya da "konuşuyor işte kendi kendine" der geçersin. "kadınlar bizim nefsimizle oynuyorlağğğrrr!" diye vaaz veren, müziğin günah olduğunu söyleyen sapıkların videolarını çok gördük. o dallamaya laf anlatmak mümkün değil işte, anca öldürüp kurtulursun ya da duymazlıktan gelirsin. madem böcekten daha değerli sayılıyor, üstüne basamıyorsun, cidden yapacak bir şey kalmıyor. saldırmasını bekle, nefsi müdafa diye boynunu kır. saldırmıyorsa da yaşayıp gitsin işte, şunun şurasında kaç yıl ömrümüz var.

küçümsediğim hiçbir şey yok. cidden. bu yavşaklar başlarına kasımpaşalıyı alıp yaşam alanlarımıza müdahale ediyorlar mı? ediyorlar. beyoğlu'ndan masalarımızı, festivallerimizden alkolümüzü, basınımızdan gazetecimizi, yeteri kadar kar etmediği için tiyatromuzu alıyorlar mı? alıyorlar. biz yine yolumuzu buluruz ama. yeri gelir direniriz, yeri gelir toma'ya karşı uzun eşek oynarız. çünkü beni en çok duygulandıran şeylerden biri, koca koca kaldırımların, çatlamış asfaltların arasından çıkmayı başaran birkaç çimen parçasıdır hep. isterse asfalt kilometrelerce sürsün, duble yol olsun, üzerinden her an kamyonlar geçsin - o çimenler çıkmayı başarırlar. asfalt biraz bakımsız kalsa çöker, doğaya ait olmadığı için o koskoca yığının ağzına sıçılır. çernobil bile doğanın toprağı yeniden ele geçirmesini ancak yıllarca geciktirebilir.

ve insanın politikaya, dine, ekonomiye, hayatını yöneten her şeye nanik yapacağı, aptal bir yetişkin yerine anarşist bir çocuk veya yaşlı olacağı zaman mutlaka gelir.

hani ben insan doğasına hiç güvenmiyorum, insanın bok çuvalından başka bir şey olmadığını düşünüyorum ya. belki de bilmediğimdendir. belki umut benim hiç öğrenemediğim şeydedir.

30 Haziran 2013 Pazar

sandık, reklam, iyimserlik, umut ve gerçekler.
izleyin bu filmi.

sıradaki!

anlamadığım çok şey var. bilmediklerim, belki anlamadıklarımdan bile fazla. bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak pek şık bir davranış değil.

bu yüzden fazla vik vik etmemeye çalışıyorum (evet, bu fazla konuşmayan halim. en az sekiz paragraf) "aslında tayyor son çırpınışlarında" veya "bu işin arkasında uzaylılar yok tamam mı?!" diye. bilmiyorum yani. koskoca babam bile, zamanında oy verdiği demirel için "amerika'nın kuklasıymış aslında" diyor bugün. benim eser derecede yaşam tecrübem ve çölde kum tanesi bilgimle olan biteni tüm yönleriyle anlamlandırmam nereden baksan 200 yıl.

gelecekte ne olacağını merak ediyorum. sabırsızım.

peki bu hepimizin derdi olabilir mi?

değişimi kendi yaşam süremiz içinde, hatta mümkünse, henüz gençken görmek istiyoruz belki de. fitili ateşledik,  havai fişekler patladığında orada olmak istiyoruz. öyle bir dünya pek mümkün olmayabilir ama. imkansız demiyorum, mümkün olmayabilir. biz ki, olayları az çok yönlendiren kişiler bile değiliz (vurmadan önce bi dinle), o mini mini parmakları yumruk şeklinde birleştirmedikçe, beatrix kiddo'nun burnunun ucundaki tahtayı kırdığı "kıp! kıp!" hareketini yapmadıkça mikkemmel bir dünya görmemiz pek olası değil. yani neymiş? güç ve sürdürülebilirlik.

biz şimdi çocuk yapmıyoruz ya. o yanlış işte annem. milletin geleceği konusunda söz sahibi olmak istiyorsan çocuğunu da yapacaksın, en az üç çocuk eğiteceksin de. öyle armut piş, ağzıma düş "hayalimdeki türkiye" olmaz.

sonracığma, oturduğumuz yerden siyaset yapıp bir stk'ya veya partiye girmiyoruz ya. o da yanlış işte. bu ülkede demokrasi, mecliste kimin sesi daha çok duyuluyorsa onun demokrasisi. (dış mihrakları iki dakika dışarıda bırakalım lütfen.) şimdiye kadar kahveden dünyayı kurtarabilenle karşılaşmadım şahsen. kahve önemli, o ayrı.

zamanında demirel "yollar yürümekle aşınmaz" demiş, adam haklı. o alaycı cümle, devletin vatandaşa bakışını da mükemmel bir şekilde özetliyor. bu ülke hiçbir zaman vatandaşına, "76 milyonda 1" adamlara gösterdiği saygıyı göstermedi. hiçbir zaman halkın isteğini dikkate almadı. demokrasi hep seçim sandıklarında kaldı (darbe dışı şartlardan ve olabildiğince temiz seçimlerden bahsettiğim anlaşılıyordur sanırım) ve sokağa inemedi. ne zaman halk "ayıboluyo ama!" dese, üstüne polisi, askeri saldılar. yediğimiz fiskeden kat kat ağır yumruklar indi milletin tepesine.

biz hala demokratik, hatta ileri demokratik bir ülkeyiz - sözde. çünkü bizde demokrasi böyle. birileri osurur, birileri sıçar. birileri emir verir, birileri hazır ola geçer. değişmez mi peki bu?

benimle değişmez - hiç bu tarafa bakma. ideolojisiz, inançsız, ileri görüşsüz, asosyal, üşengeç insandan bir halt olmaz. yiğit bulut'un bahsettiği uyuyan hücrelerden biri olsam, "kalk yerine yat" der, örgütten atarlardı beni.

ama şu orantısız zekalı yüzbinler arasında da taksim dayanışması gibi kısır kalmayacak, aklı başında birkaç yüz kişi vardır herhalde. en azından çocuğunu her şeyden önce insan olarak yetiştirecek birileri vardır. olmalıdır. millet tavşan gibi ürüyor valla, biz on yılda bir "nereden çıktı bu insanlar?" diye soruyoruz. adam en az üç isterken haybeye konuşmuyor.

ya, bu kadar konuştum ama aslında diyorum ki, daha fazla kimse yaralanmasın, göz altına alınmasın. o güzelim kalabalık eksilmesin, çoğalsın.

şahsen, birinden dayak yedikten sonra, onun karşısına aynı şekilde çıkmayı tercih etmem. ya adam toplarım, ya sinsi gibi arkasından vururum, ya ödlek gibi uzaktan taş atarım. ama aynı şartlarda, aynı dayağı yediğimde kimsenin beni alkışlamayacağını biliyorum.

belki de artık parklar ve bahçeler forumlarında "sıradaki eylemimiz şurada çömelmek olsun" yerine, en az üç çocuk yetiştirmek üzere müfredat hazırlama çalışmalarına girişilme zamanı geldi.

17 Haziran 2013 Pazartesi

olumlu

bu kadar vit vit ettikten sonra birden aklıma geldi; olumlu, hatta belki de fazlasıyla olumlu baktığım iki şey var:

- şövalye ruhlu semt çocukları çArşı
- hak yiyene hack yediren RedHack

çok takdir ediyorum. en aşırılısından.

tayyip istifa

direnişin ilk romantizmi yerini soğuk mantığa teslim ederken (ki ağzıma sıçayım, 31 haziran'da bile eleştirecek bir şeyler buluyordum), azıcık bir şeyler daha söyleme zamanının geldiğini hissediyorum. kimsenin düşünmediği, yazmadığı şeyler değil. sadece bu akşamüstü kulağıma çalınan birkaç cümle dikkatimi çekti.

eve dönmek için karaköy'den geçiyordum. yanımda bir arkadaşım vardı. arkamdan yürüyen iki polis arkası bitirimi "ölümüne tayyip" sloganları eşliğinde birkaç kişiyi kesebileceklerinden bahsediyorlardı. içimden dönüp "neden peki? birilerini kesmenin yanlış bir şey olduğunu bilmiyor musunuz?" diye sormak geçiyordu. bir şey demeden yürümeye devam ettim ama korktuğumdan değil. onlarla oturup çay içmeyeceğimi bildiğim için yapmadım bunu. yoksa derdimi tarafsız bir nezaketle, gayet ikna edici şekilde anlatmayı da bilirim. gerginlik çıkacak gibiyse hiç gocunmadan "yeg yeaa, ne direnişi, kapitalistin önde gideniyim ben" diye yalan da söylerim. gayet eminim, hiçbirinin aklına "e orada senin gibi kapitalistler de var" demek gelmez.

önce dinleyip sonra da savunmaya geçmek yerine uygun soruları sorunca çözüme ulaşmak - hiç olmazsa zeytinyağı gibi üste çıkmak - zor değil. ama yapmadım. o sırada yanımda arkadaşım olmasaydı bile yapmazdım. çünkü dediğim gibi, onlarla çay içmeyektim.

merak ettiğim şeyler var benim. ama bunları ancak tanıdığım, çaya davet ettiğim, dinine ve başbakanına takım tutan fanatik derecesinde bağlı olduğunu bildiğim komşuma sorabilirim. yolda pervasızca tehditler savuran, tanımadığım adama değil.

komşum, teyzem, amcam, söyler misiniz lütfen, başbakanı neden böylesine seviyorsunuz? anlıyorum, zenginseniz, o adam sayesinde daha zenginsiniz; fakirseniz, o adam sayesinde ilk kez kallavi biri sizin hizmetkarınız olduğunu söyledi. ama yeter mi bunlar? yılan size ne zaman dokunuyor, bunu bilmek istiyorum ben. birileri sokakta öpüştüğünde mi? birileri sizin tiksineceğiniz bir kitabı okuduğunda mı? birileri sizin hiçbir zaman alamayacağınız bir inşaat projesine karşı çıktığında mı? kazancınızın yarısını devlete vermek, deprem olduğunda o paranın aslında varolmadığını bilmek bile mi koymuyor? o adamı desteklemenizi anlarım da, benden niye nefret ediyorsunuz? çünkü biliyorum, bu nefret yeni değil. milyonlar sokağa dökülüp "tayyip istifa" diye bağırmadan önce de vardı bu. o haykırışa biraz da sizin bu nefretiniz sebep oldu.

bir de o haykırış var tabii. o da akşamüstü kulağıma çalınan cümlelerden biri.

beşiktaş'a geldim, ufak bir masa açmış imza toplayan gençlerle karşılaştım. tayyip istifa etsin diye imza topluyorlarmış. birinin elinde pankart var, birinde megafon. onlara da sormak istediğim birkaç şey vardı, sormadım.

çay içecek olsak, "tayyip istifa etse ne olacak?" diye sorardım önce. hadi diyelim adam bir an delirdi, "tamam abi, kapatıyorum dükkanı, hemen şu anda gidiyorum buralardan" dedi, yerine kimi koyacaksın? kılıçdaroğlu'nu mu? bahçeli'yi mi? demirtaş'ı mı? tarhan'ı mı? bir zamanlar "kılıçdaroğlu istifa etsin, yerine böyle adam gibi adam gelsin" dediğin muharrem ince'yi mi? (emine ülker tarhan toma'nın önünde durunca adamın pabucunu hemen dama attın, di mi?) sonunu düşünen kahraman olamaz belki ama bu ülkenin kahramana değil, düzgün düşünen ve davranan bir ceo'ya ihtiyacı var. yoksa öyle haybeden "tam bağımsız türkiye!" demek kolay.

ama bu da bir şeydir. bu kadar büyük bir topluluğun bunu dile getirmesi, en azından, "bir" şeydir.

sevgili okur, lütfen kusuruma bakma. olumsuz düşünce konusunda benimle yarışabilecek kişilerle henüz tanışmadım. belki moral bozmamak için yazmıyorlardır. inan bana, bu yazdıklarım olumsuzluğumun %10'u bile değil. bana kalsa tahrir de fıs.

biliyorum, bu ülkede bir şeyler oldu. henüz sonuçlanmadı. nasıl sonuçlanacağını bilmiyorum. devam eden süreç hakkında atıp tutmak doğru değil. yine de kafamda bir sürü "ama" var. şu bloga yolu düşen kimse yazdığım birkaç cümleyle sinirlenmesin, moralini bozmasın. en azından hayattayız ve alacağımız çok yol var.

8 Haziran 2013 Cumartesi

the revolution will not be televised

çok acayip günler yaşadık, yaşıyoruz. zaman makinesini hiç bu kadar çok istememiştim. şu andan bir ay sonrasını ve 100 yıl sonrasını hızlandırılmış şekilde yaşayabilmek için higgs bozonu yutasım geliyor.

neden meydanda olduğumu, neyi savunduğumu, neye karşı koyduğumu anlatmayacağım. biber gazının tadından, korku ve heyecandan, gözlerimin dolmasına neden olan, ağzımı açık bırakan olaylardan bahsetmeyeceğim. orada olanlar bunların hepsini yaşadılar, olmayanların bir kısmı başkalarından bol bol dinlediler, "camide grup seks bile yapmış olabilirler" diyen andavallar ise zaten ilgilenmiyorlar. komplo teorilerine ise hiç girmiyorum. bazı kişiler gibi ben de banu avarlık yaptım kendi içimde ama bu kadar güzel bir oluşumu şu anda anlamsız olan düşüncelerimle kirletmek istemiyorum.

değişmeyen tek fikrim var, ondan bahsedeceğim: sadece yürüyerek bir şey değişmez.

müthiş bir başlangıç oldu bu hareket. taraflılar, tarafsızlar ve "tarafını zitiim" diyenler birleşti, farklı dertlerle aynı yöne yürüdük. medyaya ve başbakana rağmen/sayesinde hala birlikteyiz. yalnız gezi parkı değil, türkiye'nin dört bir yanı tontiş insan kaynıyor. buraya kadar her şey güzel. peki şimdi ne olacak?

erken seçimden bahsediliyor, malum. bu seçim yapılırsa akp yine bir sürü oy alacak ve 3 dönem kuralı, akp'li bir yetkilinin sözleriyle "uluslararası bir komplo varken" hükümsüz kalacak. aynı adamlar, aynı zihniyet, aynı tas, aynı hamam.

keşke gezi grubu özerk bir cumhuriyet olsa; mutlaka beceremediğimiz şeyler olur ama gül gibi geçinip gideriz bir süre. gargamel tehlikesi sürdüğü müddetçe şirinler köyü'nde sevgi kelebekleri gibi takılırız. belki sonra yeniden birbirimize kıl olmaya başlarız ama orta yolu da buluruz, provokatörlere "höt!" dediğimiz gibi kavgaları da ayırırız. ama öyle bir dünya yok işte. türkiye'de yaşıyoruz ve burada kimin at koşturacağını seçimler belirliyor. ve bir konuda haklılar: bu ülkede düzgün muhalefet olsa bizim sokağa dökülmemiz gerekmezdi.

bu bir halk hareketi ve bir lideri yok. biz varız. şimdiye kadar gözardı edilen, mecliste temsil edilmeyen, internetlerde kendi arasında konuşan insanlarız. başbakan "bu çapulcular bayrak yakıyor" dediği zaman ona inanan çok insan çıkıyor. bu insanlar "yol ver gidelim, taksim'i ezelim" diyorlar. (korkmayın hemen la. havaalanındaki o topluluk babbayı ezer. ama tophane ve kasımpaşa ayrı, onlardan ben de korkuyorum.) ayakta kalmamız için bir sonraki adımımıza karar vermemiz gerekiyor artık. birkaç hafta sonra gezi parkı bugünkü festival tadını kaybedecek - eğer polis tekrar saldırmazsa. o gün, biz hiçbir şey yapmadan gelirse, sadece gezi parkı'ndaki ağaçları kurtarmaya çalışmakla sınırlı kalırsa, o zaman yine yerimizde sayıyor olacağız.

bir şeyleri şimdiden değiştirdik. bazılarımız belki farkında değildir ama bir şeyler değişti. bu kadar uzun süren bir direniş etkisiz değildir. ama etkisini kısa sürede kaybedebilir. occupy wall street %99 için hayatı kolaylaştırmamış olabilir ama italya'da 5 star movement meclise girmeyi başardı. yani diyorum ki, bu aşamaya gelmişken bir şeyler olabilir. ama ancak devamını getirirsek, somut kararlar verirsek.

arman öyle güzel bir şey söyledi ki, onunla bitirmek isterim:
- bir kere uyandın, "5 dakka daha..." diyip tekrar uyuma türkiye.

26 Mayıs 2013 Pazar

çekirdek demokrat

öyle bir ailem var ki, adeta demokrasinin beşiğiyiz. ateistle dindarı yıllarca bir arada yaşattık. kardeşim bir ara milliyetçi olacak gibi oldu, kapışmadan konuştuk. şimdi görüşleri o zamankinden çok farklı. rock'çısı, rap'çisi, çılgın gece yaşamı, göbeğini kaşıyan adamı... muhtemelen hayatımızın hiçbir döneminde aynı partiye oy vermedik - ben zaten oy kullanmaya bile çok yeni başladım, muhtemelen bir daha yapmayacağım.

sonuçta sevgiyle, saygıyla pek lay lay bir yaşamımız var. önceki paragrafta verdiğim örnek gibi küçük harfli tartışmalarımız oluyor. hatta şimdi fark ettim, medeniyetten çatlıyormuşuz resmen. demokrasinin beşiği ne demek; düpedüz aristokrat olmuşuz, bir tek kibarca emir verdiğimiz sebastian'ınımız eksikmiş.  pheyyy!

yok lan. sesimizi yükselttiğimiz de oluyor. biri görevini yapmadığında ya da çok aptalca bir şey yaptığında sinirlenebilir ve bağırabiliriz. ama atom bombasına ya da biber gazına bulaşmıyoruz. birbirimize el kaldırmıyoruz. gerilim olduğunda elektriği atıyoruz sadece. ve bu tartışmalar görüşlerimiz nedeniyle değil, saçmalıklarımız nedeniyle oluyor.

yaşam şekillerine karışmamak nezih aile kurumumuzun yazısız kuralları arasında bulunuyor. mesela ailenin inanç bakımından iki ayrı ucunda bulunan anne ve kız hala, her zamanki gibi iyi anlaşıyor.

bunca zaman "benim de türbanlı arkadaşlarım var yaneee" diyememiştim, şimdi türbanlı annem var diyebilirim. hep inançlı biriydi ama umre'ye gidip huşu içinde döndükten sonra hayatına uzun ve bol giysiler, bone ve eşarp girdi. bana kalırsa daha iyi giyinmeye başladı. eşarp ise yanaklarını hafiften poğaça gibi gösteriyor, ara sıra gıdısından makas alıyorum.

nedense bizden çok arkadaşlarına battı bu durum. "çocuklar ne diyor?" diye bol bol sordular. hayırlı olsun dedik, daha ne diyelim? onun inancı, onun kararı. tabii arkadaşları da annemin hala ekisi kadar sosyal, özgür ve bir eşarpla 180 derece değişmeyecek kadar karakterli olduğunu fark ettiler, "ay nası olur?!" muhabbeti kapandı.

benim bakış açımda değişen bir şey yok. herkesin giydiğine kimse karışamaz. hatırladığım kişisel tarihim boyunca pek de cehape kadın kolları tavrım olmadı. eyyorlamam bu kadar.

ama işin başka bir kısmı da var. dini hala sevmiyorum. bambaşka hesaplar dönerken "din adına" piyonlaşan insanlar tiksindirici. başka bir deyişle, akp dinini sevmiyorum. nihayetinde öpüşme eyleminde adam bıçaklamak insanlığını kaybetmemiş bir müslümanın yapacağı iş değil. ateist zaten böyle şeylerle uğraşmaz, tontiş bir insan türü. bunları da "cacığa doğra bitsin" diyemiyor insan, bıçak onların elinde.

biz çekirdek ailemizde, dip dibe yaşarken farklı görüşleri kavga etmeden barındırabilirken, toplumun genelinde bu anlayışın işlememesine şaşırıyorum ben. o orospu çocuklarının "kurtuluş metroda ahlaksızlığa hayır" deme ve eylemi tekbirle basma hakkını kendilerinde bulmalarına şaşırıyorum. gece 10'dan sonra canım bir içmek istediğinde, evde stok yoksa babayı alacak olmak bana saçma geliyor. 5 posta bu meseleyle ilgili şunu yazmış mesela, hak verdiğim kısımları çok. misal, bakkal yerine süpermarketten yapılacak alkol alışverişinin kontrolü ve vergilendirilmesi çok daha kolay. ama 10'dan sonra migros da açık değil ki lan! falan, filan...

babam da bunların daha iktidara gelirken niyetlerini belli ettiklerini, sadece çok akıllı ve sistemli bir şekilde çalıştıklarını söylüyor. doğru da söylüyor. devrimi kansız yapacaklarını belirtmişlerdi. biber gazıyla, tutuklamayla, yasaklamayla, normalleştirmeyle yapıyorlar işte.

ailem bir gün devrim muhafızlarının kızlarını öldürebileceklerini düşünüyor mudur acaba?

1 Mayıs 2013 Çarşamba

1 mayış (olayı hiç anlamamış insan)

"devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi."

bu cümleyle başlayan tol, hastası olduğum kitaplar arasında en üst sıralara oynar. sarhoşlarıyla, delileriyle, aşklarıyla, devrim umutlarıyla çok çok güzel bir kitaptır.

hep söylerim, bir şeylere yaşayacak ya da en azından yazacak kadar bağlılık duyan insanları kıskanırım ben. çünkü bu duyguyu hiç yaşamadım. belki beynimin bağlılık kıvrımları eksiktir, belki beni giderek bencilleştiren küçük, fark edilmesi zor travmalar geçirmişimdir. bilmiyorum. ve bu durumu iyi ya da kötü olarak tanımlamıyorum.

bugün taksim'e gitmeye çalışan insanları ise "şukkadarcık" (baş parmağımı ve işaret parmağımı cüccük yaparcasına birleştirdim) kıskanmıyorum. bayram kutlamak, isteklerini dile getirmek ve bile bile lades demek arasında çok büyük fark var. çok benzerini mavi marmara için de söylemiştim ve bir gün farklı bir bakış açısı kazanırsam (misal, bir şeye uğrunda sürünebilecek kadar bağlılık duyarsam) bu lafımın arkasında duramayabilirim. ama şu anda diyorum ki, hem bugün taksim'e girmeye çalışanlar hem de taa ne zaman gazze'ye girmeye çalışanlar başlarına gelecekleri gayet iyi biliyorlardı. bu bilinçle hareket ettiler ve görünen köy kılavuz gerektirmedi. "ama polis şiddeti! hükümet baskısı!" falan demenin anlamı yok. şantiyeye girmek tehlikeli ve yasaktır, bu kadar.

zamanında emekçi patronların emperyonik şeysi olan işverenim 1 mayıs kutlamalarının gerçekten bayram havasında olması gerektiğini, insanların bırakın taksim'de toplanmayı, birlikte pikniğe falan gidip en azından bir günlüğüne hayatın tadını çıkarmalarını, sevdikleriyle birlikte olmalarını istediğini yazmıştı. buna katılıyorum ben. çünkü gerçekten devrimin savaşarak değil, yaşayarak gerçekleştirilebileceğine inanıyorum.

son 10-15 yılda türkiye ciddi değişimler yaşadı ve bunlar o kadar da bir anda olmadı. yıllar sonra belki kadınlar hava karardıktan sonra sokağa çıkamayacak ama bu bir günde, tek bir yasaklamayla olmayacak. tamamen senaryo ama şöyle diyelim: önce mini etek giyen kadınlar azalacak, çünkü laf atmalar tecavüzlere dönüşecek. insanlar "eh, kuyruk sallamış, hak etmiş" diyecek (hali hazırda olan bir şey bu). mini etek bir güvenlik meselesi haline geldiği için bizzat kadınlar tarafından reddedilecek. bazı sokaklar kadınlar için güvensiz olacak ve yine kadınlar tarafından haritadan silinecek. ve sonra sıra gecelere gelecek.

(hayır abi, öngörülebilir gelecekte böyle bir şey olmayacak. dediğim gibi, sadece senaryo.)

ama bir şeylerin "normalleşmesi" çok mümkün, bunu biliyoruz. asıl tehlike + fırsat da bu normalleşme. asıl devrim bu. çünkü eğer alışkanlıklar değişmezse, alışmamış götte don durmaz hesabı, o maya tutmaz. diğer yandan, bugün "yok artık!" denilen şeyler, bunu yaşamak isteyenler tarafından sürekli yapılırsa önce moda, sonra rutin olur.

tam da bu yüzden hiçbir yürüyüşe ya da eyleme inanmıyorum. sesini böyle duyuracaksan, kusura bakma ama hayır efendim, devrim falan olmayacak. atatürk veya muhammed tadında lider bekliyorsan, onu da çok beklersin, bizim aramızdan çıkmayacak. nasıl desem... "tahrir tahrir dediler, onu da gördük."

tabii bu hiçbir yürüyüşe katılmayacağım anlamına gelmez, sadece bir işe yarayacağına inanmadığım anlamına gelir. o yürüyüşlerdeki "birlik" havası, sonradan içmeye falan gitmeler, protestodan ziyade "eğlence ortamı" hoşuma gidiyor. ama muhtemelen "hınını hınını hınınınını!" şeklinde slogan atılan yürüyüşlerde bulunmayacağım. hatta şöyle diyeyim, eşcinsellerin ve beşiktaş çarşı ekibinin olmadığı yerde işim olmaz. o darbukalar, defler ortamda olacak arkadaş! asık suratlarla öfkeli kalabalık olunmayacak, yapılan işten zevk alınıp gerekirse göbek atılacak! (halaydan hoşlanmıyorum ama o da olur.)

bir de bunları şakacıktan değil, ciddi ciddi, kendi ismimle yazmak, sevilmeyeceksem bunun için sevilmemek o kadar güzel ki.

"fevkalade orantılı güç" konusunda güncelleme: zincirlikuyu'da otobüsten inen adama niye biber gazı sıkıyorsunuz olm?!

22 Nisan 2013 Pazartesi

bugüne bugün game of thrones aleminde ve dahi diğer fantastik edebiyat ürünlerinde daenerys targaryen reyizin karizması üzerine karizma koyacak birini tanımıyorum. bu böyle biline.

şu anda drizzt ve zaknafein bile gözüme mahalle kasabından hallice görünüyor.

6 Nisan 2013 Cumartesi

hayvan anaları

hayvanları, özellikle de sokak hayvanlarını katlanılmaz derecede sıkıcı bulmaya başladım. bu durum anneleri sıkıcı bulmamla büyük benzerlikler içeriyor. ikisi de durup dururken olmadı. nedeni kesinlikle aynı evi paylaştığım iki kedi değil.

şöyle bir ön bilgi vereyim: biz bu kedilerle aynı evde yaşıyoruz. onlara mama veriyorum, bazen birlikte oynuyoruz. ben onlara mama vermezsem mutlaka bir yolunu bulup beslenirler. olmadı kaçarlar. kedi dediğin, kendine bakmayı bilen bir hayvan. bu konuda köpekten biraz daha gelişmiş. ama ihtiyaç duyarsa köpek de bunu gayet yapabilir.

yani aslen bu hayvanların bize ihtiyacı yok. hatta onları eve almasak kendi türdeşleriyle daha mutlu yaşayacaklarını ve en azından yavrulayabileceklerini düşünüyorum. malum, hayvanlarda bu yaşamın amacı sayılıyor.

sıkılma nedenim bazı hayvanseverlerin "ay cnm çok şkeeeer!" nidaları ve "hayvanları sokaktan kurtarma" çalışmaları. bu kurtarma timinin temel sorunu hayvanları insan gibi görmek. oysa sayın kurtarıcı, senin kıçında bezle dolaştığın ve gerçekten bakıma ihtiyaç duyduğun yaşlarda bu bebeler avlanmaya başlamıştı bile. hayatta kalma konusunda insanlardan çok daha üstünler. sen kim oluyorsun da aslan parçasını sokaktan kurtarıyorsun? bu ne biçim bir kibir?

şahsen sofi'yi sokaktan falan kurtarmadım. hatta bence onu kardeşlerinden ayırmasaydım ve hayatta kalsaydı babalar gibi yaşar, şimdiye kadar futbol ligi oluşturacak miktarda yavru yapardı. benim yaptığım şey, tüm bencilliğimle sofi'yi istemek ve almak, bir de üstüne, ciyaklamasın diye kısırlaştırmaktı. bu hayvan yanımda yatıyor ve benimle oynuyorsa, nedeni bana duyduğu minnet değil, yatağın sıcak olması.

hayvanları sevmek de kesinlikle sorun değil. kimseye "uzaktan sev o zaman" demiyorum, isteyen hayatını onlara adar. benim derdim, çığlık atarak, yanındakine göstererek, reklam yapar gibi sevenlerle. annelere en çok benzettiğim yönü de bu. yavrunu "bugün renkleri öğrendik, oğluşum çok akıllı, anneeeem kurban olurum ben ona, şu güzelliğe bak!" demeden de sevmen mümkün be kadın! ben senin çocuğunla, kedinle, köpeğinle muhatap olmak zorunda mıyım?

etraf libidosunu kaybetmiş, kısa bacaklara ve odun gibi vücutlara sahip, dilenci gibi insanların peşinden yürüyen, koşmayı unutmuş hayvanlarla dolu. onlar gibi "şanslı" (!) olmayanlar sokak raconunu çok iyi biliyorlar, yeri geldiğinde bu tontişlerin ağzını burnunu kırıyorlar. misal, sofi sokakta büyümüş olsaydı, belki kalçasını kırmayacaktı çünkü köpekten kaçmayı daha iyi öğrenmiş olacaktı. belki de ilk denemede ölecekti.

çok acıklı, di mi?

hayır efendim, değil. ölüm er ya da geç geliyor, doğanın asıl kanunu bu. hayvanların bu konuda insanlardan tek farkı var; aynı duyguları taşımıyorlar. münferit örnekler olabilir ama bir köpek, çetesindeki diğer bir köpek öldüğü zaman yas tutmaz. eğer akıllıysa onun ölümünden ders alır, değilse hayatına olduğu gibi devam eder. belki duygusuzluk gibi gelecek ama konu insan olduğunda bile ölen için üzülmem ben. geride kalanlarla empati kurabilirim ama ölen ölmüştür. dahası yok. hayvanlarda ise, kendi anası babası bile o kadar umursamazken, kesinlikle ağlayacak değilim.

"şu hayvanı da sahiplenip sokaktan kurtarsanız" diyenler var ya... ağızlarına kamyonla vurasım geliyor.


böyle düşünür ve çevremdeki hayvan kurtarıcılarının antipatisini toplarken "help ban dogs suck" diye bir cause gördüm facebook'ta. dogs suck diye bir sayfa varmış, facebook bunda abuse ya da graphic image görmediği için sayfayı kapatmayı reddediyormuş. bir kısım insan da sayfa kapansın diye imza toplamaya başlamış.

ulan... sandalye getirin bana!

30 Mart 2013 Cumartesi

118 karakter

iş anlatmayı hiç sevmiyorum ama 118 karaktere kıllığım sessizliğimi bozmama neden oldu. twitter, seni sevmiyorum. artık bunu bilmen gerektiğini düşündüm.

kullananlar bilir, bu alette fotoğraf ya da video paylaşacağın zaman karakter sınırın iyice daralıyor. bence keşke fotoğraf paylaşmasak. zaten kampanya mesajı olmadığı sürece yazdığımız şeylerle de ilgilenmiyorlar sanırsam. bence bir şey yazmasak diyeceğim ama o zaman işsiz kalırım. bunu duymamış ol twitter.

sosyal medya, veya plasenta kimliğiyle konuşacak olursak, "conversation" işine girmeden önce facebook'a daha çok giriyordum. şimdi bazen ajans sayfasına bakıyorum çünkü d. çok geyik şeyler yazıyor. hatta officially "at kafası" olmuş durumdayız. 5 atına falan bekliyoruz. bazen de açıyorum, aynı noktaya 3 dakika kadar boş boş baktıktan sonra kapatıyorum.

daha fazla balık yemeye başladım. which is good. selülitler hala yerinde. which is tam anlamıyla "amk"! yürüyüşe inancımı kaybettim. belki kolesterolüm düzelmiştir ama.

yine bir iş münasebetiyle "çok kral" insanların sakatlıklarını, deliliklerini ve enteresan yaşamlarını inceledim. rüyama girecek kadar uzamasaydı, acayip eğlenceli bir işti. bir gece rüyamda sokrates'in olası asperger sendromu hakkında atıp tutuyordum ve sofi yorganın dışındaki ayağımla güreşiyordu. o sırada bunu platon'un hem filozof hem de güreşçi olmasına bağlamamıştım. ayağım empati ve sözel iletişim eksikliği içinde sofi'ye bir tane patlatmak istedi. bunun yerine sevecen hareketler yaptı zira sofi tam bir fındık kurdu.

ajansta şöyle bir diyalog vuku buldu:

a- şimdi herkese soruyorum. sizce inci beni gerçekten sevmiyor olabilir mi?
i- benim sevmememin ötesinde, kimsenin seni takmadığının da farkındasın, di mi?
a- dur bi', şimdi cevap verecekler. bakın buraya! sizce inci beni gerçekten sevmiyor olabilir mi?
d- evet.
o- evet.
b- belki olabilir. (politik yaklaşım)
d- ama sevmemesi sorun değil, sevmiyor gibi davranmıyor sonuçta. ben sevmesem yüzüne bakmazdım. ne bileyim, bana davrandığı gibi davranıyor. tabii burada nedense beni sevdiğini varsaydım. ahahahaha!

idolüm

şimdi, rica ederim üzerinize alınmayın sayın okurlar, zira bir tanenizin bile bunu yapmadığından eminim. bir markanın facebook sayfasına tek parçası eksik bir puzzle koyuyoruz, aşağıda da numaralandırılmış dört parça var. kullanıcıların "engage" olması için "sizce boşluğa hangi parça gelmeli?" diye soruyoruz. cevap yorum olarak yazılıyor. ama aynı anda yazmış 3-5 kişi tarafından değil. farklı zamanlarda yazmış yüzlerce veya binlerce kişi tarafından! dikkatinizi çekerim sevgili okur, çekiliş, ödül falan yok, hatta bunları çağrıştıracak bir şey bile yok. 240 kişi neden "2" yazar lan?! 

bir de "beğen-paylaş" olayını sevmiyorum. yazmam gerektiğinde (cidden gerekiyor bazen) "bu çikolatayı beğeniyorsan beğen, paylaşıyorsan da paylaş allaaaallaaa, bana ne?" demek istiyorum. 

bu kısım sosyal medyanın karanlık yüzü. ve fakat markanın oturmuş bir kimliği, uydurulmuş olsa bile güzel bir hikayesi varsa, bunun üzerine dönen "conversation" iyidir.

17 Mart 2013 Pazar

haber

bazı haberlerin sonunda (dha) yazar ya... işte ben onu (oha) diye okumaya çok meraklıyım. hobi gibi bir şey.

10 Mart 2013 Pazar

kediler ve sefiller

günlerden pazardı, üç tarafım kedilerle çevriliydi, üzerimde aniden aldığım pink floyd - the wall tişörtü vardı ve sanırım huzur komasına girmek üzereydim.

ajansta her hafta patrona üç adet mutluluk ve mutsuzluk nedenimizi yazmamız gerekiyor. ilk hafta bir şeyler karalamaya çalıştım ama sonra baktım, her şey normal. sürekli "iyiyim ben yeaa" yazıyorum, adam bir süre sonra ciddiye almadığımı düşünecek. ama söyleyecek başka bir şey yok. arada sinirlensem de kısa sürede geçiyor. bazen türk filmlerindeki ritimsiz danslardan yapıyoruz. 80'lere hala kılım. bir ara nesrin topkapı da denedik. aklımıza geldikçe portakalları dolaba koyuyoruz, sonra "ay! çok üşüyoruz!"

bu yıl oscar almış hemen hemen tüm filmleri indirip sadece sefiller'i izledim. bütün konuşmalar notalardan oluşunca müzikali sevmiyormuşum. ya havamda değildim ya da filmde gerçekten bir tırtlık var.

bir de bugün sizlere modadan bahsetmek istiyorum sevgili okur kitlesi. ben bu modanın ta tasarımcısına koyayım, olur mu? gençken giydiğim uzun, bol, siyah, penye metalci eteklerinden hiçbir yerde bulamıyorum. çok aramıyorum da aslında ama sağa sola baktım, öyle etek yok. sevgili moda, lütfen o parlaklı kazaklarını, geyikli taytlarını, türk kadınına hiçbir şekilde yakışmayan tulumlarını ve mümkünse esintileri hala devam eden seksenlerini tarihin derinliklerine göm, asabımı bozma. öpt. kib. bye.

16 Şubat 2013 Cumartesi

harlem shake

üç haftadır bir ajansta çalışıyorum ve hiçbir şey yazmadım. nedeni yazacak bir şey bulamamak, kovulmaktan tırsmak ya da zamanımın olmaması değil.

yaptığım işin ne olduğunu anlamam biraz zaman aldı. iş de pek belli değil zaten. önce c-section, şimdi plasenta olunca yazar mıyım, kadın doğumcu muyum ben de şaşırdım.

facebook'a darlanmadıkça bir şey yazmayan, twitter hesabı olmayan biri olarak sosyal medyayı öğreniyorum. fenomen diye bir şey varmış mesela, bunlar anlamsız bir şekilde götü kalkık reklam mecralarının genel ismiymiş. soğracığma, twitter'daki 140 karakter fotoğraf falan koyunca yalan oluyormuş. bugüne bugün 118 karakterin üstüne çıkamadım, dertliyim. bir de bu sosyal medya gelişiyormuş. "vay be!" dediğinizi duyar gibiyim sayın seyirciler.

her sabah ve çoğu akşam taksim-şişhane arasında 15-20 dakikalık bir yürüyüş yapıyorum. madem spor yapmayı beceremedim, ben de çalışırım o zaman gibi saçma bir mantık içindeyim. o selülitler gidecek, kolesterol düşecek dostlar. yazın o mini etek giyilecek!

dün biz ajansça bir güzellik yaptık. fikir benim olmasa da doğru yerde çalıştığımı hissettirdi. tavrımız net.

20 Ocak 2013 Pazar

Succubus

"Siktir!" diyor Güneş, "Kirayı ne biçim artırmış pezevenk!"

Güneş'in Suriye Pasajı'nın en üst katındaki ofisindeler. Saat sadece beş olmasına rağmen gün geceye dönmüş. İpek pencerenin önünde durmuş, ışığın son oyunlarını izliyor. Uzakta pembe ve turuncu karışımı bir renk yavaşça azalarak karanlığa karışıyor. Bulunduğu yerden İpek bir deniz manzarasına baktığını sanıyor. Sanki oradan Haliç görülebilecekmiş gibi. Sanki Haliç'te suya bu şekilde uzanan bir kara şeridi varmış gibi. Nerede olduğunu, nereye baktığını bile düşünmüyor bir süre. Güneş'le birlikte girdiği bir toplantıdan çıkmış. Aklında biraz orada konuşulanlar var, biraz da toplantıdan önce gittiği iş görüşmesi.

Güneş ve İpek aslında beraber çalışmıyorlar. İpek aylardır işsiz. Ne yapacağını, nereyi kovalayacağını, ne kadar zorlayacağını bilmiyor. Güneş ise eski arkadaşı, zamanında yöneticisiydi. Şimdi yeni bir şirket kurmuş, neredeyse tek başına her şeyi idare etmeye çalışıyor. Ofisin diğer odalarında harıl harıl çalışan üç kişi var. Kalan bir kişi ise harıl harıllık şöyle dursun, kılını bile kıpırdatmak istemiyor. İstemiyor işte adam. Zorla mı? Güneş bu hallerden tiksindiği halde onu atamıyor. Biraz geçmişleri var. Biraz da onları bir araya getiren arkadaşların bağları. Ama tabii en önemli kısmı, işin içinde biraz da paranın olması.

Neyse ki diğerleri çalışıyor. Bu ay da kirayı bir şekilde ödeyecekler. Sonraki ay da. Güneş'in uzun süredir transfer etmeye çalıştığı eleman da geldi ne de olsa, bundan sonra her şey daha kolay. Müşteriler daha bol, ödemeler daha verimli, işler önceden yapılanlardan çok daha güzel. Her şey daha güzel olacak. Ara sıra İpek de geliyor. Sağdan soldan ufak tefek işler aldığı için her zaman yardımcı olamasa da ara sıra gelmesi bile hoş bir şey. Güneş birkaç müşteri daha bulabilse, şirket düzgün bir gelir akışı yakalayabilse, İpek de hep burada olsa mesela. Şu anda ne ek bir bilgisayar alabilir ne de İpek'e istediği maaşı verebilir. Oysa ne olurdu o da biraz dişini sıksaydı? Beraber büyütürlerdi şirketi ne güzel.

Ama İpek pek öyle düşünmüyor. Bir yandan çok sıkılmış bu işlerden. Aklı başka yerlere gitmeye başlamış. Bir yandan da işini gayet iyi yapıyor, zekası kadar deneyimi de sağlam. Öyle birlikte büyümelere, düşük maaşla başlayıp yavaş yavaş yükselmelere burun kıvırıyor. Hemen çok para istiyor. Önemli gelişmeler olmazsa o paranın bir daha uzun süre yükselmeyeceğini biliyor. Beklentisini bu kadar yüksek tutmasa, şimdiye kadar bir sürü işe kabul edilmişti. Şimdi başvurduğu pek çok yer aramıyor bile. "Bana ödediğinizden fazlasını size kazandıracağım" hissiyatını yeteri kadar uyandıramıyor demek ki.

Güneş kira artışını öğrendikten sonra beyninin kayda değer bir bölümünü ona ayırdı. Diğer maillerini okumaya çoktan başladı ama hiçbirini hatırlamıyor ki şimdi. Birkaç satır okuduktan sonra kira artışını düşündüğünü, okuduklarından hiçbir şey anlamadığını fark ediyor. Baştan itibaren göz gezdirmeye başlıyor. Bu kez de beşinci satıra geldiğinde bambaşka hesaplar yapmakta olduğunu, konuyu yeniden kaçırdığını anlıyor. İçini çekerek arkasına yaslanıyor, tavana bakmaya başlıyor.

İpek bir sigara almak için arkasını döndüğünde Güneş'in bir an kırpılmayan, tavana kilitlenmiş gözleriyle karşılaşıyor. Masanın üzerindeki pakede uzanırken, "Ödeyemeyecek gibi misin?" diye soruyor.

"O kadar değil," diye cevap veriyor Güneş, "ama biraz zora sokacak. Belki gelecek ay maaşları geciktirmeme neden olur, henüz bilmiyorum."

Güneş'in gözleri doldu dolacak. Bu kadar zor olmak zorunda mı? Hem kendisi için iyi bir şey yapmak istiyor hem de yanında çalışanların hakkını tam zamanında, son kuruşuna kadar, hatta fazlasıyla ödemek. Kazandığının üçte biri vergiye giderken, ofisin sahibi kirayı son model bir göt gibi ama yine de itiraz edemeyeceği bir oranda artırırken, sürekli yeni yeni masraflar çıkarken, günde 18 saat çalışsa da bir sürü işi yetiştiremezken nasıl olacak? Bir kere eti ne, budu ne? Peki ya yanında çalışanların? Sırf ayakta kalabilmek de değil sorun. Bir fatura kesmek, bir ödeme almak neden bu kadar zor olmalı? Anlam veremiyor. Anlam veremedikçe bu çağın, bu ülkenin, bu şehrin çalışma şartlarına daha da sinirleniyor.

İpek Güneş'in ne kadar büyük bir stres altında olduğunun farkında. Bir şey söylemesi gerekiyor ama ne diyecek? Gelecek hakkında varsayımda bulunamaz o, tahminlerin bile genellikle boş olduğunu düşünür. Pollyanna gibi iyimser de davranamaz, onun bardağı dolu ya da boş değil, her daim kırıktır. Kendini genellikle gerçekçi saysa da hayli olumsuz bulduğu gerçekleri konuşmaktan çekinir, kimsenin umutlarını yıkmaya hakkının olmadığını düşünür. Öyle kolay kolay yalan söyleyip umut da veremez, kendine yakıştıramaz bir kere. Bunun yerine sigara içer. Ağzında hep emzik gibi bir sigara olur. Konuşmamak için sürekli yeni bir nefes çeker. Bir de bira içer. Onu içerken konuşur ama havadan sudan. Ya da bambaşka konulardan. Yeteri kadar hızlı içmeye, bir o kadar hızlı içirmeye çalışır. Sarhoşken konuşulanların %70 önemsizleştiğini varsayar. Sarhoşken önem verildiği için ağlanan konular, hatta bizzat gözyaşları bile önemlerinin %70'ini kaybeder. Çünkü vücuttaki su alkolün hakimiyetine girer.

"Çok işin var mı?" diye soruyor İpek. Devamında neyin geleceği sorma şeklinden bile belli.

"72 sayfa okumam gerekiyor," diyor Güneş, "ama henüz tamamlanmadı galiba. Sonra çıktılar alınacak. Bir saatim falan var yani. Gidiyor musun sen?"

"Gitmem gerekiyor aslında ama bir bira içsek mi diye düşündüm. Biraz çık sen de buradan. Hava al. Kafanı dağıt biraz."

"Nereye gidelim?"

"Bilmem. Yakınlarda bir yer vardır mutlaka."

"Haydi o zaman."

Masaya yayılmış eşyalarını toparlayıp çantalarına tıkıştırmaları, kalın kabanlarını giymeleri, eldivenlerini takmaları, diğer odalarda çalışanlara haber vermeleri, dışarıdan istedikleri bir şey olup olmadığını sormaları iki dakika bile sürmüyor. Bir biraya hiçbir zaman hayır demediler. Bu hevesleri nedeniyle, daha beş yıl öncesinde birlikte çalışırlarken, ayık geçirdikleri zamanlar dakikalarla sınırlıydı. Sonra İpek bir şekilde çat diye kesti içmeyi. Güneş de yavaş yavaş azalttı. Yaşlandıkları için böyle olduğunu düşündüler. Belki sorumluluklarına daha fazla önem vermeye başlamışlardı. Bilmiyorlardı. Ama hala stresli bir durum söz konusu olduğunda, hele ki birlikteyseler, akıllarına hemen bir kadeh bir şey düşüyordu.

Merdivenleri inerken Güneş "Aşağıda yeni bir yer açıldı," dedi, "ne zamandır merak ediyorum. Oraya gidelim mi?"

İpek başka bir yer düşünmeye gerek duymadı bile. Ne kadar yakın, o kadar çabuk.

Merdivenleri inip sola döndüler. Yeni açılmış bar karşılarındaydı. İçeri girdiklerinde bir üst kata çıkan merdivenlere baktılar bir de bulundukları alanın neredeyse tamamını kaplayan bara. Nereye oturacaklarına karar vermek için birbirlerine bir kez bakmaları yeterli oldu. Ne kadar yakın, o kadar çabuk.

Güneş oturur oturmaz kabanını çıkardı, çantasıyla birlikte yanındaki tabureye koydu. İpek kısa süre oturacaklarını, en azından sigara içmek için yakında dışarı çıkacaklarını düşünüyordu. Kabanını da çantasını da çıkarmadı. Bardaki iki adamdan biri hemen karşılarına geçti. Birer bira istediler.

Sıkış tıkış mekanda toplam altı kişiydiler. Bardakiler dışında iki adam daha vardı ve barmenlerin arkadaşları oldukları anlaşılıyordu. Biri AC/DC'nin sesini bastırmak ya da sadece yeni gelen iki kadının dikkatini çekmek için hayli yüksek sesle konuşuyordu. Güneş ve İpek kendi aralarında bir konuşmaya dalmıştı ve adamın söylediklerinin tek kelimesi bile kulaklarına ulaşmıyordu.

"En zor kısım fiyatlandırma," dedi Güneş. Mevcut müşterilerinin çoğunu yıllardır tanıyordu. Zaten sıcak kanlı bir insan olduğu için hepsiyle dostluğa varan ilişkileri vardı. "O kadar yakın olunca standart fiyatları versen de indirim istediklerinde karşı koyamıyorsun. Bir süre sonra iyice laçkalaşıyor zaten. Nasıl fiyat vereceğimi, faturayı ne zaman keseceğimi falan iyice şaşırdım."

"İyi de iş başka, dostluk başka," dedi İpek.

"Sen sanki farklısın. Şimdiye kadar sana ne kadar ödeme yaptım ben?"

İpek konuşma bu şekilde devam ederse savunacak hiçbir şeyinin kalmayacağını biliyordu. Cevap vermek yerine birasından bir yudum daha aldı. Gözlerini yere indirip biraz güldü. Sonra kafasını aniden kaldırdı, barmenle göz teması kurmak için birkaç saniye bekledi. Barmen ona baktığında "Burada kesinlikle sigara içirmiyorsunuz herhalde?" diye sordu. Tabii ki içirmiyorlardı. Yasak ilk çıktığında bazı işletmeler çaktırmadan kuralı yıkmaya çalışmış ve karşılığında çok büyük cezalar ödemişlerdi. Denetlemeler de gittikçe sıkılaşıyordu. Yeni açılan bir yerin cengaverlik yapmamasından doğal bir şey olamazdı.

Güneş sigarasını çıkarmıştı bile. Tüm sevimliliğiyle "Ama biz komşuyuz," dedi, "hemen yukarıdayız. Öyle bir ayrıcalığımız olmaz mı?"

Barmen bir an düşünür gibi oldu. Güneş'e karşı koymak pek çok erkek için belirli zorluklar içeriyordu. Bu testi geçmenin barını korumak kadar değerli olmadığını hesaplayarak izin veremeyeceğini söyledi. İpek ve Güneş dışarı çıkıp barın hemen önüne yerleştirilmiş iki masadan birine oturdular. Barmen elinde küçük bir elektrikli sobayla dışarı çıktı.

"En azından böyle soğuk biraz kırılır belki. Kusura bakmayın lütfen, gizlice kontrole gelebiliyorlar."

Güneş ve İpek hemen anlayışlı cümleler kurup tatlı tatlı gülümsediler. Barmen içeri girince konuşmaya devam ettiler.

"Böyle olması çok saçma geliyor bana," dedi İpek, "yani düşünsene, babalarımız bizim yaşlarımızda çoktan aile kurmuş, ev ve araba almış, çocukların özel okul masraflarını düşünmeye başlamıştı bile. Bizim neyimiz var şimdi?"

Güneş yere bakarak dudaklarını memnuniyetsizce büzmekle yetindi.

"Şimdi biz kira öderken bir gün ev sahibi olabileceğimizi hayal bile edemiyoruz. Rezalete bak. Sen şirket kurdun, yok vergisidir, yok kirasıdır, it gibi çalışıyorsun. Şahsen, hayatta kalmak için bu kadar çalışmanın şart olmaması gerektiğinden eminim. Yanlış yaptığımız bir şeyler var muhakkak."

Bardaki adamlardan biri sigara içmek için dışarı çıktı. Yanlarındaki masaya oturdu. Konuşmaya katılmak için istekli görünüyordu ama İpek'in ellerinin kuş kanaları gibi endişeyle çırpındığını, buna uyumlu olarak kaşlarının iyice çatılmaya başladığını görmesi bir süre daha sessiz kalmanın daha uygun olacağını hissettirdi.

Güneş, "Piyasa şartları eskisinden çok farklı," diye devam etti. "Bu konuda yapacak pek bir şey yok. Bir de anlamıyorum, sen neden her şeyi kendine mal ediyorsun ki? Olumsuz her şeyin sorumlusu senmişsin gibi davranıyorsun."

"Bilmiyorum. Yapan yapıyor sonuçta. Belki de sandığımız kadar zeki değilim."

Güneş sinirlendi. İpek ne zaman kendi zekasına hakaret etmeye başlasa sinirlenirdi. Tanıdığı en akıllı insanlardan biriydi ve bunun değerini hiçbir zaman görememişti.

Barmen tekrar dışarı çıktı. İpek birasını bitirmiş, Güneş'i bekliyordu. Sonra gitmeyi planlıyordu. Güneş'in de işi vardı, onu daha fazla tutmak istemiyordu. Barmen sorduğunda ikinci birayı istemediğini söyledi. Güneş "Bir tane daha içse miydik?" diyene kadar içmemekte kararlıydı da. Ama Güneş biraz daha kalabileceğini, ne de olsa yukarıdakiler işlerini bitirmeden kendisinin de çıkmayacağını söyleyince...

Yukarıdakilerin üzerinde çalıştıkları işten bahsettiler biraz. İpek biranın yanı sıra soğuğun da etkisiyle iyiden iyiye harekete geçen mesanesini boşaltmak üzere tuvalete gitti.

İşini çabucak bitirip döndüğünde yan masadaki adam onların masasının başında, yüzünde özür diler gibi bir ifadeyle dikiliyor ve İpek'in şişesini elinde tutuyordu. Biranın yarısı yere dökülmüştü. İpek'in yüzündeki ifade şaşkınlıktan memnuniyetsizliğe, hatta pek çok kişi tarafından öfke olarak algılanabilecek bir duruma geçti. Adama kızmamıştı. Özür dilediği zaman "Olur öyle, ziyanı yok," diyecekti aslında. Ne var ki gözlerinin verdiği mesaj "o şişeyi kafanda parçalayacağım"a daha yakın görünüyordu.

"Kusura bakmayın. Soba ne kadar ısıtıyor diye elimi uzatırken düşürdüm. Ama hemen yenisini getiriyorum. Çok özür dilerim."

Adamın yarı aralık kapıdan kafasını uzatıp "Mahir! Hemen aynısından bayana bir tane!" dediği duyuldu.

Güneş sonuna yaklaştığı birasını göstererek "İstediğiniz zaman benimkini de düşürebilirsiniz," dedi. Ayak üstü gülüştüler. Aradaki buzlar kırılmıştı muhakkak. Yine de adam getirdiği yeni birayı İpek'in önüne bırakırken, vahşi bir hayvana yaklaşmaya çalışan maceracı tedirginliğiyle elini çabucak çekip bir adım uzaklaştı.

İpek teşekkür ettikten sonra adam kendi masasına yerleşti ve bir sigara daha yaktı. Bulunduğu yerden "Sizin orası aslında fena değilmiş, burası buz gibi," dedi. Ortaya attığı laf işe yaramıştı. Güneş adamı soğukta kalmaması için masaya davet etti. Adam büyük bir mutlulukla masadaki üçüncü sandalyeye yerleşti.

"Valla çok sağolun, donacaktım orada."

İpek, tanımadığı insanlarla konuşmaktan hoşlanmıyordu. Hemen her zaman yaptığı gibi, kendisine doğrudan soru yöneltilmedikçe dinlemeye, adamın tepkilerini incelemeye ve konuşmayı Güneş'e bırakmaya karar verdi. Diyalog başlatmak ve karşısındakine rahat hissettirmek Güneş'in en güçlü yönlerinden biriydi. İpek ise tam aksine, karşısına ilk kez oturmuş herkesi tedirgin etme yeteneğine sahipti. Çünkü insanlar bir değerlendirmeye tabi tutulduklarını anlıyorlardı. Bunu teklifsizce yapabilecek cüreti gösteren, üstelik kendisi hakkında hiçbir ipucu vermeyen biriyle başbaşa kalmak, kimsenin en sevdiği zaman geçirme yöntemleri arasında sayılamazdı.

"Bu arada, ben Nihat."

Güneş ve İpek de isimlerini söylediler. Adam hemen uzanıp daha yakınında oturan Güneş'in elini sıktı. Sıranın kendisine geleceğini anlayan İpek, elini uzatmak yerine omuz hizasında kaldırıp yakın mesafeden el sallamayı tercih etti. Nihat kendini biraz daha tedirgin hissettiyse de İpek'e daha fazla yaklaşmak zorunda kalmadığı için içten içe memnun oldu. Bir yandan da İpek'in neden böyle olduğunu merak etmeye başladı. Güneş kesinlikle bu geceyi beraber geçirmek istediği kadındı. Çekici, konuşkan, espriliydi. Pozitif enerjiden oluşan aurasını metrelerce uzaktan bile hissettirebiliyordu. İpek ise onun tam tersiydi. Belki içi boştu, belki de büyük hazineler saklıyordu ama kapalı bir kutuydu. Olağanüstü merak uyandıran bir havası vardı. Bu nedenle Nihat geceyi İpek'le geçirmek değil, onu bir laboratuara kapatıp incelemek, kafasının içine girmek, matruşkalarını birer birer açmak istiyordu. Kendisiyle uzun süre uğraşılmasına izin verecek miydi peki? Bu da bir muammaydı işte.

"Mekan sahipleri arkadaşlarınız galiba?" dedi Güneş. Nihat'ın neden masaya gelmek için can attığını biliyordu. İçinden ne cevherler çıkacağını, tekrar görüşmeye değer olup olmadığını anlamanın tek yolu onu mümkün olduğunca konuşturmaktı.

"Öyle sayılır. Bizim bir İsmail ağabey var, mekanın asıl sahibi o. Burada sekiz tane falan barı var. Mahir'le Umut da buranın işletmecisi oldular, asıl onlarla arkadaşım ben. Dün gece gelecektiniz aslında. Açılışı yaptık. Doksan kişi toplandık buraya, hepsi bizim arkadaşlar. Aslen Bakırköylü'yüz, buralarda öyle ara sıra takılıyoruz. Dün Bakırköy'ü buraya taşıdık. Komşuymuşsunuz siz de?"

"Evet, üst katta ofisimiz var."

"Ne iş yapıyorsunuz?"

"Reklamcıyız biz. Siz ne yapıyorsunuz?"

"Uçak teknisyeniyim ben. İki gün çalışıyorum, iki gün off'um var. Dün, bugün geldim işte öyle."

"Genellikle Bakırköy'de takılıyorsunuz yani?" dedi İpek. Güneş Bakırköy'ü pek bilmezdi ama İpek 13 yıl önce orada dersaneye gitmişti. Sıkıldığı için sık sık "Sigara almaya çıkıyorum" diyerek dersi kırar, gün boyunca bir daha dersaneye dönmezdi. Derslere girmediğini ailesine çaktırmamaya çalıştığı için gününü Bakırköy'de boş boş dolaşarak, küçük kafelerde kahve içip kitap okuyarak geçirirdi. O zaman da rock dinliyordu ama koskoca Bakırköy'de müzik dinleyip bira içebileceği, benzer zevklere sahip kişilerle zaman geçirebileceği tek bir mekan yoktu. Bir keresinde bar diye girdiği yer düpedüz türkü bar çıkmıştı. Canlı müziğin amacı sulu birayla gevşediğini sanan insanlara halay çektirmekti. Müzik başladıktan sonra birasını bile bitirmeden çıkmış, daha önce girmediği sokaklarda ilerlerken kendini istasyonun arkasında bulmuştu. Metalci tipli birkaç genç duvara tünemiş, gazetelerle sarılmış kutu biralarını içiyorlardı. Bir an yanlarına gitmeyi düşünmüştü. Sonra sokakta birileriyle tanışamayacak kadar asosyal olduğuna karar verip Taksim dolmuşlarına doğru ilerlemiş, hayatında yeni bir dönemin kapısını açmıştı. Dersane ailesine İpek'in devamsızlığıyla ilgili bir mektup gönderene kadar da böyle devam etti.

"Tabii, hep Bakırköy'deyiz biz. Bir de dans etmek için burada Araf'a geliyoruz. Siz de gider misiniz oraya?"

Güneş İpek'e baktı, mekanla ilgili hiçbir fikrinin olmadığını anladı. Kendisi de bilmiyordu. Kısaca "Hayır," dedi. İpek "Buradaki mekanları bilmek için biraz yaşlandık biz. Dans mekanlarını eskiden de bilmezdik," diye tamamladı.

Dans konusu Güneş'in ilgisini çekmişti. Bardan Ozzy Osbourne duyuluyordu. Bir rock bardan çıkan insanların dans sevmesi pek alışıldık bir durum değildi.

"Dans etmeyi seviyorsunuz yani?"

"Tabii canım, bayılırım! Hep Araf'a gidiyoruz biz, sabaha kadar dans ediyoruz. Bir ara siz de gelin mutlaka."

"Ne çalıyorlar orada?"

Nihat buna nasıl cevap vereceğinden emin değildi. Metalin bile bir sürü türü vardı. Hepsi kulağına böğürtü gibi geliyordu ve diğer müzik türlerinin tek farkı böğürme yerine dans müziği olmalarıydı ona göre. En kısa yolu seçip en bilinen ismi salladı. "Böyle, ne bileyim, alternatif falan..."

Özellikle yeni tanıştığı kişiler söz konusuyken algıları sonuna kadar açık olan Güneş, müzik türlerinden çok anlamasa da bu ufacık belirsizliği kaçırmamıştı. Eğlenmek için biraz zorlamaya karar verdi. İpek'in de kendisine katılacağından adı gibi emindi.

"Şurada bir iki figür göstermez misiniz bize?"

"Bu müzikle mi?"

"Tabii," dedi İpek, "neden olmasın?"

Nihat rahatsız olmuştu. Güneş'in sorusu çok yersizdi. İpek'in onu desteklemesi ise bela habercisi gibi görünüyordu. "Bu müzikle olmaz," diye kestirip attı.

"Değiştirelim müziği?" diye üsteledi İpek. "Ne de olsa işletmeciler arkadaşınız. Sizin için bir dans müziği çalmazlar mı yani? Biz bizeyiz sonuçta."

Nihat ısrar karşısında giderek geriliyordu. "Buranın konsepti uygun değil bir kere," diye cevap verdi omuzlarını kaldırıp boynunu geriye çekerek. Aslında biraz daha zorlasalar yelkenleri suya indirecekti. Ama Mahir'le Umut'u ikna etmesi imkansızdı. "Bir ara birlikte Araf'a gidelim, beraber dans ederiz."

İpek Nihat'ın vücut dilini okumaya odaklanmıştı. Bara doğru attığı kısacık, endişeli bakış da gözlerinden kaçmamıştı elbette. Bunun üzerine oynamaya karar verdi. Nihat'ı az çok çözdüğünden, damarına nasıl basacağından neredeyse emin olmuştu. Kalkıp kapıyı açtı, kafasını uzattı.

"Pardon... Doors çalmanız mümkün mü?"

Mahir gülerek, "Onun istediği hiçbir şeyi çalmayız," dedi.

"Yok," dedi İpek, "Doors'u biz istiyoruz. Ama belki Nihat'ı masaya çıkarıp dans ettirebiliriz de."

Barda bir kahkaha koptu. İpek bağırarak konuşmadığı için dışarı taşan tek ses bu kahkaha olmuştu. Nihat içeridekilerin kendisine bakarak güldüklerini gördü. Bunlar da sözde arkadaş olacaktı. Yabancıların yanındaylen bile onunla dalga geçebiliyorlardı. Şu kadınlar bir gitsin... Hatta Nihat şu kadınlardan biriyle bir gitsin. İşte o zaman el mi yaman, bey mi yaman görürdü onlar. Kendi barlarından, onlardan önce hatun kaldırırsa, kiminle dalga geçtiklerini anlayacaklardı.

İpek yerine otururken "Arkadaşların var ya, seni hiç sevmiyorlar," dedi. "Onların yanında biraz tekne kazıntısı gibisin bana sorarsan."

Nihat "Sana sormuyorum," diye cevap vermeyi ne kadar isterdi. Ama hem şansını sıfıra indirmemek için hem de o anda aklına böyle bir cümle gelmediğinden "Yaa, biraz işte..." diyerek güldü. L.A. Woman başladığında Güneş, "Dans etmeyeceksin yani?" dedi. Nihat'ın mırın kırın edeceğini biliyorlardı. Yine konsept monsept diye başlarken Güneş ayağa kalktı, "Eh, oynayamayan gelin yerim dar dermiş. Ben birazdan geliyorum. Bu arada, istersen biramı düşürebilirsin," diyerek tuvalete gitti.

İpek'le yalnız kalınca Nihat'ın tedirginliği iyice arttı. Sessizliğin durumu daha da zorlaştıracağını düşündü. "Sen peki, dans etmez misin?" diye sordu.

İpek doğrudan gözlerine bakıyordu. Farklı şartlarda böyle bir bakışın flörte giden yol olduğunu düşünebilirdi. Bu kızda ise konuşmaksızın sorgulandığını düşünüyordu. Soruları bilmiyor, vermesi gereken cevapları kestiremiyor, neden bu durumda olduğunu çıkaramıyordu. "Ben sadece ayağımla ritim tutup omuzlarımı oynatırım," dedi İpek. Hah! Bir cevap gelmişti işte. Bunun üzerinden yol alabilirdi.

"Sen ağır birisin yani," dedi Nihat. Cümlesi bir soru değil, önerme şeklindeydi. İpek'in sadece tek kaşını kaldırdığını gördü. Devam etmesi gerektiğini hissetti. "Ben insanları çok iyi anlarım, birkaç konuşmada hemen notunu veririm. Mesela Güneş daha rahat biri, onunla eğlenceli zaman geçirilebilir. Sen ağır birisin. Pogo yaparsın ama belki."

İpek tek kelime etmedi, cevabını bakışları verdi. Az önce soru sormak için kalkan tek kaşa diğer arkadaşı da katılmış ama alaycı bakışlarla birleşince, gülümseyince çok sevimli olabilecek bu sert yüze, "Gerizekalı mısın sen?" ifadesi kazandırmıştı. Bu arada Güneş de geri dönmüş, İpek'in ne yaparak Nihat'ın yüzündeki bütün rengi uçurduğunu merak etmeye başlamıştı. İpek'in "Nihat senin kolay lokma olduğunu düşünüyormuş" demesinden korkan Nihat, Güneş'in gelişinden de biraz cesaret alarak "Ben bir konserde pogo yaptım, çeneme üç dikiş attılar," diye atladı. Güneş bu bilgiyle hiç ilgilenmediyse de nezaket gereği, Nihat'a rahatsız hissettirmeyecek bir tepki verdi. Şaşırmış gibi yapıp gülümserken İpek, "Hayatımda pogo kadar saçma bir şey görmedim. Üç dikişten sonra senin de aklın başına gelmiştir herhalde. Dans iyi, pogo kötü. Basit, değil mi?" şeklinde son derece patavatsız, bir o kadar da provokatif bir cevap verdi. Nihat'ın gözleri parladı. Eline bir koz geçtiğini düşündü, hevesle cevap verdi.

"Dans iyiyse sen neden dans etmiyorsun?"

"Aslında ediyorum. Hatta çok iyi dans ederim, uzun süre Latin dansları öğretmenliği yaptım."

Bunu söylerken İpek'in ifadesinde en ufak bir ciddiyetsizlik bulamadı. "Nasıl..." derken dikkatle incelemeye, en ufak bir kas hareketini, gözlerdeki belli belirsiz bir kaymayı yakalamaya çalışıyordu. İpek hala gözlerinin içine dimdik bakıyor, sanki lazerleriyle kafatasını kolayca geçip beynine ulaşmış, kıvrımları arasında dolaşan şaşkınlığı incelemekteymiş gibi davranıyordu. Nihat bir cevap bulma umuduyla Güneş'e baktı. Buz gibi bir ciddiyetle karşılaştı. "Evet," dedi Güneş, "İpek çok iyi dans eder."

İpek bir sigara daha yakmak için birasını masanın üzerine bırakırken, "İşin doğrusu," dedi, "bu masaya oturduğundan beri sana yalan söylüyorum. Aslında reklamcı falan değilim, Güneş'le çalışmıyorum, bu binaya pek sık uğramam bile. Medikal bir şirkette ürün müdürüyüm ben."

"Asıl bu söyledikleri yalan," diye düşündü Nihat, "aklı sıra beni kandırmaya çalışıyor." Ne kadar hızlı cevaplar verebileceğini görmek için sorularını sıralamaya başladı.

"Hangi şirketmiş bu?"

"Abbott."

"Nerede?"

"Karşıda. Küçükyalı'da."

"Hangi ilaçtan sorumlusun?"

"Serdoksin."

Hızla cevap vermesine rağmen İpek tek bir doğru cevap vermemişti, hatta ismini söylediği ilacın varolup olmadığını bile bilmiyordu. Nihat'ın şaşkınlığı onu eğlendiriyordu, Güneş'in de bundan çok keyif aldığını biliyordu. Ama Nihat bu durumdan hiç hoşnut değildi. Güneş'le ufak da olsa bir şansının olduğunu düşünmese kalkıp giderdi. O anda aklına bu kozu oynayabileceği geldi.

"İyi de neden yalan söylüyorsun ki?"

"Pratik yapmak için."

"Nasıl pratik yapmak için? Neden böyle bir şey isteyesin ki?"

"Çünkü yalan söylemek tutarlı olmayı gerektirir. Ben de kendimi geliştirmek için sürekli senin gibilerle pratik yapıyorum."

"Ben hiç hoşlanmam böyle şeylerden. Hayatım boyunca hiç bana dürüst davranmayan insanların yanında olmadım."

Buz gibi bir sesle "O halde neden hala bu masadasın?" diye sordu İpek. Güneş pası yakalayıp "Sen de hiç anlattığın gibi biri değilsin galiba. Belki sen de tutarlı olmak için biraz pratik yapmalısın," diye devam etti. Nihat düşünmek için biraz zamanı olsa, bir kaç saniye bile yeterdi, kadınları göt edip kalkacak ve arkasına bakmayacaktı bile. Ama İpek ve Güneş birbirinin cümlelerini tamamlamaya, Nihat'ı aralarında pinpon topu gibi oynatmaya başlamıştı. Bu kadar ezildikten sonra bir şey yapması, onlara iyi bir ders vermesi şarttı. O anda olmasa bile...

"Telefon numaranı istediklerinde de böyle mi yapıyorsun sen?" diye sordu İpek'e.

"Yoo, veriyorum. İstiyor musun numaramı? Yaz. 0532 700..."

"Ohooo! Öyle yedi yüzlü mediyüzlü şirket hattı vereceksen ne anlamı var ki? Vereceksen doğru düzgün numara ver."

"Bu şirket hattım değil, kişisel numaram. Yazıyor musun?"

Nihat telefonunu çıkarıp tuşlamaya başladı. "Kaç diyordun?" İpek numarayı söyledikten sonra arama tuşuna bastı ve "Şimdi faka bastın!" tavrıyla kadını süzmeye başladı. İpek gülümsüyordu. "Yerinde olsam bunu yapmazdım. Kiminle karşılaşacağını bilmiyorsun. Sana sürekli yalan söylediğini açıkça belirten birine neden hala güveniyorsun ki?"

"Ben dedim işte! Onun için aradım. Hah, numara kullanılmıyormuş zaten! Ben dedim işte. Neden bunu yapıyorsun dedim. Aramayacağımı sandın, değil mi? Kandırabileceğini sandın." Biraz sakinleşmek için durdu, telefonunu montunun iç cebine yerleştirdi. Derin bir nefes alıp yeniden konuşmaya başladı. "Hiç sizin kadar zor bayanlarla karşılaşmadım."

"Bence bunu tanıştığın her kadına söylüyorsun," dedi İpek. Hala alay ediyordu. Artık sadece gülümsemesine değil, ses tonuna bile işlemişti bu alaycılık.

"Vallahi söylemiyorum!" diye itiraz etmeye başlamıştı ki, Güneş, "O halde pek fazla kadınla tanışmıyor olmalısın," dedi. İpek, "Aslında bu tiple pek de zorlanmaman gerekiyor, oldukça yakışıklısın," derken alay mı ediyordu, yoksa iltifat mı, hiç belli olmuyordu. Nihat'ın panik yapıp ağzına geldiği gibi konuşmasına, sarhoşluğun da etkisiyle cümlelerini karıştırmasına ramak kalmıştı. "Benim bir sürü bayan arkadaşım var!" itirazıyla birlikte sesi iyice yükselmişti. Kadınlar "Bayan!" diyerek gülmeye başladılar.

"Bayan tabii! Hem hiç de zor olmuyor, tamam mı? Bir bara damsız giremediğimiz zaman bile hemen birini ayarlıyorum. Parasını veririz diyorum..."

"Ah," diye iç çekti Güneş, "Parasını veririz tabii. Bayan ne de olsa. Bir sürü bayan arkadaşın da var, öyle mi? Hepsine de parasını veriyor musun? Sahi, hayatında özel biri yok mu senin?"

"Olmak zorunda mı?"

"Yoo, değil," dedi İpek, "sadece meraktan soruyoruz. Özel biri yok mu?"

"Olmak zorunda mı?!"

"Değil dedim ya, sadece merak. Kaç yaşındaydın sen?"

"40."

"Ben de öyle tahmin etmiştim. Merak ettiğim, bunun bir tercih mi, yoksa zorunluluk mu olduğu. Mesela benim gibi 52 yaşında olup hala evlenmemişsen, bunun bir prensip meselesi olduğu düşünülebilir."

İpek bir anda ne kadar yüksekten attığını fark etti ama geri alamadı. 32 yaşında olup 27 görünen birinin, 52 yaşında olduğunu söylemesine Nihat bile "Yok artık!" diye itiraz etme gereği duymamıştı.

"Öyle diyelim! Prensip meselesi, tamam mı?"

"Tamam da niye bağırıyorsun ki?" dedi Güneş, "Seni sinirlendirecek bir şey mi söyledik?"

"Yalan söyleyip duruyorsunuz!"

"Bir dakika, bir dakika," diye araya girdi İpek, "Güneş'i suçlamana hiç gerek yok, yalan söyleyen sadece benim. Bir de Güneş, kalksak mı artık? Senin daha çalışman gerekiyor, daha fazla içersek zor olacak. Ben de artık gitsem iyi olur."

Birlikte bara girdiler. Nihat allak bullak olmuştu ama arkadaşlarına çaktırmak istemiyordu. Zaten olmayacak duaya amin deyip boşu boşuna götünü dondurduğu için dalga geçeceklerdi. Bir de bu iki orospunun onunla nasıl oynadığını öğrenirlerse iyice şamar oğlanına dönerdi. Hesabı ödedikten sonra Güneş, "Bizim için bir dans etmedin be Nihat, aşkolsun," dedi. Nihat arkadaşlarına samimi görünmeye çalışarak iki kadının omuzlarına kollarını attı, "Buranın konsepti farklı dedim ya. Bir gece Araf'ta buluşalım, o zaman size ne figürler göstereceğim."

Güneş dudaklarındaki gülümsemeyi hiç silmeden, sadece hafif bir kafa hareketiyle "O eli alalım oradan yalnız..." dedi. Nihat'ın gider ayak iyice yavşaklaşmasına sinirlenmişti. Hemen Güneş'in omzundaki elini çekip İpek'e baktı. O da sinirlenmiş miydi? Bu tepkiyi asıl onun vermesi gerekmez miydi? Oysa Karlar Kraliçesi tepkisizdi. Yine alaycı bir gülümseme eşliğinde, "İstesek seni donumuzda sallarız" bakışlarıyla, hiçbir rahatsızlık belirtisi göstermeden duruyor, arkadaşının çantasını toparlamasını bekliyordu.

"Korkma," dedi, "elin orada kalabilir. Ne de olsa bir daha görüşmeyeceğiz."

Nihat bu öngörüyle biraz hayalkırıklığına uğramıştı ama bir yandan da gerilmiş bütün kaslarında ılık bir rahatlama yayıldı. İkinci bir çene yarışından, karşısında bir tek İpek olsa bile, ne kadar hasarla ayrılabileceğini kestiremiyordu. "Görüşmeyeceğiz, değil mi?"

"Hayır. Tabii eğer bu akşamın hikayesini yazmazsan. Çünkü Nihat, ben aslında ürün müdürü falan da değilim. Bir yayınevim var. Bu geceyi doğru düzgün anlatabilirsen senin hikayeni de basabilirim. Hatta bu bilginin ardından, soyadımı bilmesen de araştırma yapmak için bir çıkış noktan var. Hikayeni yaz, sonra beni bul."

Nihat hikaye yazmayı hiç denememişti. Ama oldukça ilginç, anlatmaya değer bir gece geçirmişti. Kabus gibi olsa da ilginçti, bazı kısımlarını değiştirerek bol bol anlatacağından emindi. O halde yazabilirdi de. Hem belki o zaman... Peki İpek'in gerçekten bir yayınevi var mıydı?

"Önce onu araştırmalıyım belki de," diye düşündü. Melih'ten bir bira daha isteyip gözlerini tavana dikerek düşünmeye başladı. Bu gece tam olarak nasıl başlamıştı?

15 Ocak 2013 Salı

rüyalarda buluşuruz, bu şarkıyla soyuluruz

kilidimin kırılmasını fazla sallamıyormuş gibi davransam, hatta öyle hissetsem de (galiba bu durumda fiilin hissetmemekle ilgili bir şey olması gerekiyordu) sabah gördüğüm rüya bilinçaltımın götüm götüm kaçacak delik aradığını söyledi. tabii tırsaklığım yine kendisini "bilgisayarıma bir şey oldu mu lağn?!" şeklinde gösterdi ki, bağımlılığımın boyutlarını varın siz tahmin edin.

merhaba, ben inci. 
ben bir bilgisayar bağımlısıyım. herhangi bir bilgisayar değil, sadece bir bilgisayar.
aynı zamanda nikotin, kafein ve burun spreyine de kayda değer sempati besliyorum.

rüyamdaki hırsızlığın saçmalığı kıçın açık kalmasıyla açıklanamıyor, bunu hırsızların deneyimsizliğine bağlıyorum.
(ayrıca ben yorganla bütünleşerek yatan biriyim, parmak ucumun bile açık kalması ihtimal dışı. olur da bir yorum getirmek istersen diye bu lafım sana sevgili rezzan kiraz.)

şimdi efendim, rüyada apartman yöneticisi olan komşum beni uyandırıyor ve evde hırsız olduğunu söylüyor. aman yaleppim diye kalkıp hırsızların cirit attığı bölgeye doğru koşuyorum. bir yandan da "bilgisayarım gitmiş mi?!" diye bağırıyorum. komşu gayet rahat "yek yeaa, bilgisayar yerinde" diyor. tabii o sırada eski diye çalmaya tenezzül bile etmediklerini düşünmüyorum ama öyle olsa haksız sayılmazlar. ve fakat o da nesi? ev adeta benim evim değil, sekiz odadan müteşekkil bir teknoloji mağazası! üstüne üstlük hırsızlar o kadar rahat ki, ışıklar açılmış, çaylar içiliyor, bir de müzik açmışlar, peheyyy! iki kişi ıvır zıvır çalmaya çalışırken beni uyandıran komşunun da aletlere alıcı gözüyle baktığını, hatta birkaç tanesini cebe indirmeye başladığını görüyorum. sen de mi apartman yöneticisi?! evet, diyor, ben de tabii ki! lağn!

ondan soğracığma ben elime bir tava geçirdim miydi, başlıyorum bunların beynine beynine indirmeye. nispeten tıfıl olan iki hırsızı biraz pert ediyorum ama apartman yöneticisi bölüm sonu canavarıymış meğersem.

- kısa bir ara - 

geçen gün sucuyu beklerken zil çaldı, camdan kim olduğunu sordum, "su" diye cevap geldi. zile bastıktan sonra elimde damacanayla kapıda beklemeye başladım. adam yukarı çıkmadı da çıkmadı. meğer su faturasını getiren sucuymuş. benim kapıya geldiğinde "ya 1 numaradaki bayanlar yabancı mı? ayakkabıları böyle kocaman kocaman" dedi. adam muhtemelen 55 yaşlarında, saf görünen ve sonradan anladığıma göre saf düşünen bir beyefendi."nebliym amca?" deyip geçmem gerekirdi ama aniden işgüzarlığım tuttu herhalde, "oradaki bayan eskiden bayan değildi" dedim. "olmaz öyle şey" dedi adam. "e, olur işte, gayet de oluyor" dedim. adam değişmez sandığı şeyleri sıraladı, mesela benim istesem de erkek olamayacağımı anlattı; en ufak bir yargılama içemeyen, sadece aklının almadığını belirten cümlelerle allah öyle şeye izin vermez gibi bir şeyler dedi. gayet bariz bir şeye inançsızlığından dolayı sevimli buldum.  

işte o 1 numaradaki benim apartman yöneticim. kesinlikle tıfıl değil.

- ara bitti -

vuruyorum vuruyorum, neredeyse tava yamulacak, komşu gık demiyor. bir de tavayı elimden kapıp peşimden koşmaya başlamasın mı? başlasın. o sırada aklıma evren'in "bir şey olursa cengaverlik yapma, bağır" demesi gelmesin mi? gelsin. ben de bağırmaya başlamayayım mı? başlayayım da ses çıkmayınca fena tabii. al sana rüya içi panik.

o panikle kendimi tuvalete kilitledim, ortamda bir tek "here's johnny!" diyen baltalı jack nicholson eksik. ama her nasılsa telefonum eksik değil. polisi arıyorum, geldiklerinde tuvaletten çıkıyorum (hayır, işemedim), olayların döndüğü odaya gidiyorum.

ve gerçekten korkunç bir şey oluyor.
abba çalmaya başlıyor. (haaağğğğğyııııığğğğr!)

müziği kapatmak için başka bir odaya girmem ve aşırı teknolojikli müzik setinin çalışma (ya da daha ziyade kapanma) mekanizmasını çözmem gerekiyor. ben bunu yapana kadar polis ifade almış, çaldıklarını yerine bıraktırmış, bir daha yapmayacaklarına dair söz verdirmiş ve gitmiş. bunlar hala oturma odamda çay içiyorlar. "mikiym böyle işi! ben uyumaya gidiyorum!" diyorum ve bir şangırtıyla uyanıyorum.

al, bir panik daha.
sofi şapşalı kitaplığın üstüne çıkmaya çalışmış, oda spreyi zamazingosunu yere düşürmüş.
yerdeki yumağa bir tekme sallıyorum.
sofi bir şey anlamıyor.