dün istanbul'un fethi büyük bir coşkuyla kutlandı. ve her kutlamada olduğu gibi, olan yine trafikte kalan istanbullular'a oldu. (inci vardar istanbul'dan bildiriyor.)
bir şeyin kutlanması benim algı eşiğimden geçmediği için ben görmedim tabi o coşkuyu. benim gördüğüm şey, beşiktaş trafiğinin asfaltına su kaçırıldığıydı. biz de sultanahmet'e gitmek için tramvaya bindik. tramvayı hiç sevmem. toplu taşıma araçlarına karşı genel (ve bir o kadar elitist. hıh!) bir tiksintim var zaten. çok kalabalığız. sokaklar halihazırda tıklım tıklım, toplu taşıma araçları bunun daha klostrofobik olanı. velhasıl kelam sultanahmet'e ulaştık, köfte yedik, yürüdük, kahve içtik. orayı hep sevmişimdir. karanlıktı ama biraz japon turistlik yapmaktan kendimi alamadım.
semazen gösterisi yapmışlar. bir saz heyeti alakasız şeyler çalarken tek bir semazen de fırıl fırıl dönüyordu. turistler türk kahvesi ve nargile eşliğinde gösteriyi izlerken yanlarından geçtik. bir lokma, bir hırka yeterdi, bir de kira derdi olmasa diye geçirdim içimden. güzelim adamların bir rakı mezesi olmadığı kaldı, belki o da olmuştur. ama onun fotoğrafını çekmedim. kedi buldum onun yerine.
kahve içtiğimiz yer medusa'nın kafası mıydı, evi miydi, neydi? çok hoş bir yerdi. sonra müziği bozdular, biz de açık hava görmüş her ev kuşu gibi esnemeye başlamıştık, kalktık.
oralarda yaşamak isterdim. ama sadece oteller, turistik eşya dükkanları ve trafik müşavirlikleri var. doğru düzgün araç trafiğinin olmadığı yerde bu kadar müşavirliğin neden bulunduğunu anlamadım.
oradan sirkeci'ye yürüdük. ışıl ışıl sultanahmet'ten sonra bomboş bir alandı. bir taksici beşiktaş'a gitmeyeceğini söyledi. biraz daha yürüdük. durakta bir taksiye bindik. kapıyı kapadığımızda başka bir taksici kafasını camdan içeri soktu, "ayıptır bu yaptığın" diyerek bizim taksiciye çotaaa diye geçirdi. bizimki indi arabadan, kavga başladı. aslı olsaydı gülerdi. ben şaşkındım. şaşırınca donarım ben. ağzımı kapatan elimle salak gibi kaldım yine. bir yandan insek mi diye diyoruz, bir yandan kavgaya sebep olduğumuzu düşünüyoruz... bir dilemma, bir kaygılı bekleyiş derken ayrıldı bunlar, taksici arabaya bindi, ilerledik. adam yolda birini arayıp bir minibüs dolusu kavgacı gençlik istedi, durağı taksicilerin başına yıkacakmış.
sonra eve gidip zohan'ı izledik. meğersem film çok komikmiş, beklemiyordum.
sanki alakası yokmuş gibi ama bu yazı aslında birlikteliğin birkaç saati üzerine. rapor görünümüne rağmen mutlu bir yazı. satır araları yok gibi, her şey mekanmış gibi. ama her cümlesi "ben" olduğu kadar "biz".
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder