6 Mart 2011 Pazar

kalp sıkışması

bazen kalbim sıkışıyor. bazen bir anlığına, birkaç saatliğine, "her şey bırakılabilir," diyorum, "yaşamak bile." yaşadıklarımdan değil. izlediklerimden. dinlediklerimden. müdahale edemediklerimden. çaresizliğimden. korkaklığımdan.

ben bir şey yaşamıyorum. dört polisin birden copla saldırdığı 10 yaşındaki silahsız çocuk değilim ben. eşim beni güpegündüz, sokak ortasında 10 kere bıçaklamadı. şu anda işsizsem bile kendi seçimimle; "dayanacak gücüm kalmadı" diyerek şirketimi kapamak zorunda bırakılmadım. ben bir çuval kömüre el açacak kadar düşmedim hiçbir zaman, dilenciliğe zorlanmadım. kardeşim okula gidebilsin diye kendi eğitimimi bırakıp sokakta mendil satmam gerekmedi. üniversite harcımı ödeyebilmek için, yüzüne bakmaya tenezzül etmeyeceğim adamların altına yatmadım. büyük ihtimalle, türkiye'de telefonu dinlenen 6 milyon kişiden biri değilim. kimse sabahın 4'ünde evime gelip arama yapmadı, ailem düşünce suçlusu olarak yıllarca işkence görmedi. ben allah'a, peygamberine ve kitabına inanan ailenin 11 yaşında, daha neyin ne olduğundan habersizken başı örtülen; inancı nedeniyle üniversiteye alınmayan kızı değilim.

ben bir şey yaşamıyorum. ama izliyorum. dinliyorum. okuyorum.

en ağır işkencenin ne olduğunu biliyor musunuz? vücudunuzda değil, ruhunuzda iz bırakan işkence en kötüsüdür. filmlerde de görmüşsünüzdür, fiziksel işkenceye cevap vermeyen kişinin en sevdiği insanı getirirler. ona yapılan işkenceyi izletirler. daha kötüsü, izletmezler, sadece dinletirler. neler olduğunu göremezken akıl bütün boşlukları kendine göre doldurur. olduğundan daha korkunç bir hale getirir. her şeyin üstüne "benim yüzümden" düşüncesi eklenir. o anın çaresizliği koskoca bir hayat olur, o hayat bir anda durur.

neden yazmadığımı daha önce söylemiştim. herkes olan bitenin farkında, en azından bu blogu okuyan bir avuç insan. size bilmediğiniz bir şey söyleyemem.

bu akşam tanıştığım adamın anlattıklarını "evet, bunlar hepimizin bildiği, en azından rahatça çıkarımını yapabildiğimiz şeyler" düşüncesiyle dinledim.

peki kazın ayağı gerçekten öyle mi?

mesela siz son 7 yılda kadına şiddetin %1400 (yazıyla: yüzde bin dört yüz!) arttığını biliyor muydunuz? geçenlerde konu açılınca önce haberleri tekrar gözden geçirdim. videolara baktım. elim ayağım titredi.

sonra başka videolarla karşılaştım. 20 yıl değil, daha birkaç ay öncesinin videolarında, kahraman türk polisinin nasıl vahşice bir etnik temizliğe giriştiğini bir de başkalarının gözünden gördüm. atacak taşı bile olmayan çocukların suratlarının nasıl dağıtıldığını izledim. bunların hiçbirinin türk medyasında yer almadığını, bizim dışımızda her ülkenin olan bitenden haberdar olduğunu gördüm.

medyada yer almayan sadece bu değil. gösteri yapan işçilerin önüne dizilmiş, onların dayak yememesi için polisin karşısına geçmiş chp milletvekillerini hatırlarsınız. (onların da feci dayak yediğini de hatırlıyorsunuzdur.) peki televizyonda ne olduğunu hatırlıyor musunuz? muhabir chp milletvekillerinden bahsederken önce ses gider, ardından "teknik bir aksaklık nedeniyle" görüntü kesilir. allah allah?

aklıma geceyarısı ekspresi geldi. "yurt dışında anlatıyorlardı, filmde türkiye'nin ne kadar korkunç bir yer olduğunu görmüşler. cevap veremiyordum çünkü ben, yasak olduğu için filmi izleyememiştim. ne gördüklerini, ülkemi nasıl savunacağımı bilmiyordum" diyen biri vardı, yanlış hatırlamıyorsam bir reklamcı. facebook hariç bütün internetimiz de interneti kapama düğmesine bağlı zaten. kim bilir başka neleri görmüyoruz.

yanlış değil mi bu şimdi? siz bunun yanlış olduğunu bilmiyor musunuz? ben neden anlatıyorum o zaman? çünkü bilmeyenler var. çünkü birileri "onlar da bizim askerimizi şehit ediyor" diye bas bas bağırıyor. çünkü onların söylediklerini herkes duyuyor. %58'den çok daha fazlası buna inanıyor.

burada suçlu aramıyorum. türk'ü ya da kürt'ü savunmuyorum. elazığ'da asker taşıtının arkasından koşup "hepinizi gebertecez" diye bağıran çocuk ve bütün aile panik içinde kendisini ararken, evde bir dolabın içine girmiş, elinde oyuncak silahıyla nöbet tutan çocuk benim için bir. suçlu aramak yerine soruyorum: siz kim oluyorsunuz da bu çocukları böyle bir korkuyla ve nefretle büyütüyorsunuz? kim oluyorsunuz da her fırsatta beyinlerini yıkadığınız bu çocukları anlamsız bir savaşa sürüklüyorsunuz? kim oluyorsunuz da bu çocukların birbirini öldürmesine seyirci kalıyor, hangi yüzle onlara "vatan uğruna şehit oldu" diyorsunuz? kimin hakkını kime helal ediyorsunuz siz?

neden sonra tefail gözyaşlarını silip içini çekiyor ve son talimatı veriyor:
"aracımız geldi, araftakileri çağırabiliriz artık..."
onüç başını yukarı kaldırıyor, "haydi gelin," diyor usulca, "çok özledik sizi."
o böyle der demez, yukarıdan aşağı çift çift ruhlar inmeye başlıyor.
palaskalı her netam'ın yanında, poşulu bir xırbo var.
onüç çenesini sıvazlayıp soruyor:
"niye çift çift iniyor yahu bunlar?"
tefail yanıtlıyor:
"onlar kardeştirler, ayrılmazlar..."
bu kez sonyamuk salağı, kalemini dişleyerek soruyor:
"ya ayrılırlarsa?"
tefail bir puro yakıp kederle gülüyor.
"olsun," diyor, "yine de kardeştirler."
(murat uyurkulak - har)

bu akşam enteresan insanlar bir araya geldi, çok şey konuştuk. benim daha önce kurmayı aklıma getirmediğim bir dominoyu anlattılar. adım adım gidelim:

süt üreticileri "bu fiyatlarla olmuyor, çalışamıyoruz, üretemiyoruz, geçinemiyoruz" diyorlar.
başbakan hazretleri "arkanızda kimin olduğunu biliyoruz, bunlar hep ideolojik" diyor.
süt üreticisine destek verilmiyor. yem fiyatları artmaya devam ediyor.
süt üreticisi sağılacak hayvanını kesime gönderiyor.
hükümet desteği alabilen, yani iki yıl sonra ödemeye başlamak üzere faizsiz kredi alabilen ülker mandıraları satın alıyor.
süt hayvanı kalmayınca yem piyasası allak bullak oluyor. kesim hayvanına verilen yemlerin fiyatları artıyor.
kesim hayvanı yem alamıyor. üretim iyice zora giriyor. fiyatlar artarken, hayvanlar heba oluyor.
et ve balık kurumu küçük üreticiye destek vermek yerine ithalata yöneliyor. meşhur anguslar sınırlarımızdan içeri giriyor.
600 ton et satışının ardından sırbistan vizesi kalkıyor.
ne var ki, dışarıdan gelen hayvanlar karkas, yani derisi yüzülmüş, içi temizlenmiş, kasap vitrinlerinde gördüğümüz şekilde.
ülkeye deri girmeyince, içeride de üretim durunca, deri piyasası allak bullak oluyor. bir anda deri fiyatları üç katına fırlıyor.
hayvanların eti ve kemiği dışında kullanılabilir hiçbir parçası olmadığı için sakatat fiyatları da et fiyatlarıyla neredeyse eşitleniyor.
kırmızı et üreticileri "bu fiyatlarla olmuyor, çalışamıyoruz, üretemiyoruz, geçinemiyoruz" diyorlar ve kepenkleri indiriyorlar.
türkiye'nin geçimini hayvancılıkla sağlayan bölgelerinde işsizlik artıyor.

ama haberlere bakılırsa türkiye'de işsizlik yüzde bilmem kaç azalıyor. nasıl oluyor bu?

annesinin doğu illerinden birinde eczanesi olan adam cevap veriyor: yaşı küçük olanları ücretsiz çalıştırıyorlar. sigortasını devlet ödüyor. (ne?!)

tabii bunlar hep ideolojik. padişahımız bunların arkasında kimlerin olduğunu biliyor. istikrarı engellemek isteyen bazıları böyle şeyler uyduruyor. ama yüce türk milleti bu oyunlara kanmayacak kadar uyanık.

bold kelimeler tanıdık geldi mi? her hitapta tekrar edilen bu kelimelerle karşılaşmadıysanız artık alışmışsınız demektir.

referandumdan önce facebook'ta bir tartışmaya dahil olmuştum. malezya'da, fetullah gülen'in okullarından birinde eğitim gören (muhtemelen zehir gibi) bir eleman türkiye'de durumun şahane olduğundan bahsediyordu. ülkesine geldikçe en dandik arabanın q5 olduğunu görüyormuş. nerede gördüğünü sormuştum. istanbul'un bir sefaköy'ü, türkiye'nin bir ardahan'ının olduğunu biliyor muydu acaba? peki siz biliyor musunuz; faşizmle yönetilen hiçbir ülkede fakirlik sorun değildir. en basiti hitler'i düşünün. alman halkı işsizlikten şak diye kurtulmuştu da elde ettikleri müthiş refah sayesinde adolf'ü topyekün bağrına basmıştı. peki ya kalanlar? eh... onlar alman bile değildi ki. hem propaganda o yönde işlemiyordu. insanlar sadece öfkeli bir alman'ın gür, ikna edici sesini duyuyorlardı.

şimdi kalbimi sıkıştıran, türkiye. yazdıklarımdan çok daha fazlası da var. 13 haziran'dan itibaren distopyaların da gerçekleştiğini göreceğiz. bir de bunun dünya versiyonu var. çok daha geniş, neredeyse içinden çıkılmaz. insana hakikaten çaresiz hissettirmiyor mu?

hissettirmesin. değişim diye bir şey gerçekten var. iyi yönde de olsa, kötü yönde de olsa, değişim her zaman var. ayakların bile baş olabildiği yerde elbet bir gün düzen yeniden değişir.

Hiç yorum yok: