31 Mayıs 2010 Pazartesi

taksim 19.00 civarı


bunlar sakallarıyla ve filistin/arabistan bayraklarıyla cihad ekibi olarak "allahuekber" diye bağırıyorlar...


bunlar emperyalizmin yıkılacağını söylerken "kahrolsun israil ve işbirlikçi akp" diye bağırıyorlar.


bunlar tam birleşecekleri yerde bekliyorlar.


ben bir an şu polisin elindekinin ne olduğunu merak ediyorum.
aklıma no country for old men geliyor.


dünyanın bütün politikacıları, birleşin! biz de bir şeyleri değiştirmek için bombayı nereye atacağımızı bilelim!

30 Mayıs 2010 Pazar

sultanzumi

dün istanbul'un fethi büyük bir coşkuyla kutlandı. ve her kutlamada olduğu gibi, olan yine trafikte kalan istanbullular'a oldu. (inci vardar istanbul'dan bildiriyor.)

bir şeyin kutlanması benim algı eşiğimden geçmediği için ben görmedim tabi o coşkuyu. benim gördüğüm şey, beşiktaş trafiğinin asfaltına su kaçırıldığıydı. biz de sultanahmet'e gitmek için tramvaya bindik. tramvayı hiç sevmem. toplu taşıma araçlarına karşı genel (ve bir o kadar elitist. hıh!) bir tiksintim var zaten. çok kalabalığız. sokaklar halihazırda tıklım tıklım, toplu taşıma araçları bunun daha klostrofobik olanı. velhasıl kelam sultanahmet'e ulaştık, köfte yedik, yürüdük, kahve içtik. orayı hep sevmişimdir. karanlıktı ama biraz japon turistlik yapmaktan kendimi alamadım.



semazen gösterisi yapmışlar. bir saz heyeti alakasız şeyler çalarken tek bir semazen de fırıl fırıl dönüyordu. turistler türk kahvesi ve nargile eşliğinde gösteriyi izlerken yanlarından geçtik. bir lokma, bir hırka yeterdi, bir de kira derdi olmasa diye geçirdim içimden. güzelim adamların bir rakı mezesi olmadığı kaldı, belki o da olmuştur. ama onun fotoğrafını çekmedim. kedi buldum onun yerine.


kahve içtiğimiz yer medusa'nın kafası mıydı, evi miydi, neydi? çok hoş bir yerdi. sonra müziği bozdular, biz de açık hava görmüş her ev kuşu gibi esnemeye başlamıştık, kalktık.

oralarda yaşamak isterdim. ama sadece oteller, turistik eşya dükkanları ve trafik müşavirlikleri var. doğru düzgün araç trafiğinin olmadığı yerde bu kadar müşavirliğin neden bulunduğunu anlamadım.


oradan sirkeci'ye yürüdük. ışıl ışıl sultanahmet'ten sonra bomboş bir alandı. bir taksici beşiktaş'a gitmeyeceğini söyledi. biraz daha yürüdük. durakta bir taksiye bindik. kapıyı kapadığımızda başka bir taksici kafasını camdan içeri soktu, "ayıptır bu yaptığın" diyerek bizim taksiciye çotaaa diye geçirdi. bizimki indi arabadan, kavga başladı. aslı olsaydı gülerdi. ben şaşkındım. şaşırınca donarım ben. ağzımı kapatan elimle salak gibi kaldım yine. bir yandan insek mi diye diyoruz, bir yandan kavgaya sebep olduğumuzu düşünüyoruz... bir dilemma, bir kaygılı bekleyiş derken ayrıldı bunlar, taksici arabaya bindi, ilerledik. adam yolda birini arayıp bir minibüs dolusu kavgacı gençlik istedi, durağı taksicilerin başına yıkacakmış.


sonra eve gidip zohan'ı izledik. meğersem film çok komikmiş, beklemiyordum.

sanki alakası yokmuş gibi ama bu yazı aslında birlikteliğin birkaç saati üzerine. rapor görünümüne rağmen mutlu bir yazı. satır araları yok gibi, her şey mekanmış gibi. ama her cümlesi "ben" olduğu kadar "biz".

26 Mayıs 2010 Çarşamba

zumideo!

zumi zumi zum zum

şu yürüyen adama pınar demek istiyorum. o da bu adam gibi fotoğraf makinesi görünce güler hemen.

zumi'nin bir vizörü yok. aslında var da işe yarayacak bir vizör değil. olsaydı bile fotoğrafı ortalamak zor iş, cidden bakmayı gerektiriyor. hem ne olacak canım? biraz az simit, biraz mavi sırt... bence birbirini dengeliyor.

karaköy'de naif bir sabah
giden taksinin ardından
hüzünle karışık bir gülümseme
ve adam yürüyordu

evet











ajans dinozorum ilhami
şu anda "aaa ne biçim de boşluk" diyor.


sanatla da içli dışlı olacağımı önceden belirtmiştim. işte ilk eserlerim...

hüzünlü takunya

biçare lamba

kavruk paket

son olarak söylemek istediğim bir şey var: retrospektif.

25 Mayıs 2010 Salı

zumi mio!



teorik olarak bildiğim, son zamanlarda bol bol pratiğini de yaptığım bir durum var: alakasız biri sana "güzel" diyorsa bunun anlamı "az sonra çok fena mikileceksin" oluyor. izmir'deki çingene güzeller güzeli kızım diye diye falla, gülle çok fena tufaya getirdi beni. bugün de kargo işleme merkezi'ne girip standart nazik davranışlarımı gösterdiğimde "bu güzel bayana yardım edelim" dediler. hepimiz çok naziktik, hatta neredeyse neşeli bir sohbet ortamı oluşturduk. sonuçta el kadar makine için 60 tl vergi geçirdiler, ben de tüm nezaketimle kabul ettim. dışarı çıktığımda "insan her gün böyle mikilmez, fırsatı kaçırmayayım" diyerek bir sigara yaktım hemen.

dolayısıyla bugünden itibaren sevgili blogum fotoğraflarla şenlenecek. yazacak bir kelimem olmasa bile fotoğraf ekleyeyim ki hem sanatsal olsun hem de makineyi aldığıma değsin. zira kargo memuru adam beni vergi memuruna (yoksa kendisine göt mü demeliyim?) gönderirken "bayağı vergi gelir buna, umarım aldığınıza değer" demişti. şu tarihten itibaren rastgele çekip sanat yaptım mı derim, bir iki fotoğrafçılık şeysi öğrenip insan gibi kullanır mıyım bilemem. ama bu makine elimden düşmeyecek, her fırsatta o deklanşöre basılacak, söyleyeyim.

oha! mayıs!

ne bitse de gitsek bir aymış kardeşim! yazdıklarıma şöyle bir göz attım, bu ay ne çok sinirlenmişim! 25 olmuş, az kalmış, haziran böyle "eternal pms" kafasında geçmezmiş belki, işalla dinimiz amin.

24 Mayıs 2010 Pazartesi

bekleyiş

insanı, en azından beni, beklemek kadar sinirlendiren çok az şey var. tez canlılığımdan mıdır, psikopatlığımdan mıdır bilmiyorum; endişenin de ötesinde, yüzüm sinirden kızararak, başıma ağrılar girerek bekliyorum. bu aralar da mütemadiyen başım ağrıyor.

izmir konusundaki bekleyişim çok güzel sonuçlandı. yapımda ve yayında emeği geçen herkese, özellikle sevgili sevgilime, ikinci olarak da "3, 2, 1, ateş!" nidasıyla ilerleyen flash gordon taksiciye teşekkür ederim.

bir daha mecbur kalmadıkça çapa hastanesi'ne gitmek yok. hele chem-lock (böyle mi yazılıyor bilmiyorum) gibi bir isim duyma halinde hemen kaç kaç kaç! bir yıldır implant münasebetiyle dişsizim. yüzdük, kuyruğuna geldik, umutla beklenen parça getirilmiyor. bunun nedeni chem-lock'un vurdumduymazlığı deriz, sinirleniriz. peki iki hafta önce cuma günü ağzıma bir şey takan, kalıbını çıkaran, perşembe konuşalım diyen doktor neden telefonlarıma cevap vermiyor? bu başka bir şey...

bir diğer beklentim de zumi. aslında fotoğraf, video vs. çekmem ben, görüntü yakalamaya üşenirim. ama 8 mm. gibi dediler, minicik dediler, her yere taşınır ki bu dediler, heves edip aldım. teee amarigalardan türkiye'ye geldi, istanbul kargo işleme merkezi'nde takıldı. makinemin üstüne yattıklarından şüpheleniyorum. ayın 13'ünde onlara gitmiş, daha sonra haber alamadım. bir kağıt göndermeleri gerekiyormuş, hala bir şey yok. sorunun ne olduğunu öğrenmek için mütemadiyen aradığım numaralar var ancak telefonu açan kimse yok. yani kullanmayacaksanız neden aldınız ki telefonu, ne saçma. bu konuda cidden ne yapacağımı bilmiyorum. oraya gitsem neyle karşılaşacağım konusunda da bir fikrim yok. ama korkarım bir ara bunu yapmam gerekecek.

işle ilgili de aklımı kurcalayan bir şey var ama yazamıyorum. dedikodu gibi olmasın, yanlış bir şey söylemeyeyim diye konuşamıyorum da. bir ara cesaretimi toplayıp "yeaaa bu yazar halinle ne diye ahkam kesiyorsun, sen ne anlarsın bu işten" cümlesini kafamdan atabilirsem (kimse böyle bir şey söylemedi, burada özgüven fukaralığım konuşuyor) hallederim onu. biraz daha sıkılmama bakar.

haberleri dinlediniz. gelecek programımızda görüşmek üzere.

19 Mayıs 2010 Çarşamba

geçiştir

- ama sen şimdi geçiştirmek için gelirim diyorsun.
- evet, kesinlikle! :)


aylardır görüşmediğim arkadaşlarım var. oldukça uzun süredir tanıdığım insanlar. akıllarına beni görmek geldiğinde haftada en az bir kez arayan, birbirine benzer bahanelerle reddedilen, buna rağmen ısrarlarından 3-4 ay vazgeçmeyen insanlar. sonunda beni evden çıkarmayı başarıyorlar. nedenini hiç anlayamadım. ben kötü bir arkadaşım. arkadaşlıklar "kaçan kovalanır" mantığıyla yürümemeli.

sıkıntıdan ya da beslenmek için, hayatındaki bir avuç insanın dışında birileriyle de görüşmeli belki. misal, ben beslenmediğim için yazamıyorum ve çizemiyorum. aklım küçücük kaldı. hayal gücüm (daha doğrusu muhayyilem) ile birlikte kelimelerim azaldı. hikayelerim kayboldu. bundan rahatsızım elbette. ama iletişim kurmaya çalışmak kadar değil.

sevdiceğin bir paranoyası vardı. onunla birlikte olmadan önce çok daha sosyal, o sergi senin, bu tiyatro benim, böyle bir bohemlik, bir sosyal kelebeklik içinde olduğumu; ilişki başladıktan sonra onun asosyalliği yüzünden eve kapandığımı sanıyordu. ne büyük yanılgı. yine böyle zorla evden çıkarıldığım bir zamanda tanışmış, iş toplantısı münasebetiyle buluştuğumuzda kaynaşmıştım oysa onunla.

and then there's those other things
which for several reasons we won't mention
everything about 'em is a little bit stranger, a little bit harder
a little bit deadly


dün gece itibariyle alkol yine eski yerini aldı. o bir avuç insandan fazlasıyla birlikteyken oluyor böyle. hoş değil. sıkıcı. besleyici? sanmam. yalnız artistlik yaptığım embesil zamanlarda yalnızlıktan şikayet etmiştim. trend böyleydi. sonra büyümüşüm.

bunu yazmak bile ne kadar saçma.

- nereye gidiyorsun?
- eve.
- bir bira içelim mi?
- içmeyelim.
- matkap yiyelim?
- ı ıh.
- zımba?
- yok, istemem.
- bira içelim?
- eve gideceğim.
- göt.
- evet.

14 Mayıs 2010 Cuma

daş var mı daş?

saçma sapan şeylere sinirlenebiliyorum ben. az önce iki tasarım gördüm, yine cinlerim tepeme çıktı.

biri şu:


sektirmelik taş yapmışlar, beşli paketler halinde satıyorlar. abi delirdin mi sen? ne bileyim, taş sektirme yarışması yaparsın, milletin rekabet şeysini gıdıklarsın. logolu taş satmak ne?!

diğeri de bu:


nedir bu? tasarım. üstüne bir tane meyve koymak için yapılmış kafasız köpek. çünkü meyveyi masanın üstüne koyarsak veya toplu halde bırakırsak güzel görünmez.

ya bir de bu skimtrak şeyleri "ay çok güzel görünüyoooo", "ay tasarııııım", "sanat vallahi sanat" diye alanlar var. ya şimdi tabi sinirlenmekte haksızım, ben çapulcuyum diye herkesin öyle olması gerekmiyor. ayrıca ben de saçma sapan şeyler satın alıyorum yeri geldiğinde.

ama şu tüketim toplumu işinin de sektirilecek taş tasarlayacak, bir de bunu çok matah bir şeymiş gibi gösterecek kadar çığrından çıkmış olması... üfff... paha biçilmez!

yeri gelmişken bakınız, feyz alınız: www.storyofstuff.com/

12 Mayıs 2010 Çarşamba

başıma hiçbir şey gelmiyor değil.

dün ilginç diyebileceğim iki şey oldu. birini kamera şakası sandım, diğeri de bir hayli sıkıntılıydı.

akşam eve dönmek üzere ben ve iç sesim (burada benden bahsediyor) istiklal'de yürürken bir hintli yanıma geldi, benimle yürümeye başladı (telefon ve cüzdan sağlam yerde mi? evet, tamamdır). konuştuğunu fark edince kulaklığımı çıkardım. ingilizce selam verdi, türk olup olmadığımı sordu. olumlu yanıt alınca (bir şey mi satmaya çalışacak şimdi?) türkçe bildiğini söyledi (eee?) ve birkaç saniyede açıklamasını yaptı. hindistan'dan ticaret için gelmiş, birkaç aydır buradaymış, hiç arkadaşı yokmuş, normalde kızların peşine takılmazmış ama beni çok beğenmiş (yeaa git!), bollywood aktrislerine benziyormuşum (nasıl yani?! sütten hallice beyazlıkta, hiç de badem gözlü olmayan ben mi? delirdin mi sen adam?), tanışmak istiyormuş (nazik mi davransam küfür mü etsem?). teşekkür edip ilgilenmediğimi söyledim. kulaklığı takıp uzarken gayet de türk bir adam yaklaşıp "n'aber abi" dedi ve adamın elini sıktı (lan?! amaaan neyse).

ilgilenmeyip yürümeye devam ederken, ikinci adamın yanımda yürüdüğünü farkettim (dolandırıcı mısınız yoksa kamera şakası mı yapıyorsunuz?). yine kulaklığı çıkardım.

- o adam ne dedi sana? turist olduğunu mu söyledi?
- evet, hindistan'dan ticaret için gelmiş. (telefon ve cüzdan hala sağlam yerde, götü de kaybetmemişim, hala sorun yok. dolandırıcı kesin bunlar, birlikte çalışıyor olmalılar.)
- türk o, dolandırıcı. kadın ticareti yapıyor.
- yok artık! (kamera nerede?)
- ben barmenim. bizim bara kızları getirip dolandırıyor.
- hmm... peki... sağol... (haydaaa...)

tekrar kulaklığı takıp yürümeye devam. sonra iç sesle durum değerlendirmesi.

şu sıkıntılı durum da gece tıkanmış olmam. kışın boğazım yırtılırcasına öksürerek uyandığımı hatırlıyorum, hiç hoş değildi. oldukça da yorucuydu. gonzalesi odadan çıkardığımda azalmış ve geçmişti. dün gece tekrarladı nedense. bu kez biraz daha farklıydı. sanki ciğerlerim büyümüş de aldığım hava yetmiyormuş gibi. öksürük şurubu, vicks, naneli şeker ve balkon. yatarken feci bir ağırlık hissedip ayağa kalktığımda daha rahat nefes almam ilginçti. sabah bu duruma anarşik bronşit adını verdim. şimdi daha iyiyim ama biraz hasta gibiyim.

bakalım kahramanımızı bugün ne gibi enteresanlıklar bekliyordu.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

bir süre

şimdi böyle ölümlü mölümlü şeyler yazmamın anlamı yok ama enteldantel ve bilosu fevkalade olağan yine güzel bir diyalog kurmuşlar. fevk kişisinin yazdığı şeyi izinsiz alıntılıyor ve bundan hiç beis duymuyorum:

"hani ölenle ölünmüyo ya.. o çok fena bişey.. halbuki geçici bi süreliğine ölünse.. ölenin yeni yeri yurdu görülse.. yerleşmesine yardım edilse.. sonra sımsıkı vedalaşıp geri gelinse mesela.. işler daha bi kolay olacakmış gibi.."

çünkü bana ölen kişinin ertesi gün öğle namazına müteakip toprağa verilmesi hep çok erken gelmiştir. yani elbette, sonuçta ölmüş, artık ne vedası kalmış ne hoşbeşi. ama her şey çok çabuk olup bitiyormuş gibi. sanki böyle birkaç gün daha yanında kalabilsen durumu iyice algılayacak, artık üzerinin toprakla örtülmesine gönül rahatlığıyla izin verecekmişsin gibi (norman bates'i tenzih ederim). ya da işte, ölenle bir süre ölebilse ya insan. içinde bir şeyler sonsuza kadar ölmese de o kısa sürede çözümleseler ne kaldıysa.

geçen akşam bir filmdeki yalnız, alkolik, hüzünlü adam "onu her gün özlüyorum" diyordu. sevdicekle anlaştık, ikimiz de ölüp birbirimizi öyle durumlara düşürmemeye karar verdik. biz kendi aramızda anlaştık da... aman neyse, gerisi teferruat.