ahmet şık'ın kitabı yayınlanmadı ama nihayet muradımıza erdik. devletimizin bizi korumaya çalıştığı habis düşünceler sonunda elimize geçti, internet sağolsun. abdullah gül'ün söylediği gibi, basılsa 10.000 satacak kitap artık yüz binlerce kişinin bilgisayarında kayıtlı. indirenlerin yarısı okusa kardır.
itiraf etmeliyim ki, böyle bir durum olmasa o kitabı alanlardan biri olmayacaktım. şimdi okuyorum, henüz yarısına bile gelmedim. okuduğum kadarıyla iyi bir derleme olduğunu söyleyebilirim. yine bildiğimiz veya tahmin ettiğimiz şeylerin bir gazeteci gözüyle, belgelere dayanan anlatımı. zaten kimsenin başka bir şey beklediğini de sanmam. peki bu kitap neden böyle olay oldu? neden dokunan yanıyor? bununla birlikte, ahmet şık'a ne olacak?
bu konuda yarı saçma yarı mantıklı bir sürü teori üretebilirim, hepimiz üretebiliriz. uzatmalı sevgilimiz ergenekon'un giderek kabaran dosyaları (ki onun da yarı saçma yarı mantıklı olduğunu düşünüyorum) bu durumu "çünkü fetullah gülen hain iktidar oyunları oynayan, yaşadığımız dönemin evil lord'u gibi bir insandır" yüzeyselliğinde yorumlamamızı imkansız hale getiriyor. ama yüzeysel olmamaya benim yerim, sabrım ve bilgim müsait değil; kıytırık bir blog yazacağım diye 300 sayfa döşeyemem. bunun yerine kısa bir tekerleme yazmayı tercih ediyorum:
ileri demokrasiye ne oldu?
lafta kaldı.
lafa ne oldu?
kitaba yazıldı.
kitaba ne oldu?
yandı, bitti, kül oldu.
küle ne oldu?
bu yalanı daha fazla hazmedemeyen halk bir yolunu buldu, küllerden anka doğurdu.
tabii gerçekten öyle mi oldu, bunu zaman gösterecek. o da unutmazsak. çünkü bu durum da üzerine tonla komplo teorisi üretmeye uygun. devlet gerçekten wikileaks'ten ders almayıp sosyal medyanın gücünü küçümsedi mi yoksa tüm bunlar planlanmış mıydı gibi bir soru bile gelebiliyor insanın aklına. olmaz olmaz demeyin.
ahmet şık'ın durumu ise hala muallak, sonucu ben de çok merak ediyorum. çoğu kişi tutuklanma nedenini bu basılmamış kitap olarak biliyor, muhtemelen kendisi ve avukatları da. çünkü adamı neden tutukladıklarını açıklamıyorlar. inanması güç ama biliyorsunuz; türkiye'de herkes masumiyeti kanıtlanana kadar suçludur. hepimiz merakla iddianamenin hazırlanmasını bekliyoruz. bakalım açıklama yapılana kadar daha kaç ay tutuklu kalacak?
merakla beklediğim bir diğer durum da bütün bu olayların avrupa insan hakları mahkemesi'ne intikal ettiği zaman neler olacağı. çünkü öyle bir şey muhakkak olacak. birileri bu adamların hayatlarından çaldıkları zamanın hesabını kendi kontrol ettikleri mahkemelere değil, daha yüksek mercilere vermeye mecbur kalacak. ne kadar demokratik bir ülke olduğumuz ortada olsa da sansürcü zihniyetimiz yeniden ayyuka çıktığında birilerinin yüzü azıcık olsun kızaracak mı, çok merak ediyorum.
sürekli özgürlük propagandası yapma halindeyim bir süredir. artık hikayeler yazmaktan çok yorum yapmaya ihtiyaç duyuyorum. bu bana da biraz tuhaf geliyor. ama bu aynı zamanda, 10 yılda bir darbelerle baltalanan minicik demokrasimizin de giderek daha fazla gerilediğini gösteriyor. farklı görüşlere ve yaşam tarzlarına tahammülsüzlüğümüz, onların varlığını kabul etmek ve varoluşlarına izin vermek konusundaki inatçı isteksizliğimiz, ses çıkarmamayı imkansız hale getirmiş durumda. pek çok kişi "hayır!" diyebilmek için basılmamış bir kitabın bile toplanmasını bekledi. bu sayıdan daha fazlası her zamanki gibi yorumsuz. korkutucu denebilecek kadar büyük bir kesim ise bu yasakçı zihniyetten gayet memnun, istediklerini elde etmiş durumdalar.
aslına bakarsanız, çok geç kaldık. hiçbir şey bitmiş değil ama bizler geç kaldık. imam ve takımı ise 30 yılı aşkın süreyi ordusunu mükemmel bir şekilde eğiterek, çıkarlarına en uygun konumlara yerleştirerek geçirdi. sessiz ve derinden, büyük bir başarıyla. bu saatten sonra hala "eğitim şart!" kalıbını bir espri unsuru olarak kullanabilecek miyiz, yoksa doğruluğunu kabul edecek miyiz? bir öngörüde bulunamıyorum ama pek de umutlu olmadığımı söyleyebilirim. çünkü bizi yönetenler beyin yıkamaya varan bir eğitimle inançlarını ve planlarını yakın gelecekteki yöneticilerimize de çoktan empoze etti, biz ise hala tüm vizyonsuzluğumuzla günü kurtarmaya çalışıyoruz.
31 Mart 2011 Perşembe
29 Mart 2011 Salı
kadın olmak zor
söz konusu sorun ölüm olmadığı sürece genellikle bir çözüm bulmak mümkün oluyor. elbette çözüm gerçekten aranıyorsa. bazı durumlarda da insanların şımarıklığı tutuyor, gerçekte sorun olmaması gereken bir şey müthiş tepkilere neden oluyor.
ama bu benim görüşüm elbette. nedense insanoğlu başkasının işine karışmaya çok meraklı. misal kadın, göğsünü açsa birileri rencide oluyor, başını örtse başka birileri. neden?
türban türkiye'de kaç yıldır sorun? açıkçası kesin bir şey söyleyemeyeceğim, üstü örtülecek bir durum olduğunda hortlatılıyor bildiğim kadarıyla. o hortlama dönemlerinde de öyle bir olay haline getiriliyor ki, birileri bok yoluna gidiyor. bir doktoru türbanını çıkarmadığı için görevden almışlar mesela. oysa mantıklı olan, insanın çalışmadığı veya işe yönelik sorun çıkardığı için görevden alınmasıdır, değil mi? böylesi ayıptır efendiler, kendinize gelin! bu kadın "ben erkek hastaya bakmam, dini görüşlerime ters" demiyorsa, işini gerektiği gibi yapıyorsa, tavrınız yanlıştır.
bir ara bir video izlemiştim, çağdaş türk kadını sokak röportajında türbanı eleştiriyordu. rastalı bir kadındı, sanatla ilgili bir eğitim veriyordu yanlış hatırlamıyorsam. türbanın bakış açısını da kısıtladığını savunuyordu. örnek olarak ısrarla "çarşaflı birini çizemezsin ki, ne tarafından baksan aynı şeyi görürsün" diyordu. salak mıydı, neydi? nedense türbanlı veya çarşaflı birinin çizim yapabileceğini aklı almıyordu. kaldı ki, istemiyorsa yapmayıversindi, insanlık ne kaybederdi? memlekette başka sanatçı mı kalmamıştı? diyordu ki, "insanın giyimi dini görüşünü yansıtmasın. bakın bana, hangi dine inandığımı söyleyebilir misiniz?" kimse buna "iyi de ablacım, bize ne senin dininden, istersen church of google müridi ol" demiyordu. belki de insanların rastafarian'lardan haberi olsaydı, "saçlarınıza bakıp söyleyebiliriz" derlerdi. kız bunu inkar eder, saçının sadece güzel bulduğu için rasta olduğunu söylerdi. ne de olsa çalıştığı yere girerken kimse saçlarına laf etmiyordu. onun saçlarına şekil vermesi özgürlüktü ama başkasının saçını örtmesi gericilikti.
ben böyle insanlara ağız dolusu "sana ne lan yarraaaam" demek istiyorum. kendinle ilgilen ve başkasının yaşamına karışma. çok mu zor? aslında zor bir yerde. nihayetinde ben de burada yazıp görüş bildiriyorum, yukarıda bahsettiğim embesil kızımız ve gibilere fikrimi empoze etmeye çalışıyorum. ağzım torba değil çünkü. ama sen susarsan, ben susarsam, özgürlük kavramı "türban takmayan özgürdür" gibi bir şeye indirgenecek.
bunun yerine izin versen de türbanlı kızımız üniversiteye özgürce girse, eğitimini alsa, işini yapsa. böylece badem bıyıklılar onun üzerinden siyaset yapamasa, kendi hakkını kendi savunsa. birileri artık "velev ki siyasal simge olsun" diye konuşamasa. hepimiz iki tel saçın gerçek bir sorun olmadığını görüp rahatlasak.
konu kadından açılmışken bir haberden daha kısacık bahsedeyim; biyolojik farklarımız nedeniyle intihar nedenlerimiz eften püften oluyormuş. ilahi zonguldak emniyet müdürü... ölüm kalım meselesinden bahsediyorsun be müdürüm. ilgi çekeceğim diye giriştiğin intiharda planın biraz aksasa, misal "hapı yutuyorum ama yarım saat sonra çocuklar okuldan dönecek, kesin bulurlar, ben de ayılınca meramımı anlatırım" derken çocukların sinemaya gideceği tutsa mortingen. sakat işler bunlar, dikkat çekme isteğinden bir gıdım fazlasını gerektiriyor. intihara yönlendiren sorun herkes için sorun. bazı erkekler asgari ücretle 8 kişiye bakmak zorunda olduğu için bunalıma girerken, bazı kadınlar da bunalımdaki kocalarından ölümüne dayak yedikleri için intihar etmeyi düşünmezler mi? karışık işler bunlar, öyle kolay yorum yapılmaz. depresyona girip intiharı düşünmeyen, denemeyen, umutsuzluğun dibine vurmayan insanın konuşması böyle yüzeysel kalır.
bana kalırsa, sayın müdürün söyledikleri pek kayda değer şeyler değil. ama haber "çok tartışılacak" demiş, mutlaka tartıştırırlar. aman ben kusur kalmayayım, aman içimde söylenmemiş söz kalmasın dedim, rahat ettim.
gözlerinizden öpülüp yanaklarınızdan mıncırılıyorsunuz sayın okur, haberiniz olsun.
ama bu benim görüşüm elbette. nedense insanoğlu başkasının işine karışmaya çok meraklı. misal kadın, göğsünü açsa birileri rencide oluyor, başını örtse başka birileri. neden?
türban türkiye'de kaç yıldır sorun? açıkçası kesin bir şey söyleyemeyeceğim, üstü örtülecek bir durum olduğunda hortlatılıyor bildiğim kadarıyla. o hortlama dönemlerinde de öyle bir olay haline getiriliyor ki, birileri bok yoluna gidiyor. bir doktoru türbanını çıkarmadığı için görevden almışlar mesela. oysa mantıklı olan, insanın çalışmadığı veya işe yönelik sorun çıkardığı için görevden alınmasıdır, değil mi? böylesi ayıptır efendiler, kendinize gelin! bu kadın "ben erkek hastaya bakmam, dini görüşlerime ters" demiyorsa, işini gerektiği gibi yapıyorsa, tavrınız yanlıştır.
bir ara bir video izlemiştim, çağdaş türk kadını sokak röportajında türbanı eleştiriyordu. rastalı bir kadındı, sanatla ilgili bir eğitim veriyordu yanlış hatırlamıyorsam. türbanın bakış açısını da kısıtladığını savunuyordu. örnek olarak ısrarla "çarşaflı birini çizemezsin ki, ne tarafından baksan aynı şeyi görürsün" diyordu. salak mıydı, neydi? nedense türbanlı veya çarşaflı birinin çizim yapabileceğini aklı almıyordu. kaldı ki, istemiyorsa yapmayıversindi, insanlık ne kaybederdi? memlekette başka sanatçı mı kalmamıştı? diyordu ki, "insanın giyimi dini görüşünü yansıtmasın. bakın bana, hangi dine inandığımı söyleyebilir misiniz?" kimse buna "iyi de ablacım, bize ne senin dininden, istersen church of google müridi ol" demiyordu. belki de insanların rastafarian'lardan haberi olsaydı, "saçlarınıza bakıp söyleyebiliriz" derlerdi. kız bunu inkar eder, saçının sadece güzel bulduğu için rasta olduğunu söylerdi. ne de olsa çalıştığı yere girerken kimse saçlarına laf etmiyordu. onun saçlarına şekil vermesi özgürlüktü ama başkasının saçını örtmesi gericilikti.
ben böyle insanlara ağız dolusu "sana ne lan yarraaaam" demek istiyorum. kendinle ilgilen ve başkasının yaşamına karışma. çok mu zor? aslında zor bir yerde. nihayetinde ben de burada yazıp görüş bildiriyorum, yukarıda bahsettiğim embesil kızımız ve gibilere fikrimi empoze etmeye çalışıyorum. ağzım torba değil çünkü. ama sen susarsan, ben susarsam, özgürlük kavramı "türban takmayan özgürdür" gibi bir şeye indirgenecek.
bunun yerine izin versen de türbanlı kızımız üniversiteye özgürce girse, eğitimini alsa, işini yapsa. böylece badem bıyıklılar onun üzerinden siyaset yapamasa, kendi hakkını kendi savunsa. birileri artık "velev ki siyasal simge olsun" diye konuşamasa. hepimiz iki tel saçın gerçek bir sorun olmadığını görüp rahatlasak.
konu kadından açılmışken bir haberden daha kısacık bahsedeyim; biyolojik farklarımız nedeniyle intihar nedenlerimiz eften püften oluyormuş. ilahi zonguldak emniyet müdürü... ölüm kalım meselesinden bahsediyorsun be müdürüm. ilgi çekeceğim diye giriştiğin intiharda planın biraz aksasa, misal "hapı yutuyorum ama yarım saat sonra çocuklar okuldan dönecek, kesin bulurlar, ben de ayılınca meramımı anlatırım" derken çocukların sinemaya gideceği tutsa mortingen. sakat işler bunlar, dikkat çekme isteğinden bir gıdım fazlasını gerektiriyor. intihara yönlendiren sorun herkes için sorun. bazı erkekler asgari ücretle 8 kişiye bakmak zorunda olduğu için bunalıma girerken, bazı kadınlar da bunalımdaki kocalarından ölümüne dayak yedikleri için intihar etmeyi düşünmezler mi? karışık işler bunlar, öyle kolay yorum yapılmaz. depresyona girip intiharı düşünmeyen, denemeyen, umutsuzluğun dibine vurmayan insanın konuşması böyle yüzeysel kalır.
bana kalırsa, sayın müdürün söyledikleri pek kayda değer şeyler değil. ama haber "çok tartışılacak" demiş, mutlaka tartıştırırlar. aman ben kusur kalmayayım, aman içimde söylenmemiş söz kalmasın dedim, rahat ettim.
gözlerinizden öpülüp yanaklarınızdan mıncırılıyorsunuz sayın okur, haberiniz olsun.
23 Mart 2011 Çarşamba
30 yıl, 1 arpa
geçen akşam kardeşim "moda bunlar hep" dedi.
dedim "nasıl?! kimin için? kaç yaşındalar mesela?"
reklam hesaplarına göre 18-24, yani genç dediğimiz kitleden bahsetti.
dedi ki, bunlar "akp çok kötü bir şeydir" diye yerli yersiz konuşurlarmış ama bir tanesine "neden?" desen cümle kuramazlarmış.
"olur mu ya?" dedim, "ne bileyim, bana da sorsan tek cümlede toparlanacak şey değil ki, kitap yazılır üstüne."
"sen birikiminle konuşuyorsun," dedi, "sorulursa verecek cevabın var. onların cevabı falan yok, laf olsun diye konuşuyorlar öyle."
nereden çıktı peki bu? resmi geçit'ten. şebnem işigüzel neler neler yazmış... ben de kardeşcağızımın elinde birkaç kez tarihle ilgili kitap görmüştüm, bu konularda biraz konuştuğumuz da olmuştu. belki ilgisini çeker diye kitabın nelerden bahsettiğini özetledim.
ilgilenmedi tabii. daha fikrinin bile varolmadığı dönemlerden bahsediyoruz. kitabın başlangıç yılında daha ben bile yokum.
siyasetle ilgili ilk bilgim turgut özal'ın başbakan olduğu. o da ikinci hükümet dönemiymiş, ilkokula başladığım yıllar. bir şey anlamıyorum zaten, tonton biri var televizyonda, ulusa sesleniyor. köprüler, otobanlar yapılıyormuş, amerikalardan oyalanmamız, zengin olup harcamak dışında bir şey yapamamamız için oyuncaklar geliyormuş. ne gam... daha 6-7 yaşındayım, ben mi anlayacağım bunlardan?
renkli televizyonumuz var.
nurtopu gibi körfez savaşımız çıkmış. petrole bulanmış kuş izliyoruz televizyonda. üzülüyorum ben.
sıra sıra dizmişler kürt cesetlerini. çatışmada zayiatımız var ama siz bir de karşı tarafı görün diyorlar. "kötü onlar" diyorlar hala. bilmiyorum ki hiç, daha ben yokken de aynı şeyi söylüyorlarmış.
red kit var televizyonda. ona dalıyorum.
ton ton icraatın içinden geçenleri anlatıyor, iki pamuk tarlası görüp kapatıyorum.
barbie bebeklerim var.
sonra yıldırım akbulut fıkra kitaplarına düşmüş, yazık. onları okuyorum.
babam dyp'ye oy veriyor. "iyi mi onlar?" diyorum, pazardan limon seçiyoruz sanki. "baba halkı kurtaracak mı?"
buralarda az çok ilgimi çekmeye başlamış haberler. plastip şov izleyip ara sıra "hmm" diyorum.
tansu çiller'in ilk ve şimdilik tek kadın başbakan olması ilgimi çekiyor. ama o da hikaye gibi. sadece benim için mi? fak fuk fon'dan fan fin fon'un türetildiği bir zamandayız. salih memecan çiziyor bunları. dönem yıldırım akbulut fıkralarından farksız.
lisede ilk hamlemi yaptığımı hatırlıyorum. ders felsefe. konu nereden açıldıysa demokrasiye gelmiş. çocuğun birine "ramazan ayında üniversite kantinlerinin taşlandığı bir ülke için demokratik diyemezsin!" diye çıkışıyorum. öğretmenim de destekleyince tartışma fazla büyümüyor. hepimiz çocuğuz ki hala. "peki senin ekonomiden haberin var mı?" deseler pısıp kalacağım ama onlar da bir şey bilmiyorlar. ben zaten ekmeğin kaç lira olduğunu hala bilmem.
gel zaman git zaman, üniversitedeyim. çağdaşlarımın çoğu gibi apolitizm ciğerlerime işlemiş. buna rağmen ailem beni okula göndermeden önce "bizi utandıracak bir şey yapma, n'olur" diyor. bir arkadaşım sosyalist manita yapmış, üç beş cümle öğrenmiş ondan. ara sıra "kahrolsun faşizm" diye celalleniyor. politika konuşmuyorum, arkadaşımın faşizmin anlamını bildiğinden bile şüpheliyim. yıllarca okumuşum, kavramları öğrenmişim, sıra ancak ülkede olan biteni anlamaya gelmiş. yavaş yavaş her şey, yavaş yavaş, sindire sindire.
ben olaylara hakim olana kadar bülent ecevit'in başbakanlığı bitmiş, abdullah gül gelmiş. konuşmaya, eleştirmeye yavaş yavaş başlamışım. sonra her şey ara sıra celallenerek, geçmişe bakıp umutsuzluğumu hiç kaybetmeyerek gelmiş.
kitapta ise şimdi süleyman yeniden başbakan oldu. bölüm bitince bıraktım, bunları düşündüm. resmi geçit bir roman. güzel bir roman. şebnem işigüzel romanını gerçeklerden çıkardığında işi daha güzel oluyormuş. yer yer "vay anasını sayın seyirciler" dedirtiyormuş. darbeden sonra neler olduğunu dedikodulu gerçekli okumak isteyenler içinmiş bu kitap.
sonra kardeşim "mesela kemal kılıçdaroğlu'nu neden sevdiklerini sorsan yine bir şey diyemezler" diyor.
kaşlarımı çatıyorum. "kemal kılıçdaroğlu'nun sevilecek bir tarafı yok," diyorum, "chp'ye oy verecek olmamın tek nedeni meclis'te muhalefeti güçlendirmek. o da ne biçim muhalefet olacaksa..."
liderliği konuşuyoruz sonra. konu bir şekilde kaynıyor.
bugün eski patronumun "akp'nin ruhu" başlıklı yazısını okuyor ve hak veriyorum.
velhasıl kelam, tuhaf bir ülke türkiye. bizler de bir şekilde bu tuhaflığın içine düşmüşüz, yaşıyor ve öğreniyoruz. yaşıyor ve değişiyoruz. yaşıyor ve nihayetinde aklımızda bir türkiye masalıyla ölüyoruz. o masal ki, kitabın arkasında şöyle geçiyor:
"Hangi ülkenin halkından gizlenen, yüzleşemediği bir tarihi varsa, siyasetçilerden başka duyan bilenin kurşuna dizildiği bir sırrı varsa, pislik yığının üzerinde oturuyordur o ülke."
dedim "nasıl?! kimin için? kaç yaşındalar mesela?"
reklam hesaplarına göre 18-24, yani genç dediğimiz kitleden bahsetti.
dedi ki, bunlar "akp çok kötü bir şeydir" diye yerli yersiz konuşurlarmış ama bir tanesine "neden?" desen cümle kuramazlarmış.
"olur mu ya?" dedim, "ne bileyim, bana da sorsan tek cümlede toparlanacak şey değil ki, kitap yazılır üstüne."
"sen birikiminle konuşuyorsun," dedi, "sorulursa verecek cevabın var. onların cevabı falan yok, laf olsun diye konuşuyorlar öyle."
nereden çıktı peki bu? resmi geçit'ten. şebnem işigüzel neler neler yazmış... ben de kardeşcağızımın elinde birkaç kez tarihle ilgili kitap görmüştüm, bu konularda biraz konuştuğumuz da olmuştu. belki ilgisini çeker diye kitabın nelerden bahsettiğini özetledim.
ilgilenmedi tabii. daha fikrinin bile varolmadığı dönemlerden bahsediyoruz. kitabın başlangıç yılında daha ben bile yokum.
siyasetle ilgili ilk bilgim turgut özal'ın başbakan olduğu. o da ikinci hükümet dönemiymiş, ilkokula başladığım yıllar. bir şey anlamıyorum zaten, tonton biri var televizyonda, ulusa sesleniyor. köprüler, otobanlar yapılıyormuş, amerikalardan oyalanmamız, zengin olup harcamak dışında bir şey yapamamamız için oyuncaklar geliyormuş. ne gam... daha 6-7 yaşındayım, ben mi anlayacağım bunlardan?
renkli televizyonumuz var.
nurtopu gibi körfez savaşımız çıkmış. petrole bulanmış kuş izliyoruz televizyonda. üzülüyorum ben.
sıra sıra dizmişler kürt cesetlerini. çatışmada zayiatımız var ama siz bir de karşı tarafı görün diyorlar. "kötü onlar" diyorlar hala. bilmiyorum ki hiç, daha ben yokken de aynı şeyi söylüyorlarmış.
red kit var televizyonda. ona dalıyorum.
ton ton icraatın içinden geçenleri anlatıyor, iki pamuk tarlası görüp kapatıyorum.
barbie bebeklerim var.
sonra yıldırım akbulut fıkra kitaplarına düşmüş, yazık. onları okuyorum.
babam dyp'ye oy veriyor. "iyi mi onlar?" diyorum, pazardan limon seçiyoruz sanki. "baba halkı kurtaracak mı?"
buralarda az çok ilgimi çekmeye başlamış haberler. plastip şov izleyip ara sıra "hmm" diyorum.
tansu çiller'in ilk ve şimdilik tek kadın başbakan olması ilgimi çekiyor. ama o da hikaye gibi. sadece benim için mi? fak fuk fon'dan fan fin fon'un türetildiği bir zamandayız. salih memecan çiziyor bunları. dönem yıldırım akbulut fıkralarından farksız.
lisede ilk hamlemi yaptığımı hatırlıyorum. ders felsefe. konu nereden açıldıysa demokrasiye gelmiş. çocuğun birine "ramazan ayında üniversite kantinlerinin taşlandığı bir ülke için demokratik diyemezsin!" diye çıkışıyorum. öğretmenim de destekleyince tartışma fazla büyümüyor. hepimiz çocuğuz ki hala. "peki senin ekonomiden haberin var mı?" deseler pısıp kalacağım ama onlar da bir şey bilmiyorlar. ben zaten ekmeğin kaç lira olduğunu hala bilmem.
gel zaman git zaman, üniversitedeyim. çağdaşlarımın çoğu gibi apolitizm ciğerlerime işlemiş. buna rağmen ailem beni okula göndermeden önce "bizi utandıracak bir şey yapma, n'olur" diyor. bir arkadaşım sosyalist manita yapmış, üç beş cümle öğrenmiş ondan. ara sıra "kahrolsun faşizm" diye celalleniyor. politika konuşmuyorum, arkadaşımın faşizmin anlamını bildiğinden bile şüpheliyim. yıllarca okumuşum, kavramları öğrenmişim, sıra ancak ülkede olan biteni anlamaya gelmiş. yavaş yavaş her şey, yavaş yavaş, sindire sindire.
ben olaylara hakim olana kadar bülent ecevit'in başbakanlığı bitmiş, abdullah gül gelmiş. konuşmaya, eleştirmeye yavaş yavaş başlamışım. sonra her şey ara sıra celallenerek, geçmişe bakıp umutsuzluğumu hiç kaybetmeyerek gelmiş.
kitapta ise şimdi süleyman yeniden başbakan oldu. bölüm bitince bıraktım, bunları düşündüm. resmi geçit bir roman. güzel bir roman. şebnem işigüzel romanını gerçeklerden çıkardığında işi daha güzel oluyormuş. yer yer "vay anasını sayın seyirciler" dedirtiyormuş. darbeden sonra neler olduğunu dedikodulu gerçekli okumak isteyenler içinmiş bu kitap.
sonra kardeşim "mesela kemal kılıçdaroğlu'nu neden sevdiklerini sorsan yine bir şey diyemezler" diyor.
kaşlarımı çatıyorum. "kemal kılıçdaroğlu'nun sevilecek bir tarafı yok," diyorum, "chp'ye oy verecek olmamın tek nedeni meclis'te muhalefeti güçlendirmek. o da ne biçim muhalefet olacaksa..."
liderliği konuşuyoruz sonra. konu bir şekilde kaynıyor.
bugün eski patronumun "akp'nin ruhu" başlıklı yazısını okuyor ve hak veriyorum.
velhasıl kelam, tuhaf bir ülke türkiye. bizler de bir şekilde bu tuhaflığın içine düşmüşüz, yaşıyor ve öğreniyoruz. yaşıyor ve değişiyoruz. yaşıyor ve nihayetinde aklımızda bir türkiye masalıyla ölüyoruz. o masal ki, kitabın arkasında şöyle geçiyor:
"Hangi ülkenin halkından gizlenen, yüzleşemediği bir tarihi varsa, siyasetçilerden başka duyan bilenin kurşuna dizildiği bir sırrı varsa, pislik yığının üzerinde oturuyordur o ülke."
16 Mart 2011 Çarşamba
Sahi, ne oldu Asiye'ye?
Asiye, severim seni öldüresiye
Senin gözlerin mavi, yeşil, kara. İndir onları yere, bakma sakın hayata. Senin ellerin güzel Asiye, parmakların ipince. Severim seni ama olmuyor bulaşıklar kalınca. Asiye severim seni, sen bana hayat verdin. Bana yemek verdin Asiye, suyumu elinden içtim. Çocuk verdin bana üç demedin, beş demedin. Elbet vereceksin Asiye, lafımı iyi belle! Ben seni karım ettim. Seni bensiz yarım ettim. Yuvamın sultanı ettim, saçını süpürge ettim. Asiye, ben seni kadın ettim. Bir yere gidemezsin!
Seviyorum lan seni, ütüyü kim yapacak? Asiye, çocukların karnı aç. Az vurduysam ne olmuş, hemen annenlere kaç! Asiye, ben sevmesem seni, vurur muyum hiç öyle? Aşkımız ölümüne değil miydi sen söyle? Asiye, gitme dedim! Bak çok pişman olacaksın… Ben erkek kalacağım, sen mevta olacaksın… Sana "abartma" derler, derdini kime anlatırsın?
Anlatamazsın Asiye, eve dön! Evde severim ben seni öldüresiye…
Zeynep Arkan
Asiye bizim komşumuzdu. Alt katta otururdu. 3 yaşında bir çocuğu vardı, bir de kocası. Sarı saçları, mavi gözleri vardı, daha 24 yaşındaydı. Açık saçık giyinmezdi ama arkasından bakanı çok olurdu. Pek laf atılmazdı herhalde, Asiye evden çok fazla çıkmazdı. Ara sıra çocuğunu pusetine oturur, bakkala kadar giderdi. İki sokak ileriye. Sessiz sedasız bir kadındı. Annemi çok severdi. Bize gelirdi bazen. Ben pek yanlarına gitmezdim ama mutfaktan gelen fısıltıları duyardım. İki çay karıştırma şıngırtısı, bir iki iç çekiş, biraz fısıltı.
Sonra bir akşam Asiye fısıldamadı.
Evde tek başımaydım ben, yatağımda oturmuş kitap okuyordum. Alt kattan bir gürültü geldi. "Sandalye devrilmiştir herhalde" derken bir çığlık. Bir yandan cam kırılma sesleri, bir yandan ağlamalar. Alt katta deprem oluyor resmen, Allah aşkınalar Allah belanı versinlere karışıyor. Allah her yerde diye öğretilmiş bize. Ama o sırada orada Allah yok, iyilik yok, merhamet yok, sadece duvara vurulan bir kafanın çıkardığı tok ses var. Sırtta parçalanan bir sandalyenin çatırtısı, şakağa isabet eden bir vazonun şangırtısı. Öyle dehşet verici ki alt kattan gelen sesler, sanki Asiye'nin değil, benim kemiklerim kırılıyor.
İçimden bir ses "kalk," diyor, "git kapıyı yumrukla da durdur bu vahşeti." Başka bir ses polisi aramamı söylüyor, bir başkası komşulardan yardım istememi. İçimdeki tüm sesler harekete geçmemi söylerken ben duruyorum. Donmuş kalmışım. Gözlerimden elimdeki kitaba pıtır pıtır yaşlar dökülüyor. Ne kitabı çekebiliyorum, ne yataktan kalkabiliyorum. Sesim bile çıkmıyor, öylesine donmuşum.
Sonra patırtı bitiyor. Bir çocuk, bir de Asiye ağlıyor. Sonra Asiye de susuyor. Sonra çocuk da susuyor. Sonrası, sessizlik.
Sonrası, gecelerce süren kabuslarım. Sürekli kendimi suçlamam. Donup kaldığım, müdahale edemediğim için kendimi yiyip bitirmem.
-o-o-o-o-o-o-
Ertesi gün fısıltılar tüm apartmanda yankılanıyor. Kadınlar kurulu toplanmış, Asiye'ye ne olduğunu konuşuyor. Asiye onların yanında değil. Annesinin yanına kaçmış. Hastaneye gitmesi gerekmese dışarı adımını atamazmış. Kırılıp da yen içinde kalmış koluyla çocuğunu sabit tutmaya, sağlam kolunun ucunda titreyen eliyle kaşığı ağzına sokmaya çalışıyor o anda.
Aynı apartmanda oturduğumuz yengem annemle birlikte eve giriyor. Çay koyuluyor yine, belli ki muhabbet uzun sürecek. Hoş geldin demeye gidiyorum yanlarına, asıl amacım Asiye'ye neler olduğunu öğrenmek.
Selamlaştıktan sonra soruyorum, "Sahi, ne oldu Asiye'ye?"
"Hastaneden sonra annesine gitmiş," diye anlatıyor yengem, "gece kolu alçılı geldi, çocuğu alıp gittiler. Adamı görsen, özrün bini bir para. Yalvardı, yakardı, Asiye’yi eve sokamadı."
"Girmez tabii bir daha o eve. Eşşoğlu eşşek kadının kemiklerini kırmış."
Annem küfür etmemem için uyarıyor. Yengem gayet ciddi.
"Eninde sonunda dönecek. Kocası nihayetinde, çocuğunun babası."
"Niye dönsün canım? O adama ihtiyacı mı var?"
"Var tabii. Tek başına nasıl büyütecek çocuğunu? Piç gibi mi büyüsün çocuk? Hem evlilik öyle her aklına estiğinde bitirilecek bir şey değil."
"Ne gerekiyor bitirmek için yenge? Ölene kadar sürsün diye başlanıyor da 24 yaşında ölmek mi gerekiyor? Adamı mı savunuyorsun anlamıyorum ki!"
"Adamı savunmuyorum, yapmış bir cahillik işte. Bundan sonra anlaşırlar, Asiye de bir daha dayağı hakedecek bir şey yapmaz, yuvalarını yıkmadan yaşayıp giderler."
O kadar sinirlenmişim ki, sesim yükselmiş, annemin gözleri şaşkınlıktan kocaman açılmış.
"Ya ne demek dayağı hakedecek bir şey yapmaz ya? Nasıl hakediliyor bu dayak söyler misin? Sanki amcam yüzüne tükürse yarabbi şükür diyecek gibi konuşma ya!"
"Amcan öyle şey yapmaz. Okumuş insanlarız biz."
"Okumuş diyorsun da Asiye'nin kocası da üniversite bitirmiş, koskoca şirket yöneten adam. Sadece okumakla olmuyor ki bunlar. Sen duydun mu o sesleri? Bırak cahilini okumuşunu, o herif insanlıktan çıkmıştı dün akşam. Ben donup kaldım, şimdi bir şey yapamadığım için ne kadar pişmanım. Bir Allahın kulu da yardım etmeye çalışmaz mı ya? Polisi arayan bir kişi çıkmaz mı şu koskoca apartmandan?"
"Aile meselesi bunlar, karışılmaz. Mutlaka vardır bir nedeni. Hem sen küçüksün, anlamazsın böyle şeylerden. Kim bilir neler oluyordur aile içinde."
"Bunu normal karşılayabildiğine göre senin insanlığından da şüphe ediyorum artık yenge."
Bu lafım annem için bardağı taşıran damla olmuştu. Yüzüme "yengenle ne biçim konuşuyorsun sen" anlamında bakması yetti. Sınırı aştığımı düşündüğümden değil, annemin sinirlerini daha fazla bozmamak için masadan kalktım, odama gittim.
-o-o-o-o-o-o-
Yine içim içimi yedi. Daha neler söyleyebileceğimi kafamda kurarken tekrar düşündüm. Annemin neden bütün bu tartışmada hiçbir yorum yapmadığını sordum kendime. Hak verdim sonra. Annem akıllı kadındır, kiminle ne konuşacağını bilir. Davul zurnayı az bulacak kişiye laf anlatmaya çalışıp kendi sinirlerini de bozmaktansa nazikçe konuyu kapatır. Dinlemez, yorum yapmaz. Sabit fikre karşı koyamayacağını bilir annem. Buna rağmen saygıda kusur etmez, kırıcı davranmaz. Diyorum ya, akıllı kadındır.
Mutfakta benim yerime özür dilememiştir. Bazen susmam gereken yeri söylese de bana ve düşüncelerime de saygısızlık etmez. Bir tanedir o.
Yengemin ise nasıl böyle olduğunu aklım almıyor. Büyük şehirde doğmuş, üniversite okumuş, bir süre çalışıp evlenmiş ve bir çocuk yapmış. Aile içi şiddete maruz kaldığını hiç sanmam, en azından amcamla evlendikten sonra öyle bir şey yaşamadığından eminim. Eğitimliyim diyor ama kadın haklarıyla ilgili her konuda nasıl bu kadar kadın düşmanı kesilebiliyor, anlam veremiyorum. O kadar garip ki; kızların üniversiteye gitmeleri gerektiğini söyler; "kız okuldan dönerken taciz edilmiş" desek, "okula eğitim almaya gitmiyor ki bunlar, kesin kuyruk sallamıştır" diye cevap verir.
Diplomasıyla sınıf atladığını düşünüyor ama nato kafa nato mermer. Belki de ben anlamıyorum onun engin bilgeliğini, bu yüzden aptallık gibi geliyor. Ama kadın her konuda nasıl suçlu olabilir ki? Bir insan nasıl dayak yiyecek kadar suçlu olabilir? Şiddet nasıl bir hak olarak görülebilir?
Belki annemin yaptığı en doğrusu. Ama ben sessiz kalamıyorum.
-o-o-o-o-o-o-
Akşam eve gelince annem "Yemeği yakmış," diyor, "çocuk hastaymış, onunla ilgilenirken yemeği yakmış."
-o-o-o-o-o-o-
Annem sık sık ziyaret etti Asiye'yi. Zamanla iyi haberlerini alır oldum. Önce yaraları iyileşmiş, alçısını çıkarmışlar. Kocası sık sık dayanıyormuş kapısına, özür üstüne özür diliyormuş. Çocuğuyla bir iki saat geçirdikten sonra kös kös dönüyormuş evine.
Bizim alt kattan da taşındı bir süre sonra. Çocuğu daha sık görme bahanesiyle, Asiye'nin annesine yakın bir yer bulmuş. Her akşam iş dönüşü uğrayıp çocuğunu değil, Asiye'nin evde olup olmadığını soruyormuş.
O kadar ağlayıp yalvarmanın üzerine bir ara barışacak gibi olmuşlar. Daha ilk buluşmalarında, sudan bir sebeple bas bas bağırmaya başlayınca adam, Asiye anlamış odunun aynı odun olduğunu. Hemen boşanma davası açmış, adam istemese de ayrılmışlar.
Bu arada Asiye iş bulmuş kendine. Evin yakınındaki bir esnaf lokantasında yemek yapıyormuş. "Yıllarca evde soğan doğradım, bir yemeği yaktım diye hayatımın dayağını yedim, şimdi yemek yapınca hem para kazanıyorum hem de müşterilerin ne kadar memnun olduğu geliyor kulağıma. Ne güzelmiş böylesi" diyormuş.
Yüzündeki morluklar da geçince güzelliği yeniden ortaya çıkmış. Bakan bir daha bakıyormuş. Neyse ki terbiyeli insanlar varmış çevresinde. Asılmak yerine takdir ediyorlarmış sadece. Asiye mutluymuş.
-o-o-o-o-o-o-
Bunları duydukça seviniyordum ben de. Bir kadının, çocuğuna rağmen, kocasından ayrılacak cesareti göstermesi, kendi ayaklarının üzerinde durabilmesi mutlu ediyordu beni. Angut gelmiş angut gidecek yengemin haksız çıkması, kadınlar adına umut veriyordu.
Sonra bir akşam okuldan döndüm, annemi ağlarken gördüm. "Büyük bir şey olmasa ağlamaz annem" dedim, sorunun ne olduğunu merak ettim.
"Asiye" dedi annem, ağzını eliyle kapatıp başını iki yana salladı. Sanki öyle ayıp bir şey söyleyecekti ki dili varmıyordu, sanki ağzından çıkacak sözleri eliyle engellemeye çalışıyordu. En kötüsünü düşündüm birden, ellerim titremeye başladı. Aklımdan geçenleri kafamda büyütmek yerine sordum, "Ne oldu Asiye’ye?"
Aradan dakikalar geçti. Annem ağlamaktan, içini çekmekten cevap veremedi. Konuşmaya başladığında cümleleri hıçkırıklarla kesildi. Annem Asiye'nin başına gelenleri insanlığına yediremedi.
Öğrendim ki, biriyle tanışmış Asiye. Lokantanın yakınlarında bir dükkanı varmış. Öyle şirket falan yönetmiyormuş, çok zengin sayılmazmış ama iyi bir adammış. Nazikmiş, şefkatliymiş, bekarmış. Ufak tefek sohbetlerle başlayıp arkadaş olmuşlar, sonra sevmişler birbirlerini. Gel zaman git zaman, Asiye adamı çocuğu ve annesiyle tanıştırmak için eve davet etmiş. O gece Asiye'nin eski kocasının çocuğunu göreceği tutmuş. Davetsiz, pat diye damlamış eve. Adamı görünce de apar topar çıkmış kapıyı çarparak. Hiçbir şey söylememiş. Hiçbir şey söylemesi gerekmemiş. Yine de Asiye'nin annesi içinden "Eyvah!" demiş.
Ertesi sabah Asiye işe gitmek için evden çıkmış. Daha sokağın başına gelmeden çığlıklar yükselmeye başlamış. Öyle çığlıklar ki, hayvan boğazlıyorlar sanırsınız.
"Gitti kızım!" demiş Asiye’nin annesi cama koşarken. Bir de bakmış ki, eski kocası hala bıçaklıyor Asiye'yi her yerinden. Asiye yerde çığlık çığlığa, annesi pencereden sarkmış "Yardım edin kızıma" diye bağıyor, yine bir kişi yerinden kıpırdamıyor. Hepsi mi donup kalmış benim gibi, hepsi mi korkak, hepsi mi aile meselelerine karışmaya karşı? Kim bilir?
Bilinen bir şey var ki, Asiye o kadar insanın önünde 27 kez bıçaklanmış. Bağıra bağıra, inleye inleye katledilmiş. Ambulans geldiğinde ölüymüş zaten, üzerine gazeteler örtülmüş.
-o-o-o-o-o-o-
Şimdi merak ediyorum, Asiye'nin üzerine örtülen gazetelerde kaç kadının cesedi vardı kim bilir?
Senin gözlerin mavi, yeşil, kara. İndir onları yere, bakma sakın hayata. Senin ellerin güzel Asiye, parmakların ipince. Severim seni ama olmuyor bulaşıklar kalınca. Asiye severim seni, sen bana hayat verdin. Bana yemek verdin Asiye, suyumu elinden içtim. Çocuk verdin bana üç demedin, beş demedin. Elbet vereceksin Asiye, lafımı iyi belle! Ben seni karım ettim. Seni bensiz yarım ettim. Yuvamın sultanı ettim, saçını süpürge ettim. Asiye, ben seni kadın ettim. Bir yere gidemezsin!
Seviyorum lan seni, ütüyü kim yapacak? Asiye, çocukların karnı aç. Az vurduysam ne olmuş, hemen annenlere kaç! Asiye, ben sevmesem seni, vurur muyum hiç öyle? Aşkımız ölümüne değil miydi sen söyle? Asiye, gitme dedim! Bak çok pişman olacaksın… Ben erkek kalacağım, sen mevta olacaksın… Sana "abartma" derler, derdini kime anlatırsın?
Anlatamazsın Asiye, eve dön! Evde severim ben seni öldüresiye…
Zeynep Arkan
Asiye bizim komşumuzdu. Alt katta otururdu. 3 yaşında bir çocuğu vardı, bir de kocası. Sarı saçları, mavi gözleri vardı, daha 24 yaşındaydı. Açık saçık giyinmezdi ama arkasından bakanı çok olurdu. Pek laf atılmazdı herhalde, Asiye evden çok fazla çıkmazdı. Ara sıra çocuğunu pusetine oturur, bakkala kadar giderdi. İki sokak ileriye. Sessiz sedasız bir kadındı. Annemi çok severdi. Bize gelirdi bazen. Ben pek yanlarına gitmezdim ama mutfaktan gelen fısıltıları duyardım. İki çay karıştırma şıngırtısı, bir iki iç çekiş, biraz fısıltı.
Sonra bir akşam Asiye fısıldamadı.
Evde tek başımaydım ben, yatağımda oturmuş kitap okuyordum. Alt kattan bir gürültü geldi. "Sandalye devrilmiştir herhalde" derken bir çığlık. Bir yandan cam kırılma sesleri, bir yandan ağlamalar. Alt katta deprem oluyor resmen, Allah aşkınalar Allah belanı versinlere karışıyor. Allah her yerde diye öğretilmiş bize. Ama o sırada orada Allah yok, iyilik yok, merhamet yok, sadece duvara vurulan bir kafanın çıkardığı tok ses var. Sırtta parçalanan bir sandalyenin çatırtısı, şakağa isabet eden bir vazonun şangırtısı. Öyle dehşet verici ki alt kattan gelen sesler, sanki Asiye'nin değil, benim kemiklerim kırılıyor.
İçimden bir ses "kalk," diyor, "git kapıyı yumrukla da durdur bu vahşeti." Başka bir ses polisi aramamı söylüyor, bir başkası komşulardan yardım istememi. İçimdeki tüm sesler harekete geçmemi söylerken ben duruyorum. Donmuş kalmışım. Gözlerimden elimdeki kitaba pıtır pıtır yaşlar dökülüyor. Ne kitabı çekebiliyorum, ne yataktan kalkabiliyorum. Sesim bile çıkmıyor, öylesine donmuşum.
Sonra patırtı bitiyor. Bir çocuk, bir de Asiye ağlıyor. Sonra Asiye de susuyor. Sonra çocuk da susuyor. Sonrası, sessizlik.
Sonrası, gecelerce süren kabuslarım. Sürekli kendimi suçlamam. Donup kaldığım, müdahale edemediğim için kendimi yiyip bitirmem.
-o-o-o-o-o-o-
Ertesi gün fısıltılar tüm apartmanda yankılanıyor. Kadınlar kurulu toplanmış, Asiye'ye ne olduğunu konuşuyor. Asiye onların yanında değil. Annesinin yanına kaçmış. Hastaneye gitmesi gerekmese dışarı adımını atamazmış. Kırılıp da yen içinde kalmış koluyla çocuğunu sabit tutmaya, sağlam kolunun ucunda titreyen eliyle kaşığı ağzına sokmaya çalışıyor o anda.
Aynı apartmanda oturduğumuz yengem annemle birlikte eve giriyor. Çay koyuluyor yine, belli ki muhabbet uzun sürecek. Hoş geldin demeye gidiyorum yanlarına, asıl amacım Asiye'ye neler olduğunu öğrenmek.
Selamlaştıktan sonra soruyorum, "Sahi, ne oldu Asiye'ye?"
"Hastaneden sonra annesine gitmiş," diye anlatıyor yengem, "gece kolu alçılı geldi, çocuğu alıp gittiler. Adamı görsen, özrün bini bir para. Yalvardı, yakardı, Asiye’yi eve sokamadı."
"Girmez tabii bir daha o eve. Eşşoğlu eşşek kadının kemiklerini kırmış."
Annem küfür etmemem için uyarıyor. Yengem gayet ciddi.
"Eninde sonunda dönecek. Kocası nihayetinde, çocuğunun babası."
"Niye dönsün canım? O adama ihtiyacı mı var?"
"Var tabii. Tek başına nasıl büyütecek çocuğunu? Piç gibi mi büyüsün çocuk? Hem evlilik öyle her aklına estiğinde bitirilecek bir şey değil."
"Ne gerekiyor bitirmek için yenge? Ölene kadar sürsün diye başlanıyor da 24 yaşında ölmek mi gerekiyor? Adamı mı savunuyorsun anlamıyorum ki!"
"Adamı savunmuyorum, yapmış bir cahillik işte. Bundan sonra anlaşırlar, Asiye de bir daha dayağı hakedecek bir şey yapmaz, yuvalarını yıkmadan yaşayıp giderler."
O kadar sinirlenmişim ki, sesim yükselmiş, annemin gözleri şaşkınlıktan kocaman açılmış.
"Ya ne demek dayağı hakedecek bir şey yapmaz ya? Nasıl hakediliyor bu dayak söyler misin? Sanki amcam yüzüne tükürse yarabbi şükür diyecek gibi konuşma ya!"
"Amcan öyle şey yapmaz. Okumuş insanlarız biz."
"Okumuş diyorsun da Asiye'nin kocası da üniversite bitirmiş, koskoca şirket yöneten adam. Sadece okumakla olmuyor ki bunlar. Sen duydun mu o sesleri? Bırak cahilini okumuşunu, o herif insanlıktan çıkmıştı dün akşam. Ben donup kaldım, şimdi bir şey yapamadığım için ne kadar pişmanım. Bir Allahın kulu da yardım etmeye çalışmaz mı ya? Polisi arayan bir kişi çıkmaz mı şu koskoca apartmandan?"
"Aile meselesi bunlar, karışılmaz. Mutlaka vardır bir nedeni. Hem sen küçüksün, anlamazsın böyle şeylerden. Kim bilir neler oluyordur aile içinde."
"Bunu normal karşılayabildiğine göre senin insanlığından da şüphe ediyorum artık yenge."
Bu lafım annem için bardağı taşıran damla olmuştu. Yüzüme "yengenle ne biçim konuşuyorsun sen" anlamında bakması yetti. Sınırı aştığımı düşündüğümden değil, annemin sinirlerini daha fazla bozmamak için masadan kalktım, odama gittim.
-o-o-o-o-o-o-
Yine içim içimi yedi. Daha neler söyleyebileceğimi kafamda kurarken tekrar düşündüm. Annemin neden bütün bu tartışmada hiçbir yorum yapmadığını sordum kendime. Hak verdim sonra. Annem akıllı kadındır, kiminle ne konuşacağını bilir. Davul zurnayı az bulacak kişiye laf anlatmaya çalışıp kendi sinirlerini de bozmaktansa nazikçe konuyu kapatır. Dinlemez, yorum yapmaz. Sabit fikre karşı koyamayacağını bilir annem. Buna rağmen saygıda kusur etmez, kırıcı davranmaz. Diyorum ya, akıllı kadındır.
Mutfakta benim yerime özür dilememiştir. Bazen susmam gereken yeri söylese de bana ve düşüncelerime de saygısızlık etmez. Bir tanedir o.
Yengemin ise nasıl böyle olduğunu aklım almıyor. Büyük şehirde doğmuş, üniversite okumuş, bir süre çalışıp evlenmiş ve bir çocuk yapmış. Aile içi şiddete maruz kaldığını hiç sanmam, en azından amcamla evlendikten sonra öyle bir şey yaşamadığından eminim. Eğitimliyim diyor ama kadın haklarıyla ilgili her konuda nasıl bu kadar kadın düşmanı kesilebiliyor, anlam veremiyorum. O kadar garip ki; kızların üniversiteye gitmeleri gerektiğini söyler; "kız okuldan dönerken taciz edilmiş" desek, "okula eğitim almaya gitmiyor ki bunlar, kesin kuyruk sallamıştır" diye cevap verir.
Diplomasıyla sınıf atladığını düşünüyor ama nato kafa nato mermer. Belki de ben anlamıyorum onun engin bilgeliğini, bu yüzden aptallık gibi geliyor. Ama kadın her konuda nasıl suçlu olabilir ki? Bir insan nasıl dayak yiyecek kadar suçlu olabilir? Şiddet nasıl bir hak olarak görülebilir?
Belki annemin yaptığı en doğrusu. Ama ben sessiz kalamıyorum.
-o-o-o-o-o-o-
Akşam eve gelince annem "Yemeği yakmış," diyor, "çocuk hastaymış, onunla ilgilenirken yemeği yakmış."
-o-o-o-o-o-o-
Annem sık sık ziyaret etti Asiye'yi. Zamanla iyi haberlerini alır oldum. Önce yaraları iyileşmiş, alçısını çıkarmışlar. Kocası sık sık dayanıyormuş kapısına, özür üstüne özür diliyormuş. Çocuğuyla bir iki saat geçirdikten sonra kös kös dönüyormuş evine.
Bizim alt kattan da taşındı bir süre sonra. Çocuğu daha sık görme bahanesiyle, Asiye'nin annesine yakın bir yer bulmuş. Her akşam iş dönüşü uğrayıp çocuğunu değil, Asiye'nin evde olup olmadığını soruyormuş.
O kadar ağlayıp yalvarmanın üzerine bir ara barışacak gibi olmuşlar. Daha ilk buluşmalarında, sudan bir sebeple bas bas bağırmaya başlayınca adam, Asiye anlamış odunun aynı odun olduğunu. Hemen boşanma davası açmış, adam istemese de ayrılmışlar.
Bu arada Asiye iş bulmuş kendine. Evin yakınındaki bir esnaf lokantasında yemek yapıyormuş. "Yıllarca evde soğan doğradım, bir yemeği yaktım diye hayatımın dayağını yedim, şimdi yemek yapınca hem para kazanıyorum hem de müşterilerin ne kadar memnun olduğu geliyor kulağıma. Ne güzelmiş böylesi" diyormuş.
Yüzündeki morluklar da geçince güzelliği yeniden ortaya çıkmış. Bakan bir daha bakıyormuş. Neyse ki terbiyeli insanlar varmış çevresinde. Asılmak yerine takdir ediyorlarmış sadece. Asiye mutluymuş.
-o-o-o-o-o-o-
Bunları duydukça seviniyordum ben de. Bir kadının, çocuğuna rağmen, kocasından ayrılacak cesareti göstermesi, kendi ayaklarının üzerinde durabilmesi mutlu ediyordu beni. Angut gelmiş angut gidecek yengemin haksız çıkması, kadınlar adına umut veriyordu.
Sonra bir akşam okuldan döndüm, annemi ağlarken gördüm. "Büyük bir şey olmasa ağlamaz annem" dedim, sorunun ne olduğunu merak ettim.
"Asiye" dedi annem, ağzını eliyle kapatıp başını iki yana salladı. Sanki öyle ayıp bir şey söyleyecekti ki dili varmıyordu, sanki ağzından çıkacak sözleri eliyle engellemeye çalışıyordu. En kötüsünü düşündüm birden, ellerim titremeye başladı. Aklımdan geçenleri kafamda büyütmek yerine sordum, "Ne oldu Asiye’ye?"
Aradan dakikalar geçti. Annem ağlamaktan, içini çekmekten cevap veremedi. Konuşmaya başladığında cümleleri hıçkırıklarla kesildi. Annem Asiye'nin başına gelenleri insanlığına yediremedi.
Öğrendim ki, biriyle tanışmış Asiye. Lokantanın yakınlarında bir dükkanı varmış. Öyle şirket falan yönetmiyormuş, çok zengin sayılmazmış ama iyi bir adammış. Nazikmiş, şefkatliymiş, bekarmış. Ufak tefek sohbetlerle başlayıp arkadaş olmuşlar, sonra sevmişler birbirlerini. Gel zaman git zaman, Asiye adamı çocuğu ve annesiyle tanıştırmak için eve davet etmiş. O gece Asiye'nin eski kocasının çocuğunu göreceği tutmuş. Davetsiz, pat diye damlamış eve. Adamı görünce de apar topar çıkmış kapıyı çarparak. Hiçbir şey söylememiş. Hiçbir şey söylemesi gerekmemiş. Yine de Asiye'nin annesi içinden "Eyvah!" demiş.
Ertesi sabah Asiye işe gitmek için evden çıkmış. Daha sokağın başına gelmeden çığlıklar yükselmeye başlamış. Öyle çığlıklar ki, hayvan boğazlıyorlar sanırsınız.
"Gitti kızım!" demiş Asiye’nin annesi cama koşarken. Bir de bakmış ki, eski kocası hala bıçaklıyor Asiye'yi her yerinden. Asiye yerde çığlık çığlığa, annesi pencereden sarkmış "Yardım edin kızıma" diye bağıyor, yine bir kişi yerinden kıpırdamıyor. Hepsi mi donup kalmış benim gibi, hepsi mi korkak, hepsi mi aile meselelerine karışmaya karşı? Kim bilir?
Bilinen bir şey var ki, Asiye o kadar insanın önünde 27 kez bıçaklanmış. Bağıra bağıra, inleye inleye katledilmiş. Ambulans geldiğinde ölüymüş zaten, üzerine gazeteler örtülmüş.
-o-o-o-o-o-o-
Şimdi merak ediyorum, Asiye'nin üzerine örtülen gazetelerde kaç kadının cesedi vardı kim bilir?
distopya
gün geçmiyor ki cennet vatanımızda bir acayiplik olmasın. olur. her şey olur. mesela başbakanımız nükleer felaketi pilavın altının tutmasına indirger. neden olmasın.
neyse. bugünlük bunları bırakalım. bu aralar çok siyaset yazdım, bu kadar istikrar beni gerer.
yeni işsizlik sürecimde iki buçuk haftayı doldurdum. evden çalıştım, ara sıra ajansa gittim, çok oturmaktan belim ağrıdı, bol bol film izledim ve kitap okudum. bunları hala yapıyorum. durumum gayet iyi yani. tuzum kuru. dolayısıyla yine istediğim gibi konuşup yazabilecek durumdayım. yine de ikinci hafta dolarken huzursuzluk başladı. bir ara muhakkak yeni iş bulmam gerekecek. şimdilik erteliyorum, çünkü bunu yapabiliyorum. ama gerekecek. şimdi olmasa önümüzdeki ay. önceki işsizlik deneyimimden çıkardığım sonuçlara göre kitap yazmaya falan çalışmıyorum. öğrendim ki, bu huzursuzluk istediğim gibi yazmamı engelliyor, acele etmeme ve söylenecek her şeyi bir cümleye sığdırmaya çalışmama neden oluyor. tuzum iyice kurumadan böyle bir şeye girişmek biraz anlamsız.
tuzun iyice kuruması da ne demek? okunmayacağını bildiğin bir kitabı yazma cesaretini göstermek demek. değil mi ama? şimdi birkaç arkadaş dışında kim raflardaki binlerce kitap arasında inci vardar ismini görecek de ilgilenip kitabı alacak? neden böyle bir riske girmek istesin? insanın adı orhan pamuk falan değilse, yazarlıktan (en azından roman yazarlığından) para kazanması çok zor. yani maddi kaygılar tamamen ortadan kalkana kadar kitap bekleyebilir. ne de olsa birkaç yüz sayfada devrim yaratacak değilim, bunu da biliyorum. gerçek yaşamda iki eksi bir artı etmiyor.
çalışma kaygılarım yeniden su yüzüne çıkmışken iş aramaya başlayabilirdim. yapmadım, yapmıyorum. şimdi evde de reklamcılık yaptığım halde ajanslara, müşterilere, zaman kısıtlamalarına, yolda harcanan zamana ve anlamsız üretime geri dönmek istemiyorum. artık reklam yazmak ve düşünmek istemiyorum. sanki dünyayı kurtaracakmış gibi önem verilerek, emek harcanarak, gecelerce uykusuz kalarak yapılan; kimseye fayda sağlamayan ve ömrü maksimum bir ay olan işlerle uğraşmak istemiyorum. öyle anlamsız bir iş ki reklamcılık, insan sabah erkenden kalkıp "bugün de muhteşem bir şeyler yapacağım" diyerek mutlu olamıyor.
tamam, reklam sektörü bok. diğerleri çok mu pak? şimdi müşteri tarafına geçsem, mesela tekstil üreten bir kurumda yer alsam, nasıl bir şey çıkacak karşıma? sayılar, yükselen grafikler, moda haftaları için hummalı hazırlıklar, uyulmayan planlar, reklamcılara geç verilen briefler, en güzeli bile hunharca (ve haklı olarak) eleştirilebilecek işler, daha çok daha çok daha çok satış için kıç yırtmalar... bir dakika. bu insanların gerçekten her ay bir pantolon almaya ihtiyacı var mı?
tabi ki hayır. senin işin ihtiyaç yaratmak. ihtiyaç varmış gibi göstermek. televizyondan saatlerce, günlerce bağırarak beyin yıkamak: ENDING IS BETTER THAN MENDING! THE MORE STITCHES, THE LESS RICHES!
bu mu reklamcılıktan daha iyi olan seçenek?
----------
çok zor, belki imkansız ama bir insanın hiçbir inancı olmamalı. insan öğrendiklerine, kendisine öğretilenlere güvenmemeli. her konuda, ısrarla, merakla, çocukların sürekli sorduğu "peki neden?" sorusunu sorabilmeli. doğru bilinenler değişebilir, sanıldıkları kadar doğru olmadıkları görülebilir. bilim böyle bir şey ve tam da bu yüzden çok önemli.
kaptalizm belki vahşileşmeden önce ideal sayılabilecek bir sistemdi. teoride tüm sistemlerin olumlu yanları vardır ne de olsa. kim insanın düşünme ve yaratma, bir girişim yapıp meyvesini toplama, iyi yaptığı bir işten kötü yapanlara nazaran daha çok kazanç sağlama hakkına karşı çıkabilir ki? peki bu sistem ne zaman varolmayan varlıkları alıp satma, daha fazla kar elde etmek için başkalarının haklarına tecavüz etme, hiçbir ahlak kuralına uymayacak bir hırsla daha çok daha çok daha çok isteme, gereksizi dünyanın en önemli varlığıymış gibi gösterme anlamına geldi? yoksa başından beri böyle miydi?
sistemin ortaya çıkış mantığını hala savunabilen ama sonuçlarından tiksinen biri olarak soruyorum: insanların artık kapitalizme inanmayacak cesareti var mı?
yoksa değişim isteyenler hala amerikan rüyasından uyanamadı mı? her şeylerini kaybettikleri halde bir gün zengin olmanın hayalini kuran var mı hala? kötü de olsa istikrarın bozulmaması için dün yaptıklarınızı bugün de yapacak mısınız?
----------
devlet konusunda umutsuzluğa kapılmaya gerek yok. ülkeleri hükümetler yönetmiyor, onlar gerektiği zaman değişir. ya halk isyana teşvik edilir ya da beyni farklı bir şekilde yıkanır, oyları demokrasi hayalini ayakta tutmak için yönlendirilir. ülkeleri büyük şirketler yönetir. dünyayı onlar kontrol eder. çıkarları neyi gerektiriyorsa o yapılır, ülkelerin ve insanların yaşamlarıyla istedikleri gibi oynamak onların elindedir.
rte iyidir ya da kötüdür diyenler yanılırlar. o hiçbir şeyi kontrol etmiyor. ona veya başka birine oy verenler hiçbir şeyi kontrol etmiyor. kendi kararlarını kendilerinin verdiğini düşünenler hiçbir şeyi kontrol etmiyor. deterjan almak için markete giden kadın bir seçim yapmıyor. seçimler herkes adına yapıldı, yapılıyor. insanın seçimi bir ilüzyondan ibaret. devleti yönetmek, devleti yöneteni suçlamak ve değiştirmek, sadece bir ilüzyon.
iyi de, who the fuck is this master of puppets?!
----------
brave new world, distopik romanların en önemlilerinden biri. o dünyada çocuklar doğmuyor, üretiliyor. üretim aşamasında neyi sevip sevmeyecekleri belirleniyor. dünya klonlardan oluşuyor, farklılıklar sadece kastlar arasında. en düşük kast bile halinden son derece memnun, üst kastlardan birine dahil olmadığı için mutlu. herkes işini severek yapıyor. her şey dakik. her şey stabil. toplum, mükemmel çalışan bir vücut ve insanlar onun mükemmel çalışan parçaları. birey yok, toplum var. herkes herkesin. çıkarlar, duygusal yükselmeler ve düşüşler, korkular, ihtiyaçlar, hastalıklar yok. öyle müthiş bir düzen var ki, kahramanlığa ya da sanata ihtiyaç kalmamış. insanlar 10 yaşında ne kadar sağlıklıysa, 60 yaşında ölene kadar o kadar sağlıklı, verimli. ölüm korkusu diye bir şey yok, ölüm doğal sürecin bir parçası. ne de olsa hastalanıp acı çekerek ölmek söz konusu bile değil. vücut sürekli bir düzenden yorgun düşmesin, iniş çıkışları olmadığı için depresyona girmesin diye kimyasal destekli bireysel acılar ve heyecanlar yaşatılıyor. gün boyunca çalıştıktan sonra rahatlamak ve mutlu olmak içinse "soma" var, hiçbir yan etkisi olmayan mükemmel uyuşturucu. şiir yazılmıyor, propaganda yazılıyor. doğmadan önce başlayan propaganda dinletileri ölene kadar belirli aralıklarla sürdürülüyor. yıkanan beyin ölene kadar bembeyaz, lekesiz kalıyor.
herkesin aynı olduğu böyle bir toplum içinde yaşayan, başka bir alternatifin olduğunu bilmeyen, uyumsuz olmayı başaracak özelliklere sahip olmayan biri nasıl mutsuz olabilir ki?
istikrar bu demek. insanlar bu anlatılanlara bir süre dehşet içinde bakmış. hala buna dehşetle bakabiliriz. aklımız böyle bir düzeni almayabilir. edebiyatın olmadığı bir toplum bize çok korkunç gelebilir. ama istikrar bu demek. en ideal haliyle.
yani ya özgürlükleri için savaşan halklar olacak... ya da kimsenin özgürlük gibi bir kavramdan haberi olmayacak, savaşmak için neden kalmayacak. yeniyetme bir hümaniste "savaş mı, barış mı?" diye sorsanız elbette hararetli bir barış mesajı alırsınız. barışı sağlamak için nasıl bir bedelin ödeneceğini, sonucunda oluşan toplumun mutlu, kişiliksiz robotlardan ibaret olacağını söyleseniz aynı hararetle barışı savunur mu, yoksa mavi ekran mı verir bilemiyorum.
hayır, hiçbir şeyi bu kadar uçlarda düşünmek zorunda değiliz. daha zor olsa da orta yollar bulunabilir. dünya olarak şimdi o orta yollardan birindeyiz.
ilerleme ve istikrar arayışı içindeysek, hangi güzergahı izleyeceğimiz bize kalmış.
neyse. bugünlük bunları bırakalım. bu aralar çok siyaset yazdım, bu kadar istikrar beni gerer.
yeni işsizlik sürecimde iki buçuk haftayı doldurdum. evden çalıştım, ara sıra ajansa gittim, çok oturmaktan belim ağrıdı, bol bol film izledim ve kitap okudum. bunları hala yapıyorum. durumum gayet iyi yani. tuzum kuru. dolayısıyla yine istediğim gibi konuşup yazabilecek durumdayım. yine de ikinci hafta dolarken huzursuzluk başladı. bir ara muhakkak yeni iş bulmam gerekecek. şimdilik erteliyorum, çünkü bunu yapabiliyorum. ama gerekecek. şimdi olmasa önümüzdeki ay. önceki işsizlik deneyimimden çıkardığım sonuçlara göre kitap yazmaya falan çalışmıyorum. öğrendim ki, bu huzursuzluk istediğim gibi yazmamı engelliyor, acele etmeme ve söylenecek her şeyi bir cümleye sığdırmaya çalışmama neden oluyor. tuzum iyice kurumadan böyle bir şeye girişmek biraz anlamsız.
tuzun iyice kuruması da ne demek? okunmayacağını bildiğin bir kitabı yazma cesaretini göstermek demek. değil mi ama? şimdi birkaç arkadaş dışında kim raflardaki binlerce kitap arasında inci vardar ismini görecek de ilgilenip kitabı alacak? neden böyle bir riske girmek istesin? insanın adı orhan pamuk falan değilse, yazarlıktan (en azından roman yazarlığından) para kazanması çok zor. yani maddi kaygılar tamamen ortadan kalkana kadar kitap bekleyebilir. ne de olsa birkaç yüz sayfada devrim yaratacak değilim, bunu da biliyorum. gerçek yaşamda iki eksi bir artı etmiyor.
çalışma kaygılarım yeniden su yüzüne çıkmışken iş aramaya başlayabilirdim. yapmadım, yapmıyorum. şimdi evde de reklamcılık yaptığım halde ajanslara, müşterilere, zaman kısıtlamalarına, yolda harcanan zamana ve anlamsız üretime geri dönmek istemiyorum. artık reklam yazmak ve düşünmek istemiyorum. sanki dünyayı kurtaracakmış gibi önem verilerek, emek harcanarak, gecelerce uykusuz kalarak yapılan; kimseye fayda sağlamayan ve ömrü maksimum bir ay olan işlerle uğraşmak istemiyorum. öyle anlamsız bir iş ki reklamcılık, insan sabah erkenden kalkıp "bugün de muhteşem bir şeyler yapacağım" diyerek mutlu olamıyor.
tamam, reklam sektörü bok. diğerleri çok mu pak? şimdi müşteri tarafına geçsem, mesela tekstil üreten bir kurumda yer alsam, nasıl bir şey çıkacak karşıma? sayılar, yükselen grafikler, moda haftaları için hummalı hazırlıklar, uyulmayan planlar, reklamcılara geç verilen briefler, en güzeli bile hunharca (ve haklı olarak) eleştirilebilecek işler, daha çok daha çok daha çok satış için kıç yırtmalar... bir dakika. bu insanların gerçekten her ay bir pantolon almaya ihtiyacı var mı?
tabi ki hayır. senin işin ihtiyaç yaratmak. ihtiyaç varmış gibi göstermek. televizyondan saatlerce, günlerce bağırarak beyin yıkamak: ENDING IS BETTER THAN MENDING! THE MORE STITCHES, THE LESS RICHES!
bu mu reklamcılıktan daha iyi olan seçenek?
----------
çok zor, belki imkansız ama bir insanın hiçbir inancı olmamalı. insan öğrendiklerine, kendisine öğretilenlere güvenmemeli. her konuda, ısrarla, merakla, çocukların sürekli sorduğu "peki neden?" sorusunu sorabilmeli. doğru bilinenler değişebilir, sanıldıkları kadar doğru olmadıkları görülebilir. bilim böyle bir şey ve tam da bu yüzden çok önemli.
kaptalizm belki vahşileşmeden önce ideal sayılabilecek bir sistemdi. teoride tüm sistemlerin olumlu yanları vardır ne de olsa. kim insanın düşünme ve yaratma, bir girişim yapıp meyvesini toplama, iyi yaptığı bir işten kötü yapanlara nazaran daha çok kazanç sağlama hakkına karşı çıkabilir ki? peki bu sistem ne zaman varolmayan varlıkları alıp satma, daha fazla kar elde etmek için başkalarının haklarına tecavüz etme, hiçbir ahlak kuralına uymayacak bir hırsla daha çok daha çok daha çok isteme, gereksizi dünyanın en önemli varlığıymış gibi gösterme anlamına geldi? yoksa başından beri böyle miydi?
sistemin ortaya çıkış mantığını hala savunabilen ama sonuçlarından tiksinen biri olarak soruyorum: insanların artık kapitalizme inanmayacak cesareti var mı?
yoksa değişim isteyenler hala amerikan rüyasından uyanamadı mı? her şeylerini kaybettikleri halde bir gün zengin olmanın hayalini kuran var mı hala? kötü de olsa istikrarın bozulmaması için dün yaptıklarınızı bugün de yapacak mısınız?
----------
devlet konusunda umutsuzluğa kapılmaya gerek yok. ülkeleri hükümetler yönetmiyor, onlar gerektiği zaman değişir. ya halk isyana teşvik edilir ya da beyni farklı bir şekilde yıkanır, oyları demokrasi hayalini ayakta tutmak için yönlendirilir. ülkeleri büyük şirketler yönetir. dünyayı onlar kontrol eder. çıkarları neyi gerektiriyorsa o yapılır, ülkelerin ve insanların yaşamlarıyla istedikleri gibi oynamak onların elindedir.
rte iyidir ya da kötüdür diyenler yanılırlar. o hiçbir şeyi kontrol etmiyor. ona veya başka birine oy verenler hiçbir şeyi kontrol etmiyor. kendi kararlarını kendilerinin verdiğini düşünenler hiçbir şeyi kontrol etmiyor. deterjan almak için markete giden kadın bir seçim yapmıyor. seçimler herkes adına yapıldı, yapılıyor. insanın seçimi bir ilüzyondan ibaret. devleti yönetmek, devleti yöneteni suçlamak ve değiştirmek, sadece bir ilüzyon.
iyi de, who the fuck is this master of puppets?!
----------
brave new world, distopik romanların en önemlilerinden biri. o dünyada çocuklar doğmuyor, üretiliyor. üretim aşamasında neyi sevip sevmeyecekleri belirleniyor. dünya klonlardan oluşuyor, farklılıklar sadece kastlar arasında. en düşük kast bile halinden son derece memnun, üst kastlardan birine dahil olmadığı için mutlu. herkes işini severek yapıyor. her şey dakik. her şey stabil. toplum, mükemmel çalışan bir vücut ve insanlar onun mükemmel çalışan parçaları. birey yok, toplum var. herkes herkesin. çıkarlar, duygusal yükselmeler ve düşüşler, korkular, ihtiyaçlar, hastalıklar yok. öyle müthiş bir düzen var ki, kahramanlığa ya da sanata ihtiyaç kalmamış. insanlar 10 yaşında ne kadar sağlıklıysa, 60 yaşında ölene kadar o kadar sağlıklı, verimli. ölüm korkusu diye bir şey yok, ölüm doğal sürecin bir parçası. ne de olsa hastalanıp acı çekerek ölmek söz konusu bile değil. vücut sürekli bir düzenden yorgun düşmesin, iniş çıkışları olmadığı için depresyona girmesin diye kimyasal destekli bireysel acılar ve heyecanlar yaşatılıyor. gün boyunca çalıştıktan sonra rahatlamak ve mutlu olmak içinse "soma" var, hiçbir yan etkisi olmayan mükemmel uyuşturucu. şiir yazılmıyor, propaganda yazılıyor. doğmadan önce başlayan propaganda dinletileri ölene kadar belirli aralıklarla sürdürülüyor. yıkanan beyin ölene kadar bembeyaz, lekesiz kalıyor.
herkesin aynı olduğu böyle bir toplum içinde yaşayan, başka bir alternatifin olduğunu bilmeyen, uyumsuz olmayı başaracak özelliklere sahip olmayan biri nasıl mutsuz olabilir ki?
istikrar bu demek. insanlar bu anlatılanlara bir süre dehşet içinde bakmış. hala buna dehşetle bakabiliriz. aklımız böyle bir düzeni almayabilir. edebiyatın olmadığı bir toplum bize çok korkunç gelebilir. ama istikrar bu demek. en ideal haliyle.
yani ya özgürlükleri için savaşan halklar olacak... ya da kimsenin özgürlük gibi bir kavramdan haberi olmayacak, savaşmak için neden kalmayacak. yeniyetme bir hümaniste "savaş mı, barış mı?" diye sorsanız elbette hararetli bir barış mesajı alırsınız. barışı sağlamak için nasıl bir bedelin ödeneceğini, sonucunda oluşan toplumun mutlu, kişiliksiz robotlardan ibaret olacağını söyleseniz aynı hararetle barışı savunur mu, yoksa mavi ekran mı verir bilemiyorum.
hayır, hiçbir şeyi bu kadar uçlarda düşünmek zorunda değiliz. daha zor olsa da orta yollar bulunabilir. dünya olarak şimdi o orta yollardan birindeyiz.
ilerleme ve istikrar arayışı içindeysek, hangi güzergahı izleyeceğimiz bize kalmış.
13 Mart 2011 Pazar
her ülkeye lazım bir bakan: mustafa demir
dunning-kruger effect diye bir şey var, belki duymuşsunuzdur. bu etki der ki, yeteneksiz ya da bilgisiz insanlar, kendilerini daha yetenekli ya da bilgili kişilerden üstün görür, bibok bildiklerini sanmaya daha yatkın olurlar. ben bugün bu testin nasıl insanlar üzerinde yapıldığını görmüş kadar oldum. olayın ismini "mustafa demir etkisi" şeklinde değiştirmek için başvuruda bulunmak istedim.
nasıl bir hayal dünyasında yaşadığını anlayamadığım çapsız bayındırlık ve iskan bakanımız mustafa demir, japonya'da meydana gelen felaketler üzerine yorum yapmış: "japonlar yapıyorsa biz daha iyisini yaparız, buna herkes inansın."
böyle bir cümle kurmak normal insana nasip olmaz, söyleyeyim. alkolle banyo yapmış, halüsinojenin allahını almış insan bile bunu söylemeden önce bir düşünür. sayın bakanımız konuşmaya başlamadan önce ne yaptı, nasıl bir ruh halindeydi, çok merak ediyorum. merak ederken baktım biraz, ilk kendini bilmezliği değilmiş bu. 2009'da giresun'da meydana gelen sel sonucunda bölge kendisi tarafından önce afet bölgesi ilan edilmiş, bir gün sonra durum değişmiş. "bizi bunlar yönetiyor" diye galeyana gelecek değilim, daha ziyade endişelendim bakanımız için. bir doktora falan mı götürseler acaba, bilemedim.
japonya'nın durumu için cidden üzüldüm bu arada. herhangi bir yerde olan olay beni bu kadar üzmüyor, açıkça söyleyeyim. hümanizmle alakam yok zaten. haiti'de deprem olduğunda mesela o kadar da ilgilenmedim. insan minsan demiyorum, japonya için ayrımcılık yapıyorum çünkü onlar dünyanın açık ara en fantastik halkı. tüm tuhaflıklarıyla kültürel mozaik dediğimiz şeyi en fazla renklendiren bu insanların başına kötü bir şey gelmesi beni üzüyor. kendilerini "yürü be çapon!" nidalarıyla destekliyorum şu anda, aslanlarım bir yıla kalmaz toparlarlar sanıyorum.
bugün (yani aslında dün) world day against cyber-cencorship imiş. ben bunu bilmiyormuşum. bilsem ne olacakmış, ondan da emin değilmişim ama böyle bir gün varmış. neredeyse iki haftadır kapalı olan blogger'a yasadışı yazdığım yazılara bir diğerini ekler ve digiturk'ü yedi sülalesiyle birlikte anarken bu konuya da değinmek istedim. basın özgürlüğü konusunda bile bildiğini okumaya kararlı bir ülkede yaşarken bir anlamı olur mu acaba?
o değil de, kaç gündür aklımda bir link vermek var, unutuyorum hep. bu linkte diyor ki, devletimiz ak götü kara götü meydana çıkarmak için yeni internet yasası hazırlamış. yasa her zamanki gibi yuvarlak cümlelerden, nasıl gerçekleştirileceği açıklanmayan uygulamalardan müteşekkil. yazıda geçen önemli noktalardan biri "internet sansürünün otomasyona bağlanacak olması", bir diğeri ise servis sağlayıcımızın imzalatacağı sözleşmede "kurumun belirlediği profillerin içeriğini kabul ediyor olmamız". biri standart olmak üzere dört profilden bahsediliyor ve o standart da -yine nasıl olacağı belirtilmemiş bir şekilde- genişletilip daraltılmaya açık.
sanıyorum sansürsüz internet topluluğu'nun bu konuda söyleyecekleri ve yapacakları olacak. bir fikir yürütememekle birlikte, heyecanla bekliyorum.
nasıl bir hayal dünyasında yaşadığını anlayamadığım çapsız bayındırlık ve iskan bakanımız mustafa demir, japonya'da meydana gelen felaketler üzerine yorum yapmış: "japonlar yapıyorsa biz daha iyisini yaparız, buna herkes inansın."
böyle bir cümle kurmak normal insana nasip olmaz, söyleyeyim. alkolle banyo yapmış, halüsinojenin allahını almış insan bile bunu söylemeden önce bir düşünür. sayın bakanımız konuşmaya başlamadan önce ne yaptı, nasıl bir ruh halindeydi, çok merak ediyorum. merak ederken baktım biraz, ilk kendini bilmezliği değilmiş bu. 2009'da giresun'da meydana gelen sel sonucunda bölge kendisi tarafından önce afet bölgesi ilan edilmiş, bir gün sonra durum değişmiş. "bizi bunlar yönetiyor" diye galeyana gelecek değilim, daha ziyade endişelendim bakanımız için. bir doktora falan mı götürseler acaba, bilemedim.
japonya'nın durumu için cidden üzüldüm bu arada. herhangi bir yerde olan olay beni bu kadar üzmüyor, açıkça söyleyeyim. hümanizmle alakam yok zaten. haiti'de deprem olduğunda mesela o kadar da ilgilenmedim. insan minsan demiyorum, japonya için ayrımcılık yapıyorum çünkü onlar dünyanın açık ara en fantastik halkı. tüm tuhaflıklarıyla kültürel mozaik dediğimiz şeyi en fazla renklendiren bu insanların başına kötü bir şey gelmesi beni üzüyor. kendilerini "yürü be çapon!" nidalarıyla destekliyorum şu anda, aslanlarım bir yıla kalmaz toparlarlar sanıyorum.
bugün (yani aslında dün) world day against cyber-cencorship imiş. ben bunu bilmiyormuşum. bilsem ne olacakmış, ondan da emin değilmişim ama böyle bir gün varmış. neredeyse iki haftadır kapalı olan blogger'a yasadışı yazdığım yazılara bir diğerini ekler ve digiturk'ü yedi sülalesiyle birlikte anarken bu konuya da değinmek istedim. basın özgürlüğü konusunda bile bildiğini okumaya kararlı bir ülkede yaşarken bir anlamı olur mu acaba?
o değil de, kaç gündür aklımda bir link vermek var, unutuyorum hep. bu linkte diyor ki, devletimiz ak götü kara götü meydana çıkarmak için yeni internet yasası hazırlamış. yasa her zamanki gibi yuvarlak cümlelerden, nasıl gerçekleştirileceği açıklanmayan uygulamalardan müteşekkil. yazıda geçen önemli noktalardan biri "internet sansürünün otomasyona bağlanacak olması", bir diğeri ise servis sağlayıcımızın imzalatacağı sözleşmede "kurumun belirlediği profillerin içeriğini kabul ediyor olmamız". biri standart olmak üzere dört profilden bahsediliyor ve o standart da -yine nasıl olacağı belirtilmemiş bir şekilde- genişletilip daraltılmaya açık.
sanıyorum sansürsüz internet topluluğu'nun bu konuda söyleyecekleri ve yapacakları olacak. bir fikir yürütememekle birlikte, heyecanla bekliyorum.
10 Mart 2011 Perşembe
kısa kısa
komik arkadaşlarım var benim. erçin demiş ki; "ilk ve orta dereceli okulların tatil edilmesinin asıl sebebi kar tatili değilmiş, hüseyin üzmez'in tahliyesiymiş."
başbakanımız da bu konuda yorumunu yapmış. avrupa parlamentosu'nun türkiye'de basın özgürlüğü üzerine hazırladığı rapor kendisini sinirlendirmiş gibi, biraz da değil gibi. adamlara dengesiz demiş, ısmarlama rapor yazmışlar demiş... ama diğer yandan tavrını koymayı unutmamış. hemen her icraatlarında batıyı örnek veren hükümetimizin başı bu konuda der ki; "adım atmamıza gerek yok, onlar rapor hazırlamakla, biz de bildiğimizi okumakla görevliyiz." canım benim... psikologlar yerine "aile imamı" gibi bir kavram getir, bunun açıklaması olarak "e amerika'da falan millet psikologa gitmek yerine günah çıkarıyor, o da rahatlama bu da rahatlama" de, özgürlük gibi bir konuda da neğalagasıvar diye bildiğini oku. olur tabi. bunu da lokma lokma yutan çıkıyor ne de olsa.
bu arada akp stratejilerine bayıldığımı söylemeden geçemeyeceğim. sol partilerden biri böyle bir zeka, istikrar ve kurumsal birlik gösterse, bunlar gibi nabza göre şerbet vermeyi becerebilse ülkede doğru düzgün siyaset yapılırdı. bunlar yüzünden haziran'ı resmen kara kara düşünüyorum, elim oy pusulasına gitmeyecek.
kendisini tebrik ediyor, bu müthiş saptama üzerine başka bir şey söylemeyi gereksiz buluyorum.
twitter'da takip ettiğim kimse yok, çünkü twitter'ım yok. bazen yazmak için değil ama okumak için açsam mı diyorum. bir melih gökçek ya da kemal kılıçdaroğlu'nun 140 karakterde neler saçmaladığını falan merak ediyorum. neyse ki iyice delirdiklerinde haber oluyor da gazetelerden takip edebiliyorum. melih gökçek'in performansı şahaneymiş mesela bu aralar, işi gücü bırakıp twitter'dan sorumlu devlet bakanı olma yolunda ilerliyormuş.
bugün herkes istifa edip çeşitli partilerden aday adayı olmuş, ne güzel. sanırım bir gün türkiye'de herkes 15 dakikalığına siyasete atılmış olacak. benim hedefim içişleri bakanı olmak. zira ne kadar kendimi kaybetsem beşir atalay'ın "basın özgürlüğünde abd'den daha ileriyiz" cümlesi kadar saçma bir şey söyleyemem.
başbakanımız da bu konuda yorumunu yapmış. avrupa parlamentosu'nun türkiye'de basın özgürlüğü üzerine hazırladığı rapor kendisini sinirlendirmiş gibi, biraz da değil gibi. adamlara dengesiz demiş, ısmarlama rapor yazmışlar demiş... ama diğer yandan tavrını koymayı unutmamış. hemen her icraatlarında batıyı örnek veren hükümetimizin başı bu konuda der ki; "adım atmamıza gerek yok, onlar rapor hazırlamakla, biz de bildiğimizi okumakla görevliyiz." canım benim... psikologlar yerine "aile imamı" gibi bir kavram getir, bunun açıklaması olarak "e amerika'da falan millet psikologa gitmek yerine günah çıkarıyor, o da rahatlama bu da rahatlama" de, özgürlük gibi bir konuda da neğalagasıvar diye bildiğini oku. olur tabi. bunu da lokma lokma yutan çıkıyor ne de olsa.
bu arada akp stratejilerine bayıldığımı söylemeden geçemeyeceğim. sol partilerden biri böyle bir zeka, istikrar ve kurumsal birlik gösterse, bunlar gibi nabza göre şerbet vermeyi becerebilse ülkede doğru düzgün siyaset yapılırdı. bunlar yüzünden haziran'ı resmen kara kara düşünüyorum, elim oy pusulasına gitmeyecek.
sabahtan beri sinirden başım ağrıyor. ismini vermek istemediğim bir akrabamın, aklı başında akrabalarımdan dinlediğim gerzek yorumları beni benden aldı. sülalemin %99'u müslüman ve bununla hiçbir sorunum yok, allah kabul etsin. bu kitle içinde küçük bir dangalak kısım yer alıyor ve ne kadar küçük olursa olsun sorun ediyorum. aslında var ya, nihat doğan akrabam olsaydı ancak bu kadar sinirlenebilirdim.
bugün yine enteresan bir haber gördüm. akp ünye tanıtım ve medya başkanı süleyman demirci demiş ki; "örtüsüz kadın perdesiz eve benzer. perdesiz ev ya satılıktır ya da kiralıktır." o kadar bayılıyorum ki bu dangalakların çok zekice sandıkları benzetmelerine. biri fişle prize sarar, biri dekoltesi olan kadın tecavüzü hakeder der... bana da kaç gündür kadınlarla kafayı bozdurdular.
türkiye'deki internet sansürü bugüne bugün avrupa insan hakları mahkemesi'nin konusu oldu. bazen "ah ulan," diyorum, "amerikalılar gibi ota boka dava açacak şekilde yetiştirilmedik ki!" herhangi bir konuda şak diye dava açacak ya da en azından suç duyurusunda bulunacak dirayetimiz olsa fena mı olurdu? bu şikayetime bizzat dahilim. üşengeç geldik, suçlu gideceğiz anasını satayım.
bir ara "demokrasi diye bir şey yoktur" başlıklı bir yazı yazmak istiyorum. araştırmak, toparlamak falan lazım. bir de uzadıkça uzar şimdi. üşeniyorum.
bu aralar parçalı bulutluyum ya, belgesel izleyip ağlayasım var sanki. romantik komediler kesmiyor tabii, ille de dünyanın içine nasıl ettiğimizi göreceğim. food inc. ile başladım. bakalım, hayırlısı.
son söz olarak, unutmadan: it's just a ride.
9 Mart 2011 Çarşamba
toparlanın, vazgeçiyoruz.
siz belki bunu bir yergi yazısı olarak algılayacaksınız saygıdeğer okur, ama aslında ben kobider genel başkanı sayın nurettin özgenç'e teşekkürlerimi sunmak istiyorum. az önce okuduğum haberle gözlerimi açtı, nasıl bir yanılgı içinde yaşadığımı bana gösterdi.
beyefendi demiş ki; "feministler eşitlik hayalinden vazgeçsin. eşitlik bir safsatadır. fiş prize eşit değildir." bununla da kalmamış, neden eşit olmadığımızı "bariz" bir örnekle açıklamış; "kadın erkek aynı lokantada, aynı çatal bıçakla yemek yerken, ayrı tuvaletleri kullanırlar."
yoo yoo, bu kadarla bırakmamış sayın özgenç. pipi ve kuku dışındaki farklarımızı da ortaya koymuş: "zarafette, duygusallıkta, nezakette, şefkat ve merhamette erkek kadına yetişemez. akli muhakemede, soğukkanlılıkta, fikri tahlil yani çözümlemede de kadın erkeğe yetişemez."
yani bu ne demek? yıllarca okuduğumuz şairler, yazarlar aslında hödüktü, o şiirleri kesin kadınlar yazmıştır, erkekler kurnazlık edip kadınlardan çalmıştır demek. ikinci cümlenin anlamı ise şöyle bir şey: ümit boyner, isminden de anlaşılacağı üzere, aslında bir erkek. sonra bir marie curie. o aslında bilim insanı değil, bu işi yapmaya yetkin olan erkeğine çay kahve taşırken sebeplenmiştir ancak.
haksız mı şimdi? bahsettiği bu durum ulu bir bilgeliği, üstün bir zekayı yansıtmıyor mu? böyle anlamlı yorumlar karşısında bizim de eksik etekliğimizi, elimizin hamurunu, boş işlerle uğraştığımızı farkedip vazgeçmemiz gerekmiyor mu? yıl olmuş 2011, hala neyin kavgasını veriyoruz biz kadınlar?
ya da mesela, ben şimdi tutup bu adama gerizekalı desem, hakaret sayılır mı?
8 Mart 2011 Salı
kutlama varmış?
canım kadınlar
cicim kadınlar
bir günün başına "kadın" eklenince
kendilerinden geçen meczup kadınlar
günün anlam ve önemini belirtmek için yazdığım bu şiirin anlamı şöyle bir şey:
kadınlar günü, oricinıl ismiyle "international working women's day", eşinizden bir kutlama, belediyenizden bir tutam çiçek bekleme günü değildir. "kocamdır, her gün iki fiske vurmasına bir şey demem ama bugün kadına yönelik şiddete hayır" günü hiç değildir.
günün anlam ve önemini belirten çiçeğini alıp kendileri için düzenlenen şıkır şıkır organizasyonlara göbek atmaya giden hemcinslerim, yanlışlardasınız. bütün ömrünüzü kısır ve börek eşliğinde komşularınızda, yıkadığınız çamaşır ve bulaşıklar için takdir görmemeyi doğal sayarak evinizde, "eve ekmek getirme görevi elbette eşime düşer" diyerek mutfağınızda geçirmekteyseniz, bugün sizin gününüz değil. bugün kadının ekonomik, sosyal ve politik özgürlüğünü kazanması adına kutlanan, bildiğiniz sosyalist bayram. 1 mayıs neyse, bu da o yani. siz kendinizi bugün doğum gününüzmüşçesine özel hissedesiniz, -eğer varsa- mücadelenizi bir tane kırmızı karanfile satasınız diye oluşturulmuş bir gün değil.
bugün her gün duyurmaya çalıştığınız sesi bir araya gelerek, tek yumruk olarak yükseltme günü. hiç de reklamlarda söylendiği gibi, eşinizden bir tek taş daha isteme günü değil. kendinize gelin.
şahsen kadınlar gününe karşıyım. yıl olmuş 2011, günün tarihi dayanıyor 1911'e, hala kurtulamadık mı bu ayrımcılıktan? hayır, kurtulamadık. bu çok açık. ama madem kadın ve erkeğin eşitliğini savunuyoruz, eşit davranmaya daha savunmanın başladığı gün başlamak gerekmiyor muydu? kadın olduğunuzu fark ettiğiniz anda "eşitiz biz ve bu eşitliği sonuna kadar savunacağız" demeniz gerekmiyor muydu? 7 mart ve 9 mart, 8 mart gibi olmadıkça ne anlamı var kutlamanın?
o ilk tokadı yediğinizde suç duyurusunda bulunup karşılık vermediyseniz, hiç kusura bakmayın, bugün sizin gününüz değil. erkeklerle aynı işi yapıp daha az maaş alıyorsanız ve buna başkaldırmıyorsanız, kutlamayın bugünü. eşiniz ve çocuklarınız size hiçbir akşam "ellerine sağlık" demiyorsa, bugün verecekleri çiçeği kabul etmeyin.
ve "kadınlar günü" diye bir günün varlığı bile unutulana kadar mücadelenizi sürdürün.
6 Mart 2011 Pazar
kalp sıkışması
bazen kalbim sıkışıyor. bazen bir anlığına, birkaç saatliğine, "her şey bırakılabilir," diyorum, "yaşamak bile." yaşadıklarımdan değil. izlediklerimden. dinlediklerimden. müdahale edemediklerimden. çaresizliğimden. korkaklığımdan.
ben bir şey yaşamıyorum. dört polisin birden copla saldırdığı 10 yaşındaki silahsız çocuk değilim ben. eşim beni güpegündüz, sokak ortasında 10 kere bıçaklamadı. şu anda işsizsem bile kendi seçimimle; "dayanacak gücüm kalmadı" diyerek şirketimi kapamak zorunda bırakılmadım. ben bir çuval kömüre el açacak kadar düşmedim hiçbir zaman, dilenciliğe zorlanmadım. kardeşim okula gidebilsin diye kendi eğitimimi bırakıp sokakta mendil satmam gerekmedi. üniversite harcımı ödeyebilmek için, yüzüne bakmaya tenezzül etmeyeceğim adamların altına yatmadım. büyük ihtimalle, türkiye'de telefonu dinlenen 6 milyon kişiden biri değilim. kimse sabahın 4'ünde evime gelip arama yapmadı, ailem düşünce suçlusu olarak yıllarca işkence görmedi. ben allah'a, peygamberine ve kitabına inanan ailenin 11 yaşında, daha neyin ne olduğundan habersizken başı örtülen; inancı nedeniyle üniversiteye alınmayan kızı değilim.
ben bir şey yaşamıyorum. ama izliyorum. dinliyorum. okuyorum.
en ağır işkencenin ne olduğunu biliyor musunuz? vücudunuzda değil, ruhunuzda iz bırakan işkence en kötüsüdür. filmlerde de görmüşsünüzdür, fiziksel işkenceye cevap vermeyen kişinin en sevdiği insanı getirirler. ona yapılan işkenceyi izletirler. daha kötüsü, izletmezler, sadece dinletirler. neler olduğunu göremezken akıl bütün boşlukları kendine göre doldurur. olduğundan daha korkunç bir hale getirir. her şeyin üstüne "benim yüzümden" düşüncesi eklenir. o anın çaresizliği koskoca bir hayat olur, o hayat bir anda durur.
neden yazmadığımı daha önce söylemiştim. herkes olan bitenin farkında, en azından bu blogu okuyan bir avuç insan. size bilmediğiniz bir şey söyleyemem.
bu akşam tanıştığım adamın anlattıklarını "evet, bunlar hepimizin bildiği, en azından rahatça çıkarımını yapabildiğimiz şeyler" düşüncesiyle dinledim.
peki kazın ayağı gerçekten öyle mi?
mesela siz son 7 yılda kadına şiddetin %1400 (yazıyla: yüzde bin dört yüz!) arttığını biliyor muydunuz? geçenlerde konu açılınca önce haberleri tekrar gözden geçirdim. videolara baktım. elim ayağım titredi.
sonra başka videolarla karşılaştım. 20 yıl değil, daha birkaç ay öncesinin videolarında, kahraman türk polisinin nasıl vahşice bir etnik temizliğe giriştiğini bir de başkalarının gözünden gördüm. atacak taşı bile olmayan çocukların suratlarının nasıl dağıtıldığını izledim. bunların hiçbirinin türk medyasında yer almadığını, bizim dışımızda her ülkenin olan bitenden haberdar olduğunu gördüm.
medyada yer almayan sadece bu değil. gösteri yapan işçilerin önüne dizilmiş, onların dayak yememesi için polisin karşısına geçmiş chp milletvekillerini hatırlarsınız. (onların da feci dayak yediğini de hatırlıyorsunuzdur.) peki televizyonda ne olduğunu hatırlıyor musunuz? muhabir chp milletvekillerinden bahsederken önce ses gider, ardından "teknik bir aksaklık nedeniyle" görüntü kesilir. allah allah?
aklıma geceyarısı ekspresi geldi. "yurt dışında anlatıyorlardı, filmde türkiye'nin ne kadar korkunç bir yer olduğunu görmüşler. cevap veremiyordum çünkü ben, yasak olduğu için filmi izleyememiştim. ne gördüklerini, ülkemi nasıl savunacağımı bilmiyordum" diyen biri vardı, yanlış hatırlamıyorsam bir reklamcı. facebook hariç bütün internetimiz de interneti kapama düğmesine bağlı zaten. kim bilir başka neleri görmüyoruz.
yanlış değil mi bu şimdi? siz bunun yanlış olduğunu bilmiyor musunuz? ben neden anlatıyorum o zaman? çünkü bilmeyenler var. çünkü birileri "onlar da bizim askerimizi şehit ediyor" diye bas bas bağırıyor. çünkü onların söylediklerini herkes duyuyor. %58'den çok daha fazlası buna inanıyor.
burada suçlu aramıyorum. türk'ü ya da kürt'ü savunmuyorum. elazığ'da asker taşıtının arkasından koşup "hepinizi gebertecez" diye bağıran çocuk ve bütün aile panik içinde kendisini ararken, evde bir dolabın içine girmiş, elinde oyuncak silahıyla nöbet tutan çocuk benim için bir. suçlu aramak yerine soruyorum: siz kim oluyorsunuz da bu çocukları böyle bir korkuyla ve nefretle büyütüyorsunuz? kim oluyorsunuz da her fırsatta beyinlerini yıkadığınız bu çocukları anlamsız bir savaşa sürüklüyorsunuz? kim oluyorsunuz da bu çocukların birbirini öldürmesine seyirci kalıyor, hangi yüzle onlara "vatan uğruna şehit oldu" diyorsunuz? kimin hakkını kime helal ediyorsunuz siz?
neden sonra tefail gözyaşlarını silip içini çekiyor ve son talimatı veriyor:
"aracımız geldi, araftakileri çağırabiliriz artık..."
onüç başını yukarı kaldırıyor, "haydi gelin," diyor usulca, "çok özledik sizi."
o böyle der demez, yukarıdan aşağı çift çift ruhlar inmeye başlıyor.
palaskalı her netam'ın yanında, poşulu bir xırbo var.
onüç çenesini sıvazlayıp soruyor:
"niye çift çift iniyor yahu bunlar?"
tefail yanıtlıyor:
"onlar kardeştirler, ayrılmazlar..."
bu kez sonyamuk salağı, kalemini dişleyerek soruyor:
"ya ayrılırlarsa?"
tefail bir puro yakıp kederle gülüyor.
"olsun," diyor, "yine de kardeştirler."
(murat uyurkulak - har)
bu akşam enteresan insanlar bir araya geldi, çok şey konuştuk. benim daha önce kurmayı aklıma getirmediğim bir dominoyu anlattılar. adım adım gidelim:
süt üreticileri "bu fiyatlarla olmuyor, çalışamıyoruz, üretemiyoruz, geçinemiyoruz" diyorlar.
başbakan hazretleri "arkanızda kimin olduğunu biliyoruz, bunlar hep ideolojik" diyor.
süt üreticisine destek verilmiyor. yem fiyatları artmaya devam ediyor.
süt üreticisi sağılacak hayvanını kesime gönderiyor.
hükümet desteği alabilen, yani iki yıl sonra ödemeye başlamak üzere faizsiz kredi alabilen ülker mandıraları satın alıyor.
süt hayvanı kalmayınca yem piyasası allak bullak oluyor. kesim hayvanına verilen yemlerin fiyatları artıyor.
kesim hayvanı yem alamıyor. üretim iyice zora giriyor. fiyatlar artarken, hayvanlar heba oluyor.
et ve balık kurumu küçük üreticiye destek vermek yerine ithalata yöneliyor. meşhur anguslar sınırlarımızdan içeri giriyor.
600 ton et satışının ardından sırbistan vizesi kalkıyor.
ne var ki, dışarıdan gelen hayvanlar karkas, yani derisi yüzülmüş, içi temizlenmiş, kasap vitrinlerinde gördüğümüz şekilde.
ülkeye deri girmeyince, içeride de üretim durunca, deri piyasası allak bullak oluyor. bir anda deri fiyatları üç katına fırlıyor.
hayvanların eti ve kemiği dışında kullanılabilir hiçbir parçası olmadığı için sakatat fiyatları da et fiyatlarıyla neredeyse eşitleniyor.
kırmızı et üreticileri "bu fiyatlarla olmuyor, çalışamıyoruz, üretemiyoruz, geçinemiyoruz" diyorlar ve kepenkleri indiriyorlar.
türkiye'nin geçimini hayvancılıkla sağlayan bölgelerinde işsizlik artıyor.
ama haberlere bakılırsa türkiye'de işsizlik yüzde bilmem kaç azalıyor. nasıl oluyor bu?
annesinin doğu illerinden birinde eczanesi olan adam cevap veriyor: yaşı küçük olanları ücretsiz çalıştırıyorlar. sigortasını devlet ödüyor. (ne?!)
tabii bunlar hep ideolojik. padişahımız bunların arkasında kimlerin olduğunu biliyor. istikrarı engellemek isteyen bazıları böyle şeyler uyduruyor. ama yüce türk milleti bu oyunlara kanmayacak kadar uyanık.
bold kelimeler tanıdık geldi mi? her hitapta tekrar edilen bu kelimelerle karşılaşmadıysanız artık alışmışsınız demektir.
referandumdan önce facebook'ta bir tartışmaya dahil olmuştum. malezya'da, fetullah gülen'in okullarından birinde eğitim gören (muhtemelen zehir gibi) bir eleman türkiye'de durumun şahane olduğundan bahsediyordu. ülkesine geldikçe en dandik arabanın q5 olduğunu görüyormuş. nerede gördüğünü sormuştum. istanbul'un bir sefaköy'ü, türkiye'nin bir ardahan'ının olduğunu biliyor muydu acaba? peki siz biliyor musunuz; faşizmle yönetilen hiçbir ülkede fakirlik sorun değildir. en basiti hitler'i düşünün. alman halkı işsizlikten şak diye kurtulmuştu da elde ettikleri müthiş refah sayesinde adolf'ü topyekün bağrına basmıştı. peki ya kalanlar? eh... onlar alman bile değildi ki. hem propaganda o yönde işlemiyordu. insanlar sadece öfkeli bir alman'ın gür, ikna edici sesini duyuyorlardı.
şimdi kalbimi sıkıştıran, türkiye. yazdıklarımdan çok daha fazlası da var. 13 haziran'dan itibaren distopyaların da gerçekleştiğini göreceğiz. bir de bunun dünya versiyonu var. çok daha geniş, neredeyse içinden çıkılmaz. insana hakikaten çaresiz hissettirmiyor mu?
hissettirmesin. değişim diye bir şey gerçekten var. iyi yönde de olsa, kötü yönde de olsa, değişim her zaman var. ayakların bile baş olabildiği yerde elbet bir gün düzen yeniden değişir.
1 Mart 2011 Salı
şşşş.
lütfen sadece yeni kapanma haberleri geldiğinde sesimizi çıkaralım. uyuyan var.
hem yarın gündem değişecek. bu kadar yaygaraya ne gerek var? twitter'da trending topic olmak yetmiyor mu? söyleyeceğinizi söylediniz, dağılın haydi. insanların gerçek işleri var, o kanunlar, mahkeme kararları kendi kendine çıkmıyor.
sesini yükseltme lan! sağır yok burada! her şeyi duyuyoruz, söylemediklerini bile. sadece umursamıyoruz.
nanik.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)