31 Ocak 2011 Pazartesi

floresan giyen adamlar ve...

sinema hakkında konuşmamın çok doğru olmayacağını görür gibiyim. ama söyleyeceklerim var. hafta sonunu ofiste geçirmemiş, beş film birden izlemiş biri olarak, artık bunu yapabilirim, evet. zaten bloglar ne içindir ki?

cuma gecesi dante's inferno'yu izledim. bilgisayar oyunu fragmanına "röeah! biri oynasa da izlesem" demiştim ve fakat animated epic beklentimi pek karşılamadı. çok uykum vardı zaten. filmin sonunu izleyememişim. sabah da merak edip bakmadım. cehennemin her katında farklı bir çizim tarzı kullanmaları hoş olmuş. bu kadar. hatırlamıyorum zaten.

cumartesi iki güzel film birden günüydü. oscar adayı olan the king's speech ve sanırsam hiçbir şeye aday olmamış finding forrester ile empati manyağı oldum. kral değilim, kekeme değilim, nasıl oluyor da kolin fırt'la empati kurabiliyorum, orası biraz muamma. filmden biraz bahsetmek gerekirse (oysa ki neden gereksin?) bir tane ingiltere kralı adayı var, iki kelime etmeye kalksa sıçıp batırıyor. kardeşi de karı kız peşinde koştuğundan kelli ske ske kral olacak adam. derdine deva ararken, kendisine "berty" diyen bir doktor buluyor ve olaylar gelişiyor. hem komikli, hem duygusallı, yer yer heyecanlı, bazen iç burucu, kısmen ilham verici... normal bir film yani. uçup kaçmalar, anlamsız gerilimler yok. daha ilk sahneden küçük emrah kaşlarıyla "aaauuww..." diyor insan.

finding forrester ise sean connery'li bir film. reklam dışında da kendi çapımda bir şeyler yazmaya çalıştığım içim bam telime vurdu, kalp ritmimi bozdu. ne var ki bunda da empati kurabileceğim bir durum yok aslında. tek kitap yazıp "oha süper amerikan yazarları" tarihine geçmiş forrester ve bronx'tan çıkması mümkün görülmeyen bir "vay anasını sayın seyirciler yetenek" arasında geçen olaylar anlatılıyor. adamın yazmak ve yazarlık hakkında söyledikleri içimde enteresan kıpırtılara neden oldu. ödülü falan olmasa da tekrar izlerim diye düşünüyorum.

mesela...
"No thinking - that comes later. You must write your first draft with your heart. You rewrite with your head. The first key to writing is... to write, not to think!"

sonra pazar oldu. henüz farkında değildim ama izleyeceğim iki film "ya işte çekmişler ama bilemedim yani sanki biraz" gibi anlamsız cümleler kurmama, yer yer buhranlara koşmama neden olacaktı. bol çalışmalı ve bence verimli bir gün leziz bir sandviçle tamamlanırken 127 saat'i izleyelim dedik. james franco'yla sorun yaşamayan (hatta pineapple express'te kendisini hayli sempatik bulan) ve danny boyle'u çok şahane bulan biri olsam da 127 saat aynı noktada öleyazan bir adamın hikayesini izlemek çok çekici gelmiyordu. o kadar övgü yerini bulacak mıydı, yoksa çok sıkıcı geçtiğini düşündüğüm 127 saatlik süreç gerçekten o kadar sıkıcı mıydı? azzz sonra!

neyse işte, böyle önyargıyla izlemeye başladım. film süresince paso bir şeylerle dalga geçip güldük ama bir yere kadar. sonra baktık atlaya atlaya izliyoruz, bazı yerleri hızlı geçiyoruz falan. sonra da adam kolunu kopardı işte. aaa spoiler.

spoiler falan değil efendim, bilinen bir gerçek. zira kendisi gerçek bir hikayeden alınmış, çok da korkunç bir durummuş. tabii ben james franco'nun sergilediği muhteşem oyunculuğu anlamadım. adam duruyor işte orada, karakter marakter yapması da gerekmemiş. ağlamıyor bile lan. kaya düşüp elini parçalamış, adam sadece şaşkın. ağlasana olm, acır o el! zaten beş gün takılıyorsun orada, insan en azından sıkıntıdan ağlar. aman neyse.

danny boyle için de elbette haddim olmayarak "aferin genç, çok enteresan kullanmışsın kamerayı, sinema okulumuzdan birincilikle mezun olmana engel göremiyorum" diyorum. öyle deneysel falan, james franco'nun insanın üzerine üzerine gelen dili falan... hoş şeyler bunlar.

sonra gecenin bir vakti tron'a gitmeye karar verdik. ilk tron'u izlemiş miydiniz bilmiyorum; çok daha primitif bir teknoloji kullanılsa da çok daha güzel gelmişti bana. hem tuhaf bir kafası vardı, hem hikaye aksiyonun gerisinde kalmamıştı hem de adamların program olduğunu ilk bakışta anlıyordun. o ışıkların bir anlamı vardı yani.

bu 3d filmler konusunda bir türlü alışamadığım bir durum var. adamlar filmi sadece görsel şahanelik için yapsalar da ısrarla hikaye bekliyorum ben. yanlış yapıyorum. bunu yaptığım için de mütemadiyen bir hayal kırıklığı içindeyim. yani, film ekibi kusura bakmasın ama çok sikkoydu. kıyafetler falan güzel tabii, olsa giyerim öyle şeyler ama o kıyafetler insanı program yapmaya yetmiyor. zaten bilgisayar programı yemek yer mi lan? manyak mısınız siz?

sinirlendirdiler beni yani. nihayetinde bin tane örneğini gördüğümüz post-apokaliptik bir filmi alıp floresan takmışlar, bundan ibaret. ikinci yarıda alıştım biraz ama. madem dedim bilgisayar oyunları artık grid mrid dinlemiyor, madem cillop gibi 3d modellerle başka dünyalar yaratılıyor, olsun dedim be. bu da böyle olsun. güzel görünüyor ya, bu da yetsin bize.

yazı çok uzadı ama iki filme daha laf etmeden geçemeyeceğim. black swan muhteşem bir film değil ama sahne sahne düşününce araya çok etkileyici birkaç şeyin sıkıştırıldığı görülüyor. sadece birkaç sahnesini tekrar izlemek isterim, onun dışında çok da bir numarası yok. natalie portman ise rol için biçilmiş kaftan gibi bir şey. kızın kendini oynadığını düşündüm.

winter's bone'un ise çok güzel olduğu söylenmekle birlikte, biz o filmin tamamını izleyemedik. 20 dakika sonra koltuğa şöyle bir kaykılmıştık, filmin devamı nasıl bilemiyorum. sıkıldık yani. oscar adayı ama izleyebilene.

david fincher'dan ise artık hazetmiyorum ve kendisiyle konuşmak istemiyorum, görürseniz iletirsiniz. o sikko social network'ü oscar'a aday eden zihniyetin de benim dünyamda yeri yok, söyleyeyim.

bir programımızın daha sonuna geldik. kalın salıncakla.

Hiç yorum yok: