16 Mart 2011 Çarşamba

distopya

gün geçmiyor ki cennet vatanımızda bir acayiplik olmasın. olur. her şey olur. mesela başbakanımız nükleer felaketi pilavın altının tutmasına indirger. neden olmasın.

neyse. bugünlük bunları bırakalım. bu aralar çok siyaset yazdım, bu kadar istikrar beni gerer.

yeni işsizlik sürecimde iki buçuk haftayı doldurdum. evden çalıştım, ara sıra ajansa gittim, çok oturmaktan belim ağrıdı, bol bol film izledim ve kitap okudum. bunları hala yapıyorum. durumum gayet iyi yani. tuzum kuru. dolayısıyla yine istediğim gibi konuşup yazabilecek durumdayım. yine de ikinci hafta dolarken huzursuzluk başladı. bir ara muhakkak yeni iş bulmam gerekecek. şimdilik erteliyorum, çünkü bunu yapabiliyorum. ama gerekecek. şimdi olmasa önümüzdeki ay. önceki işsizlik deneyimimden çıkardığım sonuçlara göre kitap yazmaya falan çalışmıyorum. öğrendim ki, bu huzursuzluk istediğim gibi yazmamı engelliyor, acele etmeme ve söylenecek her şeyi bir cümleye sığdırmaya çalışmama neden oluyor. tuzum iyice kurumadan böyle bir şeye girişmek biraz anlamsız.

tuzun iyice kuruması da ne demek? okunmayacağını bildiğin bir kitabı yazma cesaretini göstermek demek. değil mi ama? şimdi birkaç arkadaş dışında kim raflardaki binlerce kitap arasında inci vardar ismini görecek de ilgilenip kitabı alacak? neden böyle bir riske girmek istesin? insanın adı orhan pamuk falan değilse, yazarlıktan (en azından roman yazarlığından) para kazanması çok zor. yani maddi kaygılar tamamen ortadan kalkana kadar kitap bekleyebilir. ne de olsa birkaç yüz sayfada devrim yaratacak değilim, bunu da biliyorum. gerçek yaşamda iki eksi bir artı etmiyor.

çalışma kaygılarım yeniden su yüzüne çıkmışken iş aramaya başlayabilirdim. yapmadım, yapmıyorum. şimdi evde de reklamcılık yaptığım halde ajanslara, müşterilere, zaman kısıtlamalarına, yolda harcanan zamana ve anlamsız üretime geri dönmek istemiyorum. artık reklam yazmak ve düşünmek istemiyorum. sanki dünyayı kurtaracakmış gibi önem verilerek, emek harcanarak, gecelerce uykusuz kalarak yapılan; kimseye fayda sağlamayan ve ömrü maksimum bir ay olan işlerle uğraşmak istemiyorum. öyle anlamsız bir iş ki reklamcılık, insan sabah erkenden kalkıp "bugün de muhteşem bir şeyler yapacağım" diyerek mutlu olamıyor.

tamam, reklam sektörü bok. diğerleri çok mu pak? şimdi müşteri tarafına geçsem, mesela tekstil üreten bir kurumda yer alsam, nasıl bir şey çıkacak karşıma? sayılar, yükselen grafikler, moda haftaları için hummalı hazırlıklar, uyulmayan planlar, reklamcılara geç verilen briefler, en güzeli bile hunharca (ve haklı olarak) eleştirilebilecek işler, daha çok daha çok daha çok satış için kıç yırtmalar... bir dakika. bu insanların gerçekten her ay bir pantolon almaya ihtiyacı var mı?

tabi ki hayır. senin işin ihtiyaç yaratmak. ihtiyaç varmış gibi göstermek. televizyondan saatlerce, günlerce bağırarak beyin yıkamak: ENDING IS BETTER THAN MENDING! THE MORE STITCHES, THE LESS RICHES!

bu mu reklamcılıktan daha iyi olan seçenek?

----------

çok zor, belki imkansız ama bir insanın hiçbir inancı olmamalı. insan öğrendiklerine, kendisine öğretilenlere güvenmemeli. her konuda, ısrarla, merakla, çocukların sürekli sorduğu "peki neden?" sorusunu sorabilmeli. doğru bilinenler değişebilir, sanıldıkları kadar doğru olmadıkları görülebilir. bilim böyle bir şey ve tam da bu yüzden çok önemli.

kaptalizm belki vahşileşmeden önce ideal sayılabilecek bir sistemdi. teoride tüm sistemlerin olumlu yanları vardır ne de olsa. kim insanın düşünme ve yaratma, bir girişim yapıp meyvesini toplama, iyi yaptığı bir işten kötü yapanlara nazaran daha çok kazanç sağlama hakkına karşı çıkabilir ki? peki bu sistem ne zaman varolmayan varlıkları alıp satma, daha fazla kar elde etmek için başkalarının haklarına tecavüz etme, hiçbir ahlak kuralına uymayacak bir hırsla daha çok daha çok daha çok isteme, gereksizi dünyanın en önemli varlığıymış gibi gösterme anlamına geldi? yoksa başından beri böyle miydi?

sistemin ortaya çıkış mantığını hala savunabilen ama sonuçlarından tiksinen biri olarak soruyorum: insanların artık kapitalizme inanmayacak cesareti var mı?

yoksa değişim isteyenler hala amerikan rüyasından uyanamadı mı? her şeylerini kaybettikleri halde bir gün zengin olmanın hayalini kuran var mı hala? kötü de olsa istikrarın bozulmaması için dün yaptıklarınızı bugün de yapacak mısınız?

----------

devlet konusunda umutsuzluğa kapılmaya gerek yok. ülkeleri hükümetler yönetmiyor, onlar gerektiği zaman değişir. ya halk isyana teşvik edilir ya da beyni farklı bir şekilde yıkanır, oyları demokrasi hayalini ayakta tutmak için yönlendirilir. ülkeleri büyük şirketler yönetir. dünyayı onlar kontrol eder. çıkarları neyi gerektiriyorsa o yapılır, ülkelerin ve insanların yaşamlarıyla istedikleri gibi oynamak onların elindedir.

rte iyidir ya da kötüdür diyenler yanılırlar. o hiçbir şeyi kontrol etmiyor. ona veya başka birine oy verenler hiçbir şeyi kontrol etmiyor. kendi kararlarını kendilerinin verdiğini düşünenler hiçbir şeyi kontrol etmiyor. deterjan almak için markete giden kadın bir seçim yapmıyor. seçimler herkes adına yapıldı, yapılıyor. insanın seçimi bir ilüzyondan ibaret. devleti yönetmek, devleti yöneteni suçlamak ve değiştirmek, sadece bir ilüzyon.

iyi de, who the fuck is this master of puppets?!

----------

brave new world, distopik romanların en önemlilerinden biri. o dünyada çocuklar doğmuyor, üretiliyor. üretim aşamasında neyi sevip sevmeyecekleri belirleniyor. dünya klonlardan oluşuyor, farklılıklar sadece kastlar arasında. en düşük kast bile halinden son derece memnun, üst kastlardan birine dahil olmadığı için mutlu. herkes işini severek yapıyor. her şey dakik. her şey stabil. toplum, mükemmel çalışan bir vücut ve insanlar onun mükemmel çalışan parçaları. birey yok, toplum var. herkes herkesin. çıkarlar, duygusal yükselmeler ve düşüşler, korkular, ihtiyaçlar, hastalıklar yok. öyle müthiş bir düzen var ki, kahramanlığa ya da sanata ihtiyaç kalmamış. insanlar 10 yaşında ne kadar sağlıklıysa, 60 yaşında ölene kadar o kadar sağlıklı, verimli. ölüm korkusu diye bir şey yok, ölüm doğal sürecin bir parçası. ne de olsa hastalanıp acı çekerek ölmek söz konusu bile değil. vücut sürekli bir düzenden yorgun düşmesin, iniş çıkışları olmadığı için depresyona girmesin diye kimyasal destekli bireysel acılar ve heyecanlar yaşatılıyor. gün boyunca çalıştıktan sonra rahatlamak ve mutlu olmak içinse "soma" var, hiçbir yan etkisi olmayan mükemmel uyuşturucu. şiir yazılmıyor, propaganda yazılıyor. doğmadan önce başlayan propaganda dinletileri ölene kadar belirli aralıklarla sürdürülüyor. yıkanan beyin ölene kadar bembeyaz, lekesiz kalıyor.

herkesin aynı olduğu böyle bir toplum içinde yaşayan, başka bir alternatifin olduğunu bilmeyen, uyumsuz olmayı başaracak özelliklere sahip olmayan biri nasıl mutsuz olabilir ki?

istikrar bu demek. insanlar bu anlatılanlara bir süre dehşet içinde bakmış. hala buna dehşetle bakabiliriz. aklımız böyle bir düzeni almayabilir. edebiyatın olmadığı bir toplum bize çok korkunç gelebilir. ama istikrar bu demek. en ideal haliyle.

yani ya özgürlükleri için savaşan halklar olacak... ya da kimsenin özgürlük gibi bir kavramdan haberi olmayacak, savaşmak için neden kalmayacak. yeniyetme bir hümaniste "savaş mı, barış mı?" diye sorsanız elbette hararetli bir barış mesajı alırsınız. barışı sağlamak için nasıl bir bedelin ödeneceğini, sonucunda oluşan toplumun mutlu, kişiliksiz robotlardan ibaret olacağını söyleseniz aynı hararetle barışı savunur mu, yoksa mavi ekran mı verir bilemiyorum.

hayır, hiçbir şeyi bu kadar uçlarda düşünmek zorunda değiliz. daha zor olsa da orta yollar bulunabilir. dünya olarak şimdi o orta yollardan birindeyiz.

ilerleme ve istikrar arayışı içindeysek, hangi güzergahı izleyeceğimiz bize kalmış.

Hiç yorum yok: