en son 2005'te birinden hoşlanmışım. onu da sadece çekici bulduğumu yazmışım ama inkar mekanizması herhalde. diğerleri için hiçbir şey yazmadım zira. yazı bu. 26.09.05 tarihli. vay be. duygusuz mu olmuşum nedir... bir de kimdi bu acaba? merak ettim şimdi. neyse...
went too fast i'm out of luck and i don't even give a fuck...
yasam kalitesi diye bir sey var... düsüyormus bazen, hastalaninca falan... düsünce rahatsiz olurmus insanlar... ben çok kaliteli bir yasamim... kafam düstü ama... kullanilmaz duruma getirdim saga sola çarparak... buldugum her yere kafa atabilirim ve ardindan ne duruma gelecegim umrumda degil...
kafamin bir kösesinde "promiscuous" kelimes yanip sönüyor... nihai amacin nedir? hiçbir fikrim yok... kafami omzuna yaslayip uyumak isteyebilirdim ama simdi dudaklarini isirmayi tercih ediyorum... ve sonrasi umrumda degil... sadece beni arayip yasam kalitemle oynamaya çalismaman gerek... sevgili istemiyorum... sevmeye çalismak da istemiyorum... öyle özelliklerimi çöpe attim... yasam kalitem tavan yapti ve medikal açidan benden sagliklisi yok... canim medikal cicim medikal... yazdikça yazasim geliyor senin üzerine... birkaç tane de referans oturtmak istiyorum çevrene...
sevecen sarkilardan etkilenmeyi de engelleyemiyorum... engellemeye çalismadim aslinda hiç... saçma geliyor sadece... içimde bir seyler "kos çabuk, bul birini ve asik ol" diyor ama dinlemiyorum onu... son zamanlarda en çekici buldugum kisi kendimde sevmedigim özellikleri tasiyor... bunun disinda fazla tanimiyorum da onu... o farkliliklari görürmüs, ben benzerlikleri görüyorum... ama gördügüm benzerlikler sadece kötü olanlar... sahane! onu da ancak "çekici" bulabiliyorum, bu da ayri bir güzellik... insan hoslanir, sever, asik olur, ask acisi çeker... ben çekmem... neymis nihai amaç? yeniden kafamda neon isiklariyla yanip sönmeye basladi "promiscuous"... but who cares anyway?
böyle olmaz diyorlar... yorgunsun, çok çalisiyorsun diyorlar... biraz dinlen diyorlar... sen robot degilsin diyorlar... ben de bir sey demiyorum... cevap vermeye deger mi? belki... ben degerlerimi çöpe attim ama... menkul kiymetler yaptim kendilerinden... makul sandilar bunu... çevreme bakinca yasadigim hayatin makul olmadigini gördüm... kalitesi düsükmüs... ilaç brosürü gibi göründü gözüme... ne kadar da seviyorlar bu tanimi...
patlama degil bu, hiçbir sey degil... neden bunca zamandir hiçbir sey yazmadigimi düsünüp biraz zirvalamaya karar verdim, hepsi bu... yeniden konusmaya baslayacagim anlamina gelmiyor... birkaç kisiyle dans, birkaç küçük mutluluk, biraz tatmin... neseli davranislar... her sey normal... gülümsemem yeter... kelimeleri paylasmaya gerek yok... konusmak harf israfindan baska bir sey degil... bilineneleri seslendirmeye gerek yok... kimsenin birbirini dinlemeye ihtiyaci yok... hiçbir sey yok ve her sey etrafa dagilmis sekilde var... toparlamak gerekebilir bir ara...
masanin üzerinde duran bir kretuarla birbirinize bakmaniz tehlikelidir. biz buna kesisme diyoruz, ki kendisi gerçek kesiklerle sonuçlanabilir... aslinda günlerdir de düsünüyorum bunu ama zaten kolumda üç tane var... bunlar bile saçmalikken daha fazlasi delilik bile olabilir... oysa ben çok akilliyim... o gördü çizgileri... konu bizi oraya getirmisti... üstelik konusulmuyordu bile... sadece bir konuydu o çünkü bir ara soyunulacakti bir sekilde... bir sekilde görülecekti hepsi... daha önceki bir konusmadan gelen bir konuydu... dokundu... görmek istedi... nedenini sordu... ihtiyacim oldugunu söyledim... böyle ihtiyaç mi olurmus? belki de olurmus...
22 Eylül 2007 Cumartesi
bak bunu unutmuşum
Adım Nil. Sadece üç harf. Bazılarına anlamsız gelebilir ama o üç harf bana ait olan her şeyin simgesi. Temsil ettiklerinden kaçanlar yıllarca küçük bir kelimeyi kullanmaktan çekinip dolambaçlı yollara saptılar sandım. Büyüyünce anladım, kimse bir şeyden kaçmıyordu. İsmimden uzak durmalarının nedeni önem vermemeleriydi. Kim olduğumun bir değeri yoktu onlar için. Görmedikleri birine isim vermeye gerek duymamışlardı sadece.
Başlarda babasının kızıydım ben. Parçalanmasına ramak kalmış bir aileyi ayakta tutmak için “hık” demişti babam, burnundan düşmüştüm. “Aynı babası” demişler hastanedeki pembe yataklı bebeğe. Evde “kasap Hikmetler’in çocuğu”nun yastığına takmışlar altınları. Babamın hem ismi, hem lakabı olunca, ona çok benzeyen kızının bir kişiliğinin olabileceği gelmemiş akıllarına.
Yok canım, öyle silik bir tip de değildim. Mahallede bir çocuk salya sümük annesine koştuğunda herkes bilirdi sekiz numaradaki kızdan şikayetçi olunacağını. Ama annem bana hiç “Aşk olsun Nil, neden dövdün ki çocuğu?” demedi. Karşılaştığım cümle genellikle “Bıktım bu şikayetlerden Allah’ın cezası!” oluyordu. Okula kaydım yapılırken isim hanesine ya Allah’ın cezası ya da yavrum yazarlar diye düşünmüştüm. Böyle de dengesiz bir ailem vardı. Bir taraftan ne kadar itildiysem, diğer yandan o derece kucaklandım. Ne var ki, hiçbir zaman isim sahibi olamadım onların gözünde de.
Yoklamalarda durum değişir sanmıştım; öğretmenimiz isim yerine numraları okumaya başlayınca bunun da işe yaramayacağını anladım. İlkokulda da ismim yoktu, sadece 1296’ydım.
13 yaşındaydım, ilk kez günlük tutuyordum. Kendime kalbim kadar temiz sayfalar ayırmıştım ve hepsini ergenlik bunalımlarımla kirletiyordum. Dolayısıyla yazdıklarımı kimseye okutmuyordum. Ama günlüklerinde hoşlandıkları tiplerden bahseden ve bunu bütün sınıfa teşhir edenler de vardı, birkaç kişinin genç kız fantazilerini rontgenleme fırsatım olmuştu. Tuhaf bir gerçekle karşılaştım o zaman. Sadece benim günlüğümün adı yoktu! Yaşıtlarım kişilik sorunları yaşarken, benim sorunum kişiliksizlikti.
Ben daha kendi adıma sahip olamazken insanlar yavaş yavaş “nick” edinmeye başlamıştı. Daha iyi hissettiriyordu bu. Artık sadece kadının değil, koskoca bir neslin adı yoktu. Ben de 11C’deki sarışın olmaya alışmıştım bu sayede; ta ki adımı duyana kadar.
Öyle çarpıştık ve kitaplarımı düşürdüm gibi bir başlangıcı yok. Hiç de romantik değildi. Kaltağın teki kızlar tuvaletini oyun alanı sanıp su savaşı başlatmıştı. Ben çıkana kadar yapmamasını söylediğimde de suratıma bir avuç su yemiştim. O kaşınmıştı, ben de kaşıyordum gerektiği gibi. İzleyicilerin yanı sıra bizi ayırmaya çalışan birkaç kişi de vardı ama hatun dersini almayıp küfür etmeye devam ettiği için bırakmıyordum. Birinin “Nil yeter ya!” dediğini duydum. Bileğimi tutup yeniden Nil diyene kadar benden bahsettiğini anlamadım, sonra da yüzüne salak salak baktığımı hatırlıyorum. Beni durduran, kavga ettiğim kızın sevgilisi Erkan’dı ve ben ilk kez aşık olmuştum.
On bir yıl boyunca nefret ettiğim okul, bitmesine iki hafta kala başka bir anlam kazanmıştı. O anlamın da içine etmekte gecikmedim. Sadece iki cümle geçti aramızda:
- Böyle davranman gerekmezdi.
- Avukatı mısın onun salak?!
Sonuç: Başlayamadan biten hazin bir aşk öyküsü...
Biliyorum, o zaman da biliyordum, saldırgan davranmanın anlamı yok. Ama bu konuda yapabileceğim bir şey de yok. Aşkın insanı aptallaştırması değil bu; hepsi insanlara yumuşak davrandığında iyi niyetini suistimal etmeleriyle ilgili. Nasıl güvenebilirim ki? Erkan’a da sadece adımı bildiği için aşık olmuştum ama sırf bu yüzden, üstüme geldiğinde alttan alacak değildim. Biraz sert tepki vermiş olabilirim, kabul ediyorum ama o kadar da kontrollü olamıyorum, ne yapayım? Zaten hepsi şerefsiz bunların. Hepsi aynı. Yine de insanlara değer veriyorum. Ben en azından onlara isimleriyle hitap ediyorum.
Erkan’la böyle bir başarısızlık yaşamam hayal kırıklığına neden oldu elbette ama hayat devam etti ve birkaç erkek arkadaşım oldu. Cicim aylarımız adımın Nil olduğu sürece devam etti, “Bebeğim kalkalım mı artık?” olunca da bitti. Kimsenin canı, bebeği, meleği olmak istemiyordum, Nil olmamı neden kabul etmediklerini de anlamıyordum. Birlikte olduğum kişi adımın Can olmadığını öğrenene kadar da bekar kalmaya kararlıydım.
Aşk hayatım böyle yanlış anlamalarla devam ederken ben çalışmaya başlamış ve bir daire tutmuştum. Serdar Bey için “şirketin beyni”, ev sahibim Handan Hanım içinse “6 numaradaki kiracı” adını almıştım. Hatta Handan Hanım kapının önünde düşüp kolunu kırdığında yardım için beni çağırmıştı. Elbette “Niiiiil!” yerine “6 numaraaaaa!” diye bağırıyordu apartmanda.
Uzun lafın kısası, hemen herkesle aram iyi olsa da aramızda her zaman bir mesafe vardı. Beni önemsemedikleri için mesafeyi de umursamıyorlardı. Oysa o mesafede koca bir hayat vardı.
İsimsiz geçmiş 29 yılın ardından bugün yine doğum günüm. Sabah kendime pasta aldım, tek kişilik. Böyle günlerde bankaları ve mağazaları daha çok seviyorum. Mesajları standart da olsa hepsinin başında Sayın Nil Akifoğlu yazıyor. Arkadaşlardan da birkaç mesaj geldi ama aralarında “İyi ki doğdun Nil” diyen çıkmadı. Ah, bir de çiçek aldım, bu akşam çok işi olduğu için benimle buluşamayacak olan en yakın arkadaşım Aylin’den. “Hanfendi, bunlar size galiba” diyen çocuktan “biricik arkadaşım” diye birine gönderilen çiçekleri aldım, masamın üzerine yerleştirdim ve ağlamaya başladım. Durduramıyordum kendimi. Katıla katıla ağlıyordum tanınmadan geçen otuz yılım için.
Serdar Bey geldi sonra, ağladığımı görünce kapıyı kapatıp oturdu yanıma. “Ağlama kız,” dedi, “kocaman kıza yakışıyor mu böyle yapmak?” Sonra hayattan, deneyimlerden, her yaşın kendine göre bir güzelliğinin olmasından, önümde uzun ve çok güzel bir hayat olmasını dilediğinden ve daha bir ton saçma sapan şeyden bahsetti. Bir boktan haberi yoktu. Onlar için ne kadar önemli olduğumu söyleyip kalkıyordu ki, “Serdar Bey,” dedim, “benim adım ne?”
Yüzüme baktı öylece, zaman kazanmak için alakasız bir şeyler söyledi, bulamayınca konuyu değiştirmeye çalıştı. Gittikçe daha çok sinirleniyordum. Bunca zamandır tanıdığı, hatta değer verdiğini söylediği kişinin tek özelliği “şirketin beyni” olması mıydı yani? Başka hiçbir şeyi, bir ismi bile yok muydu değer verdiği kişinin?
Konuşması katlanılmaz bir hal alınca kendimi kaybettim sanırım. Masamın üzerindeki doğum günü çiçeği saksısını kafasına indirivermişim. Ben bunları yazarken o hala yerde yatıyor, kafasının çevresindeki kan gölü de iyice büyüdü. Herhalde öldürdüm Serdar Bey’i. Bu kapıyı açmamla birlikte yeni isimlerim olacak; deliren ihracat müdürü diyecekler, sülalenin yüz karası diyecekler, “24 numarada çalışan sarışın patronunu öldürmüş” diye konuşacaklar arkamdan. Gazeteleri okuyanlar ise olayı bir sonraki sayfaya kadar hatırlayıp Nil Akifoğlu adını fark etmeyecekler bile. Hayatımı değiştiren olayın hayat gözünde değeri bu kadar işte.
Başlarda babasının kızıydım ben. Parçalanmasına ramak kalmış bir aileyi ayakta tutmak için “hık” demişti babam, burnundan düşmüştüm. “Aynı babası” demişler hastanedeki pembe yataklı bebeğe. Evde “kasap Hikmetler’in çocuğu”nun yastığına takmışlar altınları. Babamın hem ismi, hem lakabı olunca, ona çok benzeyen kızının bir kişiliğinin olabileceği gelmemiş akıllarına.
Yok canım, öyle silik bir tip de değildim. Mahallede bir çocuk salya sümük annesine koştuğunda herkes bilirdi sekiz numaradaki kızdan şikayetçi olunacağını. Ama annem bana hiç “Aşk olsun Nil, neden dövdün ki çocuğu?” demedi. Karşılaştığım cümle genellikle “Bıktım bu şikayetlerden Allah’ın cezası!” oluyordu. Okula kaydım yapılırken isim hanesine ya Allah’ın cezası ya da yavrum yazarlar diye düşünmüştüm. Böyle de dengesiz bir ailem vardı. Bir taraftan ne kadar itildiysem, diğer yandan o derece kucaklandım. Ne var ki, hiçbir zaman isim sahibi olamadım onların gözünde de.
Yoklamalarda durum değişir sanmıştım; öğretmenimiz isim yerine numraları okumaya başlayınca bunun da işe yaramayacağını anladım. İlkokulda da ismim yoktu, sadece 1296’ydım.
13 yaşındaydım, ilk kez günlük tutuyordum. Kendime kalbim kadar temiz sayfalar ayırmıştım ve hepsini ergenlik bunalımlarımla kirletiyordum. Dolayısıyla yazdıklarımı kimseye okutmuyordum. Ama günlüklerinde hoşlandıkları tiplerden bahseden ve bunu bütün sınıfa teşhir edenler de vardı, birkaç kişinin genç kız fantazilerini rontgenleme fırsatım olmuştu. Tuhaf bir gerçekle karşılaştım o zaman. Sadece benim günlüğümün adı yoktu! Yaşıtlarım kişilik sorunları yaşarken, benim sorunum kişiliksizlikti.
Ben daha kendi adıma sahip olamazken insanlar yavaş yavaş “nick” edinmeye başlamıştı. Daha iyi hissettiriyordu bu. Artık sadece kadının değil, koskoca bir neslin adı yoktu. Ben de 11C’deki sarışın olmaya alışmıştım bu sayede; ta ki adımı duyana kadar.
Öyle çarpıştık ve kitaplarımı düşürdüm gibi bir başlangıcı yok. Hiç de romantik değildi. Kaltağın teki kızlar tuvaletini oyun alanı sanıp su savaşı başlatmıştı. Ben çıkana kadar yapmamasını söylediğimde de suratıma bir avuç su yemiştim. O kaşınmıştı, ben de kaşıyordum gerektiği gibi. İzleyicilerin yanı sıra bizi ayırmaya çalışan birkaç kişi de vardı ama hatun dersini almayıp küfür etmeye devam ettiği için bırakmıyordum. Birinin “Nil yeter ya!” dediğini duydum. Bileğimi tutup yeniden Nil diyene kadar benden bahsettiğini anlamadım, sonra da yüzüne salak salak baktığımı hatırlıyorum. Beni durduran, kavga ettiğim kızın sevgilisi Erkan’dı ve ben ilk kez aşık olmuştum.
On bir yıl boyunca nefret ettiğim okul, bitmesine iki hafta kala başka bir anlam kazanmıştı. O anlamın da içine etmekte gecikmedim. Sadece iki cümle geçti aramızda:
- Böyle davranman gerekmezdi.
- Avukatı mısın onun salak?!
Sonuç: Başlayamadan biten hazin bir aşk öyküsü...
Biliyorum, o zaman da biliyordum, saldırgan davranmanın anlamı yok. Ama bu konuda yapabileceğim bir şey de yok. Aşkın insanı aptallaştırması değil bu; hepsi insanlara yumuşak davrandığında iyi niyetini suistimal etmeleriyle ilgili. Nasıl güvenebilirim ki? Erkan’a da sadece adımı bildiği için aşık olmuştum ama sırf bu yüzden, üstüme geldiğinde alttan alacak değildim. Biraz sert tepki vermiş olabilirim, kabul ediyorum ama o kadar da kontrollü olamıyorum, ne yapayım? Zaten hepsi şerefsiz bunların. Hepsi aynı. Yine de insanlara değer veriyorum. Ben en azından onlara isimleriyle hitap ediyorum.
Erkan’la böyle bir başarısızlık yaşamam hayal kırıklığına neden oldu elbette ama hayat devam etti ve birkaç erkek arkadaşım oldu. Cicim aylarımız adımın Nil olduğu sürece devam etti, “Bebeğim kalkalım mı artık?” olunca da bitti. Kimsenin canı, bebeği, meleği olmak istemiyordum, Nil olmamı neden kabul etmediklerini de anlamıyordum. Birlikte olduğum kişi adımın Can olmadığını öğrenene kadar da bekar kalmaya kararlıydım.
Aşk hayatım böyle yanlış anlamalarla devam ederken ben çalışmaya başlamış ve bir daire tutmuştum. Serdar Bey için “şirketin beyni”, ev sahibim Handan Hanım içinse “6 numaradaki kiracı” adını almıştım. Hatta Handan Hanım kapının önünde düşüp kolunu kırdığında yardım için beni çağırmıştı. Elbette “Niiiiil!” yerine “6 numaraaaaa!” diye bağırıyordu apartmanda.
Uzun lafın kısası, hemen herkesle aram iyi olsa da aramızda her zaman bir mesafe vardı. Beni önemsemedikleri için mesafeyi de umursamıyorlardı. Oysa o mesafede koca bir hayat vardı.
İsimsiz geçmiş 29 yılın ardından bugün yine doğum günüm. Sabah kendime pasta aldım, tek kişilik. Böyle günlerde bankaları ve mağazaları daha çok seviyorum. Mesajları standart da olsa hepsinin başında Sayın Nil Akifoğlu yazıyor. Arkadaşlardan da birkaç mesaj geldi ama aralarında “İyi ki doğdun Nil” diyen çıkmadı. Ah, bir de çiçek aldım, bu akşam çok işi olduğu için benimle buluşamayacak olan en yakın arkadaşım Aylin’den. “Hanfendi, bunlar size galiba” diyen çocuktan “biricik arkadaşım” diye birine gönderilen çiçekleri aldım, masamın üzerine yerleştirdim ve ağlamaya başladım. Durduramıyordum kendimi. Katıla katıla ağlıyordum tanınmadan geçen otuz yılım için.
Serdar Bey geldi sonra, ağladığımı görünce kapıyı kapatıp oturdu yanıma. “Ağlama kız,” dedi, “kocaman kıza yakışıyor mu böyle yapmak?” Sonra hayattan, deneyimlerden, her yaşın kendine göre bir güzelliğinin olmasından, önümde uzun ve çok güzel bir hayat olmasını dilediğinden ve daha bir ton saçma sapan şeyden bahsetti. Bir boktan haberi yoktu. Onlar için ne kadar önemli olduğumu söyleyip kalkıyordu ki, “Serdar Bey,” dedim, “benim adım ne?”
Yüzüme baktı öylece, zaman kazanmak için alakasız bir şeyler söyledi, bulamayınca konuyu değiştirmeye çalıştı. Gittikçe daha çok sinirleniyordum. Bunca zamandır tanıdığı, hatta değer verdiğini söylediği kişinin tek özelliği “şirketin beyni” olması mıydı yani? Başka hiçbir şeyi, bir ismi bile yok muydu değer verdiği kişinin?
Konuşması katlanılmaz bir hal alınca kendimi kaybettim sanırım. Masamın üzerindeki doğum günü çiçeği saksısını kafasına indirivermişim. Ben bunları yazarken o hala yerde yatıyor, kafasının çevresindeki kan gölü de iyice büyüdü. Herhalde öldürdüm Serdar Bey’i. Bu kapıyı açmamla birlikte yeni isimlerim olacak; deliren ihracat müdürü diyecekler, sülalenin yüz karası diyecekler, “24 numarada çalışan sarışın patronunu öldürmüş” diye konuşacaklar arkamdan. Gazeteleri okuyanlar ise olayı bir sonraki sayfaya kadar hatırlayıp Nil Akifoğlu adını fark etmeyecekler bile. Hayatımı değiştiren olayın hayat gözünde değeri bu kadar işte.
21 Eylül 2007 Cuma
terminator 4 - the rice of the machines
olay 2045’te çin’de geçiyor. john connor’ın kıçındaki kıllar kadayıf olmuş, oğlu makine kafalarıyla futbol oynayarak büyümüş. connor yaşlanınca makineler de artık sıkılmışlar, emekliye ayrılmaya karar vermişler. ama makineler işlevsiz kalınca patlayacaklarından farklı görevler almaya başlamışlar. bazı ülkelerde terminatör marka torna tezgahları; bazılarında tek düğmeyle ütüye, buzdolabına, çamaşır makinesine ve bulaşık makinesine dönüşebilen sıvı alaşımlı terminatörler ortaya çıkmış. terminatör alışverişinin çılgınlık düzeyine vardığı sıralarda skynet çin’de bir dolara makineler üretmeye başlamış. pirinci toplayan, gerekli işlemlerden geçiren, tane tane pişiren ve opsiyonel parçasıyla servis de yapabilen bu makineler yok satıyormuş. bunun nesi var diyeceksiniz. şusu var: john connor’ın oğlu david connor bir gün “yine mi pilav?!” diye bir serzenişte bulunmuş. annesi de “paşaya yemek beğendiremiyoruz, hayret bişi!” diye bunu tersleyince david pirinç manyağı makinelere savaş açmış.
it
hayat sigortası pazarlamacısı murat üç aydır bir kişiye bile sigorta satamamıştı ve işini kaybetmek üzereydi. çok bunalmıştı. herkes satış yaparken onun nesi eksikti?
ama bu kez kararlıydı. müşterisine indirim yapacak olsa bile sigortayı satacaktı. bir haftadır yeni yöntemi üzerinde çalışıyordu. insanların korkularını kullanacaktı. ölmekten korkmuyorlarsa da, karanlıktan bile yeteri kadar korkan herkes elbette hayat sigortası yaptırırdı.
bugün perihan bilge'yle bir randevusu vardı. yetmiş iki yaşında, yalnız yaşayan ve merhum eşinden kalan yüklü mirasla geçinen bir kadındı. yaşına göre oldukça sağlıklı geliyordu sesi telefonda. murat karşısına nasıl birinin çıkacağını bilmiyordu ama buna pek kafa yormuyordu. tek noktaya odaklanmıştı: satış yapmak!
verilen adresi bulup şirket arabasını kapının önüne park etti. ikinci kat pencerelerine baktı. parlak sarı renkte, pembe puantiyeli perdeleri olan pencere perihan hanım'ın olmalıydı. yaşlı kadının bu kadar zevksiz olmasını beklemiyordu doğrusu. böyle saçma bir desenle perde değil, palyaço kıyafeti olurdu ancak. hırsla çatılmış kaşlarını normal konumuna getirdi, yüzüne güven veren bir gülümseme yapıştırdı ve zili çaldı.
perihan hanım, otuz iki dişini gösteren bir gülümsemeyle kapıda belirdi. görünüşe bakılırsa acilen bir dişçiye gitmesi gerekiyordu. murat bu ayrıntıyı kafasına not ederken, hızla (ama kesinlikle acele etmeden) kadını baştan aşağı incelemeye başladı. parlak kırmızıya boyanmış saçlar (bunama), feci şekilde kanlanmış mavi gözler (hipertansiyon), beyaz denecek kadar solgun ten rengi (kansızlık), kırmızı ruj (zevksizlik), dar omuzlar (kemik erimesi), bol pantolonla daha da geniş görünen basenler (metabolik sendrom)... perihan hanım'ın hayat sigortasından fazlasına, muhtemelen yeni bir hayata ihtiyacı vardı. yetmiş iki yaşında bir kadın böyle görünmemeliydi. kapıdan girerken kadının pudra ve pamuk şeker koktuğunu farketti. pamuk şeker kokusunu diyabet hakkında konuşurken kullanabilirdi.
murat'ı oturma odasında bir koltuğa oturttuktan sonra çay getirmek için mutfağa gitti perihan hanım. koridordaki aynanın önünden geçerken kendine bir göz attı, gülümsedi, "hadi yaşlı örümcek, göreyim seni!" diyerek fincanları hazırlamaya başladı. elinde tepsiyle oturma odasına girdiğinde murat'ı etrafındaki balonlara bakarken buldu. sesine anaç bir ton vererek "ne güzeller di mi?" dedi, "burada hepsi uçuyor."
"evet. sizin yaşınızda birinin evi için pek alışık olmadığım bir görüntü. torununuz için mi?"
"çocuklar için. burada hepsi uçuyor. bir balon ister misin? istersin di mi? balon?"
murat kadının kafasının oldukça karışık olduğuna kanaat getirmişti tamamen. bu yaşta bunama normaldi. alzheimer riskini de kafasındaki notlara ekleyip "eveeeet" dedi, "şimdi işimize bakalım. kendinizden, hayatınızdan ve beklentilerinizden bahsedin bana."
"önce çayını içseydin evladım? soğumasın."
bu arada perihan hanım elindeki fincanı ağzına götürmüştü bile. şapırdata şapırdata, hatta biraz döke saça, neredeyse kaynar durumdaki çayı mideye indiriyordu. murat, kadının çıkardığı iğrenç seslere aldırmadan ülseri not etti. bu kadın her şeyi midesine bu şekilde gönderiyorsa iç organlarının işi çok zor olmalıydı. fincanını eline aldı. karıştırırken, çay sandığı şeyin koyu kıvamlı, kırmızı bir sıvı olduğunu gördü, fincanı nazikçe yerine bıraktı. perihan hanım'ın yüzündeki ifadeyi görünce açıklamaya başladı.
"çok zahmet etmişsiniz ama kuşburnu içemiyorum, her yerim kabarıyor sonra. gördüğünüz gibi, hastalık her yerde. özellikle belli bir yaştan sonra ne kadar dikkat ederseniz edin yakanızı bırakmıyor."
perihan sabırsızlanmaya başlamıştı. murat'ın gözleri mi bozuktu yoksa çok mu soğukkanlıydı? şimdiye kadar ficanda kan görüp de böyle tepki veren biriyle hiç karşılaşmamıştı ama pes etmeyecekti. elinde daha bir sürü korkutma yöntemi vardı. normal sesine döndü. bu ani ses değişimleri herkesi tedirgin ederdi.
"palyaçoları sever misin genç adam?"
bir türlü konuya giremediği için canı sıkılan murat palyaço mevzusunu olabildiğince çabuk kapatmak için durumu özetledi.
"küçükken severdim belki ama uzun süredir pek hoşlanmıyorum onlardan. belki hatırlarsınız, 'o' diye bir film vardı. onu izlediğimden beri sevmem."
"çok mu korkutmuştu seni?"
"hayır. senaryoya lafım yok da, çok kötü bir filmdi. oyunculuk da, müzikler de, efektler de... hele o örümcek! hayatımda gördüğüm en başarısız örümcekti! palyaço hali de çok aptaldı. sürekli aynı cümleleri tekrarlaması falan... korkutucudan çok sinir bozucuydu. üstelik otuz yılda bir beslenmesi de aptalcaydı. düzenli beslenme sağlıklı yaşamın anahtarıdır. yine de bizim sigorta poliçemizde özellikle üzerinde durduğumuz konulardan değil. çok kötü besleniyor olabilirsiniz ama sağlık sigortası yaptırmanıza engel değil bu. bilakis, böyle durumlarda hem sağlık hem de hayat sigortası yaptırmak daha avantajlı."
perihan sinirden ne yapacağını şaşırmıştı. murat denen kıçıkırık sigorta satıcısı korkmamak şöyle dursun, aşağılamıştı da onu! sinirden elleri titremeye başladığında odadaki birkaç balon patladı ve her yere kan sıçradı.
duyduğu sesler murat'ı irkiltmişti. sigortacının koltukta hafifçe sıçradığını gören perihan, "bu da bir şeydir" diye düşünerek saldırdı.
"o benim!"
"kim?"
"o!"
"o kim?"
"pennywise!"
murat'ın gözleri dehşetle açıldı. perihan (nam-ı diğer pennywise), zevkten dört köşe olarak keskin dişlerini gösterdi ve murat'ın koluna hamle yaptı. ama murat daha erken davranmıştı. hızla sehpanın üzerinde duran kalemine uzandı ve "olmuyor ama!" diye haykırdı.
"şimdi bütün belgeleri yeniden düzenlememiz gerek! neden ilk konuşmamızda sahte isim kullandınız ki? bu en az iki saatimi alacak, her şeyin şefe yeniden onaylatılması gerek!"
pennywise ilk şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra harıl harıl belgelerle uğraşan murat'a bakakaldı. tek sorunu yanlış isimmiş gibi form dolduruyordu adam. zaten tek sorununun da bu olduğunu anladı pennywise. yüzlerce yıllık hayatında ilk kez kalbi sıkıştı. omuzlarından ensesine doğru ağrılı bir sıcaklığın yayıldığını hissetti. göğsünü tutarak öksürmeye başladı. birkaç saniye sonra da gürültüyle yere yığıldı.
murat kafasını kaldırınca yerde can çekişen kadını gördü. kafasında bir şimşek çaktı ve ayağa fırladı. çok az zamanı kalmıştı. hemen hastaneyi arayıp bir ambulans çağırdı ve kadının yanına dönüp "dayanmalısın!" diye bağırdı.
pennywise kendine geldiğinde sedyeye yatırılıyordu. murat kadının elindeki kağıt ve kalemi alıp bir zafer edasıyla imzayı inceledi.
"çok akıllıca bir karar verdiniz. size söylemiştim, hastalığın nerede karşımıza çıkacağı belli olmuyor. eh, bu işin ölümü var, kalımı var. her an her şey olabilir. yalnız şartlarımıza göre, sağlık sigortanızın devreye girmesi için ilk ödemenin üzerinden altı ay geçmesi gerekiyor. şimdiki hastane ziyaretiniz sigorta kapsamında olmayacak. tam kapsamlı sigorta seçtiğiniz için tüm mallarınız da güvencemiz altında. evle ilgili olan ayrıntıları ben şimdi yazarım da, gitmeden sorayım, arabanızın marka ve modeli neydi?"
yeniden kendinden geçmeden önce tükenmiş bir ses çıktı pennywise'ın ağzından.
"1718 model sirk arabası."
ama bu kez kararlıydı. müşterisine indirim yapacak olsa bile sigortayı satacaktı. bir haftadır yeni yöntemi üzerinde çalışıyordu. insanların korkularını kullanacaktı. ölmekten korkmuyorlarsa da, karanlıktan bile yeteri kadar korkan herkes elbette hayat sigortası yaptırırdı.
bugün perihan bilge'yle bir randevusu vardı. yetmiş iki yaşında, yalnız yaşayan ve merhum eşinden kalan yüklü mirasla geçinen bir kadındı. yaşına göre oldukça sağlıklı geliyordu sesi telefonda. murat karşısına nasıl birinin çıkacağını bilmiyordu ama buna pek kafa yormuyordu. tek noktaya odaklanmıştı: satış yapmak!
verilen adresi bulup şirket arabasını kapının önüne park etti. ikinci kat pencerelerine baktı. parlak sarı renkte, pembe puantiyeli perdeleri olan pencere perihan hanım'ın olmalıydı. yaşlı kadının bu kadar zevksiz olmasını beklemiyordu doğrusu. böyle saçma bir desenle perde değil, palyaço kıyafeti olurdu ancak. hırsla çatılmış kaşlarını normal konumuna getirdi, yüzüne güven veren bir gülümseme yapıştırdı ve zili çaldı.
perihan hanım, otuz iki dişini gösteren bir gülümsemeyle kapıda belirdi. görünüşe bakılırsa acilen bir dişçiye gitmesi gerekiyordu. murat bu ayrıntıyı kafasına not ederken, hızla (ama kesinlikle acele etmeden) kadını baştan aşağı incelemeye başladı. parlak kırmızıya boyanmış saçlar (bunama), feci şekilde kanlanmış mavi gözler (hipertansiyon), beyaz denecek kadar solgun ten rengi (kansızlık), kırmızı ruj (zevksizlik), dar omuzlar (kemik erimesi), bol pantolonla daha da geniş görünen basenler (metabolik sendrom)... perihan hanım'ın hayat sigortasından fazlasına, muhtemelen yeni bir hayata ihtiyacı vardı. yetmiş iki yaşında bir kadın böyle görünmemeliydi. kapıdan girerken kadının pudra ve pamuk şeker koktuğunu farketti. pamuk şeker kokusunu diyabet hakkında konuşurken kullanabilirdi.
murat'ı oturma odasında bir koltuğa oturttuktan sonra çay getirmek için mutfağa gitti perihan hanım. koridordaki aynanın önünden geçerken kendine bir göz attı, gülümsedi, "hadi yaşlı örümcek, göreyim seni!" diyerek fincanları hazırlamaya başladı. elinde tepsiyle oturma odasına girdiğinde murat'ı etrafındaki balonlara bakarken buldu. sesine anaç bir ton vererek "ne güzeller di mi?" dedi, "burada hepsi uçuyor."
"evet. sizin yaşınızda birinin evi için pek alışık olmadığım bir görüntü. torununuz için mi?"
"çocuklar için. burada hepsi uçuyor. bir balon ister misin? istersin di mi? balon?"
murat kadının kafasının oldukça karışık olduğuna kanaat getirmişti tamamen. bu yaşta bunama normaldi. alzheimer riskini de kafasındaki notlara ekleyip "eveeeet" dedi, "şimdi işimize bakalım. kendinizden, hayatınızdan ve beklentilerinizden bahsedin bana."
"önce çayını içseydin evladım? soğumasın."
bu arada perihan hanım elindeki fincanı ağzına götürmüştü bile. şapırdata şapırdata, hatta biraz döke saça, neredeyse kaynar durumdaki çayı mideye indiriyordu. murat, kadının çıkardığı iğrenç seslere aldırmadan ülseri not etti. bu kadın her şeyi midesine bu şekilde gönderiyorsa iç organlarının işi çok zor olmalıydı. fincanını eline aldı. karıştırırken, çay sandığı şeyin koyu kıvamlı, kırmızı bir sıvı olduğunu gördü, fincanı nazikçe yerine bıraktı. perihan hanım'ın yüzündeki ifadeyi görünce açıklamaya başladı.
"çok zahmet etmişsiniz ama kuşburnu içemiyorum, her yerim kabarıyor sonra. gördüğünüz gibi, hastalık her yerde. özellikle belli bir yaştan sonra ne kadar dikkat ederseniz edin yakanızı bırakmıyor."
perihan sabırsızlanmaya başlamıştı. murat'ın gözleri mi bozuktu yoksa çok mu soğukkanlıydı? şimdiye kadar ficanda kan görüp de böyle tepki veren biriyle hiç karşılaşmamıştı ama pes etmeyecekti. elinde daha bir sürü korkutma yöntemi vardı. normal sesine döndü. bu ani ses değişimleri herkesi tedirgin ederdi.
"palyaçoları sever misin genç adam?"
bir türlü konuya giremediği için canı sıkılan murat palyaço mevzusunu olabildiğince çabuk kapatmak için durumu özetledi.
"küçükken severdim belki ama uzun süredir pek hoşlanmıyorum onlardan. belki hatırlarsınız, 'o' diye bir film vardı. onu izlediğimden beri sevmem."
"çok mu korkutmuştu seni?"
"hayır. senaryoya lafım yok da, çok kötü bir filmdi. oyunculuk da, müzikler de, efektler de... hele o örümcek! hayatımda gördüğüm en başarısız örümcekti! palyaço hali de çok aptaldı. sürekli aynı cümleleri tekrarlaması falan... korkutucudan çok sinir bozucuydu. üstelik otuz yılda bir beslenmesi de aptalcaydı. düzenli beslenme sağlıklı yaşamın anahtarıdır. yine de bizim sigorta poliçemizde özellikle üzerinde durduğumuz konulardan değil. çok kötü besleniyor olabilirsiniz ama sağlık sigortası yaptırmanıza engel değil bu. bilakis, böyle durumlarda hem sağlık hem de hayat sigortası yaptırmak daha avantajlı."
perihan sinirden ne yapacağını şaşırmıştı. murat denen kıçıkırık sigorta satıcısı korkmamak şöyle dursun, aşağılamıştı da onu! sinirden elleri titremeye başladığında odadaki birkaç balon patladı ve her yere kan sıçradı.
duyduğu sesler murat'ı irkiltmişti. sigortacının koltukta hafifçe sıçradığını gören perihan, "bu da bir şeydir" diye düşünerek saldırdı.
"o benim!"
"kim?"
"o!"
"o kim?"
"pennywise!"
murat'ın gözleri dehşetle açıldı. perihan (nam-ı diğer pennywise), zevkten dört köşe olarak keskin dişlerini gösterdi ve murat'ın koluna hamle yaptı. ama murat daha erken davranmıştı. hızla sehpanın üzerinde duran kalemine uzandı ve "olmuyor ama!" diye haykırdı.
"şimdi bütün belgeleri yeniden düzenlememiz gerek! neden ilk konuşmamızda sahte isim kullandınız ki? bu en az iki saatimi alacak, her şeyin şefe yeniden onaylatılması gerek!"
pennywise ilk şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra harıl harıl belgelerle uğraşan murat'a bakakaldı. tek sorunu yanlış isimmiş gibi form dolduruyordu adam. zaten tek sorununun da bu olduğunu anladı pennywise. yüzlerce yıllık hayatında ilk kez kalbi sıkıştı. omuzlarından ensesine doğru ağrılı bir sıcaklığın yayıldığını hissetti. göğsünü tutarak öksürmeye başladı. birkaç saniye sonra da gürültüyle yere yığıldı.
murat kafasını kaldırınca yerde can çekişen kadını gördü. kafasında bir şimşek çaktı ve ayağa fırladı. çok az zamanı kalmıştı. hemen hastaneyi arayıp bir ambulans çağırdı ve kadının yanına dönüp "dayanmalısın!" diye bağırdı.
pennywise kendine geldiğinde sedyeye yatırılıyordu. murat kadının elindeki kağıt ve kalemi alıp bir zafer edasıyla imzayı inceledi.
"çok akıllıca bir karar verdiniz. size söylemiştim, hastalığın nerede karşımıza çıkacağı belli olmuyor. eh, bu işin ölümü var, kalımı var. her an her şey olabilir. yalnız şartlarımıza göre, sağlık sigortanızın devreye girmesi için ilk ödemenin üzerinden altı ay geçmesi gerekiyor. şimdiki hastane ziyaretiniz sigorta kapsamında olmayacak. tam kapsamlı sigorta seçtiğiniz için tüm mallarınız da güvencemiz altında. evle ilgili olan ayrıntıları ben şimdi yazarım da, gitmeden sorayım, arabanızın marka ve modeli neydi?"
yeniden kendinden geçmeden önce tükenmiş bir ses çıktı pennywise'ın ağzından.
"1718 model sirk arabası."
selim
Kafasındaki tahtaların ne zaman çatırdamaya başladığı belli değil ama lisedeki psikoloji derslerinden sonra elinin üzerinde yürüyen pembe filleri görmek için çok uğraştı Selim. Çok mu ilgisiz bırakmışlardı onu, yoksa çevresindeki rahatsızlar mı çekiyordu ilgisini anlayamadık hiç; normal olmamak için neden bu kadar uğraştığını çözemedik bir türlü. Hepimiz gibiydi o da. Ne daha zeki, ne daha deli. Tek farkı, farklı olmak için giriştiği çabaydı.
Sanata ilgisi yoktu aslında. Bir derste verilen örnekle Dali'nin standartlara pek uymadığını öğrenince ona dadandı. Saatlerini geçirirdi adamın bir resmine bakarak. Başlarda, engin bilgisinden yararlanmamız ve farklı bir bakış açısı yakalamamız için gördüklerini bize anlatmayı denedi. Sadece denedi. Kurduğu cümleler ilkokul cümleleriydi. Sabırla dinledik, birkaç kişi gerçekten ilgilenir gibi yaptı hatta. Neyse ki kısa süre sonra (daha doğrusu, sadece sivilceli ve bıyıklı kızların bunu tanışmak için kullandığını gördükten sonra) Dali'den de vazgeçti, sanat muhabbetinden de.
Selim'in en büyük korkusu intihar edecek kadar bunalmaktı. İkincisiyse ablası Selin'e benzemek. Selin'de bir sorun olduğundan değil, ona benzerse kadın gibi hissedeceğini sanırdı. O kadar homofobik de değildi aslında, sadece arkadaşlardan biri gay olduğunu söylediğinde aklına gelmiş olmalı korkmak. Zaten hiçbir zaman bunalamadı da Selim, öyleymiş gibi davranmayı bile başaramadı. Sabah darmadağın gelirdi okula, yüzünden düşen bin parça. Bütün gece uyumadığını söylerdi ama şişmiş gözlerine bakınca anlardık en az on iki saat deliksiz bir uyku çektiğini. Homurdanıp dururdu sabah sabah, tüm günlerin birbirine benzemesi konusunda acıklı olduğunu sandığı demeçler verirdi. Bu homurdanma, gerçekten uyumamış olan Özge sınıfa girinceye kadar sürerdi. Selim dışında hepimiz günaydın derdik, fazla konuşmayan Özge de bizi başıyla selamlardı. Kafamızı çevirdiğimizde Selim'in kısılmış gözlerle uzaklara baktığını görürdük. Yine karizmatik göründüğünü düşünürdü ve Özge kendisine günaydın bile demeyen Selim'i yine takmazdı. Özge'nin hep yanımızda olmasını isterdik. Onun sessizliği Selim'i de susturuyordu sonuçta.
Ne kadar olumsuz davranırsa davransın, kimse Selim'e sinir olmazdı. Kimse özellikle sevmezdi de onu. Özge yokken Selim konuşur, birkaç kişi de onu dinler gibi yapardı. Öyle bariz bir ilgi görme ihtiyacı vardı ki, insanlar ya onu ilgisiz bırakmaya kıyamazdı ya da dinleyen biri olmayınca Selim onları rahat bırakmazdı. Sürekli şikayet eden Selim, hayali dertlerini anlatacak birini bulamayınca on kaplan gücünde bir rahatsızlık abidesine dönüşürdü.
Değişimi tetikleyen bu muydu emin değilim ama Selim'in aklını başına getiren, kafasına aldığı darbe oldu. Taksim'de bir barda oturuyorduk. O zamana kadar yalnız olduğunu sandığımız Özge, sevgilisi olduğu anlaşılan gayet hoş biriyle girdi içeri, masaya davet ettiğimizde de hayır demedi. Hep asi ve depresif görünmeye çalışan Selim, Özge'nin yanında James Dean asiliğinde birini görünce Kafka depresyonu yaşamaya başladı. Özge Jack&Coke içmeye başladı, sevgilisi vişne votka. O zamana kadar sek kahve içmeye kendini zar zor alıştırmış Selim'in aklı iyice karıştı (Özge okulda her gün sütsüz ve şekersiz kahve içerdi uyanık kalmak için, Selim de ortak özellikleri olsun diye alışmaya çalışıyordu), kahveyi masada bırakıp kendini bara zor attı. Uzun süre oyalandı orada. Belli ki James Dean ve Calamity Jane arasında seçim yapmaya çalışıyordu. En azından ikisini aynı bardakta karıştırmaya çalışmadığı için hala biraz umut olduğunu düşündük. İşte muhteşem gösteri böyle başladı...
Jack&Coke'la başlayan macera vişne votkayla devam edince, o zamana kadar alkolü biradan ibaret sanan Selim iyice uçtu. Kendi kendine tartışıyor, söylenen her kelimeye saldırıyor, sesi giderek yükseliyordu. Bazen çok bunaldığını, her şeyin anlamsız geldiğini, yaşamak için bir neden bulamadığını söylerken, James Dean intihar eden gay arkadaşından bahsetmeye başladı ve suratına sağlam bir tokat yedi. Biz Selim'in aşkettiği Osmanlı tokadına anlam vermeye çalışırken, masanın diğer yanından Selim'in burnuna doğru uçan kafayı fark ettik ama durdurmak için çok geç kaldık. Selim suratında patlayan balyozumsu şeyin etkisiyle başını önce arkasındaki duvara, sonra yanındaki sandalyeye, son olarak da yere çarptı; doğal olarak da dağıldı ve bayıldı.
Onu ayıltmayı başardığımızda barmen Özge'yle sevgilisini dışarı çıkarmıştı bile. Biz de çıkıp hastaneye gittik; rontgenler çekildi, tetkikler yapıldı, falan filan. Selim'in taş kafası pek zarar görmemişti, kırılan burnu ve gururu dışında bir sakatlığı yoktu. Elbette bu, sevgili hastalık hastamızın bir hafta okula gelmemesine engel olmadı.
Hiçbirimiz Selim'i çok takmadığımız için ziyaretine gitmedik, hatta arayıp nasıl olduğunu da sormadık. Nezle olduğunda bile piysadaki tüm vitaminleri, ağrı kesicileri ve antibiyotikleri başucuna doldurup iki gün yataktan çıkmayan, döndüğünde de aramadığımız için iki gün boyunca şikayet eden Selim, yeniden okula geldiğinde değişmişti. Kanlı ve boş bakan gözlerle sınıfa girip herkesi başıyla selamladı, kendisine "siktir git dallama" diyen Özge'den özür diledi ve ne aramamamızdan yakındı, ne de günlük konuşmalarına başladı. Yerine oturdu ve ilk ders için kitaplarını çıkardı. Çevresine toplanıp nasıl olduğunu sorduğumuzda da sadece "normal" olduğunu söyledi. Bunca zaman herkesi normal olmadığına inandırmaya çalışmış Selim, hiç de öyle görünmediği bir zamanda normal olduğunu söylüyordu. İnanamadık ve bu kez onunla gerçekten ilgilenmeye başladık.
Bir zamanlar gömleğini özenle pantolonunun dışına çıkaran ve her sabah saatlerce ayna karşısında saçlarını dağıtan Selim gitmiş, yerine yataktan kalktığı gibi (eğer yatağa giriyorsa) kendini okulda bulmuş görünen bir Selim gelmişti. Gözleri her sabah kan çanağı gibiydi. Çok az konuşuyordu. Sınıfa girdiğinde ise selam vermek yerine buz gibi gözlerle herkesi süzüyordu sadece. İnanır mısınız, Selim'in gözlerinin mavi olduğunu bile o bakışlar sayesinde fark ettik. Ağzından birkaç kelime çıkarabilmek için gün boyunca kerpeten hazırlamaya başladık. Bir süre sonra Selim'in yeni haline de alıştık. Biz alışırken kızlar da bu yeni Selim'i çekici bulmaya başlamış, Özge dışında hemen hepsi onun kucağına oturmak için yarışır olmuştu. Özge'nin uzaklığı da sorun değildi artık. Kafasına yediği dört darbeden sonra Selim onu umursamıyor gibi görünüyordu.
Okul bitince hepimiz bir yana dağıldık. Ben psikiyatriyi seçip deli doktoru oldum ve yıllarca kimseden haber almadım. Geçen hafta yeni bir hasta getirdiler; annesi hastanın her yere pembe filler çizmesinden bıkıp doktora götürmüş. Doktor da, nasıl bir şey konuştularsa, kafasının yanından son hızla geçen kül tablası duvarda patlayınca bize göndermiş. Yeni hasta kim olsa beğenirsiniz? Selim elbette!
Şimdi ilaçlarla dengelemeye çalışıyoruz Selim'i, hazır olunca konuşmayı deneyeceğiz. Hazır olursa elbette. Bir de her gün ziyarete gelen ve Selim'le henüz görüşemeyeceğini söylediğimizde hastaneyi ayağa kaldıran onlarca kızdan vakit kalırsa!
Sanata ilgisi yoktu aslında. Bir derste verilen örnekle Dali'nin standartlara pek uymadığını öğrenince ona dadandı. Saatlerini geçirirdi adamın bir resmine bakarak. Başlarda, engin bilgisinden yararlanmamız ve farklı bir bakış açısı yakalamamız için gördüklerini bize anlatmayı denedi. Sadece denedi. Kurduğu cümleler ilkokul cümleleriydi. Sabırla dinledik, birkaç kişi gerçekten ilgilenir gibi yaptı hatta. Neyse ki kısa süre sonra (daha doğrusu, sadece sivilceli ve bıyıklı kızların bunu tanışmak için kullandığını gördükten sonra) Dali'den de vazgeçti, sanat muhabbetinden de.
Selim'in en büyük korkusu intihar edecek kadar bunalmaktı. İkincisiyse ablası Selin'e benzemek. Selin'de bir sorun olduğundan değil, ona benzerse kadın gibi hissedeceğini sanırdı. O kadar homofobik de değildi aslında, sadece arkadaşlardan biri gay olduğunu söylediğinde aklına gelmiş olmalı korkmak. Zaten hiçbir zaman bunalamadı da Selim, öyleymiş gibi davranmayı bile başaramadı. Sabah darmadağın gelirdi okula, yüzünden düşen bin parça. Bütün gece uyumadığını söylerdi ama şişmiş gözlerine bakınca anlardık en az on iki saat deliksiz bir uyku çektiğini. Homurdanıp dururdu sabah sabah, tüm günlerin birbirine benzemesi konusunda acıklı olduğunu sandığı demeçler verirdi. Bu homurdanma, gerçekten uyumamış olan Özge sınıfa girinceye kadar sürerdi. Selim dışında hepimiz günaydın derdik, fazla konuşmayan Özge de bizi başıyla selamlardı. Kafamızı çevirdiğimizde Selim'in kısılmış gözlerle uzaklara baktığını görürdük. Yine karizmatik göründüğünü düşünürdü ve Özge kendisine günaydın bile demeyen Selim'i yine takmazdı. Özge'nin hep yanımızda olmasını isterdik. Onun sessizliği Selim'i de susturuyordu sonuçta.
Ne kadar olumsuz davranırsa davransın, kimse Selim'e sinir olmazdı. Kimse özellikle sevmezdi de onu. Özge yokken Selim konuşur, birkaç kişi de onu dinler gibi yapardı. Öyle bariz bir ilgi görme ihtiyacı vardı ki, insanlar ya onu ilgisiz bırakmaya kıyamazdı ya da dinleyen biri olmayınca Selim onları rahat bırakmazdı. Sürekli şikayet eden Selim, hayali dertlerini anlatacak birini bulamayınca on kaplan gücünde bir rahatsızlık abidesine dönüşürdü.
Değişimi tetikleyen bu muydu emin değilim ama Selim'in aklını başına getiren, kafasına aldığı darbe oldu. Taksim'de bir barda oturuyorduk. O zamana kadar yalnız olduğunu sandığımız Özge, sevgilisi olduğu anlaşılan gayet hoş biriyle girdi içeri, masaya davet ettiğimizde de hayır demedi. Hep asi ve depresif görünmeye çalışan Selim, Özge'nin yanında James Dean asiliğinde birini görünce Kafka depresyonu yaşamaya başladı. Özge Jack&Coke içmeye başladı, sevgilisi vişne votka. O zamana kadar sek kahve içmeye kendini zar zor alıştırmış Selim'in aklı iyice karıştı (Özge okulda her gün sütsüz ve şekersiz kahve içerdi uyanık kalmak için, Selim de ortak özellikleri olsun diye alışmaya çalışıyordu), kahveyi masada bırakıp kendini bara zor attı. Uzun süre oyalandı orada. Belli ki James Dean ve Calamity Jane arasında seçim yapmaya çalışıyordu. En azından ikisini aynı bardakta karıştırmaya çalışmadığı için hala biraz umut olduğunu düşündük. İşte muhteşem gösteri böyle başladı...
Jack&Coke'la başlayan macera vişne votkayla devam edince, o zamana kadar alkolü biradan ibaret sanan Selim iyice uçtu. Kendi kendine tartışıyor, söylenen her kelimeye saldırıyor, sesi giderek yükseliyordu. Bazen çok bunaldığını, her şeyin anlamsız geldiğini, yaşamak için bir neden bulamadığını söylerken, James Dean intihar eden gay arkadaşından bahsetmeye başladı ve suratına sağlam bir tokat yedi. Biz Selim'in aşkettiği Osmanlı tokadına anlam vermeye çalışırken, masanın diğer yanından Selim'in burnuna doğru uçan kafayı fark ettik ama durdurmak için çok geç kaldık. Selim suratında patlayan balyozumsu şeyin etkisiyle başını önce arkasındaki duvara, sonra yanındaki sandalyeye, son olarak da yere çarptı; doğal olarak da dağıldı ve bayıldı.
Onu ayıltmayı başardığımızda barmen Özge'yle sevgilisini dışarı çıkarmıştı bile. Biz de çıkıp hastaneye gittik; rontgenler çekildi, tetkikler yapıldı, falan filan. Selim'in taş kafası pek zarar görmemişti, kırılan burnu ve gururu dışında bir sakatlığı yoktu. Elbette bu, sevgili hastalık hastamızın bir hafta okula gelmemesine engel olmadı.
Hiçbirimiz Selim'i çok takmadığımız için ziyaretine gitmedik, hatta arayıp nasıl olduğunu da sormadık. Nezle olduğunda bile piysadaki tüm vitaminleri, ağrı kesicileri ve antibiyotikleri başucuna doldurup iki gün yataktan çıkmayan, döndüğünde de aramadığımız için iki gün boyunca şikayet eden Selim, yeniden okula geldiğinde değişmişti. Kanlı ve boş bakan gözlerle sınıfa girip herkesi başıyla selamladı, kendisine "siktir git dallama" diyen Özge'den özür diledi ve ne aramamamızdan yakındı, ne de günlük konuşmalarına başladı. Yerine oturdu ve ilk ders için kitaplarını çıkardı. Çevresine toplanıp nasıl olduğunu sorduğumuzda da sadece "normal" olduğunu söyledi. Bunca zaman herkesi normal olmadığına inandırmaya çalışmış Selim, hiç de öyle görünmediği bir zamanda normal olduğunu söylüyordu. İnanamadık ve bu kez onunla gerçekten ilgilenmeye başladık.
Bir zamanlar gömleğini özenle pantolonunun dışına çıkaran ve her sabah saatlerce ayna karşısında saçlarını dağıtan Selim gitmiş, yerine yataktan kalktığı gibi (eğer yatağa giriyorsa) kendini okulda bulmuş görünen bir Selim gelmişti. Gözleri her sabah kan çanağı gibiydi. Çok az konuşuyordu. Sınıfa girdiğinde ise selam vermek yerine buz gibi gözlerle herkesi süzüyordu sadece. İnanır mısınız, Selim'in gözlerinin mavi olduğunu bile o bakışlar sayesinde fark ettik. Ağzından birkaç kelime çıkarabilmek için gün boyunca kerpeten hazırlamaya başladık. Bir süre sonra Selim'in yeni haline de alıştık. Biz alışırken kızlar da bu yeni Selim'i çekici bulmaya başlamış, Özge dışında hemen hepsi onun kucağına oturmak için yarışır olmuştu. Özge'nin uzaklığı da sorun değildi artık. Kafasına yediği dört darbeden sonra Selim onu umursamıyor gibi görünüyordu.
Okul bitince hepimiz bir yana dağıldık. Ben psikiyatriyi seçip deli doktoru oldum ve yıllarca kimseden haber almadım. Geçen hafta yeni bir hasta getirdiler; annesi hastanın her yere pembe filler çizmesinden bıkıp doktora götürmüş. Doktor da, nasıl bir şey konuştularsa, kafasının yanından son hızla geçen kül tablası duvarda patlayınca bize göndermiş. Yeni hasta kim olsa beğenirsiniz? Selim elbette!
Şimdi ilaçlarla dengelemeye çalışıyoruz Selim'i, hazır olunca konuşmayı deneyeceğiz. Hazır olursa elbette. Bir de her gün ziyarete gelen ve Selim'le henüz görüşemeyeceğini söylediğimizde hastaneyi ayağa kaldıran onlarca kızdan vakit kalırsa!
düzenli bir yaşam
hayat çizgime bakmak istediğini söylediğinde sol kolumu uzattım ona. tam elime doğru hamle yaparken gördü güneşin bile silemediği izleri. şaşırmıştı, ben de şaşırmasına şaşırmıştım. ne bekliyordu ki? elimdeki bir tek çizginin söyleyemeyeceği her şey kolumdaki onlarca çizgide yazılıydı zaten.
öyle bir bakışı vardı ki, kalkıp kaçacağını düşündüm bir an. kaçmadı. bunun yerine konuşmaya başladı ve bu kalkıp gitmesinden, hatta bir daha karşıma çıkmamasından daha kötüydü.
- ne zaman oldu bunlar?
- olmaları gereken zamanda.
- acımadı mı?
- bilmem. acımıştır herhalde.
- neden yaptın bunu kendine? deli misin sen?
- gerektiği için. ben sana neden kulağını deldirdiğini soruyor muyum?
- aynı şey değil.
- aynı şey. vücudunu nasıl kullandığın beni ilgilendirmez. and vice versa elbette.
bir damar mı atmaya başlamıştı şakağında? neden kızarlar bir insanın kendini korumasına? kendilerini ilgilendirmeyen şeylere burunlarını sokmamaları bir çok şeyi kolaylaştırır oysa. hayat çizgime bakacakmış... bok var sanki çizgimde! geleceğim hakkında atıp tutunca boyun mu uzayacak? sokaktaki çingeneler en azından para kazanıyor bundan. sen ne yapacaksın geleceğimi?
tedavi görmem gerektiğini söyleyip gitti. ardında yarım bardak çay ve bir telefon numarası bıraktı. kendi doktorunun numarasıymış, işime yarayabilirmiş. sürekli çay içen birinin doktoru ne kadar işime yarayabilir? çayla bir sorunum yok ama her zaman da çay içilmez ki! ya da diyelim ki var. küçükken annemin beni çay almam için gönderdiği bakkalda başıma korkunç bir şey geldi diyelim. adam paket getirmek için depoya girdi ve uzun süre çıkmadı mesela. ben de çocuk merakım ve yardımseverliğimle (ya adamın kafasına bir koli düştüyse ve adam oracıkta bayıldıysa, ayıldığında da burnunu kemiren ve periyodik olarak üfleyip yaptığı terbiyesizliği hissettirmemeye çalışan kedi büyüklüğünde bir depo sıçanıyla göz göze geldiyse; o an paniğe kapılıp son hızla aklını kaçırdıysa ve yakalamak için sıçanla tartışmaya başladıysa; tartışmanın büyümesiyle de, burnunu geri vermemekte kararlı olan sıçanla tekme tokat bir kavgaya giriştiyse ona yardımcı olmak boynumun borcudur diye düşünerek) depoya girdim ve ne göreyim?! adam yüzlerce çay paketinin arasında oturmuş, demlediği tavşan kanı çayı höpürdeterek içiyor! bu da yetmezmiş gibi, beni görünce demlikteki çayı erol taş kahkahaları eşliğinde yere döküyor ve "bu çayların hepsi beniiiim! sen de satın alamayacaksın! hahahaha!!! hüürrrp!" diyor. hangi travmayı sayayım artık? çayın höpürdetilmesi mi daha kötü yoksa bakkal amcaya güvenimi kaybetmem mi? peki bu şartlarda, kahveyi tercih eden ben, nasıl giderim sürekli çay içen birinin doktoruna?
böyle sağlıklı düşüncelere gark olmuşken b geldi, a'nın nerede olduğunu sordu. bir sigara yakarken onu kovduğumu söyledim. alenen yalan söylemiştim, ayıkken kimseyi kovmayacağımı herkes bilirdi. b de inanmadı zaten. o da konuşmaya başladı ne yazık ki. şu masadaki sessizliği bozmak için herkes elinden geleni yapıyordu. henüz yerimden kalkmayı düşünmediğim için de huzursuzluk uzun sürecek gibiydi.
dinler gibi yapıyordum ama sorduğu sorulara da aynı dinler pozisyonda cevap verdiğim için (ya da cevap vermediğim için mi demeliyim) dayanamayıp bağırmaya başladı. çok değişmişim, artık beni tanıyamıyormuş falan filan. ilgilenmediğimi görünce tedaviye ihtiyacımın olduğunu söyleyip gitti. o da bir telefon numarası karalamıştı masada duran peçeteye.
babam der ki; biri sana eşşek olduğunu söylerse umursama. başka biri de eşşek derse bir düşün. bir kişi daha derse... bu bölüme daha gelmedik. bir kişi daha masaya doktorunun numarasını bırakırsa almam gereken dersi açıklayacağım.
yine tek başıma kalmıştım. tam böyle ne kadar rahat olduğumu düşünürken mesaj geldi. c ve ç evleniyormuş, bu mutlu günlerinde beni de aralarında görmekten mutlu olacaklarmış. olmasınlar. kelime tekrarı yapılan düğünlere gitmem ben. ikiniz de mi yazdığınız mesajı düzeltme gereği duymadınız? parantez yuvarlanmış noktasını bulmuş. allah bir cümlede kocatsın.
bir kahve daha söyleyecektim, d aradı. buralardaymış, beni görmek istiyormuş. nerede olduğumu söyleyip beklemeye başladım. garsonun bana gülümsediğini gördüm. masaya 1-2 bardağın daha geleceğini anlamış olmalı diye düşündüm; kaşımın gözümün güzelliğine gülümseyecek hali yok ya!
kalkıp d'yi kucaklayınca kafasını çevirdi garson. yanılmışım sanırım. yine de oldukça eminim, kaşın gözün güzelliğine değil de, tek başılığına gülümsüyor olabilirdi en fazla. bu kadar basit olmamalıydı oysa. yalnız olan her kadın potansiyel av olrak görülmemeliydi.
d biraz oturdu. genellikle konuşacak bir şey bulamadığımız için sosyal olabileceğimiz yerlerde sosyal oluruz onunla. başbaşa kaldığımız zaman çok sınırlıdır. yine öyleydi işte. havaya bakarak konuşulan sudan ucuz konular. telefonu çalınca kalkıp uzaklaştı. pis pis sırıtan garsonla göz göze geldik. içimden bir küfür savurup kafamı çevirdim. d yine yaklaşıyordu masaya, gitmesi gerektiğini söyleyeceğini sandım. ne var ki, haber kötüydü, arkadaşları gelecekti. "git başka yerde buluş arkadaşlarınla" da denilmiyor ne yazık ki.
yarım saat kadar sonra tanımadığım altı kişi doluştu masaya. uzayan sessizliklerin bitmesinden memnundum ama kalabalık çok rahatsız eder beni. vakit kaybetmeden rahatsız oldum elbette. kısa tanışmalar, yapmacık gülümsemeler, birkaç dakikaya kadar hafızadan silinecek altı isim ve istemsizce dişlere uzanan tırnaklar. desteğe ihtiyacım vardı. bugün içmeyeceğimi düşünüyordum. kafam, midem, dolaşım ve sinir sistemlerim bir günlüğüne dinlenecekti biraz. olmuyormuş demek ki. akacak alkol şişede durmazmış.
üçüncü bardağı da masaya vurduğumda kalabalığa üç kişi daha eklenmişti. bir bardak daha istemeye çekindim daha fazla gelen olur diye. sağımda oturan kişi fazla konuşmadığımı fark etmiş, diyalog kurmaya çalışıyordu. aaa, çalışıyor muydum? lise öğrencisi gibi görünüyordum aslında. demek edebiyat okumuştum. amerika'nın kültürü mü vardı? zaten bütün amerikalılar aptaldı. fuck kelimesinin kökenini biliyor muydum? böyle bir toplumun dejenere olmaması mümkün müydü?
neden daha fazla içmediğimi unutup bir tane daha istedim. masadaki bir telefon tuhaf bir ses çıkardı. biri daha geliyordu!
sabahtan beri aynı masada kahve içiyordum, kararlıydım alkol almamaya. ama istikrar bir kere bozulunca daha fazla uğraşmanın anlamı kalmadı, kimseye bir şey söylemeden bardağımı kapıp kalktım. kalkmamla oturmam bir oldu. normalde bile pek iyi çalışmayan denge duyum sarhoş olunca iyice alt üst olmuştu. ikinci denemede ayaklarımın üstünde durmayı başardım. ailem beni ayaklarımın üzerinde durabilmem için yetiştirmişti ne de olsa. elbette akıllarından geçenin böyle bir şey olması mümkün değildi.
uzaklaşırken arkamdan gelen hızlı adımları duydum. sağımda oturan h koşar adım peşime düşmüştü.
- nereye gidiyorsun?
- kafa dinleyebileceğim bir yere.
- çok karanlık orası, yalnız gidemezsin.
- izin alıyor gibi bir halim mi var?
- olmaz ama. iyiliğin için söylüyorum.
- kusura bakma ama iyiliğim seni neden ilgilendirsin?
- arkadaşın olduğum için.
- benim arkadaşım d, sen değilsin. üstelik o bile umursamıyor nereye gittiğimi.
- bana kalırsa d'yi çok ciddiye alıyorsun. arkadaşımdır, severim ama sen daha iyisine layıksın. yanlış anlama tabi.
böyle bir dallamaya verilebilecek bir sürü cevap var. "d benim sevgilim değil" diyebilirdim, "seni ilgilendirmez" diyebilirdim, "doğru anlamı ne bunun" diyebilirdim, küfür edip gitmesini bile söyleyebilirdim. yapmamam gereken birkaç şeyden birini yaptım. ona sağlam bir kafa attım! daha da kötüsü, o dağılan burnunu toparlamaya çalışırken, ben viskinin ne kadarını döktüğümü merak ediyordum. bir şey söylemeden yola devam ettim.
içince deli cesaretine sahip olduğumu söylerler ama aslında sarhoş zamanlarım en çok korktuğum zamanlardır. her şey birer tehdide, ben de bir paranoyağa dönüşürüm. korktukça saldırganlaşırım. ayıkken "atarım" dediğim kafayı sarhoşken gerçekten atar, birilerinin üstüne sandalye fırlatmaktan çekinmem. korkunç olurum korkunca, korkmaları için bir sürü neden sunarım insanlara. çekilmez olacağımı öngörüp garsonu geri göndermeleri gerekir. nedense yapmazlar. belki benim de gideceğimi bildiklerinden.
deniz kenarına ulaşınca oturdum. masadan gelen bol ünlem işaretli seslere kapadım kulaklarımı, dalgalara konsantre oldum. gözlerimde karanlık, kulaklarımda dalga sesleri, burnumda deniz kokusu, ağzımda jack&coke tadı, tenimde hafif nemli rüzgar. gerçekten yaşıyor olabilir miydim? kutsal kitaplarda cennet böyle anlatılmıyordu. o başkalarının cenneti olmalı. herkes kendi cennetini bulmalı.
- pardon, ateşiniz var mı?
hmm... "olmasaydı bile senin için tanrılardan çalardım" demek istedim ama sadece çakmağı uzatmakla yetindim. kadınlara huri vermediklerine göre pekala yasak meyvem olabilirdi bu. ateşi asılmaya zemin hazırlamak için istediyse yine korkup saldırganlaşacağımı tahmin ediyordum. ama o anda, yalnız bir anlık bile olsa, meyveyi yemeyi ve çıplak kalmayı kabul ediyordum. paparazzilerin tablolarına bu şekilde yansımak umrumda değildi. "gençken yaptığım hatalardan çok utanıyorum" der, asma yapraklarıyla sansür koyardım sanat eserlerine. kafamın bir yerinde "saçmalama" kelimesi yankılanıyordu. anlamını hatırlamaya çalışırken yankılar bir sesle bölündü.
- az önce attığınız çok sağlam bir kafaydı. bu arada, adım o.
elini uzattı. uzanan eli sıkıp ben de ismimi söyledim. bir anda kim olduğumu hatırladım. dudaklarım gülümsemeye hazırlanmışken vazgeçip yüzümü yeniden denize döndüm. buraya kafa dinlemeye gelmiştim, biriyle tanışmaya değil. daha fazla insana ihtiyacım yoktu, zaten çevrem fazlasıyla kalabalıktı. ayılıyordum galiba. kızsal yanım o'nun yanımda kalmasını istiyordu. belki bunu söyleyebilirdim bile ama sessiz kalamayacağını düşünerek vazgeçtim.
rahatsız ettiğini söyleyip özür dileyerek gitti. giderken, belki sadece çakmak istediği için geldiğini ve ismini nezakten söylediğini; belki de az önce konuşmaktan kaçarak, hayatımın aşkı olabilecek adamı kaçırdığımı düşündüm. "gerçekten de yasak meyveymiş," dedim kendi kendime, "cennet hayalimin içine etti iki dakikada."
telefon çaldı, d nereye kaybolduğumu soruyordu. masaya döndüm, nüfus azalmıştı. h'yi alıp gitmişler, bir de tedaviye ihtiyacımın olduğunu söyleyip bir doktorun kartını bırakmışlar.
"biri daha eşşek olduğunu söylerse gidip kendine bir semer al."
ana fikrimi çıkardım işte. bu kadar çok insan bana psikiyatrist öneriyorsa bir sorun olmalı. demek ki çevremde bir sürü manyak var ve aralarındaki sayılı akıllılardan biri olarak hemen bir akıl hastanesi açmalıyım!
masanın yeni konusu benim tuhaf davranışlarım olunca gitme zamanımın geldiğine karar verdim. kaba davrandığım ve hıyar arkadaşlarının burnunu kırdığım için herkesten özür diledim; ardından da ibre 180'i gösterene kadar ayağımı gazdan çekmedim. bu şekilde araba kullanmaya devam edersem fazla yaşamayacağım sanırım. o halde devam etmeliyim. hem insanları bir sorundan kurtarmış olurum, hem de tanrılara musallat olmak daha eğlencelidir belki.
eve yaklaşırken akıma geldi, ö'ye uğramaya söz vermiştim. görüşmeyi kesinleştirmek için kitaplarımı rehin almış, her ertelemede bir tanesinin üzerine benzin döküp yakmakla tehdit etmişti beni. bunun umrumda olmadığını söyleyemezdim. maldoror'un şarkıları bildiğim kadarıyla artık basılmıyordu, kış ikindisinin evinde'de altı çizili bir sürü yer vardı ve bilge bir gorilin öldürülmesine kayıtsız kalamayacağım için ismail'i o hain ellere terk edemezdim.
gittiğimde ev boş değildi. dört kız oturmuş, fal bakmak için hazırladıkları kahvenin yanında içtikleri birkaç şişe likörün sarhoşluğuyla dedikodu yapıyordu. fal bu arada unutulmuştu ama olağanüstü sevimli bir görüntüydü. hepsinin yanakları kızarmıştı ve kıkır kıkır gülüyorlardı. s elindeki fincanı sehpaya bırakmayı bile unutmuştu. bana da kahve yaptılar, oturup dedikodu dinledim. akşam olanları anlatmadım. hem keyiflerini kaçırmaya gerek yoktu, hem yaptıklarım onları ilgilendirmezdi, hem de temelde önemsizdi. oysa hanım kızlarımızın magazin gündemi öyle miydi? mesela ş ve t grup kurmuş ama white stripes gibi olamayacaklarını anlayınca ilan vermişler yeni eleman için. u ve ü kardeşler katılmış bunlara, ersen ve dadaşlar gibi olmuşlar. ü acayip tatlı bir şeymiş ama v'yle birlikteymiş. kız da sanki işi gücü yokmuş gibi her provaya gidiyormuş, hayret bir şeymiş. öyle güzel falan da değilmiş, ü onda ne buluyormuş ki?
bir süre böyle devam etti muhabbet ama uykum geldi. p falıma bakmak için birkaç deneme yaptıysa da, sabahki hayat çizgisi olayının aksine kibarca reddettim. ne de olsa bakılan her falı geyik muhabbeti olarak görüyor ve söylenen her kelimeyi beş dakika içinde unutuyordum. hangi şahane falcı bana merak ettiğim bir şeyi söyleyebilir? geleceğimi merak etmezken hangi falcı, ne diyerek ilgimi çekebilir? fala ister inan, ister inanma. falsız kalmak sana bir şey kaybettirmeyecektir sonuçta.
sonunda eve gidebildiğimde y teyzeyi kapıda yakaladım. o saate kadar bizde ne işi olduğunu anlayamadım ama soramayacak kadar yorgundum. kapı sohbetini mümkün olduğunca kısa kesmeye çalıştım ama sevgili kızı z hakkında bir ton ıvır zıvır dinlemekten kaçamadım. özlemişler beni, bir ara çaya beklediğini söyledi.
gelirim diye yalan söyledim. tabii kadıncağız nereden bilsin bakkal amcayla aramda geçmiş olabilecek travmatik hikayeyi?
öyle bir bakışı vardı ki, kalkıp kaçacağını düşündüm bir an. kaçmadı. bunun yerine konuşmaya başladı ve bu kalkıp gitmesinden, hatta bir daha karşıma çıkmamasından daha kötüydü.
- ne zaman oldu bunlar?
- olmaları gereken zamanda.
- acımadı mı?
- bilmem. acımıştır herhalde.
- neden yaptın bunu kendine? deli misin sen?
- gerektiği için. ben sana neden kulağını deldirdiğini soruyor muyum?
- aynı şey değil.
- aynı şey. vücudunu nasıl kullandığın beni ilgilendirmez. and vice versa elbette.
bir damar mı atmaya başlamıştı şakağında? neden kızarlar bir insanın kendini korumasına? kendilerini ilgilendirmeyen şeylere burunlarını sokmamaları bir çok şeyi kolaylaştırır oysa. hayat çizgime bakacakmış... bok var sanki çizgimde! geleceğim hakkında atıp tutunca boyun mu uzayacak? sokaktaki çingeneler en azından para kazanıyor bundan. sen ne yapacaksın geleceğimi?
tedavi görmem gerektiğini söyleyip gitti. ardında yarım bardak çay ve bir telefon numarası bıraktı. kendi doktorunun numarasıymış, işime yarayabilirmiş. sürekli çay içen birinin doktoru ne kadar işime yarayabilir? çayla bir sorunum yok ama her zaman da çay içilmez ki! ya da diyelim ki var. küçükken annemin beni çay almam için gönderdiği bakkalda başıma korkunç bir şey geldi diyelim. adam paket getirmek için depoya girdi ve uzun süre çıkmadı mesela. ben de çocuk merakım ve yardımseverliğimle (ya adamın kafasına bir koli düştüyse ve adam oracıkta bayıldıysa, ayıldığında da burnunu kemiren ve periyodik olarak üfleyip yaptığı terbiyesizliği hissettirmemeye çalışan kedi büyüklüğünde bir depo sıçanıyla göz göze geldiyse; o an paniğe kapılıp son hızla aklını kaçırdıysa ve yakalamak için sıçanla tartışmaya başladıysa; tartışmanın büyümesiyle de, burnunu geri vermemekte kararlı olan sıçanla tekme tokat bir kavgaya giriştiyse ona yardımcı olmak boynumun borcudur diye düşünerek) depoya girdim ve ne göreyim?! adam yüzlerce çay paketinin arasında oturmuş, demlediği tavşan kanı çayı höpürdeterek içiyor! bu da yetmezmiş gibi, beni görünce demlikteki çayı erol taş kahkahaları eşliğinde yere döküyor ve "bu çayların hepsi beniiiim! sen de satın alamayacaksın! hahahaha!!! hüürrrp!" diyor. hangi travmayı sayayım artık? çayın höpürdetilmesi mi daha kötü yoksa bakkal amcaya güvenimi kaybetmem mi? peki bu şartlarda, kahveyi tercih eden ben, nasıl giderim sürekli çay içen birinin doktoruna?
böyle sağlıklı düşüncelere gark olmuşken b geldi, a'nın nerede olduğunu sordu. bir sigara yakarken onu kovduğumu söyledim. alenen yalan söylemiştim, ayıkken kimseyi kovmayacağımı herkes bilirdi. b de inanmadı zaten. o da konuşmaya başladı ne yazık ki. şu masadaki sessizliği bozmak için herkes elinden geleni yapıyordu. henüz yerimden kalkmayı düşünmediğim için de huzursuzluk uzun sürecek gibiydi.
dinler gibi yapıyordum ama sorduğu sorulara da aynı dinler pozisyonda cevap verdiğim için (ya da cevap vermediğim için mi demeliyim) dayanamayıp bağırmaya başladı. çok değişmişim, artık beni tanıyamıyormuş falan filan. ilgilenmediğimi görünce tedaviye ihtiyacımın olduğunu söyleyip gitti. o da bir telefon numarası karalamıştı masada duran peçeteye.
babam der ki; biri sana eşşek olduğunu söylerse umursama. başka biri de eşşek derse bir düşün. bir kişi daha derse... bu bölüme daha gelmedik. bir kişi daha masaya doktorunun numarasını bırakırsa almam gereken dersi açıklayacağım.
yine tek başıma kalmıştım. tam böyle ne kadar rahat olduğumu düşünürken mesaj geldi. c ve ç evleniyormuş, bu mutlu günlerinde beni de aralarında görmekten mutlu olacaklarmış. olmasınlar. kelime tekrarı yapılan düğünlere gitmem ben. ikiniz de mi yazdığınız mesajı düzeltme gereği duymadınız? parantez yuvarlanmış noktasını bulmuş. allah bir cümlede kocatsın.
bir kahve daha söyleyecektim, d aradı. buralardaymış, beni görmek istiyormuş. nerede olduğumu söyleyip beklemeye başladım. garsonun bana gülümsediğini gördüm. masaya 1-2 bardağın daha geleceğini anlamış olmalı diye düşündüm; kaşımın gözümün güzelliğine gülümseyecek hali yok ya!
kalkıp d'yi kucaklayınca kafasını çevirdi garson. yanılmışım sanırım. yine de oldukça eminim, kaşın gözün güzelliğine değil de, tek başılığına gülümsüyor olabilirdi en fazla. bu kadar basit olmamalıydı oysa. yalnız olan her kadın potansiyel av olrak görülmemeliydi.
d biraz oturdu. genellikle konuşacak bir şey bulamadığımız için sosyal olabileceğimiz yerlerde sosyal oluruz onunla. başbaşa kaldığımız zaman çok sınırlıdır. yine öyleydi işte. havaya bakarak konuşulan sudan ucuz konular. telefonu çalınca kalkıp uzaklaştı. pis pis sırıtan garsonla göz göze geldik. içimden bir küfür savurup kafamı çevirdim. d yine yaklaşıyordu masaya, gitmesi gerektiğini söyleyeceğini sandım. ne var ki, haber kötüydü, arkadaşları gelecekti. "git başka yerde buluş arkadaşlarınla" da denilmiyor ne yazık ki.
yarım saat kadar sonra tanımadığım altı kişi doluştu masaya. uzayan sessizliklerin bitmesinden memnundum ama kalabalık çok rahatsız eder beni. vakit kaybetmeden rahatsız oldum elbette. kısa tanışmalar, yapmacık gülümsemeler, birkaç dakikaya kadar hafızadan silinecek altı isim ve istemsizce dişlere uzanan tırnaklar. desteğe ihtiyacım vardı. bugün içmeyeceğimi düşünüyordum. kafam, midem, dolaşım ve sinir sistemlerim bir günlüğüne dinlenecekti biraz. olmuyormuş demek ki. akacak alkol şişede durmazmış.
üçüncü bardağı da masaya vurduğumda kalabalığa üç kişi daha eklenmişti. bir bardak daha istemeye çekindim daha fazla gelen olur diye. sağımda oturan kişi fazla konuşmadığımı fark etmiş, diyalog kurmaya çalışıyordu. aaa, çalışıyor muydum? lise öğrencisi gibi görünüyordum aslında. demek edebiyat okumuştum. amerika'nın kültürü mü vardı? zaten bütün amerikalılar aptaldı. fuck kelimesinin kökenini biliyor muydum? böyle bir toplumun dejenere olmaması mümkün müydü?
neden daha fazla içmediğimi unutup bir tane daha istedim. masadaki bir telefon tuhaf bir ses çıkardı. biri daha geliyordu!
sabahtan beri aynı masada kahve içiyordum, kararlıydım alkol almamaya. ama istikrar bir kere bozulunca daha fazla uğraşmanın anlamı kalmadı, kimseye bir şey söylemeden bardağımı kapıp kalktım. kalkmamla oturmam bir oldu. normalde bile pek iyi çalışmayan denge duyum sarhoş olunca iyice alt üst olmuştu. ikinci denemede ayaklarımın üstünde durmayı başardım. ailem beni ayaklarımın üzerinde durabilmem için yetiştirmişti ne de olsa. elbette akıllarından geçenin böyle bir şey olması mümkün değildi.
uzaklaşırken arkamdan gelen hızlı adımları duydum. sağımda oturan h koşar adım peşime düşmüştü.
- nereye gidiyorsun?
- kafa dinleyebileceğim bir yere.
- çok karanlık orası, yalnız gidemezsin.
- izin alıyor gibi bir halim mi var?
- olmaz ama. iyiliğin için söylüyorum.
- kusura bakma ama iyiliğim seni neden ilgilendirsin?
- arkadaşın olduğum için.
- benim arkadaşım d, sen değilsin. üstelik o bile umursamıyor nereye gittiğimi.
- bana kalırsa d'yi çok ciddiye alıyorsun. arkadaşımdır, severim ama sen daha iyisine layıksın. yanlış anlama tabi.
böyle bir dallamaya verilebilecek bir sürü cevap var. "d benim sevgilim değil" diyebilirdim, "seni ilgilendirmez" diyebilirdim, "doğru anlamı ne bunun" diyebilirdim, küfür edip gitmesini bile söyleyebilirdim. yapmamam gereken birkaç şeyden birini yaptım. ona sağlam bir kafa attım! daha da kötüsü, o dağılan burnunu toparlamaya çalışırken, ben viskinin ne kadarını döktüğümü merak ediyordum. bir şey söylemeden yola devam ettim.
içince deli cesaretine sahip olduğumu söylerler ama aslında sarhoş zamanlarım en çok korktuğum zamanlardır. her şey birer tehdide, ben de bir paranoyağa dönüşürüm. korktukça saldırganlaşırım. ayıkken "atarım" dediğim kafayı sarhoşken gerçekten atar, birilerinin üstüne sandalye fırlatmaktan çekinmem. korkunç olurum korkunca, korkmaları için bir sürü neden sunarım insanlara. çekilmez olacağımı öngörüp garsonu geri göndermeleri gerekir. nedense yapmazlar. belki benim de gideceğimi bildiklerinden.
deniz kenarına ulaşınca oturdum. masadan gelen bol ünlem işaretli seslere kapadım kulaklarımı, dalgalara konsantre oldum. gözlerimde karanlık, kulaklarımda dalga sesleri, burnumda deniz kokusu, ağzımda jack&coke tadı, tenimde hafif nemli rüzgar. gerçekten yaşıyor olabilir miydim? kutsal kitaplarda cennet böyle anlatılmıyordu. o başkalarının cenneti olmalı. herkes kendi cennetini bulmalı.
- pardon, ateşiniz var mı?
hmm... "olmasaydı bile senin için tanrılardan çalardım" demek istedim ama sadece çakmağı uzatmakla yetindim. kadınlara huri vermediklerine göre pekala yasak meyvem olabilirdi bu. ateşi asılmaya zemin hazırlamak için istediyse yine korkup saldırganlaşacağımı tahmin ediyordum. ama o anda, yalnız bir anlık bile olsa, meyveyi yemeyi ve çıplak kalmayı kabul ediyordum. paparazzilerin tablolarına bu şekilde yansımak umrumda değildi. "gençken yaptığım hatalardan çok utanıyorum" der, asma yapraklarıyla sansür koyardım sanat eserlerine. kafamın bir yerinde "saçmalama" kelimesi yankılanıyordu. anlamını hatırlamaya çalışırken yankılar bir sesle bölündü.
- az önce attığınız çok sağlam bir kafaydı. bu arada, adım o.
elini uzattı. uzanan eli sıkıp ben de ismimi söyledim. bir anda kim olduğumu hatırladım. dudaklarım gülümsemeye hazırlanmışken vazgeçip yüzümü yeniden denize döndüm. buraya kafa dinlemeye gelmiştim, biriyle tanışmaya değil. daha fazla insana ihtiyacım yoktu, zaten çevrem fazlasıyla kalabalıktı. ayılıyordum galiba. kızsal yanım o'nun yanımda kalmasını istiyordu. belki bunu söyleyebilirdim bile ama sessiz kalamayacağını düşünerek vazgeçtim.
rahatsız ettiğini söyleyip özür dileyerek gitti. giderken, belki sadece çakmak istediği için geldiğini ve ismini nezakten söylediğini; belki de az önce konuşmaktan kaçarak, hayatımın aşkı olabilecek adamı kaçırdığımı düşündüm. "gerçekten de yasak meyveymiş," dedim kendi kendime, "cennet hayalimin içine etti iki dakikada."
telefon çaldı, d nereye kaybolduğumu soruyordu. masaya döndüm, nüfus azalmıştı. h'yi alıp gitmişler, bir de tedaviye ihtiyacımın olduğunu söyleyip bir doktorun kartını bırakmışlar.
"biri daha eşşek olduğunu söylerse gidip kendine bir semer al."
ana fikrimi çıkardım işte. bu kadar çok insan bana psikiyatrist öneriyorsa bir sorun olmalı. demek ki çevremde bir sürü manyak var ve aralarındaki sayılı akıllılardan biri olarak hemen bir akıl hastanesi açmalıyım!
masanın yeni konusu benim tuhaf davranışlarım olunca gitme zamanımın geldiğine karar verdim. kaba davrandığım ve hıyar arkadaşlarının burnunu kırdığım için herkesten özür diledim; ardından da ibre 180'i gösterene kadar ayağımı gazdan çekmedim. bu şekilde araba kullanmaya devam edersem fazla yaşamayacağım sanırım. o halde devam etmeliyim. hem insanları bir sorundan kurtarmış olurum, hem de tanrılara musallat olmak daha eğlencelidir belki.
eve yaklaşırken akıma geldi, ö'ye uğramaya söz vermiştim. görüşmeyi kesinleştirmek için kitaplarımı rehin almış, her ertelemede bir tanesinin üzerine benzin döküp yakmakla tehdit etmişti beni. bunun umrumda olmadığını söyleyemezdim. maldoror'un şarkıları bildiğim kadarıyla artık basılmıyordu, kış ikindisinin evinde'de altı çizili bir sürü yer vardı ve bilge bir gorilin öldürülmesine kayıtsız kalamayacağım için ismail'i o hain ellere terk edemezdim.
gittiğimde ev boş değildi. dört kız oturmuş, fal bakmak için hazırladıkları kahvenin yanında içtikleri birkaç şişe likörün sarhoşluğuyla dedikodu yapıyordu. fal bu arada unutulmuştu ama olağanüstü sevimli bir görüntüydü. hepsinin yanakları kızarmıştı ve kıkır kıkır gülüyorlardı. s elindeki fincanı sehpaya bırakmayı bile unutmuştu. bana da kahve yaptılar, oturup dedikodu dinledim. akşam olanları anlatmadım. hem keyiflerini kaçırmaya gerek yoktu, hem yaptıklarım onları ilgilendirmezdi, hem de temelde önemsizdi. oysa hanım kızlarımızın magazin gündemi öyle miydi? mesela ş ve t grup kurmuş ama white stripes gibi olamayacaklarını anlayınca ilan vermişler yeni eleman için. u ve ü kardeşler katılmış bunlara, ersen ve dadaşlar gibi olmuşlar. ü acayip tatlı bir şeymiş ama v'yle birlikteymiş. kız da sanki işi gücü yokmuş gibi her provaya gidiyormuş, hayret bir şeymiş. öyle güzel falan da değilmiş, ü onda ne buluyormuş ki?
bir süre böyle devam etti muhabbet ama uykum geldi. p falıma bakmak için birkaç deneme yaptıysa da, sabahki hayat çizgisi olayının aksine kibarca reddettim. ne de olsa bakılan her falı geyik muhabbeti olarak görüyor ve söylenen her kelimeyi beş dakika içinde unutuyordum. hangi şahane falcı bana merak ettiğim bir şeyi söyleyebilir? geleceğimi merak etmezken hangi falcı, ne diyerek ilgimi çekebilir? fala ister inan, ister inanma. falsız kalmak sana bir şey kaybettirmeyecektir sonuçta.
sonunda eve gidebildiğimde y teyzeyi kapıda yakaladım. o saate kadar bizde ne işi olduğunu anlayamadım ama soramayacak kadar yorgundum. kapı sohbetini mümkün olduğunca kısa kesmeye çalıştım ama sevgili kızı z hakkında bir ton ıvır zıvır dinlemekten kaçamadım. özlemişler beni, bir ara çaya beklediğini söyledi.
gelirim diye yalan söyledim. tabii kadıncağız nereden bilsin bakkal amcayla aramda geçmiş olabilecek travmatik hikayeyi?
günceyi taşır gibi ya da kızgın kumlardan mülayim sulara
teşhirciliğim geldi... hava güzel, milletin polen alerjisi başlayacak ve ben hantalım... üç noktalar arasında koşup duruyorum... durunca nefes nefese kalmadığımı görüp bir sigara yakıyorum hemen... kanser paranoyası başladı... ben akciğer kanseri olurum da; asıl başkaları olacak sanıyorum... bir yaşlı görünce hemen aklıma bin türlü hastalık geliyor... hayır, uydurdum... bin türlü hastalık bilmiyorum henüz, ayrıca hiçbirinin aids olduğunu falan da düşünmedim... diabet, hipertansiyon, kanser... üç türlü geliyormuş; çok utanmaz bir yalancıyım ben...
senin yalancın olabilir miyim?
niye? kendi yalanımı söyleyemeyecek kadar aciz miyim?
polenler hakkında bir şeyler yazmam gerekiyor... benim polen alerjim var, az önce anladım... polenler hakkında okurken uykum geliyor... yazarken de herhalde afacanlar basar, kurdeşenler dökülür ceplerimden... karındeşen jack kurdeşen jack olsaydı karizmasından eser kalmazdı... keşke zamanın polisleri gazetede bu isimle haber çıkarsalardı, jack de sinirlenip bunları öldürmeye çalışsaydı... ben jack'in yakalanmasını isterdim şahsen... ne iğrenç ölümlerdi onlar öyle?!
seri katillerden hazetmiyorum ben... katillerin büyük bölümünden hazetmiyorum... geçenlerde stanford prison project'le ilgili bir şeyler okudum (ara not: blue and yellow güzel bir şarkı... zaman kaybetmenin daha az koşmakla ilgisi yok... bir de bunu kaybetmek yerine istediğin gibi harcıyorsan hiç sorun yok... zamanı biriktirince daha mı uzun yaşıyorsun yoksa daha mı az? [uzun ve az zıt anlamlı değildir, olmayacaktır...] turşusunu kuramayacağın şeyleri biriktirme diyebilirdi bir devlet büyüğü, ama hiçbir zaman buna gerek duymadılar... zira herkes samanlarını saklamak ve zamanın gelmesini beklemekle o kadar meşguldü ki, eşekler açlıktan bir deri bir kemik kaldıklarında bile "belki zaman gelmemiştir" diye samanları yerlerinden oynatmadılar... sonra öldü tabii eşek... sen de o samanları ne yapacağını bilemedin di mi? bir de oturup kendin mi yiyecektin? yemedin, yedirdin, saçını süpürge ettin ama gel gör ki eşek ölünce bütün yükü taşımak sana kaldı... ne diyordum ben? hah!) adamı uzun süre solitary confinement etmişler (dilimi eşek arısı soksun ama aklıma geldiği gibi yazdım... bir kere de kusura bakma sayın kendim...), adam da "buradan çıkınca umarım atlatabilirim" diyordu... zira "çaldığım halde hırsızlığın cezasız kalmaması gerektiğini düşünüyorum. ben bir daha hırsızlık yapmayacağım ama iyileştiğimden değil. şimdi aklımda hırsızlığın da ötesinde, bu götelekleri öldürmek var. gün gelir de çıkarsam allah yardımcımız olsun." diyordu... ben de tırnak işaretleri içinde ne de güzel yazdım sanki adam tam olarak böyle söylemiş gibi... sevmedim ben bu paragrafı... peki benim katillerden hazetmeme konum nereye gitti?
oha ya, ne kadar çok üç nokta var! bak, bundan sonrası üç noktasız. gayet de yazabilirim.
filozoflar belki de ciddi sorunları olan adamlardı ama bunu kabul etmek istemiyorlardı. başkalarından da rahatça saklanabilmek için onlara farklı şeyler (hayat, vapurlar falan) anlatmaya başladılar. çiçekler güzeldir, böcekler iğrençtir, o zaman çiçekler de böcekler de sana girsin oğlum aristo diyebilirdi adamın biri ama kimse de koskoca filozofa gerçeği arayışında engel olmak istemedi. bu adamlar da sonra fark ettiler gerçek diye bir şeyin olmadığını ama kavram bir kere atılmıştı ortaya. geri dönmek ne mümkün?! yıllar sonra mustafa adında bir genç adam hakkında her şeyi açıkça belirtirken "kimdir ulan ilk filozof?" diye bağırdı. (koyuyordum üç noktayı, gözümden kaçtı sanma.) bunu duyanlar mustafa'ya deli görmüşçesine endişeyle baktılar ama aralarından biri sakin sakin yaklaşıp "önce söz vardı" dedi. bu da mustafa'ya kapak oldu. adam karizmatik adımlarla uzaklaşırken biri daha çıkıp "abi ben de let there be light desem?" diye sordu. lafını koyup uzaklaşmak yerine soru sorduğu için isteği kabul edilmedi, güzelim fikir çöpe atıldı. daha sonra yedi günde bir şeyler yapmaya çalışmış ama biri buna "senden büyük allah var" deyince vazgeçmiş, oturmuş yerine.
başlarda hantal olduğumu söylemişim. yalan. hantal şişmanlıktan ileri gelen hareketsizliği ve vice versa olan şeyi çağrıştırıyor ki, durumum bu değildir. üşengeç olmakla birlikte kıçımı bir yerde tutamıyorum; mutfak-tuvalet-masa üçgeninde mekik dokuyarak geçiriyorum günümü. bir de ara sıra sigara içmeye çıkıyorum. eve gidince mail cevaplıyorum bazen. nasıl ucuz felsefe! en son aşk üzerine bir şeyler yazdım. anladığımdan değil ama. bir aşk mektubuna yorum yazmam istendi, ben de "çok boğucu bu, içim kasıldı okurken" diye başlayıp fiti fiti yazdım bir sürü şey. sana da yazardım ama teşhircilik de bir yere kadar. uzun uzun yazınca teşhirciliğimin had safhaya ulaştığını da görüyorum. yazmayı özlemişim. bu kadar yazıp da ne söyledin kendi hakkında? sigara içtiğini mi? şapşal şirin...
şirinlere böyle isimler de verilmeliydi. çocuklara gerçek hayatı öğretmek üzere dilenci şirin, şirin analar, şirinler kermesi, altın şirinleme günleri, şirinleme kaavesi, okeye dördüncü şirin gibi kavramlar da çıkarmış olsaydılar. karındeşen şirin de fena olmazdı aslında. oysa bir web şeysi şirinlerin komünist olduğunu söylüyor ve bu benim için yeterli değil. televizyonda gerçek hayat görmek ister şu gönül. ama bunun için haberleri izleyecek değilim.
tatilde bir ara çok sinirlenip şöyle demiştim: "mutlu son yerine gerçekçi son istiyorum bir hikaye veya filmde. gerçekleşmeyen beklentinin acıttığını ve karakterlerin aşık olmadığını görmek istiyorum. öfkelerinin mantıksız olduğunu bildikleri için ses çıkaramasınlar ve filmin sonunda kavuşma sahnesi olmasın. kurgulanmış bir başkasının öfkesini ve umutsuzluğunu görerek rahatlayayım."
insan elinin değdiği her şey hatalı olmak zorunda değil.
hiçbir şeyin mükemmel olması da gerekmiyor. her şey olduğu haliyle uygun.
memnun değilsen değiştir. hayret bir şey!
insanlara zaaf değil, anlayış gösterilir. o da sadece istenirse. kimsenin kimseye katlanması gerekmiyor. ya deveyi olduğu gibi kabul edersin ya da çölü terk edersin. onunla da kutup ayıları uğraşır belki, bu beni ilgilendirmez. insan camel tiryakisi olmuyor ki, sigara tiryakisi oluyor.
"her tür bağımlılıktan nefret ettim. bağlanmadığımı görmek için eroin kullandım, aşık oldum. onu görebilmek için altı saat yol gitmem gerekiyordu. bir gün treni kaçırdım. aşık olmaktan vazgeçtim."
kinyas dedi, ben onayladım, sonra herkes evine döndü...
senin yalancın olabilir miyim?
niye? kendi yalanımı söyleyemeyecek kadar aciz miyim?
polenler hakkında bir şeyler yazmam gerekiyor... benim polen alerjim var, az önce anladım... polenler hakkında okurken uykum geliyor... yazarken de herhalde afacanlar basar, kurdeşenler dökülür ceplerimden... karındeşen jack kurdeşen jack olsaydı karizmasından eser kalmazdı... keşke zamanın polisleri gazetede bu isimle haber çıkarsalardı, jack de sinirlenip bunları öldürmeye çalışsaydı... ben jack'in yakalanmasını isterdim şahsen... ne iğrenç ölümlerdi onlar öyle?!
seri katillerden hazetmiyorum ben... katillerin büyük bölümünden hazetmiyorum... geçenlerde stanford prison project'le ilgili bir şeyler okudum (ara not: blue and yellow güzel bir şarkı... zaman kaybetmenin daha az koşmakla ilgisi yok... bir de bunu kaybetmek yerine istediğin gibi harcıyorsan hiç sorun yok... zamanı biriktirince daha mı uzun yaşıyorsun yoksa daha mı az? [uzun ve az zıt anlamlı değildir, olmayacaktır...] turşusunu kuramayacağın şeyleri biriktirme diyebilirdi bir devlet büyüğü, ama hiçbir zaman buna gerek duymadılar... zira herkes samanlarını saklamak ve zamanın gelmesini beklemekle o kadar meşguldü ki, eşekler açlıktan bir deri bir kemik kaldıklarında bile "belki zaman gelmemiştir" diye samanları yerlerinden oynatmadılar... sonra öldü tabii eşek... sen de o samanları ne yapacağını bilemedin di mi? bir de oturup kendin mi yiyecektin? yemedin, yedirdin, saçını süpürge ettin ama gel gör ki eşek ölünce bütün yükü taşımak sana kaldı... ne diyordum ben? hah!) adamı uzun süre solitary confinement etmişler (dilimi eşek arısı soksun ama aklıma geldiği gibi yazdım... bir kere de kusura bakma sayın kendim...), adam da "buradan çıkınca umarım atlatabilirim" diyordu... zira "çaldığım halde hırsızlığın cezasız kalmaması gerektiğini düşünüyorum. ben bir daha hırsızlık yapmayacağım ama iyileştiğimden değil. şimdi aklımda hırsızlığın da ötesinde, bu götelekleri öldürmek var. gün gelir de çıkarsam allah yardımcımız olsun." diyordu... ben de tırnak işaretleri içinde ne de güzel yazdım sanki adam tam olarak böyle söylemiş gibi... sevmedim ben bu paragrafı... peki benim katillerden hazetmeme konum nereye gitti?
oha ya, ne kadar çok üç nokta var! bak, bundan sonrası üç noktasız. gayet de yazabilirim.
filozoflar belki de ciddi sorunları olan adamlardı ama bunu kabul etmek istemiyorlardı. başkalarından da rahatça saklanabilmek için onlara farklı şeyler (hayat, vapurlar falan) anlatmaya başladılar. çiçekler güzeldir, böcekler iğrençtir, o zaman çiçekler de böcekler de sana girsin oğlum aristo diyebilirdi adamın biri ama kimse de koskoca filozofa gerçeği arayışında engel olmak istemedi. bu adamlar da sonra fark ettiler gerçek diye bir şeyin olmadığını ama kavram bir kere atılmıştı ortaya. geri dönmek ne mümkün?! yıllar sonra mustafa adında bir genç adam hakkında her şeyi açıkça belirtirken "kimdir ulan ilk filozof?" diye bağırdı. (koyuyordum üç noktayı, gözümden kaçtı sanma.) bunu duyanlar mustafa'ya deli görmüşçesine endişeyle baktılar ama aralarından biri sakin sakin yaklaşıp "önce söz vardı" dedi. bu da mustafa'ya kapak oldu. adam karizmatik adımlarla uzaklaşırken biri daha çıkıp "abi ben de let there be light desem?" diye sordu. lafını koyup uzaklaşmak yerine soru sorduğu için isteği kabul edilmedi, güzelim fikir çöpe atıldı. daha sonra yedi günde bir şeyler yapmaya çalışmış ama biri buna "senden büyük allah var" deyince vazgeçmiş, oturmuş yerine.
başlarda hantal olduğumu söylemişim. yalan. hantal şişmanlıktan ileri gelen hareketsizliği ve vice versa olan şeyi çağrıştırıyor ki, durumum bu değildir. üşengeç olmakla birlikte kıçımı bir yerde tutamıyorum; mutfak-tuvalet-masa üçgeninde mekik dokuyarak geçiriyorum günümü. bir de ara sıra sigara içmeye çıkıyorum. eve gidince mail cevaplıyorum bazen. nasıl ucuz felsefe! en son aşk üzerine bir şeyler yazdım. anladığımdan değil ama. bir aşk mektubuna yorum yazmam istendi, ben de "çok boğucu bu, içim kasıldı okurken" diye başlayıp fiti fiti yazdım bir sürü şey. sana da yazardım ama teşhircilik de bir yere kadar. uzun uzun yazınca teşhirciliğimin had safhaya ulaştığını da görüyorum. yazmayı özlemişim. bu kadar yazıp da ne söyledin kendi hakkında? sigara içtiğini mi? şapşal şirin...
şirinlere böyle isimler de verilmeliydi. çocuklara gerçek hayatı öğretmek üzere dilenci şirin, şirin analar, şirinler kermesi, altın şirinleme günleri, şirinleme kaavesi, okeye dördüncü şirin gibi kavramlar da çıkarmış olsaydılar. karındeşen şirin de fena olmazdı aslında. oysa bir web şeysi şirinlerin komünist olduğunu söylüyor ve bu benim için yeterli değil. televizyonda gerçek hayat görmek ister şu gönül. ama bunun için haberleri izleyecek değilim.
tatilde bir ara çok sinirlenip şöyle demiştim: "mutlu son yerine gerçekçi son istiyorum bir hikaye veya filmde. gerçekleşmeyen beklentinin acıttığını ve karakterlerin aşık olmadığını görmek istiyorum. öfkelerinin mantıksız olduğunu bildikleri için ses çıkaramasınlar ve filmin sonunda kavuşma sahnesi olmasın. kurgulanmış bir başkasının öfkesini ve umutsuzluğunu görerek rahatlayayım."
insan elinin değdiği her şey hatalı olmak zorunda değil.
hiçbir şeyin mükemmel olması da gerekmiyor. her şey olduğu haliyle uygun.
memnun değilsen değiştir. hayret bir şey!
insanlara zaaf değil, anlayış gösterilir. o da sadece istenirse. kimsenin kimseye katlanması gerekmiyor. ya deveyi olduğu gibi kabul edersin ya da çölü terk edersin. onunla da kutup ayıları uğraşır belki, bu beni ilgilendirmez. insan camel tiryakisi olmuyor ki, sigara tiryakisi oluyor.
"her tür bağımlılıktan nefret ettim. bağlanmadığımı görmek için eroin kullandım, aşık oldum. onu görebilmek için altı saat yol gitmem gerekiyordu. bir gün treni kaçırdım. aşık olmaktan vazgeçtim."
kinyas dedi, ben onayladım, sonra herkes evine döndü...
20 Eylül 2007 Perşembe
sanatsal yönümü yerim
bir daha ne zaman yazacağımı bilmediğimden şimdi dolduruyorum böyle. birkaç ay önce kardeşin ödevi için yaptığım istanbul karpostalları bunlar. (kart kimdir, postal kime girmelidir? pek ilgilenmiyorum aslında. saygılar can abi.) bu arada keçeli kalemin, özellikle bitmekte olanın ne kadar boktan bir şey olduğunu söylememe gerek var mı?
nar
Uyan... Zamanın henüz dolmadı ve yaşayacağın milyonlarca şey var. Şimdi gidemezsin. Dik dur! Yalvarırım dik dur! Henüz gençsin ve gitme zamanın gelmedi!
Kimi kandırıyorum? Bunu sadece bencilliğimden yaptığımı biliyoruz. Beraber yaşayacağımız çok şey var ve henüz gitmeni istemiyorum. Ama sen gözlerimin önünde gerçekten eriyorsun. Ben de sadece içimdekileri çıkarmak ve ısıyı azaltmak için yazıyorum. Belki işe yarar. Küçük bir umut. Ne de olsa yapabileceğim başka bir şey yok. Yanına bir vantilatör koymam işe yaramayacak. Rüzgar seni çirkinleştirir. Aynaya bakamayacak duruma gelmeni istemiyorum. Biliyorum, sen de istemiyorsun. Seni yaratan bendim, isteklerini de ben oluşturdum. Şimdi de seni kaybediyorum ve elimden hiçbir şey gelmiyor.
Küçükken ateşle oynardım. Hayatımı değiştirdi diyebileceğim bir şey varsa elektrik kesintisi olmalı. İlk kez bir mumla karşılaştım. Ateş üstünde dans ediyordu. Çok etkileyiciydi ama büyülenmedim. O zaman farkında değildim ama büyü kaybolabilen bir şeydi. Ateşin etkisi benim için hep aynı kaldı.
Büyülenmedim ama dansına katılmak istedim ve annemin çığlığını duyana kadar okşadım onu. Elimdeki boşluklardan sızıyor, siyah izler bırakıyor ve sıcacık bir dille yalıyordu parmaklarımı. Daha büyük olsaydım bundan cinsel bir haz duyabilirdim. Aslında büyüyünce duydum da. Ben büyüdükçe yalnızlığım, fikirlerim ve ateşin çekiciliği de büyüdü. Tüm sevgililerimin saçları ateş kızılı oldu. Biri hariç, hiçbiri ateşi içinde taşıyacak kadar kızıl olmadı.
Nare vardı bir tek. Saçlarının kızılı adına yansımıştı, ya da adı saçlarına. Gözlerinin parlaklığı kaldırım taşlarını aydınlatıyordu. Birbirimizin yanından geçerken ikimizin de yere bakıyor olması onu fark etmemi engellememişti. Nare parlıyordu. Onu takip ederken magma tabakasına nazır kırmızı panjurlu evimizin hayalini kurmaya başlamıştım bile. Bir yere girdi, bir tabureye oturdu, barmenden sıcak şarap olduğunu tahmin ettiğim bir içecek istedi, kaşkolunu çıkardı, montunu çıkardı, bir sigara çıkardı, hemen karşısına yanan bir çakmak çıkardım. O gece Nare’nin görüş alanından hiç çıkmadım. Öyle güzeldi ki. Belki de güzel değildi ama bir şekilde büyüleyiciydi. Tanımadığın bir kadını takip edip gece boyunca ilgisini çekmeye çalışıyorsan; üstelik amacın onu yatağa atmak değil, onunla hayatını geçirmek olmuşsa bir anda, büyülenmiş olabilirsin. Bu büyünün geçiciliğini azaltmaz. Nare de büyü gibi bir anda ortaya çıkıp büyük bir boşluğu doldurmuştu. Sabah olunca da elbette büyü bozulmuştu. Normalde birkaç saatte bir sabahı getiren güneş iki yıl sonra doğmuştu. Nare ortadan kaybolmuştu.
Birçok açıdan katlanılmaz olduğumu biliyorum. Yine de Nare bana iki yıl katlandı. Belki onun da bana ihtiyacı vardı. Ateşinden korkmayan, aksine bunu çekici bulan biri gerekiyordu ona.
Bazıları bu ateşe yaşam enerjisi diyor. Nare’deki enerjinin herkesi korkutması normaldi. İçinde eriyen mum yüzeyi kaplayıp kendi ipini boğmaya çalıştıkça Nare’nin ateşi zayıflardı. Dokunsan sönecek gibi olurdu. Zaten dokunamazdı kimse. Boğulduğu zamanlarda kimseyi kendine yaklaştırmazdı Nare. Ve kimse onun gibi güzel dibe vuramazdı belki de.
Sonra ufacık bir boşluk bulur, erimiş mumu etrafa saçmaya başlardı. Tam ölmesi beklenen anda. Sıvı mum sessizliğinin ardından ip öyle bir çatırtıyla yanardı ki yeniden, tavan tepeme yıkılıyor sanırdım. Işıltısı da bunu doğrular gibiydi. Tüm şehrin elektriği kesildiğinde gökyüzünü yıldızlar kaplar ya. Öyle bir ışıltısı olurdu. Yattığım yerden olmayan tavana bakar, Nare’nin yıldızlarını görürdüm. Deli gibi parlardı. Sık sık sönüp aniden parlayacak kadar da deliydi. Ben de bayılıyordum Nare’nin ateşiyle oynamaya.
İki yıl boyunca korkularımı, ikilemlerimi, saplantılarımı, gıcıklıklarımı, kötülüklerimi yaktı. Teninde dolaşırken dudaklarım yanıyordu. Ellerimi acıtıyordu ateşi. Nare, göğsünden hem şefkatin ılıklığını, hem de şehvetin sıcaklığını aynı anda çıkarabilen muhteşem kadınlardandı. Tanıdığım tek muhteşem kadındı.
Sonra bir gün sabah oldu ve mum söndü. Nare’nin yaşam enerjisi kaybolmuştu. Artık nefes almıyordu. Saçlarına dokunmak istedim, elim yastığına düştü. Nare o sabah yanımda yatmıyordu.
Bir süre yataktan kalkamadım. Sonra bir süre yatamadım. Bir süre hiçbir şey yapamadım. Bir süre yaşamadım. Ardından, bir süre çok hızlı yaşadım. Bir süre kabullenemedim olan biteni. Aslında daha çok biteni kabullenemedim. Kabullenince aramaya başladım. Başıma gelecekleri bile bile her kızılda ateş aradım. İstediğimi tabii ki bulamadım. Seni de o sıralarda yarattım.
Ateşe ateşle karşılık vermem gerektiğini bildiğimden, Nare’den kalanları da bir çakmak yardımıyla temizliyordum. Dumandan boğulmayı umarak evde çıkarıyordum kısmi yangınımı üstelik. Bir yandan da yaktığım mumlarla oynuyordum. Kırmızı mumun parmaklarımın arasında şekillenmeye başladığını fark ettiğimde bir çift nefis dudak sahibi olmuştum bile. Camları açıp dumanı, beni öldürme işkencesinden; parmaklarımla da mumları basit şekillerinden kurtardım. Ateş tenine değdikçe güzelleşiyordun. Parçaların birleştikçe mumdan fazlası oluyordun. Her dokunuşumda ismini daha çok hakediyordun.
Nare’nin gidişini eksilterek Nar adını verdim sana. Kendi isminle “Meyve gibiyim!” diyerek alay ederken attığın kahkahalar gerçekten de meyvenin çekirdekleri gibi dağılıyordu etrafa. Adının eksikliğini içindeki meyvenin kalabalığıyla kapatıyor, içinde bir çocuğa zaten ihtiyaç duymuyordun.
Çok güzel bir mum kadın olduğunu bilerek seviştim seninle ilk kez. İçindeki taneler benim tohumlarımdan oluştu. Bitkisel bir eşeyli üreme gibiydi işte yaratılış öykün. Canlanmanı beklemiyordum ama gözlerini açtığında şaşırmadım nedense. Belki de başından beri kabul edemiyordum mumlarla seviştiğimi. Belki de seni hep canlı olarak hayal etmiştim.
Sonunda da bir hata yaptım. Her şey güzel giderken beni sevmeni istedim. Güzelliğin bana yetmedi. Eksilen bir harfle bana bağlanman, yanımdan ayrılmayacak olman yeterli olmadı. Varlığın yeterli olmadı. Bir nokta dışında her şey harikaydı ve ben kaşındım. Sevgini istedim. Aklıma gelmedi kalbine ateş düşmesine dayanamayacağın. Eriyeceğini düşünemedim. Çok üzgünüm. Sorry falan değil, gerçekten üzülüyorum. Kalbinden ateşi nasıl alacağımı bilmiyorum. Alabilsem bile, böylesine eridikten sonra eskisi gibi olamazsın. Aynaya bakamayacak kadar kendinden nefret eden biri olamazsın.
Zaman dolmuş demek ki. Uyanma o halde. Ben de yoruldum zaten, beraber uyuyalım.
Kimi kandırıyorum? Bunu sadece bencilliğimden yaptığımı biliyoruz. Beraber yaşayacağımız çok şey var ve henüz gitmeni istemiyorum. Ama sen gözlerimin önünde gerçekten eriyorsun. Ben de sadece içimdekileri çıkarmak ve ısıyı azaltmak için yazıyorum. Belki işe yarar. Küçük bir umut. Ne de olsa yapabileceğim başka bir şey yok. Yanına bir vantilatör koymam işe yaramayacak. Rüzgar seni çirkinleştirir. Aynaya bakamayacak duruma gelmeni istemiyorum. Biliyorum, sen de istemiyorsun. Seni yaratan bendim, isteklerini de ben oluşturdum. Şimdi de seni kaybediyorum ve elimden hiçbir şey gelmiyor.
Küçükken ateşle oynardım. Hayatımı değiştirdi diyebileceğim bir şey varsa elektrik kesintisi olmalı. İlk kez bir mumla karşılaştım. Ateş üstünde dans ediyordu. Çok etkileyiciydi ama büyülenmedim. O zaman farkında değildim ama büyü kaybolabilen bir şeydi. Ateşin etkisi benim için hep aynı kaldı.
Büyülenmedim ama dansına katılmak istedim ve annemin çığlığını duyana kadar okşadım onu. Elimdeki boşluklardan sızıyor, siyah izler bırakıyor ve sıcacık bir dille yalıyordu parmaklarımı. Daha büyük olsaydım bundan cinsel bir haz duyabilirdim. Aslında büyüyünce duydum da. Ben büyüdükçe yalnızlığım, fikirlerim ve ateşin çekiciliği de büyüdü. Tüm sevgililerimin saçları ateş kızılı oldu. Biri hariç, hiçbiri ateşi içinde taşıyacak kadar kızıl olmadı.
Nare vardı bir tek. Saçlarının kızılı adına yansımıştı, ya da adı saçlarına. Gözlerinin parlaklığı kaldırım taşlarını aydınlatıyordu. Birbirimizin yanından geçerken ikimizin de yere bakıyor olması onu fark etmemi engellememişti. Nare parlıyordu. Onu takip ederken magma tabakasına nazır kırmızı panjurlu evimizin hayalini kurmaya başlamıştım bile. Bir yere girdi, bir tabureye oturdu, barmenden sıcak şarap olduğunu tahmin ettiğim bir içecek istedi, kaşkolunu çıkardı, montunu çıkardı, bir sigara çıkardı, hemen karşısına yanan bir çakmak çıkardım. O gece Nare’nin görüş alanından hiç çıkmadım. Öyle güzeldi ki. Belki de güzel değildi ama bir şekilde büyüleyiciydi. Tanımadığın bir kadını takip edip gece boyunca ilgisini çekmeye çalışıyorsan; üstelik amacın onu yatağa atmak değil, onunla hayatını geçirmek olmuşsa bir anda, büyülenmiş olabilirsin. Bu büyünün geçiciliğini azaltmaz. Nare de büyü gibi bir anda ortaya çıkıp büyük bir boşluğu doldurmuştu. Sabah olunca da elbette büyü bozulmuştu. Normalde birkaç saatte bir sabahı getiren güneş iki yıl sonra doğmuştu. Nare ortadan kaybolmuştu.
Birçok açıdan katlanılmaz olduğumu biliyorum. Yine de Nare bana iki yıl katlandı. Belki onun da bana ihtiyacı vardı. Ateşinden korkmayan, aksine bunu çekici bulan biri gerekiyordu ona.
Bazıları bu ateşe yaşam enerjisi diyor. Nare’deki enerjinin herkesi korkutması normaldi. İçinde eriyen mum yüzeyi kaplayıp kendi ipini boğmaya çalıştıkça Nare’nin ateşi zayıflardı. Dokunsan sönecek gibi olurdu. Zaten dokunamazdı kimse. Boğulduğu zamanlarda kimseyi kendine yaklaştırmazdı Nare. Ve kimse onun gibi güzel dibe vuramazdı belki de.
Sonra ufacık bir boşluk bulur, erimiş mumu etrafa saçmaya başlardı. Tam ölmesi beklenen anda. Sıvı mum sessizliğinin ardından ip öyle bir çatırtıyla yanardı ki yeniden, tavan tepeme yıkılıyor sanırdım. Işıltısı da bunu doğrular gibiydi. Tüm şehrin elektriği kesildiğinde gökyüzünü yıldızlar kaplar ya. Öyle bir ışıltısı olurdu. Yattığım yerden olmayan tavana bakar, Nare’nin yıldızlarını görürdüm. Deli gibi parlardı. Sık sık sönüp aniden parlayacak kadar da deliydi. Ben de bayılıyordum Nare’nin ateşiyle oynamaya.
İki yıl boyunca korkularımı, ikilemlerimi, saplantılarımı, gıcıklıklarımı, kötülüklerimi yaktı. Teninde dolaşırken dudaklarım yanıyordu. Ellerimi acıtıyordu ateşi. Nare, göğsünden hem şefkatin ılıklığını, hem de şehvetin sıcaklığını aynı anda çıkarabilen muhteşem kadınlardandı. Tanıdığım tek muhteşem kadındı.
Sonra bir gün sabah oldu ve mum söndü. Nare’nin yaşam enerjisi kaybolmuştu. Artık nefes almıyordu. Saçlarına dokunmak istedim, elim yastığına düştü. Nare o sabah yanımda yatmıyordu.
Bir süre yataktan kalkamadım. Sonra bir süre yatamadım. Bir süre hiçbir şey yapamadım. Bir süre yaşamadım. Ardından, bir süre çok hızlı yaşadım. Bir süre kabullenemedim olan biteni. Aslında daha çok biteni kabullenemedim. Kabullenince aramaya başladım. Başıma gelecekleri bile bile her kızılda ateş aradım. İstediğimi tabii ki bulamadım. Seni de o sıralarda yarattım.
Ateşe ateşle karşılık vermem gerektiğini bildiğimden, Nare’den kalanları da bir çakmak yardımıyla temizliyordum. Dumandan boğulmayı umarak evde çıkarıyordum kısmi yangınımı üstelik. Bir yandan da yaktığım mumlarla oynuyordum. Kırmızı mumun parmaklarımın arasında şekillenmeye başladığını fark ettiğimde bir çift nefis dudak sahibi olmuştum bile. Camları açıp dumanı, beni öldürme işkencesinden; parmaklarımla da mumları basit şekillerinden kurtardım. Ateş tenine değdikçe güzelleşiyordun. Parçaların birleştikçe mumdan fazlası oluyordun. Her dokunuşumda ismini daha çok hakediyordun.
Nare’nin gidişini eksilterek Nar adını verdim sana. Kendi isminle “Meyve gibiyim!” diyerek alay ederken attığın kahkahalar gerçekten de meyvenin çekirdekleri gibi dağılıyordu etrafa. Adının eksikliğini içindeki meyvenin kalabalığıyla kapatıyor, içinde bir çocuğa zaten ihtiyaç duymuyordun.
Çok güzel bir mum kadın olduğunu bilerek seviştim seninle ilk kez. İçindeki taneler benim tohumlarımdan oluştu. Bitkisel bir eşeyli üreme gibiydi işte yaratılış öykün. Canlanmanı beklemiyordum ama gözlerini açtığında şaşırmadım nedense. Belki de başından beri kabul edemiyordum mumlarla seviştiğimi. Belki de seni hep canlı olarak hayal etmiştim.
Sonunda da bir hata yaptım. Her şey güzel giderken beni sevmeni istedim. Güzelliğin bana yetmedi. Eksilen bir harfle bana bağlanman, yanımdan ayrılmayacak olman yeterli olmadı. Varlığın yeterli olmadı. Bir nokta dışında her şey harikaydı ve ben kaşındım. Sevgini istedim. Aklıma gelmedi kalbine ateş düşmesine dayanamayacağın. Eriyeceğini düşünemedim. Çok üzgünüm. Sorry falan değil, gerçekten üzülüyorum. Kalbinden ateşi nasıl alacağımı bilmiyorum. Alabilsem bile, böylesine eridikten sonra eskisi gibi olamazsın. Aynaya bakamayacak kadar kendinden nefret eden biri olamazsın.
Zaman dolmuş demek ki. Uyanma o halde. Ben de yoruldum zaten, beraber uyuyalım.
19 Eylül 2007 Çarşamba
eski çamlar
Ben... Kimim ben? Sık sık unutuyorum kim olduğumu, ama şu sıralar adım Dolores. Hergün uyanıp kendime yeni bir yaşam hikayesi örüyorum. Elbette elime şişleri alıp örüyorum. Başka nasıl olsun? Bazen incecik bir hayat istiyorum, inceliklerle dolu. O zaman tığlarla örüyorum. İğne oyası. Bir zamanlar gençtim, iğnelerle oyalandığım olmuştu. Ama onlar çok başka iğnelerdi. Yaralarımızı dikmek için kullanırdık; gün geldi, beter ettiler hepimizi.
İsmime bakıp şaşırıyorum bazen. Dolores. Amerikan falan değilim, basbayağı Türk’üm ben de. Ailem de Türk. Babam Ali Rıza Efendi, annem Mevlüde Hanım. Annem öldüğünde Mevlüde Mevlüdü bile yapmıştık. Bildiğimiz helva yeme partisi. Ama olsun, ismi çok güzel olmuştu. Neyse. Dolores diyordum. Dünden beri kullanıyorum bu ismi, ya da sabahtan beri. Bilmem. Yaşlandıkça zaman daha “tuhaf” akıyormuş gibi geliyor insana. İki ileri bir geri. Halk oyunları ekibi gibi.
Asıl adımı, yani anemle babamın çok büyük iş yapmış gibi aylarca düşünüp de buldukları ismi hatırlamıyorum. Öyle çok anı var ki toplanıp hatırlanacak, evde ismime yer kalmadı. Ev dediğim de tek oda bir şey. Elbette yer kalmaz. Gençler stüdyo daire diyorlar böyle yerlere. Zamanında boş durmayıp kendime torun yapsaymışım şimdi stüdyo dairemi beraber döşüyor olurduk. Hem de boydan boya genç işi. Ama istemem! Kirli, pasaklı der; anılarımı atmaya kalkar mendebur! İki yıl önce evin yarısını çöp kamyonuyla gönderdi zaten, o gün bugündür sokmuyorum evime.
Çok yalnızım burada. Bakkal bile bilmiyor adımı, “teyze” diyor hep. Ayol ne teyzesi? Böyle durduğuma bakma, annen yaşındayım. Hiç çocuğum olmadı ama olsaydı onlar bile anne derdi bana, sen niye teyze diyorsun? Ayıp denen bir şey var!
Çocuğum olmadı ama evlenmiştim bir ara. Hatta iki arada bir derede evlendim. Gelinliğimi hala saklarım. O zamanlar, gençken yani, iki kız otururduk bu evde. Kendimi bildim bileli vardı o arkadaşım. Yok, kardeşim değil. Sadece arkadaştık. Onun da adı Nazlı mıydı, Nazan mıydı? Öyle bir şeydi işte. Bazen üç-dört kişi bile olurduk, nasıl olduğunu hiç anlamam. Aynalardan herhalde. Nasıl da çoğaltırlar her şeyi. Bir de bakarsın, evde on kişi olmuşsunuz, hepiniz aynı hareketleri yapıyorsunuz. Yine de Nazan (ya da Nazlı) ayna insanı değildi. Küçüklüğümden beri karşımda değil, yanımda oturdu o.
Bir gün yine evde oturmuşuz, iğnelerle oyalanıp saksı bitkileri yetiştiriyoruz; adamlar geliverdi. Ev nasıl dağınık! Hemen örgülerimizi ve çiçeklerimizi toplayıp kaldırdık. Misafir gelmiş, dağınık görmesinler etrafı, dedik. Adamlar da bir tuhaf misafirler! İçecek bir şey ikram edelim dedik, Nigar mutfağa gidince (nasıl o kadar çabuk ortadan kaybolduğuna da şaşırmadım değil hani) bunlar kollarımı açtılar. Bilezik aradıklarını sandım, oysa sadece mor çiçekler takardım kollarıma. Çiçekleri çok beğenmiş olacaklar ki, aldılar beni de yanlarına, bir arabaya karga tulumba atıp götürdüler. Nazan kaltağı olup bitenleri camdan izledi hep. Arkamdan su bile dökmedi.
Götürdükleri yerde ifade vermemi istediler, ya da ben öyle hatırlıyorum. Yüzlerine en ciddi ifademle bakarak olabilecek en mantıklı şeyi söyledim: 36! Hem giysilerimin bedeni, hem de ayakkabı numaram 36 olduğuna göre mantıklı bir şey olmalıydı bu. Bir şeyler yazıp çizdiler, sonra uzaylılara teslim ettiler beni. Her şey böyle beyaz beyaz. Parmakları uzadıkça uzuyor, etrafımda binlerce göz, hepsi bana bakıyor. Korkmadım desem yalan olur. Sonra renkli bir şeyler yutturdular bana. Orada iki gün mü kaldım, yoksa yirmi yıl mı, bilmiyorum. Bütün günler birbirine benziyordu, farkedemedim. Her gün yuttum o renkli şeyleri. Üzerimde testlerini uyguladıklarında onlar sayesinde hissetmemiş olmalıyım.
Nihal de bir gün bile gelmedi ziyaretime. Sadece bir gün doktora sordum neden gelmediğini. Onun gibi kadınların böyle renkli şeyleri sevmediğini söyledi. (“Monoton orospu” demiş olabilir ama üstelemedim.) Ben de aramadım onu tekrar.
Aslında onun da işi zor. Ne olduğunu bile anlamadan evlenivermişti. Annesi de dedi, ben de dedim. Öyle hemen evlenilmez, dedim. Ama aşık olmuş bu, sevişmiş adamla. O da bir şey değil. Akıllı seviş ki hamile kalma. Ama nerdeee? “Gençsin daha, evlenme, çocuğu da aldıralım” dedik, dinletemedik. Tutturdu salak, apar topar da evlendi. Allah biliyor ya, gözüm hiç tutmamıştı o kocası olacak boyu devrilesiceyi. O yıllarda çok modaydı, taşınır taşınmaz eve saksılar alıp çiçek yetiştirmeye başladılar. Her yerde sis vardı o yıllarda, evde göz gözü görmezdi. Cicim aylarında hep güldü bunlar. Sürekli konuşup güldüler.
Sonra bir gün, ne oldu bilmem, gülmeyi kestiler. Adam, Nazlı’nın artık kocaman olmuş karnına kötü kötü bakıyordu. Canavar dedi, iblis dedi, öyle abuk subuk bir şeyler söyledi; sonra mutfaktan bıçağı kaptığı gibi...
Ben felçliydim o sıralar. Koltuğun kenarında yaşardım. Görürdüm de bir şey yapamazdım. Gıkım çıkmazdı. Ama o an bir şey oldu, her yerime gelincikler yağdı. Ben de birden kalkmış bulundum. Ne yapsam, diye düşünürken bir de Mavi Sakal’a sorayım dedim. Bana bakmıyordu ki! Tuttum, kafasını kendime doğru çevirdim, “ne yapayım şimdi?” diye sorum ona. Bu kez de cevap vermedi. Bağırmayı da kesmişti, aptal aptal bakıyordu yüzüme. Annemi aradım, “karnım ağrıyor, her yer kırmızı oldu; gel de toparlayalım şu evi” dedim. Yanında adamlarla gelmiş, sonradan gelen misafirlere benzeyen adamlarla. Belki aynılarıydı. Hastaneye gittik hep beraber, iğne yapmadılar. Neden yapsınlardı ki? Yaramazlık yapmamıştım.
Nalan’ın karnı küçüldü o gün. Uyduruyorumdur belki ama içinden çıkanları ayakkabı kutusu gibi bir şeye koyup gönderdiler. Belki beğenmedikleri için dükkana geri vermişlerdir. O günden sonra Nurdan’ın karnı hiç şişmedi. Çok yese bile şişmedi. Zaten pek bir şey yemedi de. Sadece, ara sıra üzerinde oturan kırmızı kırkayakla konuşurdu. Anlam veremezdim. Delirdiğini bile düşündüm bir süre.
Nazlı’yla çok benzeriz birbirimize. Hakikaten çok. Ben saçımı boyatırım, eve gidince bir bakarım, Nazlı’nın da saçı aynı renk. Giyecek bir şey alırım, bir bakarım, Nazlı da aynısından almış. Hatta öyle ki; küçükken düşmüştüm, dizim yaralanmıştı. Eve gidince ne göreyim? Nazlı’da da aynı yara!
Gel zaman git zaman, bununla aynı evde oturup yaşlanırken, benim de karnımda kırmızı bir kırkayağın oturduğunu farkettim. “Bu kadar da kıskançlık olmaz” dedik, güldük kendimize.
Yalnız kalıp da canımız sıkıldıkça daha çok yaşlandık. Birbirimiz dışında kimseyle konuşmadık yıllarca. Bazen annem geldi bize, onunla bile konuşmadık. İstemediğimizden değil. Ağzımızı açınca kırkayak çıkar da, saldırıp zehirler güzelim annemi diye. Öldü sonra annem, helva çok lezzetliydi.
Artık birileri zehirlense de umursamadığımız için Necla’yla attık kendimizi sokaklara. Çiçek yetiştirmek için saksılar aldık. Eczane eczane dolaşıp iğneler, şişler, tığlar aldık. Gençleşmek için botoks yapacaktık kendimize. Çok pahalıydı, sadece bol bol toz aldık. Bazen evde de toz aldık. Sanki un kurabiyesi yapmışız gibi dökülüp saçılıyordu her yere, dağınıklık olmasın diye topladık hepsini. Dökecek bir yer bulamayınca da kaynatıp ıhlamur yaptık. Karnımıza iyi geldi.
Sonrası misafirler, uzaylılar falan işte. Eve döndüğümde Nazan (ya da adı her neyse. Unutuyorum hep, yaşlandım) yoktu. Bütün aynaları alıp kaçmış. Her yeri dağınık bırakmış. Birkaç gündür camın önünde oturuyorum, sallanan koltukta. Bir ileri, bir geri. Halk oyunları ekibi veya yurttan sesler korosu gibi değil bu. Oyuncak at gibi. İyi ki bunu bırakmış Nazan. Oyuncak oldu bana.
Bir ara evi temizlesem, toz alsam iyice. Kırkayak huzursuz bir süredir. Karnım çok ağrıyor.
İsmime bakıp şaşırıyorum bazen. Dolores. Amerikan falan değilim, basbayağı Türk’üm ben de. Ailem de Türk. Babam Ali Rıza Efendi, annem Mevlüde Hanım. Annem öldüğünde Mevlüde Mevlüdü bile yapmıştık. Bildiğimiz helva yeme partisi. Ama olsun, ismi çok güzel olmuştu. Neyse. Dolores diyordum. Dünden beri kullanıyorum bu ismi, ya da sabahtan beri. Bilmem. Yaşlandıkça zaman daha “tuhaf” akıyormuş gibi geliyor insana. İki ileri bir geri. Halk oyunları ekibi gibi.
Asıl adımı, yani anemle babamın çok büyük iş yapmış gibi aylarca düşünüp de buldukları ismi hatırlamıyorum. Öyle çok anı var ki toplanıp hatırlanacak, evde ismime yer kalmadı. Ev dediğim de tek oda bir şey. Elbette yer kalmaz. Gençler stüdyo daire diyorlar böyle yerlere. Zamanında boş durmayıp kendime torun yapsaymışım şimdi stüdyo dairemi beraber döşüyor olurduk. Hem de boydan boya genç işi. Ama istemem! Kirli, pasaklı der; anılarımı atmaya kalkar mendebur! İki yıl önce evin yarısını çöp kamyonuyla gönderdi zaten, o gün bugündür sokmuyorum evime.
Çok yalnızım burada. Bakkal bile bilmiyor adımı, “teyze” diyor hep. Ayol ne teyzesi? Böyle durduğuma bakma, annen yaşındayım. Hiç çocuğum olmadı ama olsaydı onlar bile anne derdi bana, sen niye teyze diyorsun? Ayıp denen bir şey var!
Çocuğum olmadı ama evlenmiştim bir ara. Hatta iki arada bir derede evlendim. Gelinliğimi hala saklarım. O zamanlar, gençken yani, iki kız otururduk bu evde. Kendimi bildim bileli vardı o arkadaşım. Yok, kardeşim değil. Sadece arkadaştık. Onun da adı Nazlı mıydı, Nazan mıydı? Öyle bir şeydi işte. Bazen üç-dört kişi bile olurduk, nasıl olduğunu hiç anlamam. Aynalardan herhalde. Nasıl da çoğaltırlar her şeyi. Bir de bakarsın, evde on kişi olmuşsunuz, hepiniz aynı hareketleri yapıyorsunuz. Yine de Nazan (ya da Nazlı) ayna insanı değildi. Küçüklüğümden beri karşımda değil, yanımda oturdu o.
Bir gün yine evde oturmuşuz, iğnelerle oyalanıp saksı bitkileri yetiştiriyoruz; adamlar geliverdi. Ev nasıl dağınık! Hemen örgülerimizi ve çiçeklerimizi toplayıp kaldırdık. Misafir gelmiş, dağınık görmesinler etrafı, dedik. Adamlar da bir tuhaf misafirler! İçecek bir şey ikram edelim dedik, Nigar mutfağa gidince (nasıl o kadar çabuk ortadan kaybolduğuna da şaşırmadım değil hani) bunlar kollarımı açtılar. Bilezik aradıklarını sandım, oysa sadece mor çiçekler takardım kollarıma. Çiçekleri çok beğenmiş olacaklar ki, aldılar beni de yanlarına, bir arabaya karga tulumba atıp götürdüler. Nazan kaltağı olup bitenleri camdan izledi hep. Arkamdan su bile dökmedi.
Götürdükleri yerde ifade vermemi istediler, ya da ben öyle hatırlıyorum. Yüzlerine en ciddi ifademle bakarak olabilecek en mantıklı şeyi söyledim: 36! Hem giysilerimin bedeni, hem de ayakkabı numaram 36 olduğuna göre mantıklı bir şey olmalıydı bu. Bir şeyler yazıp çizdiler, sonra uzaylılara teslim ettiler beni. Her şey böyle beyaz beyaz. Parmakları uzadıkça uzuyor, etrafımda binlerce göz, hepsi bana bakıyor. Korkmadım desem yalan olur. Sonra renkli bir şeyler yutturdular bana. Orada iki gün mü kaldım, yoksa yirmi yıl mı, bilmiyorum. Bütün günler birbirine benziyordu, farkedemedim. Her gün yuttum o renkli şeyleri. Üzerimde testlerini uyguladıklarında onlar sayesinde hissetmemiş olmalıyım.
Nihal de bir gün bile gelmedi ziyaretime. Sadece bir gün doktora sordum neden gelmediğini. Onun gibi kadınların böyle renkli şeyleri sevmediğini söyledi. (“Monoton orospu” demiş olabilir ama üstelemedim.) Ben de aramadım onu tekrar.
Aslında onun da işi zor. Ne olduğunu bile anlamadan evlenivermişti. Annesi de dedi, ben de dedim. Öyle hemen evlenilmez, dedim. Ama aşık olmuş bu, sevişmiş adamla. O da bir şey değil. Akıllı seviş ki hamile kalma. Ama nerdeee? “Gençsin daha, evlenme, çocuğu da aldıralım” dedik, dinletemedik. Tutturdu salak, apar topar da evlendi. Allah biliyor ya, gözüm hiç tutmamıştı o kocası olacak boyu devrilesiceyi. O yıllarda çok modaydı, taşınır taşınmaz eve saksılar alıp çiçek yetiştirmeye başladılar. Her yerde sis vardı o yıllarda, evde göz gözü görmezdi. Cicim aylarında hep güldü bunlar. Sürekli konuşup güldüler.
Sonra bir gün, ne oldu bilmem, gülmeyi kestiler. Adam, Nazlı’nın artık kocaman olmuş karnına kötü kötü bakıyordu. Canavar dedi, iblis dedi, öyle abuk subuk bir şeyler söyledi; sonra mutfaktan bıçağı kaptığı gibi...
Ben felçliydim o sıralar. Koltuğun kenarında yaşardım. Görürdüm de bir şey yapamazdım. Gıkım çıkmazdı. Ama o an bir şey oldu, her yerime gelincikler yağdı. Ben de birden kalkmış bulundum. Ne yapsam, diye düşünürken bir de Mavi Sakal’a sorayım dedim. Bana bakmıyordu ki! Tuttum, kafasını kendime doğru çevirdim, “ne yapayım şimdi?” diye sorum ona. Bu kez de cevap vermedi. Bağırmayı da kesmişti, aptal aptal bakıyordu yüzüme. Annemi aradım, “karnım ağrıyor, her yer kırmızı oldu; gel de toparlayalım şu evi” dedim. Yanında adamlarla gelmiş, sonradan gelen misafirlere benzeyen adamlarla. Belki aynılarıydı. Hastaneye gittik hep beraber, iğne yapmadılar. Neden yapsınlardı ki? Yaramazlık yapmamıştım.
Nalan’ın karnı küçüldü o gün. Uyduruyorumdur belki ama içinden çıkanları ayakkabı kutusu gibi bir şeye koyup gönderdiler. Belki beğenmedikleri için dükkana geri vermişlerdir. O günden sonra Nurdan’ın karnı hiç şişmedi. Çok yese bile şişmedi. Zaten pek bir şey yemedi de. Sadece, ara sıra üzerinde oturan kırmızı kırkayakla konuşurdu. Anlam veremezdim. Delirdiğini bile düşündüm bir süre.
Nazlı’yla çok benzeriz birbirimize. Hakikaten çok. Ben saçımı boyatırım, eve gidince bir bakarım, Nazlı’nın da saçı aynı renk. Giyecek bir şey alırım, bir bakarım, Nazlı da aynısından almış. Hatta öyle ki; küçükken düşmüştüm, dizim yaralanmıştı. Eve gidince ne göreyim? Nazlı’da da aynı yara!
Gel zaman git zaman, bununla aynı evde oturup yaşlanırken, benim de karnımda kırmızı bir kırkayağın oturduğunu farkettim. “Bu kadar da kıskançlık olmaz” dedik, güldük kendimize.
Yalnız kalıp da canımız sıkıldıkça daha çok yaşlandık. Birbirimiz dışında kimseyle konuşmadık yıllarca. Bazen annem geldi bize, onunla bile konuşmadık. İstemediğimizden değil. Ağzımızı açınca kırkayak çıkar da, saldırıp zehirler güzelim annemi diye. Öldü sonra annem, helva çok lezzetliydi.
Artık birileri zehirlense de umursamadığımız için Necla’yla attık kendimizi sokaklara. Çiçek yetiştirmek için saksılar aldık. Eczane eczane dolaşıp iğneler, şişler, tığlar aldık. Gençleşmek için botoks yapacaktık kendimize. Çok pahalıydı, sadece bol bol toz aldık. Bazen evde de toz aldık. Sanki un kurabiyesi yapmışız gibi dökülüp saçılıyordu her yere, dağınıklık olmasın diye topladık hepsini. Dökecek bir yer bulamayınca da kaynatıp ıhlamur yaptık. Karnımıza iyi geldi.
Sonrası misafirler, uzaylılar falan işte. Eve döndüğümde Nazan (ya da adı her neyse. Unutuyorum hep, yaşlandım) yoktu. Bütün aynaları alıp kaçmış. Her yeri dağınık bırakmış. Birkaç gündür camın önünde oturuyorum, sallanan koltukta. Bir ileri, bir geri. Halk oyunları ekibi veya yurttan sesler korosu gibi değil bu. Oyuncak at gibi. İyi ki bunu bırakmış Nazan. Oyuncak oldu bana.
Bir ara evi temizlesem, toz alsam iyice. Kırkayak huzursuz bir süredir. Karnım çok ağrıyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)